Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:47

EMSÂLU’L KUR’AN / KUR’AN’DAKİ MESELLER, MİSALLER

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

EMSÂLU’L KUR’AN /
KUR’AN’DAKİ MESELLER, MİSALLER


• Mesel; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an’da Mesel Kavramı
• Kur’an’da Meselin Yeri
• Kur’an’da Meseller
• Hadis-i Şeriflerde Meseller/Örnekler
“Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.
Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi.” 1092
“Andolsun ki belki öğüt alırlar diye Biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü mesel getirdik/misâl verdik, her türlü temsili anlattık.” 1093
Mesel; Anlam ve Mâhiyeti
İnsanlara hidâyet rehberi olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerim, insanların Yaratıcısı tarafından inzal edilmiştir. Allah insanları yaratmış ve onlara beyânı (konuşmayı, ifâdeyi, anlatmayı) öğretmiş ve onları bu vasıfla mümtaz kılmıştır.1094 İnsanları yaratan Allah olduğu için, onların hangi dilden ve hangi üslûbdan anlayacaklarını da en iyi yine O bilir. İşte bundan dolayı O, insanlığa Kur’ân’ı bir irşâd, beyyinât ve Hakkı bâtıldan ayıran bir furkan olarak göndermiştir.1095 Bütün insanlık Kur’an’ın benzerini getirmekten âciz kalmıştır ve bu acziyeti devam edecektir. Çünkü o, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) en büyük mûcizesidir. Bununla birlikte Allah tarafından, insanları irşâd için, o yüce Kur’ân kolaylaştırılmıştır. “Biz onu (Kur’ân’ı) senin dilinle (indirerek) kolaylaştırdık ki, onunla (günahlardan sakınıp, Allah’ın azâbından) korunanları müjdeleyesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarasın.”1096; “Biz onu (Kur’ân’ı) senin diline kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar” 1097
1092] 16/Nahl, 112-113
1093] 39/Zümer, 27
1094] 55/Rahmân, 3-4
1095] 2/Bakara, 185
1096] 19/Meryem, 97
1097] 44/Duhân, 58
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân kıyâmet gününde insanların leh veya aleyhlerine hüccet olacaktır. Bu itibarla semâvî bir vesika ve İlâhî bir rehber olarak onlara yol gösteren her türlü açıklamaları ihtivâ eder. İşte bu beyan şekillerinden birisi de, Kur’ân’ın meseller darb etmesi, temsiller getirmesidir. “Andolsun Biz bu Kur’ân’da belki öğüt alırlar diye her temsili anlattık”1098 Buna ragrnen insanlar Kur’ân’ın irşadlarına kulak verip öğüt kabul etmezlerse, ileri sürebilecekleri hiçbir mâzeretleri olamaz. Kendi hüsranlarına ağlasınlar! “Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünmek (öğüt almak) için kolaylaştırdık. Bir öğüt alan yok mu?” 1099
Kur’ân’ın edebî ifâde şekillerinden birisi de bazı konuları meseller ve temsillerle anlatmaktır. Kur’ân’ın bu üslûbu, daha ilk asırlarda, İslâm âlimlerinin dikkatini çekmiştir. Genel olarak Arab dilinde emsâl ve Kur’ân’da emsâl konularında müstakil eserler te’lîf edilmiştir. Bunların bir kısmı bize ulaşmamıştır, bir kısmı yazma halindedir, bir kısmı ise basılmıştır.
Mesel Nedir? Mesel; misl ve mesîl (şebeh, şibh ve şebîh gibi), aslında bir şeyin benzeri demektir. Misâl de bu mânâdadır. Gerçi misâlin mikdar ve kalıp mânâsı da vardır. Meselin çoğulu emsâldir. Yine aynı kökten gelen timsâl de sûret demektir. Şu halde meselin aslı, sözde iki şey arasındaki benzeşmedir.
“Mesule’ş-şey’u mes’ûlen” ve “Mesule beyne yedeyhi” Bir şey göz önüne dikildi, demektir. Ayakta dikilip durmak mânâsına geldiği gibi, yere uzanıp yapışırcasına yatmak -bu mânâda ezdaddan olmaktadır- ay doğmak, batmak, faziletli olmak, bir adama ibret alınacak bir ceza vermek, benzetmek ve benzemek mânâlarına gelir. Temsil ise, bir kıssa veya bir söz beyan etmek, yazı veya başka birşeyle, bir şeyin kendisine bakıyormuşcasına misâlini tasvir etmek, (sûretlendirmek) demektir. Yani benzerini getirmek, örnek vermek, göz önüne dikmek ve benzetmek demektir.
Mesel, yani kıssa, söz beyan etmek (bir münâsebetle) mesel irad etmek ve birinin dengine, hizasına gelince söylenen örnek, birinin yoluna girmek, ona tâbi olmak, peşini takip etmek demektir. Temessül ise, bir şeyin sûretine girmek, onun gibi görünmek mânâsına gelir. “Temessele bi’ş-şey’i” veya “Darabe meselen” ise bir şeyi misal getirmek, bir şeyi mesel olarak zikretmek demektir. Mesel darbetmek, onu beldelerde yürütüp yaymak mânâsı, “Darabe fi’l-ardi” yerde yürüdü, yayılıp gitti, ayak tepti mânâlarıyla ilgilidir. İbn Kuteybe (276/889): “Açıklamak ve vasfetme ânâsına da gelir” der. “Daraba’llahu meselen”1100 “Allah misal verdi”, “Felâ tadribû lillâhi’l-emsâl”1101 de; “Allah’ı başkalarının sıfatlarıyla anlatmayınız, ona benzetmeyiniz” demektir, der. 1102
Lügat mânâlarını gördüğümüz mesel, ıstılâhî mânâda şöyle bir tarife kavuşturulabilir. “Halk arasında kabul görüp yayılmış, teşbihe dayalı, içerisinde bir düstûr ve hikmet taşıyan kinâyeli veciz sözlerdir.” Bu tarifle mesel, Türkçemizdeki atasözü mânâsına gelmektedir. Arapça’da atasözleri ve deyimler hep mesel (çoğulu emsâl) ismiyle ifâde edilmiştir. Mesel mefhûmunda yaygın olan mânâ, bu tarifte özelliklerini toplamaya çalıştığımız sözlerdir. Onlarda asıl mânâ
1098] 39/Zümer, 27
1099] 54/Kamer, 22
1100] 16/Nahl, 75
1101] 16/Nahl, 74
1102] Te’vilu Müşkili’l-Kur’ân, s. 497
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 237 -
benzer (şibih) ve nazîr mânâsıdır. Bununla birlikte şu mânâlara da gelmektedir:
1) 13/Ra’d, 35; 47/Muhammed, 15; 48/Fetih, 29; 16/Nahl, 60. âyetlerde sıfat ve sûret mânâsına gelmektedir. “En yüce sıfatlar (el-meselu’l-a’lâ) Allah’ındır.” 1103
2) Delil ve hüccet mânâsı vardır. Getirilen her mesel, o konunun delil ve hücceti gibi kabul görür.
3) İbret mânâsına gelir: “Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem bir ibret (mesel) yaptık.” 1104
4) Meselle bazen hale, bazen sıfata ve bazen kıssaya istiâre yapılır. Zerkeşî’ye göre 2/Bakara, 17’de hâle, 2/Bakara, 264’de sıfata, 13/Ra’d, 35’de kıssaya istiâre edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de meseller daha çok bu maddedeki istiâre manâsıyla geçer. Elmalılı M. Hamdi Yazır şöyle der: “Şaşılacak ve garip bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata veya bir kazıyye (önerme)ye ve hikâyeye de “mesel” denilir ki, darb-ı mesel (atasözü) gibi, dilden dile dolaşmaya ve her yerde söylenmeye lâyık olduğu cihetle ondan istiâre edilmiştir. Bu, sadece nakil ve hikâye olunur. Darb-ı mesel gibi her söylenişinde bir teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk söylenişi hakikat de olabilir, bir temsilî istiâre de olabilir, buna “destan” da denir. “Dillere destan oldu” deriz. Destan şiirleri (tâbiri) bundan alınmıştır. Bu anlamdan, delil ve hüccet mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi meseller, gerek bir nâdir hakikat olsun ve gerek bir tahyîl (akla getirme) ve temsil, yani sırf bir masal olsun bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı gerçekler onlara benzetilerek söylenir. Meselâ “Bu iş, kurt ile kuzu masalına benzer” denilir. Biriyle diğerine temsil edilerek delil getirilir. 1105
Mesel’in kıssa (hikâye) mânâsını yukarıda zikretmiştik. Çünkü bir meselde çoğu zaman bir hikâye o meselin etrafına örülmüş olarak bulunur. Sonunda maksadı ve espriyi veciz bir ifâdeyle hülâsa eden bir cümle gelir. İşte bu cümle o kıssanın tamamının yerine geçen hissedir. O kıssa her zaman tekrar edilmez, hatta zamanla unutulabilir; fakat mesel onu da bütünüyle ifâde eder. Nitekim Türkçemizde emsâl-i hukemâ, emsâl-i Lokman gibi tâbirler de, ahlâk ve nasihatlere dair küçük hikâye mânâsına gelmektedir. Masal, mesel kelimesinden galattır. Furkan sûresi 33. âyette bu mânâ sezilebilmektedir. “(Ey Rasûlüm müşriklerin) sana getirdikleri tuhaf ve bâtıl bir meselleri yoktur ki, hak olan cevâbını ve en güzel tefsirini Biz getirmiş olmayalım.” 1106
Emsâl, bir şeyin benzeri, delil ve hüccet mânâlarına gelen mesel kelimesinin çoğuludur. Kur’ân’da meseller, anlatılmak istenenleri, muhâtabın zihnine yaklaştırıcı rol oynarlar. Dolayısıyla muhâtaplar, anlatılanları daha kolay kavrarlar. Eğitimde çok önemli bir yeri olan misallerle (örneklerle) anlatım, Allah’ın, Kur’ân’da çokça başvurduğu bir yöntemdir. 1107
Mesel; Belli bir kaynaktan çıkmış olmakla birlikte zamanla yaygınlaşarak halka mal olan anonim özdeyiş, atasözü demektir. Arapça’da mesel (çoğulu emsâl)
1103] 16/Nahl, 60
1104] 43/Zuhruf, 56
1105] Hak Dini Kur’ân Dili, 2/Bakara, 17. âyetin tefsiri
1106] Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsilî Anlatım, s. 9-12
1107] Tayyib Okiç, Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Nun Yayınları, İstanbul 1995, s.125; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s.174-175
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“benzemek, benzeri olmak” mânâsındaki müsûl kökünden türemiş bir sıfat olup “benzeyen” demektir. Misl ve mesîl de aynı anlamda kullanılır. Mesel ayrıca “sıfat, vasıf, söz, ibret ve kıssa” mânâlarına gelir.1108 Râgıb el-İsfahânî meseli “açıklamak amacıyla benzeri hakkında söylenen söz” şeklinde tanımlamıştır.1109 Etimolojisi konusunda başka görüşler de ileri sürülen meselin “örnek” anlamındaki misâlden, “dikilmek” anlamındaki müsûlden veya “benzeşmek” anlamındaki temâsülden türemiş olması da mümkündür.1110 Bir meseli vârit olduğu aslî hale benzeyen yeni durum için söylemeye ve kullanmaya “darbü’l-mesel” (darb-ı mesel) dendiği gibi açıklama ve pekiştirme amacıyla söz arasında mesel ve vecîze zikretmeye de “irsâl-i mesel” adı verilir. Her meselin, ilkin hakkında söylendiği aslî haliyle (mevrid) buna benzeyen ve daha sonra ortaya çıkan ikinci hali (madrib) vardır. Bu sebeple mesel “madribi mevridine benzeyen yaygın özdeyiş” olarak da tarif edilmiştir. Benzerlik ilgisine dayanan mesel öncelikle muayyen/belirli bir durum veya hâdise için söylenerek doğar, daha sonra insanlar arasında yaygınlaşıp ona benzeyen her durum için söylenir. Bir meseli diğer söz çeşitlerinden ayıran temel vasıflar lafzının kısa, anlamının doğru, aynı zamanda yaygın ve anonim olması, formunun da değişmez, klişe söz niteliğinde bulunmasıdır. Meselin bu temel unsurlar dikkate alınarak yapılacak tanımı şöyle olabilir: Mesel, atalardan gelen ve onların yüzyıllar içindeki deneyim ve gözlemlerine dayalı düşüncelerini değişmez kalıp ve klişeleşmiş özlü sözlerle öğüt ve hüküm içerecek biçimde yansıtan, lafzı ve anlamı beğenilerek nesilden nesile aktarılan, çoğunlukla aslî durumuna benzeyen halleri açıklamak ve örneklemek amacıyla kullanılan anonim mâhiyetteki özdeyiştir. Ancak bu unsurların bir kısmını kendinde toplayan ve bazı emsâl kitaplarında mesel ya da mesel gibi kabul edilerek yer verilen birçok türe de rastlanmaktadır. Bunlar hikmet (vecize, kelâm-ı kibar), deyim, mükennâ. mübennâ, tağlib tesniyesi. “ef’âlü min ...” formu ve benzerleridir.
Türkçe’de vecize (özdeyiş, özlü söz) ve kelâm-ı kibar diye adlandırılan “hikmet”le mesel arasında şu farklar belirlenmiştir: Hikmet çoğunlukla öğüt ve ders vermek amacıyla peygamber, filozof, düşünür, şâir, edip, hatip, âlim gibi seçkin zümreye mensup bir kişi tarafından söylenmiş olan, bir hayat tecrübesini dile getiren özlü sözdür; meselin ayırıcı niteliği ise belli bir kaynaktan çıkmış olmakla birlikte zamanla yaygınlaşıp halka mal olarak anonim hale gelmesidir. Bu sebeple hikmet mesel kadar yaygın değildir ve aslında mesel hikmetin yaygınlık kazanarak anonimleşmiş şeklidir. Hikmet daima doğru görüş içerirken mesel içermeyebilir; hikmetin esası mânâ doğruluğu, meselin esası teşbihtir. Mesel daima veciz olurken hikmet olmayabilir. Meselde amaç kanıt olarak söylenmesi, hikmetin amacı ise öğüt ve irşaddır. 1111
Deyim (meselî tâbir, taklidî ibâre) mesel gibi hüküm taşımadığı gibi bağımsız cümle de değildir. “Sübhânallah, elhamdülillâh, ehlen ve sehlen, rahimehullah, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, lillâhi derruh, leanehullah” gibi günlük hayatta, ibâdetlerde, selâm, tâziye, tebrik gibi durumlarda kullanılan klişelere de klasik emsâl kitaplarında yer verilmiştir. Hâlbuki bunlar meselde esas olan teşbihi içermez. Bazı duâ klişelerini Kitûbü’l-Emsâl’ine ilk karıştıran kişi Ebû Ubeyd
1108] Lisânü’l-Arab, “msl” md.
1109] el-Müfredât, “msl” md.
1110] Ebû Hilâl el-Askerî, I, 11; Meydânî, I, 5-6
1111] Abdülmecîd Âbidîn, s. 16-20; Emîl Bedî’ Ya’kub, I, 23-24
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 239 -
Kasım b. Sellâm (ö. 224/838) olup daha sonra gelen emsâl müellifleri de onu izlemişlerdir. Bunlar gibi “ebü’l-eşbâl (arslan), ebû ca’de (kurt), ebû hâlid (köpek), ebû osman (yılan), ebû sâbir (tuz); Ümmü”l-Kurâ (Mekke), ümmü’l-kırâ (ateş)” gibi mecâzî analık-babalık bildiren ve “mükennâ” adı verilen deyişler; “ibnü’s-sebîl (yolcu), ibnü’s-sehâb (yağmur), bintü’1-ayn (gözyaşı), bintü’l-Yemen (kahve)” gibi mecâzî oğulluk-kızlık bildiren ve “mübennâ” adı verilen ifâdeler; “Ömereyn (Hz. Ömer ve Ebû Bekir), “kamereyn” (ay ve güneş) gibi mecâzî anlam bildiren tağlib tesniyelerine bazı klasik emsâl kitaplarında yer verilmiştir. Ebû Hilâl el-Askerî bu deyişleri emsâl arasında sayarken,1112 Hamza el-İsfahânî onları ayrı bölüm ve başlıklar altında incelemiştir.1113 Çağdaş yazarlardan Abdülmecîd Âbidîn bunları emsâlden saymış,1114 Abdülmecîd Katâmiş ise bu görüşü benimsememiştir.1115 Gerçekte eski müelliflerden hiçbiri emsâl gibi kullanılmasına rağmen tağlib tesniyelerini emsâl kapsamında görmemiştir. Seâlibî de “gurâbu Nûh, sefiynetü Nûh, makamu İbrâhîm, kamîsu Yûsuf, zi’bü Yûsuf” gibi isim tamlamalarını da emsâlden saymıştır.1116 Hâlbuki bunlar teşbih esasına dayanmadığı gibi îcâz vasfına da sahip değildir, çünkü îcâz terkiplerin değil cümlelerin özelliğidir. Bu bakımdan sözü edilen terkipleri mesel değil mesel materyali olarak kabul etmek daha isâbetli görülmüştür.1117 Yine özellikle soyut fikirleri somut tablolar ve örnekler halinde açıklamak amacıyla “meselü … ke-meseli ...” gibi formlarda zikredilen, çoğunlukla uzun olan ve “kıyasî mesel” adı verilen tür de mesel tanımının kapsamına girmemektedir. Bu meseller Kur’an ve hadise özgü ifâdeler olup bazı müslüman edipler de onlardan esinlenerek bu nevi deyişler üretmişlerdir. Hz. Ali’nin bazı emsâli böyledir.
Arap edebiyatında meseller yapılarına göre sâir, kıyasî ve hurafî mesel şeklinde üçe ayrılmıştır. Sâir meseller yaygın ve veciz olan kısmı teşkil eder. Mesel denilince ilk akla gelen bunlar olup atasözü karşılığıdır. Kur’an’a ve hadise özgü emsâl üslûplarından olan kıyasî meseller soyut kavramları tasvir, teşbih ve temsil yoluyla açıklayan, fikir derinliğine sahip bulunan uzun tasvir ifâdeleri olup “meselü .... ke-meseli ....; keenne, kemâ ...” gibi teşbih edatları içerir. Hurafî meseller çoğunlukla hayvanlar olmak üzere insanların dışındaki varlıkların dilinden aktarılan ve eğitme, ahlâkî ders ve öğüt verme veya mizah ve latife amacıyla kurgulanmış küçük sembolik hikâyelerdir (fabl). Bunların bir kısmı Araplar arasında hayvanlarla ilgili yaygın hikâyelerle hurafî inançlara dayanır; “Ketâlibi’l-karni fecedeat üzünehû (Boynuz peşindeyken kulağından olana benzemiş)” meseli gibi.1118 Kelîle ve Dimne’deki hayvan hikâyeleri ile La Fontaine’nin fablleri bu türdendir. Bu nevi meseller arasında -İncil’deki Hz. Îsâ mesellerinde olduğu gibi- insanların dilinden anlatılanlar da vardır. 1119
Şekil olarak mesellerin çoğu benzetme esasına dayanan ve teşbih edatını açık şekilde almayan istiâre-i temsîliyye biçiminde olmakla birlikte açık teşbih ve
1112] Cemheretü’l-emsâl, 1, 25-48
1113] ed-Dürretü’1-fâhire, II, 471
1114] el-Emsâl, s. 105-107
1115] el-Emsâlü’l-Arabiyye, s. 23-27
1116] Şimâru’1-kulûb, s. 39-46
1117] Abdüimecîd Katâmiş, s. 27
1118] Hamza el-İsfahânî, 11, 554
1119] Emîl Bedî’ Ya’kub, I, 19
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kinâye formlarında, “ef’âlü min ...” (mukayese) kalıbıyla, secîli veya cinaslı, “eb, ümm, ibn, bint, ahû, zû, zât” kelimeleri ve diğer isimlerle oluşmuş isim tamlaması şeklinde gelenler, sayı ifâdesi içeren bir yapı gösterenler vardır: “Ke’l-ibreti, kesev ğayrahâ ve hiye uryânun (İğne gibidir. Başkasını giydirir, kendisi çıplaktır)”: Teşbih), “Ecvedu min Hâtim (... Hâtim-i Tâî’den daha cömert”: Ef’âlü min), “Hâtıbu leyl (Gece -karanlığında- odun toplayan”: İsim tamlaması), “Men ecmelu kıylen semia cemîlen (Güzel söz söyleyen güzel söz işitir”: Secîli), “Men cedde vecede (Arayan bulur”: Cinaslı) gibi.
İlk kullanıldığı durum (mevrid) itibârıyla meseller şu kısımlara ayrılır:
a) Bir hâdiseden doğan ve o hâdise sonunda söylenip yaygınlaşan meseller. Aslı, bilge kişi Şenn’in (b. Efsâ) uzun aramalar sonunda tam dengi olarak bulduğu Tabaka isimli kızla evlenmesi ve birbirine tam denk düşmeleriyle ilgili olan, birbirine uygun düşen her şey için söylenen “Vâfeka Şennun Tabekaten” (Şenn Tabaka ile uyuştu) meseliyle aslı, bir yaz günü yaşlı ve zengin kocasından boşanarak genç ve yoksul biriyle evlenen ve eski kocasına süt istemeye gidince bu söze muhâtap olan bir kadın hakkında söylenmişken bir şeyin fırsatını kaçıran herkes İçin kullanılan “Es-sayf dayya’ti’l-lebene” (Sen sütü yazın kaybetmişsin) meseli gibi,
b) Bir kıssa hakkında rivâyet edilen meseller: Câhiliye dönemi savaşları (eyyâmü’l-Arab) ve haberleriyle ilgili olanlar gibi,
c) Kur’an’dan doğan meseller (emsâlü’1-Kur’ân): “Akrabu min habli’l-verîd” (Şah damarından daha yakın), “Evhenu min beyti’l-ankebût” (Örümceğin evinden daha dayanıksız) gibi,
d) Hadislerden çıkan meseller (emsâlü’l-hadîs): “İyyâkum ve hadarâi’d-demen” (Çöplüklerin yeşilliklerinden [kötü muhitte yetişen kadınlardan] sakının) gibi,
e) Teşbihten doğan meseller. Bu kısımda özellikle “ef’âlü min ...” mukayese formu yaygın olarak kullanılır,
f) Aslı kinâye olan meseller: “Kendi gözündeki merteği görmez, başkalarının gözündeki çöpe dikkat eder” meseli gibi.
Meseller zaman itibârıyla Câhiliye ve İslâm dönemleriyle müvelled kısımlarına ayrılır. Şiirden doğan mesellerin; bir beytin tamamı, ilk veya son mısraı, her iki mısraı mesel olan türleri olduğu gibi, bir beyitte ikiden fazla mesel olan nevileri de vardır. Başta Züheyr b. Ebû Sülmâ, Ebü’l-Atâhiye, Sâlih b. Abdülkuddûs, Ebû Temmâm, Mütenebbî, Ebü’l-Alâ el-Maarrî ve Ahmed Şevki olmak üzere birçok Arap şâirinin beyit ve mısraları yaygınlaşıp mesel haline gelmiştir. Ebü’l-Esved ed-Düelî’nin, “Lâ tenhe an hulukın ve te’tî mislehû. Ârun aleyke izâ fealte azîmun”1120 beytiyle Lebîd b. Rebîa’nın her mısraı ayrı bir mesel olan, “Elâ küllü şey’in mâ halâllahi bâtıl. Ve küllü neîmin lâ mehâlete zâil”1121 beyti gibi. Bu tür
1120] Benzerini kendin yapıp dururken bir kötü huydan başkasını menetme; bunu yapman senin için büyük bir ayıptır
1121] Dikkat et! Allah’ın dışındaki her şey bâtıldır; her nimet de hiç şüphesiz yok olmaya mahkûmdur
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 241 -
beyit ve mısralar “el-ebyâtü’s-sâire” vb. adlar altında müstakil eserlerde toplanmıştır. Bu meselleri şâirlerin kendilerinin mi icat ettiği yoksa önceden mevcut olup şiir kalıplarına onların mı döktüğü sorusuna kesin cevap bulmak kolay değildir. Bazı şâirlerin mevcut meselleri şiirlerine tazmin ettikleri bilinmektedir. Sükkerî ve Uyeyne b. Minhâl’e el-Ebyâtü’s-sâ’ire adlı derlemeler nisbet edildiği gibi Sâhib b. Abbâd da el-Emsâlü’s-sâ’ire min şi’ri’l-Mütenebbî’yi telif etmiştir. İbşîhî’nin el-Müstetraf’ında,1122 İmruülkays b. Hucr, Tarafe b. Abd, Lebîd, Ferezdak, Mutî’ b. İyâs gibi şâirlere ait bu türden bazı beyitlere yer verilmiştir. Bu nevi beyitlerle ilgili olarak modern çağda da birçok araştırma ve inceleme yapılmıştır.
Doğu ulusları Batılılara göre daha çok mesel ve hikmetlere sahiptir; çünkü bunlar Doğuda ortaya çıkıp yayılan semâvî din ve kitapların, peygamberlerin söz, vasiyet ve hikmetlerine dayanır. Özdeyişler Araplar’da daha çoktur. Fars asıllı Hamza el-İsfahânî, Arap mesellerinin Fars mesellerinin on katı olduğunu, Ebû Ubeyde’nin Ahmed b. Saîd el-Bâhilî’ye 14.000 Arap meseli rivâyet ettiğini kaydeder.1123 Araplar’ın ümmî olması ve derleyip yazıya geçirememeleri sebebiyle mesellerin çoğu kaybolmuş, zamanımıza sadece 6000 kadarı ulaşabilmiştir. Arap mesellerinin fazla olmasının diğer bir sebebi de çoğunun aslının şiire dayanmasıdır. Nitekim kasidelerinin hepsi mesel olan şâirler vardır. Ebü’l-Atâhiye’nin “Zâtü’l-emsâl” adlı kasidesinin (urcûze) 4000 mesel içerdiği kaydedilir. 1124
Arap mesellerinde birçok şahıs meşhur vasıflarıyla mesel konusu olmuştur. Belâgatta Kus (b. Sâide), hitâbette Sahbân (el-Vâilî); cömertlikte Hâtim (et-Tâî), Ma’n (b. Zâide), Kâ’b (b. Mâme), Herim (b. Sinan); ahmaklıkta Duğa, Emevî Irak Valisi Yûsuf (b. Ömer es-Sekafî), Cuhâ, Ebû Gabşân, Hecerliler; sözünden caymada Urkûb; pişmanlıkta Küseî, düzenbazlıkta Kasîr; cimrilikte Mâdir; iyiliğe karşı kötülük görmekte Sinimmâr; hilimde Ahnef (b. Kays); hızlı koşmada Şenferâ, Süleyk; ifâde âcizliğinde Bâkıl vefâkârlıkta Semev’el el-Ezdî gibi. Bu tür meseller arasında “Ahraku min nâkızati ğazlehâ” (Dokuduğunu bozan kadından daha ahmak) meseli1125 Kur’an’da, “İpliğini sağlamca büktükten sonra çözüp bozan kadın gibi olmayın” şeklinde geçmektedir.1126 İslâm dünyasında kullanılan bazı mesellerle Yunan mitolojisinde yer alan özdeyişler arasında benzerlikler göze çarpmaktadır.1127 Kimin kimi etkilediği kesin olarak bilinemeyen Arap kültürünün de dâhil olduğu evrensel kültüre mal olmuş birçok mesel mevcuttur: “Duvarların kulakları vardır”;1128 “Yerin kulağı vardır”; “Kurdu an, sopayı hazırla”;1129 “Örs isen dayan, çekiç isen acıt”;1130 “Yalancıysan hâfızan kuvvetli olmalıdır”;1131 “Başkası için kazdığı çukura kendisi düşen”1132 vb. Arap, Fransız ve Türk kültürü gibi çeşitli kültürlerde ortak olan aynı veya yakın mesellerin aslını belirlemek güçtür. Arap meselleri arasında kadîm dinî toplulukların yaydığı, özellikle İncil ve Tevrat’ta
1122] s. 27 vd.
1123] ed-Dürretü’l-fâhire, I, 3
1124] Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, IV, 36
1125] Hamza el-İsfahânî, I, 204
1126] 16/Nahl, 92
1127] krş. a.g.e., I, 204, 431; Nouveau Larousse illustrée, “Pénélope”, “Sysyphe” maddeleri
1128] Meydânî, I, 88
1129] a.g.e., I, 88
1130] a.g.e., I, 89
1131] a.g.e., I, 74
1132] a.g.e., II, 297
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benzerleri bulunan örneklere de rastlanmaktadır: “Koyun postunda kurt”;1133 “Dikenden üzüm (incir) toplanmaz”;1134 “Sineği süzüyor ama deveyi yutuyor”;1135 “Rab korkusu bilginin başlangıcıdır” (Re’sü’l-hikmeti mehâfetullah);1136 “Ne ekersen onu biçersin”;1137 “Başkasının gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki merteği seçemez”;1138 “Devenin iğne deliğinden geçmesi”;1139 “Yel eken kasırga biçer/rüzgâr eken fırtına biçer”1140 gibi.
Arap mesellerinde bazı özellikleriyle meşhur olmuş insanlar gibi birçok hayvan, kuş vb. de belirgin özellikleriyle mesel konusu haline gelmiştir. Arslan cesâret, kurt düşmanlık, gaddarlık, çita (fehd) uyku, kirpi uykusuzluk, yılan ve timsah zâlimlik, keler ve tilki kurnazlık, kartal ve akbaba uzağı görme, karınca biriktirme, maymun taklit, karga korkaklık, sırtlan aptallık, deve kin ve kıskançlık sembolü olarak anılır. Aynı şekilde çöl ağaç ve bitkisiyle birçok dağ, ova, vâdi ve şehir adı Arap mesellerinde belirgin özellikleriyle malzeme olarak kullanılır. Bu tür mesellerin bir kısmı için uydurulan hikâyeler fabl halini almıştır.
Başta câhiliye meselleri olmak üzere birçok Arap meselinin hikâyesi vardır. Bunların bir kısmı gerçek tarihî olaylardır; Yevmü Halîme, Yevmü’l-Besûs, Yevmü Dâhis ve Yevmü Gabrâ gibi Araplar’ın İslâm’dan önceki dönemde meydana gelmiş savaşlarıyla (eyyâmü’1-Arab) ilgili meseller bu türdendir. Bu hikâyeler meselin anlaşılması ve Arap tarihi açısından önem taşır. Bir kısım meselin hikâyesi zamanla unutulmuş, onların yerine duruma uygun yeni hikâyeler uydurulmuştur. Bazı mesellerin ilk kaynaklar tarafından farklı şekilde rivâyet edilmesi ve yorumlanması uydurma olayını teyit etmektedir. Arap mesellerinin çoğu yaygın olmakla birlikte yalnız bir yörede tanınıp anlaşılan meseller de çoktur. Emsâl kitaplarında bunların birçoğunun yerine işaret edilmiştir. Bunlar arasında başta Medine olmak üzere Mekke, Basra, Küfe, Vâsıt, Humus gibi şehirler bulunmaktadır. 1141
Câhiliye dönemine ait mesellerin tesbiti için belirlenen kriterlerden biri meselin Eksem b. Sayfî, Âmir b. Zarib el-Advânî, Evs b. Hârise gibi Câhiliye devri insanlarına nisbet edilmesi veya içinde câhiliye dönemine ait şahıs adlarının geçmesidir. Câhiliye savaş, haber ve olayları (eyyam, ahbâr), âdet ve inançlarıyla ilgili olarak söylenmiş meseller de aynı grup içinde yer alır. Bundan başka çöl hayatı, çöl hayvanı ve bitkilerine dair meseller de çoğunlukla bu devreye aittir. Evâil türü eserlerle emsâl kitaplarında meseli ilk söyleyenin Câhiliye dönemine ait olduğunun belirtilmesi de bu kriterler arasındadır. Şarkiyatçılara göre Câhiliye mesellerine ait hikâyelerin ekserisi, Şiî karşıtı eğilimlerin tahrik ettiği Arapçılık hareketinin gündeme getirdiği kadîm Araplar’a ait eyyam ve ahbâr tartışmaları bağlamında II. (VIII.) yüzyılın kıssacı geleneği ortamında yeniden üretilmiş veya uydurulmuştur.
1133] Matta, 7/15; a.g.e., I, 146
1134] Matta, 7/16; a.g.e., I, 52; Ebû Hilâl el-Askerî, I, 680
1135] Matta, 23/24; a.g.e., II, 259
1136] Süleyman’ın Meselleri, 31/1-7
1137] Galatyalılar, 6/7; a.g.e., II, 317
1138] Matta, 7/3; Luka, 6/41
1139] Matta, 19/24; Markos, 10/25; Luka, 28/25; 7/A’râf, 40
1140] Hoşea, 8/7
1141] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, s. 1070; Hazma el-İsfahânî, i, 56, 224, 340, 379, 443; Meydânî, I, 147, 156
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 243 -
Meselin âyet, hadis, sahâbe ve tabiîn sözüne dayanması veya onlardan doğması bu mesellerin İslâm dönemine ait olduğunun göstergesidir. Âyet ve hadislere dayanan çok sayıda mesel bulunduğu gibi başta Hz. Ali olmak üzere dört halife, İbn Abbas, İbn Mes’ûd, Muâviye, Amr b. Âs, Ebü’d-Derdâ, Mus’ab b. Zübeyr, Ahnef b. Kays, İbrahim en-Nehaî, Hâlid b. Safvân ve Hasan-ı Basrî gibi sahâbe ve tabiînin mesel halini almış hikmetli sözleri bulunmaktadır. Âyetlere dayanan örneklerden başka, “Bazı ifâdeler büyü etkisine sahiptir” (İnne mine’l-beyâni lesihran); “Üst el alt elden (veren el alan elden) hayırlıdır” (El-yedu’l-ulyâ hayrun mine’l-yedi’s-suflâ) mesellerini de hadis metinleri oluşturmaktadır. “Kader gerçekleşince göz görmez hale gelir” (İzâ câe’l-kaderu aşiye’l-besaru) meseli Abdullah b. Âbbas’a, “Kadınlar şeytanın tuzaklarıdır” (E’n-nisâu habâilu’ş-şeytân) meseli de Abdullah b. Mes’ûd’a nisbet edilmiştir. Hz. Ali’nin mesel haline gelmiş özdeyişleri Şerîf er-Radî’nin derlediği Nehcü’l-belâğa’da yer aldığı gibi, İbn Kuteybe ‘Uyûnü’l-ahbâr’ının 50. bölümünde Hz. Ali’ye ait 100 kadar özdeyişi toplamış, bunlar Farsça ve Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Meydânî, Mecmacu’l-emsâl’inin 30. bölümünü Hz. Peygamber ile dört halife, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes’ûd, Ebü’d-Derdâ, Amr b. Âs gibi sahâbîlerin mesellerine tahsis etmiştir. İçinde Allah adı geçen, duâ klişesi halindeki özdeyişler de İslâmî döneme aittir: “Belağallahu bike eklee’l-umûr” (Allah seni ömürlerin en uzununa eriştirsin): “Cedeallahu Mûsâmeaten” (Allah kulaklarını sağır eylesin) gibi. Ayrıca Câhiliye dönemine ait birçok mesel İslâm’ın ruhuna uygun şekle çevrilmiştir. Nitekim Câhiliye mesellerinde geçen kardeş anlayışı İslâmî mesellerde din kardeşine dönüşmüş, “Haklı da olsa haksız da olsa kardeşine yardım et” sözü, “Haklıysa yardım et, haksız ise engelle” şekline bürünmüştür.
Şehirli Araplar için II. (VIII.) yüzyılın yarısına, bedevî Araplar için IV. (X.) yüzyılın sonuna kadar uzanan ve câhiliye devrinden itibaren başlayan dönem ihticâc (iştişhâd) dönemi olarak kabul edilmiş, bu asırlarda ortaya çıkan meseller kadîm meseller diye nitelendirilmiştir. Bu yüzyıllarda Araplar melezleşmediği, bu sebeple dilleri bozulmadığı için onların şiirleri ve meselleri kelimelerin anlam ve yapıları ile gramer kurallarını belirlemede şâhid olarak görülmüştür. Bundan sonra söylenen meseller dili bozulmuş melez Araplar’ın (müvelledûn) ürünü şeklinde görüldüğünden şâhid olarak kullanılmamıştır. Arabî mesel-müvelled mesel ayrımını ilk yapan müellif Hamza el-İsfahânî olmuştur (ö. 360/97l’den önce). İsfahânî, ed-Düretü’tü’l-fâhire’sinin 29. bölümünü bu tür mesellere ayırmış, “ef’âlü min ...” formunda müzdevic türünden 440 müvelled meseli açıklamıştır. “İnciden daha nefis, azvay ağacı usâresinden daha acı” demek olan “Enfesu mine’d-dürri ve emerru mine’s-saberi” ile, “Kayadan daha duygusuz, zamandan daha zâlim” anlamındaki (aksâ mine’s-sahri ve a’dâ mine’d-dehri) meselleri bunlardandır. Ebû Hilâl el-Askerî de Cemheretü’l-emsâl’inde bazı müvelled mesellere işâret etmekte, Meydânî’nin Mecmau’l-emsâl’inde her bölümün sonunda zikrettiği müvelled meseller 1000’i bulmaktadır. Bu meseller garîb kelimelerin bulunmaması, ibârelerinin yalın olması, secî, izdivaç, tıbâk ve mukabele gibi lafzî sanatlar içermesiyle kadîm mesellerden ayrılır. Müvelled mesellerin fasihi bulunduğu gibi halk meselleri de vardır. Bunlar belli lehçe, yer, şehir ve bölgeye has mahallî meseller olup i’rab ve gramer kurallarına göre söylenmediği için “melhûn” (hatalı) meseller diye anılır ve bu şekliyle korunur. Aslında bu mesellerin de fasih olarak doğduğu, zamanla halkın dilinde yaygınlaşıp bozulduğu kabul edilir. İlk defa Ebû Ubeyd Kitâbu’l-Emsâl’in de Doğu avam mesellerinden altmış kadarını
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zikretmiş, daha sonra Ebû İkrime ed-Dabbî, Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî, Hamza el-İsfahânî ve Ebû Hilâl el-Askerî onu takip etmişlerdir. Ebû Mansûr es-Seâlibî et-Temsîl ve’l-muhâdara’sında zamanındaki halk mesellerinin bir kısmına, İbn Hişâm el-Lahmî de Ebû Bekir ez-Zübeydî’nin Lahnü’l-amme’sine yazdığı reddiyede bazı Endülüs halk mesellerine yer vermiştir. Çağımızda Lübnan, Beyrut, Mısır, Bağdat, Basra, Suriye, Ürdün, Filistin gibi yer ve yörelere ait birçok Arap halk meseli koleksiyonu meydana getirilmiştir.
Mesellerin filolojik ve edebî özelliklerinin başında değişmez kalıp ve klişeleşmiş ifâde olmaları gelir. Meselin aslî formu ne ise her yerde ve herkes tarafından bu form korunarak tekrar edilir. Onun formu cinsiyete ve sayıya göre değiştirilemez. “Essayf dayya’ti’l-lebene” (Sen sütü yazın kaybetmişsin) meseli erkeğe, ikile (tesniye) ve çoğula göre değişmez. Hatta mesel lügat, sarf ve nahiv kurallarına aykırı da olsa aynen korunur. Aslî formun korunma zarûreti sebebiyle mesellerde lügat ve gramer kurallarına aykırılığa ve kıyas dışı hususlara sıkça rastlanır. Halk mesellerinin tamamına yakını bu türdendir.
Edebî yönden meseller teşbih, istiâre, kinâye ve hakikat gibi beyan şekilleri; secî, cinas, tıbâk, mukabele ve izdivaç gibi lafzî sanat nevileri içermeleri dolayısıyla sanatlı nesir türü sayılır. Bunun yanında meseller hikâye, makâme, risâle, roman, kaside gibi müstakil bir nevi olmayıp söz içinde onu örneklemeyle pekiştiren, kanıtlayan, süsleyen, ona değer katan ve makbûliyetini arttıran hazır malzeme niteliğindedir. Soyut fikirleri somut örnek ve benzetmeyle reddedilmez bir gerçek halinde sunarak onların zihinlerde yerleşmesini sağlar. Etkileme, iknâ etme, nesilleri iyiye ve güzele yönlendirmedeki inkâr edilemez rolleri sebebiyle başta Kur’an olmak üzere kutsal kitaplarda, peygamberlerin öğüt ve duâlarında bolca mevcuttur. Hz. Peygamber’in “cevâmiu’l-kelîm” türü hadisleri içinde mesel olanların sayısı az değildir. Hatipler ve sanatlı nesir yazarları, kanıtlama öğesi olarak mesele sıkça başvururlar.
Arap mesellerinin toplanmaya başlanması câhiliye devrine kadar uzanır. Emevîler ve Abbasîler zamanında meselleri derleyip açıklayan çok sayıda emsâl koleksiyonu (Kitâbü’l-emsâl) telif edilmiştir. Bu eserler arasında yazarın ilgi alanına göre mesellerin yalnız hikâyelerine ağırlık verenler, yalnız lügat ve gramer boyutunu ele alanlar olduğu gibi bu iki yönü ihtivâ edip daha mükemmel bir eser hüviyeti taşıyanlar da vardır.
Câhiliye devrinden itibaren Mufaddal ed-Dabbî’nin Kitâbu’l-Emsâl’ine kadar geçen süreçte nice emsâl derlemeleri yapılmıştır. Câhiliye hükemâsından ve muammerûndan olan Âmir b. Zarib el-Advânî, bir Himyer kralına yalnız kendisine göre amel ettiği bir bilgi hazinesine sahip olduğunu ve onu kendisine arzedeceğini söylediği nakledilmiştir.1142 Süveyd b. Sâmit, müslüman olmadan önce Resûl-i Ekrem’e kendisinde “Mecelletu Lokman” bulunduğunu söyleyerek ondan okumuş, Peygamber de beğenmiş ve, “Bu sözler güzel, ancak nezdimdeki ondan daha güzeldir, o da Allah’ın hidâyet ve nur kaynağı olarak indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’dir” demiştir.1143 Câhiliye şâirlerinden Bişr b. Ebû Hâzim veya Tırımmâh’a nisbet edilen bir mısrada kendisinden bir meselin alıntı yapıldığı Kitâbü Benî Temîm’den söz
1142] Ebû Hatim es-Sicistânî, s.61-63; Ebû Hilâl el-Askerî, I, 270-271
1143] Zemahşerî, I, 225
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 245 -
edilmektedir.1144 Arap kralları ile kabile reislerinin vasiyetlerini yazan Eksem b. Sayfî’nin (ö. 9/630) meselleri yazılırdı.1145 Ebû Ubeyd el-Bekrî Faslü’1-makâl’inde sahâbî, hatip ve nesep âlimi Suhâr b. Abbas el-Abdî’nin Kitâbü’1-Emsâl’inden bir meselin aslı hakkında uzun bir hikâye nakletmiştir. Bekri, Ubeyd b. Şeriyye el-Cürhümî’nin (ö. 67/686) Kitâbü’l-Emsâl’inden birçok aktarma yapmış, Ali b. Zeyd el-Beyhaki de Ğurerü’l-emsâl’inde Seâlibî’nin onu şerhettiğini kaydetmiştir. Yine Bekri, eyyâmü’1-Arab âlimi İlâka b. Kürşüm el-Kilâbî’nin elli varak olduğu kaydedilen,1146 Câhiliye mesellerinin hâdise ve kıssalarına dair olduğu anlaşılan eserinden birçok nakil yapmıştır. Ebû Amr b. Alâ’nın Kitâbü’1-Emsâl’inin, birçok eserde yer alan nakillerden öncekilerin yalnız kıssaları ele alan özelliğine karşılık, hem bu yöne hem de lügat ve gramer boyutuna temas eden ilk mükemmel eser olduğu anlaşılmaktadır. Şarki b. Kutâmî’nin eserinin ilk üç eser gibi kıssa ağırlıklı olduğu, bundan yapılan alıntılardan belli olmaktadır. 1147
Meselin Özellikleri: Zemahşerî, “Meseller, hâlis Arapların fesahatlerinin son noktası, cevami-i kelimi, hikmetlerinin nâdirleri, mantıklarının ürünü, konuşmalarının özü ve selîm karihalarını gösteren belagatlarıdır. Lisânın açılmasına ve garabetine bediî bir temeldir. Onda lafızlar kısa, mânâlar dolgun ve ibare kısadır” der. Zemahşerî’nin bu ifâdelerinden mesellerin iki hususiyetini öğreniyoruz: Lâfız vecizdir, mânâ geniştir.
İbrahim en-Nazzâm (121/738), meselin şu özellikleri taşıdığını ve başka bir sözde bunların bir araya gelmediğini söyler: “Lâfzın veciz oluşu, mânânın kullanıldığı yere uygunluğu, teşbihin güzelliği ve kinâyenin hoş olması (cevde).” Bu hususiyetleriyle meseller ona göre belagatın son merhalesidir. İbnu’s-Sikkit (243/857) de “Onu başkasının işlendiği bir örneğe benzetirler” der. El-Müberrid, “Mesel, misalden alınmıştır. O ikincinin halinin birinciye benzetıldiği yaygın bir sözdür. Onda asıl teşbihdir” der. Bu edib ve dilcilerin ifâdelerinden de mesellerde teşbih ve kinâye unsurlarının bulunduğunu öğreniyoruz.
İbn Abdi Rabbih ise şöyle der: “Meseller sözün damgası, lâfzın cevheridir. Şiirden daha kalıcıdır, hitabetten daha yüksektir. Hiçbir şey onunla atbaşi yürüyemez ve onun gibi yayılamaz. Onun için “Meselden daha yaygın (hızlı)” sözü darb-ı mesel olmuştur.” Bu ifâdeden de meselin halk arasında yaygınlık özelliğini öğreniyoruz.
Bu özellikleri şöylece özetleyebiliriz: Meseller, benzetme ve bazen kinâye ifâde ederler. Kısa ve vecizdirler. Mânâları geniş, dolgun ve zengindir. Halk arasında şüyû bulup yayılmışlardır. Bazen birisi güzel bir temsil getirir; ancak yayılmadığı için mesel olamaz.
Meseller, genellikle, bir teşbih, temsilî teşbih yahut bir istiâre-i temsîliyye veya bir teşbîh-i zımnî ihtivâ ederler. Bunlar bir kıssa (olay)dan, bazen Eyyâmü’l-Arabdan, örf ve âdetten doğabilir. Arapça’daki bazı meseller beynelmilel mahiyette mesellerdir. Mesellerin çıktığı olay, gerçek ve tarihî olabildiği gibi, şahsiyetler tarihî, olay uydurma, ikisi de hayal mahsûlü ve hatta bazen teşhis ve intak yoluyla ifâde edilen bir fabl bile olabilir. Şu halde belirttiğimiz özellikleriyle
1144] Hamza el-İs-fahânî, II, 464; Meydânî, I, 203
1145] Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 8-24
1146] İbnü’n-Nedîm, s. 152
1147] İsmail Durmuş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 29, s. 293-297
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mesel, birine örnek verilen birşey olduğu için, hayatta daima cereyanı ve tekerrürü mümkin hâdiselerin, karşılaşılabilecek hallerin ideal kabul edilen misalleridir.
Meseller fiillerin ölçüleri gibidir. Temsil getiren, san’atını ölçen bir san’atkâr gibi ve bir terzinin elbiseyi, dikeceği kimsenin boyuna göre ölçtüğü gibi ölçer, sonra keser. Her şeyin bir kalıbı vardır. Sözün kalıbı ve ölçüsü de mesellerdir.
Mesellerin Gâye ve Faydası: Ebû Ubeyd Kasım bin Sellâm (223/837), meseli “Câhiliyede ve İslâm’da Arapların hikmeti” olarak tanıtmıştır. İhtivâ ettikleri hikmetler, meselleri bir tecrübeler hazinesi haline getirmiştir. Emsâl, bir topluluğun müşterek kültürünün mahsûlüdür. Onların bazı ortak kanaatlerde ve sabit gerçeklerde birleşmesini sağlar.
Hafâcî (466/1073), lugatçilerin meselin “musûl”den müştak, dikilme mefhumundan hareketli, îrad edildiği konuda, insanın hatırına daimî olarak dikilip kaldığını ifâde eder. Meseller, sûretleri âdeta akıllarda dikili hikmetlerdir. Temsile ancak, mânâları açmak ve tevehhüm edileni, görülene yaklaştırmak için gidilir.
Temsille anlatım, ifâdenin âdeta zirvesidir. Çünkü temsilde müceredde ve manevî ince mefhumlar, teşhis san’atıyla görülen ve herkesçe bilinen sûret ve şekiller halinde tasvir edildiği için, onu avam havas herkes anlar. Temsil mücerred mânâlar üzerindeki perdeleri kaldırır, dinleyenlerin gözünün önünde o kavram canlı ve dikili hale gelir. Muhatap sözün bu son zirvesinde âdeta teslim alınmış olur. Çünkü gâib olan müşâhede edilir hale gelmiştir. Tahayyül ve tevehhüm edilen mânâ kesinleşmiş bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Temsil getirmede hasmı susturucu bir özellik de vardır. Haberin doğruluğunu bilmekle beraber elbette müşâhede daha iyi tesir eder. Bundan dolayı İbrahim (a.s.), “Hayır (inandım), fakat kalbim kuvvet bulsun diye (görmek istiyorum) dedi.”1148 Nitekim bu gerçeği ifâde için yine Araplar “Leyse’l haberu ke’l-muâyeneh (Haber almak gözle görmek gibi olamaz)” demişlerdir. Hâlbuki meseller mânâları gözle görülür hale getirirler. İnsanlara ilk bilgi, duygular ve tabiat yoluyla gelir. Kuvvet ve sağlamlık bakımından duygulardan ve müşâhededen gelen bilgiler, akıl ve düşünceden gelen bilgilerden daha üstündür.
Fârâbî şöyle der: “Halk tabakası ve kültürlü kesim, mesellerin lâfız ve mânâlarından hoşlanırlar. Onun için onları aralarında bol bol kullanırlar. Onları genişlik zamanlarında da sıkıntılı zamanlarında da söylerler. Onlarla imkânsız inciler elde etmek istemişler ve uzak maksatlara ulaşmışlardır. Keder ve sıkıntılardan onlarla ferahlarlar. Mesel hikmetin en beliğidir. Çünkü Araplar, noksan olan yahut güzellikte ve nefasette yetersiz olan şeyde toplanmazlar”
Mesellerin sözleri az, mânâları çok, konuşanın söylemesi kolay olduğu için, sözlerin en yükseği, en asili ve en şereflisidir. Kısa olmakla beraber, uzun sözlerin yapmadığı tesiri yapar. Hitabette kullanıldığı zaman da çok parlak bir tesir icrâ eder.
Mesellerin Tesir Ve Önemi: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, meseller, mânâları şahıslaştırarak tasvir ettikleri için, insan zihni duygulardan da faydalanır. Bundan dolayı meseller, insan zihninde çok iyi tesir bırakır. İbnu’1-Esîr (657/1239):
1148] 2/Bakara, 260
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 247 -
“Araplar, meselleri ancak, gerektirici sebepler ve iktizâ eden hâdiselerden dolayı îrâd etmişlerdir. Böylece kendileri indinde önemli işlerden dolayı getirilen mesel, bir şeyin bilindiği bir alâmet gibi olmuştur. Onların sözleri arasında meselden daha kısa ve daha özlü bir ifâde yoktur”, der.
Söz çeşitlerinin en tesirlisi olduğu böylece belirtilen mesellerin elbette önemi de o nisbette büyüktür. Araplar meseller ve temsil getirme tekniğinin söz uslûblarının en büyüklerine girdiğini bildikleri için, onları çok çeşitli anlatım tarzlarında kullanmışlardır. Ancak teşbih ve temsilden kast edilen mânâ dinleyicilerce de müsellem ve mücerreb olmalıdır. Böylesi temsil ifâdeye en büyük yardımı sağlar. Temsilin kalplere tesirinin sebeplerini Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (471/1078) tahlilinden şöylece özetleyebiliriz:
İnsan rûhu gizlilikten açıklığa kavuşturulmaya, az bildiğinden daha iyi bildiğine geçmeye güven ve bağlılık duyar. Duygular ve tabiat yoluyla alınan zarurî bilgiler, akıl ve düşünceyle elde edilen bilgilerden kuvvet ve sağlamlık bakımından daha üstündür, tek bilgiyi insan duygulardan ve tabiattan elde eder. Nazar ve tefekkürle elde edilen bilgiler daha sonra hâsıl olur. Binâenaleyh insan ilk bilgi tarzına daha yatkındır. Onun tesiri ilk sevgili gibidir, insan perde arkasından görmektense, perdesiz görmeye iştiyak duyar. Gizli ve kapalı mânâlar temsille açıklık kazanır. Müşâhede ruhlarda mânânın yapmadığı tesiri yapar. Meselâ birisi sana, iki şeyin zıddiyetini anlatmak için bir temsil getirse ve “Hiç şununla şu bir arada bulunabilir mi?” diyerek orada bulunan suyu ve ateşi gösterse, sen bu temsilden, sadece sözüyle “Ateş ile su bir araya gelir mi” demesinden daha çok etkilenirsin. Çünkü bu temsilde müşâhede ve tecrübeye başvurulmuştur.
Mesellerin medihde kullanılması çok parlak ve büyük rol oynar. Ruhlarda çok üstün ve derin tesir bırakır. Şefkati tahrik eder, çabuk ülfet edilir, sevinci celbeder, övüleni teslim alır. Şefaatin celbine daha uygun ve elverişlidir. Zemde kullanılınca dokunuşu acı olur. iğnesi pek sokucu, vuruşu şiddetli ve ucu pek keskindir. Delil olarak kullanılınca, hücceti parlak, hâkimiyeti ezici ve anlatımı çok açık olur. İftiharda kullanılınca mesellerin gayesi engin, şerefi yüksek ve dili çok yaman olur. İ’tizar olarak kullanılırsa, kalplere daha iyi yaklaşır ve onları çeler. Kinleri daha kolay çeker çıkarır, öfkeyi söndürür, düğümlere üfürür ve onun kabulüne sebep olur. Va’z olursa, kalplere en iyi şifâ olur, tefekküre çağırır, uyarı ve caydırıcılıkta çok tesirli olur. Şüpheleri dağıtmaya ve hedefi göstermeye çok daha elverişlidir. Mânen hasta olanı iyileştirir, susuza şifa olur.
Mesellerde Kullanılan Edebî Şekiller: Yukarıda mesellerin bir teşbih ve kinâye unsuru taşıdıklarını belirtmiştik. Bunlar bazen teşbîh-i temsilî, bazen teşbîh-i zımnî, bazen bir istiâre-i temsîliyye ihtivâ etmektedirler. Bazen da bir kıssa olur ve o kıssanın hey’et-i umûmiyesi örnek olarak îrad edilir. Şurasını da belirtmek gerekir ki her temsil bir teşbih ihtivâ edebilirse de her teşbih temsil olmaz. Teşbih umûmî, temsil ondan daha husûsîdir. Temsil, sözün bir, iki veya daha fazla cümlesinden olur. O, teşbihin aklî kısmındandır, yâni fiil veya o durumda bulunan, hakiki failinden başkasına isnâd edilir. Böyle olunca da 10/Yûnus, 24. âyette olduğu gibi daha fazla cümleye ihtiyaç duyar. Temsilde benzetme yönü müteaddid yâni birden çok durumlardan çıkarılır. Mesel ve temsil, teşbih öğelerinin toplamından çekilip çıkarılır. Çünkü devam eden cümlelerde mânâ bütünlüğü akıp gitmektedir.
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ülker yıldızının parlak üzüm salkımına benzetilmesi bir temsildir. Yâni bir tek şeye değil, bir hey’ete benzetilmiştir. Yine şâirin şu sözündeki temsil de böyledir: “Güneş, doğarken titrek elde parlayan bir altın ayna gibi göründü.” Şâir burada güneşi doğarken, kızıllığını, parıldamasını ve titrekliğini altından bir aynaya benzetmiştir. Benzetme yönü (vech-i şebeh) çeşitli hal ve durumlardan çıkarılmaktadır. Onlar da kırmızılık, parlaklık ve titrekliktir. İşte buna temsilî teşbih denir.
Teşbîh-i zımnî de ise, benzetmenin iki tarafı olan müşebbeh ve müşebbehün bih, bilindiği açık şekliyle getirilmez. Ancak cümlede onlara işaret edilir. Bu çeşit teşbihde, müşebbehe isnâd edilen hükmün mümkün olduğu ifâde edilmiş olur. Şâirin şu beyti gibi: Şâir muhâtabası olan kadına “Zengin ve cömert kişinin elinin boş kalmasını yadırgama. Bu muhal değildir. Çünkü sel suyu yüksek yerlerde durmaz” demekle, zengin ve cömert kimsenin mahrum da kalabileceğini zımnî bir teşbihle,.yüksek dağ tepelerinde sel sularının durmayışına benzetmiştir.
İstiâre ise, alâkası teşbih olan bir mecazdır, istiâre ile îrad edilen temsiller de özel bir sûrette yapılan teşbihlerdir. İstiâre teşbihin yalnız bir unsuruyla yapılan teşbihdir. Teşbihin dört unsurundan çoğunlukla müşebbeh (benzeyen) vech-i şebeh (benzetme yönü) ve bir de teşbih edatı hazfedilir. Hidâyete nur, dalâlete karanlık denilmesi bir istiâredir. Böyle olunca istiârenin temsille murâd edilene ilâve bir hüküm ifâde etmesi gerekir ki o da mübâlağadır. Maksat ise ihtisar ve icazdır. Yâni ibareyi kısaltmak vecîz söylemektir. Çünkü sen “Aslanı gördüm” demekle, bir isimde, hem sıfatı, hem mevsûfu, hem teşbihi ve mübâlağayı ifâde etmiş olursun. Yâni aslan gibi cesur askeri gördüm demektir.
İstiâre-i temsîliye ile de mesel îrad edilir. İstiâre-i temsîliyye, aslî manâsını murad etmeye engel bir karine ile, müşabehet ilgisinden dolayı konulduğu manâdan başka yerde kullanılan bir teşbihdir. Yine bunda da teşbihin asıl olan iki tarafı müşebbeh ve müşebbehün bih’in birden fazla durumdan çıkarılması gerekir. “Kataet Cehizetu kavle külli hatîb” “Cehîze İsimli cariye her hatibin sözünü kesip attı.” Bu bir Arap meselidir Bir adam diğer kabileden birini öldürmüştür. Her iki kabilenin hatipleri sulh müzâkerelerinde konuşmaktadırlar. Tam bu esnada Cehîze adlı kız, maktulün velîlerinin katili yakalayıp öldürdüğünü haber verir. Bunun üzerine onlardan birisi bu sözü söyler, işi kestirip atan söz ve davranışlar için, bu söz artık mesel olarak darbedilir olmuştur.
Bu konuda sözü bağlamadan önce mesellerin özünü teşkil eden teşbihin güttüğü gâyeleri kısaca belirtmekte fayda mülâhaza ediyoruz. Müşebbehin garib halinin mümkün olduğunu benzerini getirmek sûretiyle isbât etmek yahut müşebbehin teşbihden önce bilinmeyen bir halini veya sıfatını açıklığa kavuşturmak, müşebbehin teşbihden önce sıfatı biliniyorsa onun ne mikdarda olduğunu açıklığa kavuşturmak, müşebbehin halini bir misalle iyice tesbıt ve takrir eylemek ve yahut da müşebbehi güzelleştirmek veya çirkinleştirmek gibi maksatlar güder. 1149
Kur’an’da Mesel Kavramı
Mesel kelimesi Kur’an’da altmış dokuz, bunun çoğulu olan emsâl ise dokuz
1149] Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsilî Anlatım
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 249 -
yerde zikredilmiştir. Mesel kelimesi, türevleriyle birlikte ise, Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 169 yerde geçer. Kur’an, insanlar daha iyi anlasın diye yeterli miktarda meseller îrad eder, temsiller getirir, yani örnekler getirir. Böylece konunun insan zihninde iyice yerleşmesi sağlanmış olur.
Kur’an’ın Meselleri: Tefsir usûlü ve Kur’an ilimlerinde Kur’ân-ı Kerîm’deki meseller ve bunlardan bahseden ilim için “emsâlü’l-Kur’ân” tâbiri kullanılmaktadır. Emsâlü’l-Kur’ân, “âyetlerdeki mânâ ve maksadın insan rûhunda iz bırakan ve hayranlık uyandıran bir biçimde kısa ve özlü olarak ifâde edilmesi” şeklinde açıklanır. 1150
Emsâl her dilde ve her kültürde mevcut olup Kur’ân-ı Kerîm’den önceki semavî kitaplarda da sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Hz. Lokman’ın hikmetli sözlerinin bilinen en eski mesellerden olduğu söylenebilir. Câhiliye devrinde Araplar arasında da yaygın olan emsâlin Arap dili ve edebiyatında önemli bir yeri vardır. Kur’an’da fesâhat ve belâgatta hayli ilerlemiş bulunan Araplara hitap edilirken onların önemle üzerinde durdukları mesel getirme metodu uygulanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’an’ın yedi vecih üzere indirildiğini belirterek bunlardan birinin ibret alınması gereken meseller olduğunu söylemiş,1151 kendisi de sözlerinde emsâli kullanmıştır. Her ne kadar bazı yönlerden aralarında benzerlikler bulunsa da Kur’an’ın meselleri hem lafız hem mânâ bakımından gerek daha önce Arap edebiyatında mevcut olan gerekse hadislerde geçen mesellerden farklı olup Kur’an’a özgü nitelikler taşır. Kur’an’daki kıssalar da birer mesel mâhiyetindedir.
Meselde esas itibarıyla bir şeyin bir veya birkaç yönden başka bir şeye benzetilmesi söz konusu olup Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği mesellerde de bu özellik açık bir şekilde görülmektedir. Meselâ kâfirler bunca delile rağmen tevhide inanmadıkları için sağır, dilsiz ve âmâya,1152 onların amelleri de fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle,1153 çöldeki seraba ve engin denizlerdeki yoğun karanlıklara1154 benzetilmiştir. Dünya hayatının, yağmurun ardından yeşillenip toprağı süsleyen ve daha sonra rüzgârın tesiriyle çer çöp olarak savrulan bitkilere,1155 hakkın aydınlığa ve gökten inen suya; bâtılın ise karanlığa ve suyun yüzündeki köpüğe1156 benzetilmesi de böyledir. Kur‘ân-ı Kerîm’in meselleri İslâm’ın ilk asırlarından itibaren âlimlerin ve ediplerin dikkatini çekmiş, zamanla “emsâlü’l-Kur’ân” adıyla ortaya çıkan bir ilmin konusu olmuştur.1157 İmam Şâfiî bu ilmi müctehidlerin bilmesi zarûri olan ilimler arasında göstermekte, Mâverdî de Emsâlü’l-Kur’ân adlı eserinin mukaddimesinde bu ilmin Kur’an ilimlerinin en önemlilerinden biri olduğunu belirtmektedir. 1158
1150] Mennâ’ el-Kattân, s. 283
1151] Ebû Şâme el-Makdisî, s. 107
1152] Meselâ bk. 2/Bakara 171; 7/A’râf 64
1153] 14/İbrâhim, 18
1154] 24/Nûr, 39-40
1155] 10/Yûnus, 24; 18/Kehf, 45-46; 57/Hadîd, 20
1156] 13/Ra’d, 16-17
1157] Taşköprizâde, II, 539-540; Keşfü’z-zunûn, I, 168; II, 1086
1158] Süyûtî, IV, 38; Keskin, s. 8
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerîm’de mesel başlıca şu mânalarda kullanılmıştır:
1. Misal, örnek, benzer. Meselin en yaygın anlamı olup bazı âyetlerde çeşitli mesellere yer verildiği açıklanmıştır.1159 Öte yandan Allah, Hakkı beyan için bir sivrisineği, hatta ondan daha zayıf bir varlığı bile misal olarak göstermekten çekinmeyeceğini bildirmiştir. 1160
2. Hal, sîret, durum. Geçmiş kavimlerin halleri, inkârcı tutum ve davranışları, bu yüzden başlarına gelen musîbetler birer mesel olarak zikredilmiştir. 1161
3. İbret. Bazı geçmiş kavimlerin hayat hikâyelerinin ve âkıbetlerinin anlatıldığı âyetlerde mesel bu anlamda kullanılmıştır. 1162
4. Vasıf, Özellik. Pek çok âyette mesel bir şeyin vasıf ve özelliklerini ortaya koymaktadır. Takvâ sahiplerine vaad edilen cennetin meseli anlatılırken onun zemininden ırmakların aktığı, yemişlerinin ve gölgesinin sürekli olduğu dile getirilir.1163 “Kötü mesel âhirete inanmayanlar içindir. En yüce meseller ise Allah’a aittir”1164 mealindeki âyette sözü edilen meseller de “sıfat” mânâsındadır. 1165
Kur’an’daki mesellerin değişik şekillerde taksimi mümkündür:
1. Basit veya mürekkep temsil tarzında olanlar. Basit temsilde benzetme cihetlerinden sadece biri gözetilir. Âmânın câhile, gören kimsenin âlime, karanlıkların dalâlete, ışığın hidâyete mesel olması birer basit temsildir.1166 Mürekkep temsilde ise benzetme ciheti birden fazladır. Bir buğday tanesinin önce yedi başak, sonra da her başağın 100 dâne vermesi, böylece 700 dâneye ulaşması şeklindeki mesel,1167 ihlâsla yapılan infâkın Allah nezdinde kat kat ecirle karşılık görmesinin meselidir.
2. Duyu organlarıyla veya akılla idrâk edilenler. Hz. Âdem’in topraktan yaratılmasının Hz. İsa’nın babasız yaratılmasına,1168 Allah korkusunun insandan korkma duygusuna,1169 örümceğin durumunun Allah’tan başkalarını dost edinenlerin haline,1170 yağmurun yağmasıyla tabiatın canlanması üzerine çiftçilerin sevinmesi ve ardından yemyeşil bitkilerin kuruyup sararmasıyla çer çöp hale gelmesi olayının oyun, eğlence, süs, övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma yarışı şeklindeki dünya hayatına benzetilmesi1171 bu tür mesellerdendir.
3. Gerçek olaylara veya tasavvur ve hayale dayananlar. Gösteriş olsun diye infakta bulunan bir kimse sert ve pürüzsüz bir kayanın üzerindeki ince toprak örtüsüne tohum eken, ancak sağanak halinde yağan yağmurun, toprağı içindeki
1159] Meselâ bk. 13/Ra’d, 17; 14/İbrâhîm, 24-26; 30/Rûm, 58; 39/Zümer, 27
1160] 2/Bakara, 26
1161] 2/Bakara, 214; 7/A’râf, 176; 43/Zuhruf, 8
1162] Meselâ bk. 43/Zuhruf, 56, 59
1163] 13/Ra’d, 35; ayrıca bk. 47/Muhammed, 15
1164] 16/Nahl, 60
1165] Ayrıca bk. 6/En’âm, 122; 30/Rûm, 27; 48/Feth, 29
1166] 13/Ra’d, 16; 35/Fâtır, 19
1167] 2/Bakara, 261
1168] 3/Âl-i İmrân, 59
1169] 4/Nisâ, 77
1170] 29/Ankebût, 41
1171] 57/Hadîd, 20
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 251 -
tohumlarla birlikte sürükleyip sel sularına katması sonucu ürün alma ümidini yitiren bir çiftçiye benzetilmiş,1172 zaman zaman tabiatta görülen bu durum infakta gösteriş yapan kimsenin neticede hiçbir ecir elde edememesine mesel olmuştur.1173 Öte yandan cehennem ehlinin yiyeceği olan zakkum ağacının çok acı ve kötü kokulu meyvesinin şeytanların başlarına benzetilmesi1174 ancak hayal edilerek kavranabilecek bir meseldir.
4. Açık veya gizli olanlar. Bunlardan birincisinde neyin neye benzetildiği açıkça belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür meseller pek çoktur.1175 Gizli, remizli ve imalı meseller ise, bunlar lafızları itibarıyla değil taşıdıkları ince mânâları itibarıyla birer meseldir. Fakat neye mesel oldukları açıklanmamıştır. Bu tür meselleri ancak zihnî melekeleri güçlü ve ilmî dirâyete sahip olanlar idrâk edebilir. “Rabbinizin izniyle güzel memleketin bitkisi güzel çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey elde edilmez. İşte biz şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz”1176 mealindeki âyet gizli mesele örnek olarak zikredilir. Burada hak sözü kabul ederek ondan faydalanan mü’min toprağı verimli memlekete, Hakkı inkâr edenler de çorak toprağa benzetilmiştir.1177 Diğer taraftan lafzan olmasa da mânâları itibarıyla bazı atasözü ve deyimlere uygun düşen âyetlerde de gizli meseller bulunduğu ileri sürülmüştür. Meselâ, “Kim bir kötülük yaparsa onun cezâsını görür”1178 mealindeki âyetin “Sen nasıl muâmele edersen öyle muâmele görürsün” (Ne ekersen onu biçersin) atasözünün; “Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör insanlar doğurup yetiştirirler”1179 mealindeki âyetin “Yılan ancak yılan doğurur” atasözünün mânâsına uygun düştüğü kabul edilmiştir.1180 Kur’an’daki bazı veciz ifâdelerin İslâm tarihi boyunca edipler, hatipler, şâirler tarafından kendi sözleri arasında çokça kullanılıp hale uygun misaller olarak serdedilmek sûretiyle başlı başına birer mesel halini aldığı da görülmektedir. İslâm hukukçuları, lafzı ile ibâdet edildiği gerekçesiyle Kur’an’dan bu tür âyetlerin şiirde ve nesirde kullanılmasının câiz olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Süyûtî bu kısma “irsâlü’l-mesel” denildiğini kaydederek bu hususta otuz kadar örnek zikretmiştir. 1181
Kur’an’daki mesellerin amacı: Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı mesellerin tek, bazılarının birden çok amacı olabilir. Bunların başlıcaları şunlardır:
1. Bilgi vermek, öğretmek. Cennetteki iri gözlü hûriler saklı incilere,1182 “vildân” denilen nedimler saçılmış incilere1183 benzetilerek bunlar mü’minlere tanıtılmıştır. Burada öğretme maksadının yanında teşvik de vardır. 1184
1172] 2/Bakara, 264
1173] 2/Bakara, 265
1174] 37/Sâffât, 62-68; 44/Duhân, 43-46; 56/Vâkıa, 51 -56
1175] Meselâ bk. 2/Bakara, 17-20, 261; 13/Ra’d, 17; 29/Ankebût, 41; 49/Hucurât, 12
1176] 7/A’râf, 58
1177] Ayrıca bk. 14/İbrâhîm, 24-27; 24/Nûr, 35
1178] 4/Nisâ, 123
1179] 71/Nuh, 27
1180] Taşköprizâde, II, 539-540
1181] el-İtkan, IV, 43-45
1182] 56/Vâkıa, 22-23
1183] 76/İnsân, 19
1184] Ayrıca bk. 7/A’râf, 175-177; 11/Hûd, 24; 13/Ra’d, 17
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2. İknâ. Bir fikrin veya bir gerçeğin muhâtaba kabul ettirilmesi için getirilen meseller bazen kesin birer delil olma özelliğini taşımakta, bazen muhâtaba mukayese yapma imkânını vermekte, bazen onun da düşünerek bir gerçeğe ulaşmasını sağlamaktadır. Özellikle tevhid inancının izahında kullanılan meseller böyledir. Meselâ Allah’ın insanları öldükten sonra tekrar diriltmeye gücü yettiğini inkâr edenlere, gerek insanların gerekse yerin ve göğün ilk defa yine Allah tarafından yaratılmış olduğu bir mesel olarak zikredilmiştir. 1185
3. Özendirme veya caydırma. Bazı mesellerin iyi, güzel ve faydalı olan şeye özendirici; kötü, çirkin ve zararlı olandan caydırıcı ve uzaklaştırıcı özellikler taşıdığı görülmektedir. Meselâ kökü yerde sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaç güzel sözün, gövdesi yerden sökülmüş ve o yüzden ayakta durma imkânı olmayan bir ağaç ise kötü sözün meseli olarak gösterilmiştir. 1186
4. Eğitim. Mesellerde insanın ümit, arzu, korku, endişe gibi duyguları dikkate alınarak eğitilmesi ve rûhen olgunlaştırılması amacı önemli bir yer tutar; onun kat kat sevap kazanma arzusu tahrik edilip Allah rızâsı için infakta bulunması özendirilir. Meselâ mü’minin Allah yolunda infâk ettiği şey ekilen bir buğday dânesine benzer. Bundan yedi başak çıkar ve her biri yüzer dâne verir. İşte bunun gibi Allah dilediği kuluna kat kat ecir ve mükâfat ihsan eder. 1187
5. Medih veya zem, tâzim veya tahkir. Hz. Peygamber’in ashâbı tavsif edilirken medih sadedinde onların Tevrat ve İncil’deki meselleri zikredilir.1188 Tevrat’ı okuyan, fakat onunla amel etmeyen İsrâiloğulları’nın durumu da sırtında ciltlerce kitap taşıyan merkebe benzetilir.1189 Güzel bir sözün güzel bir ağaca teşbihinde tâzim,1190 dünya hayatının geçici olduğuna dair getirilen mesellerde de tahkir gâyesi gözetilmiştir. 1191
6. Tefekkür. Mesellerde muhâtapların ilgili konu üzerinde düşünmeleri ve örneklerden gerekli dersleri almaları istenmiş, hatta çok yerde mesellerin amacından söz edilirken bu husus açıkça belirtilmiştir: “İşte biz bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak âlimler/bilenler düşünüp anlayabilir”1192; “...Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” 1193
7. Misal vermek. Mesel bazen bir konunun veya bir fikrin açıklanmasında misal olarak zikredilir ve yapılacak şerhlerin yerini tutar. Kâfirin nasıl bir kişi olduğu anlatılırken âmâ örnek olarak zikredilmiş, kâfirin yaptıkları da serâba benzetilmiştir. 1194
8. Edep ve hayâyı korumak. Kur’ân-ı Kerîm’de hayâ duygusunu korumak
1185] 16/Nahl, 73-76; 21/Enbiyâ, 104; 30/Rûm, 28; 36/Yâsîn, 77-82; ayrıca bk, 16/Nahl, 71-72; 39/Zümer, 29
1186] 14/İbrâhîm, 24-26; ayrıca bk. 16/Nahl, 91-92; 29/Ankebût, 41-43
1187] 2/Bakara, 261-266; ayrıca bk. 16/Nahl, 112-113; 18/Kehf, 32-44; 35/Fâtır, 19-22; 36/Yâsîn, 13-30
1188] 48/Feth, 29
1189] 62/Cum’a, 5
1190] 14/İbrâhîm, 24-25
1191] 10/Yûnus, 24; 18/Kehf, 45-46; 57/Hadîd, 20
1192] 29/Ankebût, 43
1193] 59/Haşr, 21; ayrıca bk. 39/Zümer, 27
1194] 24/Nûr, 39-40
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 253 -
maksadıyla sarih lafızlar yerine aynı mânânın anlaşılmasına elverişli başka lafızlar kullanılmış ve meseller getirilmiştir. Meselâ “yaklaşma” lafzıyla cinsel ilişki kastedilmiş, karı kocadan her birinin diğeri için birer “elbise” olduğu belirtilmiştir. 1195
Kur’an mesellerinin büyük çoğunluğu başta tevhid olmak üzere itikadî meselelerle ilgilidir.1196 Ancak amelî1197 ve ahlâkî1198 konularda da meseller mevcuttur. 1199
“Allah bir sivrisineği, hattâ onun üstünde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı bile) misal vermekten çekinmez.” 1200
“Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle meseller îrad eder/misaller verir.” 1201
“Kötü mesel âhirete inanmayanlar içindir. En yüce meseller ise Allah’a aittir.” 1202
“Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlara her çeşit temsili türlü biçimlerde anlattık, ama insanların çoğu inkârda direttiler.” 1203
“Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlara her çeşit misâli türlü biçimde anlattık.” 1204
“(Ey Rasûlüm, müşriklerin) sana getirdikleri tuhaf ve bâtıl bir meselleri yoktur ki, hak olan cevâbını ve en güzel tefsirini Biz getirmiş olmayalım.” 1205
“İşte misaller, biz onları insanlar için îrad ediyoruz. Âlim olanlardan başkası onları anlamaz.” 1206
“Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlar için her (çeşit) mesel(ler) îrad etmişizdir.” 1207
“Andolsun ki belki öğüt alırlar diye Biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü mesel getirdik/misâl verdik, her türlü temsili anlattık.” 1208
“İşte biz bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” 1209
Kur’an’da Meselin Yeri
Temsiller her dilde olduğu gibi, Arap dilinde de böylesine önemli olduğu için, diğer münzel kitaplarda çokça geçtiği gibi, Kur’ân’da da çok zikredilmiştir. Hattâ
1195] 2/Bakara, 187
1196] Meselâ bk. 2/Bakara, 17-20, 171; 6/En’âm, 39, 40, 122; 7/A’râf, 40, 57, 175-177; 10/Yûnus, 24; 13/Ra’d, 14, 17, 35; 14/İbrâhîm, 25, 26, 75, 112; 18/Kehf, 32-43; 22/Hacc, 31, 73; 24/Nûr, 35; 27/Neml, 81-82; 29/Ankebût, 41; 59/Haşr, 15-21
1197] Meselâ bk. 2/Bakara, 261, 264-266, 275; 3/Âl-i İmrân, 116-117; 14/İbrâhîm, 18; 24/Nûr, 39-40
1198] Meselâ bk. 16/Nahl, 92; 17/İsrâ, 24, 29; 49/Hucurât, 12
1199] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 29, s. 300
1200] 2/Bakara, 26
1201] 14/İbrâhim, 25
1202] 16/Nahl, 60
1203] 17/İsrâ, 89
1204] 18/Kehf, 54
1205] 25/Furkan, 33
1206] 29/Ankebût, 43
1207] 30/Rûm, 58
1208] 39/Zümer, 27
1209] 59/Haşr, 21
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İncil sûrelerinden birisinin adının “Emsâl sûresi” olduğu bildirilir. 1210
Peygamber’in (s.a.s.), diğer peygamberlerin (a.s.), ashâb, tabiîn ve hukemânın sözlerinde emsâl yaygın şekilde kullanılır. İmam Mâverdî (450/1058) “Kur’ân’ın emsâlini bilmek, Kur’ân bilgisinin en büyüklerindendir. İnsanlar mesellerin kendisiyle meşgul olup temsil getirilenlere aldandıkları için, bu ilimden gaflet etmişlerdir. Temsil edilen olmadan meseller, gemsiz at ve yularsız deveye benzer” demiştir. İmam Şafiî ise, meselleri bilmeyi, müctehidin ulûmu’l-Kur’ân’a dâir bilmesi gereken ilimlerden saymıştır. 1211
Mesellerin önemini Kur’ân’da şu âyetler açıkça ifâde eder:
“Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle meseller îrad eder/misaller verir.” 1212
“Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlara her çeşit temsili türlü biçimlerde anlattık, ama insanların çoğu inkârda direttiler.” 1213
“Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlara her çeşit misâli türlü biçimde anlattık.” 1214
“Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlar için her (çeşit) mesel(ler) îrad etmişizdir.” 1215
“İşte misaller, biz onları insanlar için îrad ediyoruz. Âlim olanlardan başkası onları anlamaz.” 1216
“Andolsun ki biz, Bu Kur’ân’da, belki öğüt alırlar diye her temsili anlattık.” 1217
“İşte biz bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” 1218
Kur’ân’da mesel darbını inkâr edenlere bizzat Cenâb-ı Allah bu âyetlerle ve şu âyetle cevap vermiştir: “Allah bir sivrisineği, hattâ onun üstünde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı bile) misal vermekten çekinmez.”1219 Hattâ daha küçüğünü, bir mikrobu bile temsil getirmekten çekinmez. Çünkü Yaratıcıya delâlet bakımından bir sivrisinek ve hattâ bir mikrop bile ne hârika san’atlara sahiptir. Anlamayanlara biz de Türkçe bir meselle cevap verelim: “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.”
Yukarıda da belirttiğimiz gibi mesel darbetmek Arapların bir üslûbudur. Kur’ân da benzerlikleri kıyâs edip doğru neticeler çıkarmayı, aklı ve düşünceyi ya bizzat vâki olmuş veya vukuu mümkün olaylara yöneltmeyi teşvik etmiştir. Yoksa Mu’tezile’nin düşündüğü gibi, Kur’ân’daki meseller, vukuu mümkün olmayan; fakat Araplar kullandığı için kullanılan şeyler değildir. Ehl-i sünnetin görüşü budur.
Kur’an’da Mesel Çeşitleri: Beyhaki, Ebû Hureyre’den (r.a.) Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Kur’ân beş vecih üzere nâzil olmuştur:
1210] Zerkeşî, I, 488; Süyûtî, II, 132
1211] Süyûtî, II, 131
1212] 14/İbrâhim, 25
1213] 17/İsrâ, 89
1214] 18/Kehf, 54
1215] 30/Rûm, 58
1216] 29/Ankebût, 43
1217] 39/Zümer, 27
1218] 59/Haşr, 21
1219] 2/Bakara, 26
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 255 -
Helâl, haram, muhkem, müteşâbih ve emsâl. Helâli işleyin, haramdan kaçının, muhkeme tâbi olun, müteşâbihe inanın ve emsâllerden ibret alınız.” 1220
Kur’ân-ı Kerim’in edebî beyân şekillerinden olan emsâlle anlatım, onun î’câz vecihlerinden bir tezahür şeklidir, denilebilir. Dil ve din âlimleri, Kur’ân’daki bu mesellerle anlatımdan üç çeşit beyan şeklini kasdetmişlerdir. Bunları şimdi sırayla görelim:
1) Kur’ân’da Sonradan Mesel Olan Âyetler: Bazı âyetler gâyet vecîz, şümullü mânâlara sahip ve halk tarafından kolayca söylenebildikleri için, müslümanlar arasında dilden dile dolaşarak, el-Meselü’s-Sâir yâni atasözü veya deyim halini almıştır. Bunlar emsâl kitaplarında bazı küçük farklarla gösterilmiştir. Nitekim Ebû Ubeyd el-Bekrî emsâl kitabının 6-17. sayfaları arasını emsâl-i nebeviye ayırmıştır. Şu halde Kur’ân’dan atasözü olan âyetler gibi hadislerden de şöhret ve yaygınlık kazanarak mesel haline gelenleri vardır. O şöyle der: “Bizi bu hususa sevk eden âmillerden birisi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) me’sûr hadislerinden bazılarının ondan sonraki selefden mesel olarak rivâyet edilmesidir. Bunlar bizim hüccetimiz olmuştur.” Kur’ân’dan bu mânâda mesel haline gelen âyetlerin sayısı pek fazla değildir. Bunlardan tesbit ettiğimiz bazılarını kısaca zikredelim:
“İhtimal ki hoşlanmadığınız şey, sizin iyiliğinizedir.” 1221
“Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok topluluğa ğâlib gelmiştir.” 1222
“İsteyen de âciz, istenen de.” 1223
“İyiliğin karşılığı iyilikten başka mıdır?” 1224
“Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri darmadağınıktır.” 1225
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse sana haber veremez.” 1226
“İyi davrananlara bir sorumluluk yoktur.” 1227
“Sizden aklı başında kimse yok mudur?” 1228
“Şimdi mi (inandın)? Daha önce karşı gelmiştin.” 1229
“Sonra bir takdire göre geldin ey Mûsâ!” 1230
“O korkutulduğunuz şey, ne uzak, ne uzak!” 1231
“Her grup kendi yanında bulunan (inanç ve düşüncesi) ile sevinçlidir.” 1232
1220] Zerkeşî, I, 486; Süyûti, II, 131
1221] Bakara, 2/216
1222] 2/Bakara, 249
1223] 22/Hacc, 73
1224] 55/Rahmân, 60
1225] 59/Haşr, 14
1226] 35/Fâtır, 14
1227] 9/Tevbe, 91
1228] 11/Hûd, 78
1229] 10/Yûnus, 91
1230] 20/Tâhâ, 40
1231] 23/Mü’minûn, 36
1232] 30/Rûm, 32
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” 1233
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?, de.” 1234
“De ki: “Temiz ile pis bir olmaz.” 1235
“Elçiye ancak tebliğ düşer.” 1236
“De ki: “Herkes kendi tabiat ve mizacına göre iş yapar.” 1237
“Herkes kazandığına karşılık bir rehindir.” 1238
“Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu.” 1239
“Kullarımdan şükreden azdır!” 1240
“Karada denizde fesâd çıktı.” 1241
“Böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar çalışanlar.” 1242
“(…) Onlar da pek azdır!” 1243
“Düşünün de ibret alın, ey akıl sahipleri!” 1244
“Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur.” 1245
“Kim (ler) nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1246
“Koca koca kitaplar taşıyan merkep gibi.” 1247
“Gerçekten insan kendini müstağni görmekle azar.” 1248
“Onu Allah’tan başka açığa çıkaracak yoktur.” 1249
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça (en) iyiye (cennete) eremezsiniz.” 1250
“Şimdi hak meydana çıktı.” 1251
“İşte fetvasını sorduğunuz iş, böyle halledilmiş bitmiştir.” 1252
1233] 2/Bakara, 286
1234] 39/Zümer, 9
1235] 39/Zümer, 9
1236] 5/Mâide, 99
1237] 17/İsrâ, 84
1238] 74/Müddessir, 38
1239] 8/Enfâl, 23
1240] 34/Sebe’, 13
1241] 30/Rûm, 41
1242] 37/Sâffât, 61
1243] 38/Sâd, 24
1244] 59/Haşr, 2
1245] 48/Fetih, 10
1246] 59/Haşr, 9
1247] 62/Cum’a, 5
1248] 96/Alak, 6-7
1249] 53/Necm, 58
1250] 3/Âl-i İmrân, 92
1251] 12/Yûsuf, 51
1252] 12/Yûsuf, 41
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 257 -
“Sabah yakın değil midir?” 1253
“Artık kendileriyle arzularının arasına perde çekilmiştir.” 1254
“Her haberin gerçekleşeceği bir zamanı vardır.” 1255
“Kendi yaratılışını unutarak bize misal getirmeye kalkışıyor.” 1256
“İşte bu, iki elinle yapıp gönderdiklerinin yüzündendir.” 1257
“Hâlbuki kötü tuzak ancak sahibinin başına geçer.” 1258
Bu âyetlerden başka, Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetlerde Arapların daha önceden bildikleri bazı mesellere işaret edilerek, konu onların da bildiği o müsellem ve mücerreb gerçekle açıklığa kavuşturulur. Meselâ 16/Nahl, 92. âyetinde Arapların “Vecedet Harka sûfen” “Harka bir yün buldu” anlamındaki deyimlerini hatırlatır. Bu kadın Kureyş’den Ümmü Rayta binti Ka’b imiş. Bulduğu yünü eğirip geri bozan bu kadın, Araplara atasözü olmuştur. Cenâb-ı Allah, “yeminlerinizi bozarak o kadın gibi olmayın,” buyurmuştur.1259 Deyim boşuna çalışan kimseler için söylenir.
Kehf sûresi 79. âyet-i kerimesinde “Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir padişah” Arapların “Azlemu mine’l-Culendâ” “Culendâ’dan daha zâlim” şeklinde ifâdesini bulan deyimlerindeki Culendâ imiş. İşte Cenâb-ı Allah bu âyette o zâlim pâdişâhı zikreder. O deyimi hatırlatır. “Ahseru min hammâlete’l-hatabi” veya “Etebbu min hammâlete’l-hatabi” “Odun taşıyan kadından daha ziyanda” meseli, Kur’ân’daki Mesed sûresi 1. âyetinden alınmıştır. Buradaki kadın Ebû Süfyan’ın kız kardeşi, Ebû Leheb’in karısı Ummu Cemîl’dir. Kur’ân’dan sonra bu kadın, bu meselle anılmaktadır.
Cenâb-ı Allah, bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurur: “Gerçek duâ ancak O’na yapılır. (Ancak ona tapılmağa dâvet edilir). O’ndan başka çağırdıkları ise, kendilerinin hiç bir isteklerini karşılayamazlar. (Onların durumu) tıpkı ağzına gelsin diye suya ağızlarını uzatan kimse gibidir. (Böyle) hiç bir zaman suya ulaşamaz. İşte kâfirlerin duâsı da böyle boşunadır.” 1260 Bu âyette Cenâb-ı Allah, Allah’tan başkasına duâ eden müşriklerin duâlarına, o bâtıl ma’bûdlarının cevap veremeyeceklerini ve onların duâlarını tıpkı ağzına su gelsin diye avuçlarını açıp suya doğru uzanan kimsenin boşuna bekleyişine teşbih etmektedir. Su hiç bir zaman onların ağzına gelmez. Çünkü su cansızdır. Kendisine sesleneni duymaz.. İşte Yüce Allah, Zâtından başkalarına ibâdet ve duâ edenlerin hallerinin böyle olduğunu, duâlarının boşa gideceğini güzel bir temsille anlatmaktadır. Zaten âyetin sonu da “İşte kâfirlerin duâsı da böyle boşunadır” diye biter.
Ebû Hilâl el-Askerî, bu âyet-i kerîmedeki, suya avuçlarını açıp bekleyen, ifâdesinde Arapların “Ke’l-kaabid alâ’l-mâ’” “Suyu tutmaya çalışan” meselindeki
1253] 11/Hûd, 81
1254] 34/Sebe’, 54
1255] 6/En’âm, 67
1256] 36/Yâsin, 78
1257] 22/Hacc, 10
1258] 35/Fâtır, 43
1259] 16/Nahl, 92
1260] 13/Ra’d, 14
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mânâ ilgisini belirtir. Suyun avucunu açıp uzatan kimseye gelmeyeceği gibi, açık avuçta su durmaz, diyerek âyette bu meselin hatırlatıldığı îma edilir. Bu meseli Araplar, elde edemeyeceği şeyi isteyen eline bir şey geçmeyecek kimse için kullanırlar.
2) Kur’ân’da Gizli Meseller (el-Emsâlu’l-Kâmine): Bazı âlimler, halk arasında yaygın atasözü ve deyimlere, lâfızlara farklı olmakla beraber, manâları uygun düşen âyetlerde âdeta gizli meseller bulunduğunu farzetmişlerdir. Bu âyetlerin asıl mânâ ve hedefi başka hususlardır. Ancak ifâdede ikinci üçüncü derecede böyle bir uygunluk da görülebilmektedir. Bizce bunlar tüm insanlarca ortak mânâlardır. Bunun için olsa gerek, el-Mâverdî’nin kitabında Arap ve Arap olmayanların mesellerinin Kur’ân’da bulunduğu ileri sürülmüştür. Böyle tüm insanlık için müşterek mânâ ve kavramların, Kur’ân’da mevcut gizli meseller olarak gösterilmesi, yaygın mânâdaki mesel anlamıyla bilmem ne derecede uygunluk gösterir? Bununla birlikte biz, kitaplarda bulduklarımızdan bu konuda da (el-emsâlu’l-kâmine) örnekler vereceğiz: “Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır.”1261 âyetini, “Fâcir ve kâfirden başkasını doğurmazlar.”1262 âyetini, kemâ tedînu tüdânu; “Ve lâ yelidû illâ fâciran (Fâcir ve kâfirden başkasını doğurmazlar.”1263 âyetini “Lâ telidu’l-hayyetu illâ’l-hayyete: Yılandan ancak yılan doğar” meselesinin mânasında görmüşlerdir.” “Kame alâ tâkatin” meselini (Taşımasına kuvvet yok, demektir), “Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma1264 âyetinin mânâsında mündemiç görmüşlerdir. “Men azze bezze: Yenen soyar” meselesini “Tartışmada beni yendi.”1265 âyetinin mânâsında gizli; “Men Hakkare harume: Küçük gören mahrum olur” atasözünün mânâsını, “Zerre miktarı hayır işleyen”1266 âyetinin mânâsında mündemiç görürler. “Lâ edrayte velâ tesleyte: Hem anlamadın, hem istemekte kusur etmedin” meselinin mânâsını, “İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar... vermemeye yemin etmesinler.”1267 âyetinin mânâsında kâmin (gizli) bulurlar. Aynı mâna, “Allah’ın sizi bağışlamasına istemez misiniz?”1268 âyetinde de gizlidir. Arapların “Lâ kabbelellahu sarfen velâ adlen: Allah onların ne farzını ne nâfilesini kabul etsin” meselinin mânâsını, “Her türlü fidyeyi de verse kabul olunmaz.”1269 âyetinin mânâsına uygun görmüşlerdir.
Yine bir temsil mânâsıyla Arapların sözlerinde bazı âyetler kullanılmıştır: Günaha dönen kimseye karşılık, cezaya dönme yâni cezalandırma mânâsı, 17/İsrâ, 8; 8/Enfâl, 19. âyetlerinde örneğini bulmuştur. Kötülüğün telâfisi hakkında, 7/A’râf, 95. âyeti temsil getirilmiştir.
Suyûtî, el-Hasen İbnu’l-Fadl’ın, Kur’ân-ı Kerim’den, buna benzer çıkardığı örneklerden bazılarını zikreder: el-Hasan’a, “Sen Arap ve acem mesellerini Kur’ân’dan çıkarıyorsun, öyleyse “Hayru’l-umûri evsatuha: İşlerin en iyisi orta olanlarıdır” meselini Allah’ın kitabında bulabilir misin?” denildi de O: “Evet,
1261] 4/Nisâ, 123
1262] 71/Nûh, 27
1263] 71/Nûh, 27
1264] 2/Bakara, 286
1265] 38/Sâd, 23
1266] 99/Zilzâl, 8
1267] 24/Nûr, 22
1268] 24/Nûr, 22
1269] 6/En’âm, 70
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 259 -
dört yerde” dedi:
“... O, ne çok yaşlı, ne de pek genç değil, ikisi ortası bir dinç inektir.” 1270
“Onlar ki harcadıkları vakit ne israf, ne de sıkılık yaparlar, (harcamaları) ikisi arası ortalama olur.” 1271
“Elini bağlı olarak boynuna asma, onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış, perişan bir halde oturup kalırsın.” 1272
“Namazda pek bağırma, sesini o kadar da kısma, ikisi arası bir yol tut.” 1273
Kendisine yine şöyle soruldu: Allah’ın kitabında “Bir şeyi bilmeyen ona düşman olur” mefhûmunu bulabilir misin? Cevap olarak: “Evet, iki yerde” dedi:
“Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları şeyi yalan saydılar.” 1274
“Onunla (Kur’ân’la) hidâyeti kabul etmedikleri için de, bu eski bir yalandır, diyeceklerdir.” 1275
Yine “iyilik yaptığın kimsenin şerrinden sakın” mânâsını Allah’ın kitabında bulabilir misin? diye soruldu. O, evet: “Ve sırf Allah ve Rasûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar...”1276 âyetini okudu.
Yine “Leyse’l-haberu ke’l-ayân” “Haber almak, görmek gibi değildir”i Allah’ın kitabında bulabilir misin? diye soruldu: O şu âyetle cevap verdi: “Bir zamanlar İbrâhim de Rabbine: ‘Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’ dedi. Rabbi ona: ‘Yoksa inanmadın mı?’ deyince, ‘Hayır, inandım; lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istedim’ dedi” 1277
Yine ona “Fi’l-harekâti el-bereketu” “Harekette bereket vardır” meseli soruldu da “Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik (bolluk) bulur...” 1278 âyetiyle cevap verdi.
Yine “Hiyne tülekkâ tedrî” “Başına vurulduğu zaman anlarsın” meseli soruldu da “... Azâbı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler.”1279 âyetini okudu.
Ona “Men eâne zâlimen sülleta aleyhi” “Zâlime yardım edene Allah o zâlimi Mûsâllat eder” meseli soruldu, o da: “O (Şeytan) hakkında şöyle yazılmıştır: Kim onu dost edinirse, Muhakkak o (şeytan) onu saptırır ve alevli ateşin azâbına sürükler.”1280 âyetiyle cevap verdi.
Aynı şekilde ona “Lâ yuldeğu’l-mü’minu min hıcrin merreteyni” “Mü’min
1270] 2/Bakara, 68
1271] 25/Furkân, 67
1272] 17/İsrâ, 29
1273] 17/İsrâ, 110
1274] 10/Yûnus, 39
1275] 46/Ahkaf, 11
1276] 9/Tevbe, 74
1277] 2/Bakara, 260
1278] 4/Nisâ, 100
1279] 25/Furkan, 42
1280] 22/Hacc, 4
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir delikten iki defa sokulmaz” sözü soruldu da şu âyetle cevap verdi: “Daha önce kardeşi Yûsuf’u size güvendiğim gibi, bunu size hiç güvenir miyim ...”1281 Ona “Li’l-hıytâni üzânun “ “Duvarların kulakları var” sözünü Onda bulabilir misin? diye sorulunca, “...İçinizde de onlara kulak verecekler vardır...”1282 âyetini okudu.
Ona “El-câhilu merzûkun ve’l-âlimu mahrûmun” “Câhil (bolca) rızıklanır, âlim mahrum olur” sözünü Allah’ın kitabında bulabilir misin? şeklinde sorulunca, şu âyetle cevap verdi: “De ki: ‘Kim sapıklıkta ise, Rahmân, ona mal ve evlâtça ziyâdelik ve azgınlığında mühlet verir...”1283 Ona “helâl rızık sana ancak geçimlik kadar gelir” sözü soruldu, o şu âyetle cevap verdi: “...Çünkü ibâdet için tatil yaptıkları Cumartesi günü, balıklar akın akın geliyor, Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise gelmiyorlardı...” 1284
Şimdi de biraz acem mesellerinden Kur’ân’da bulunanlardan kâmin olanlarına örnek verelim; “Yemeği yanan başkasının da yemeğinin yanmasını ister” atasözünü, 4/Nisâ, 89. âyetine, “Başkasına kuyu kazan kendi düşer” meselini, 35/Fâtır, 43. âyetine uygun görmüşlerdir. “Herkesin işi kendisine benzer” meselinin mânâsı, 17/İsrâ, 84’de, “Üzümünü ye, bağını sorma” meseli, 5/Mâide, 101’de, “Allah seni hayırla kuşatmıştır” meseli, 2/Bakara, 216 ve 4/Nisâ, 19’da, “Umulan yenilenden daha iyidir” meseli, 93/Duhâ, 4’de, “Hayırlı kuşta bir hayır olsaydı, avcıdan kurtulmazdı” meseli, 8/Enfâl, 23’de, “Bir kavmin başına gelen musibet, diğerine eğlence gelir” meseli, 3/Âl-i İmrân, 120’de, “Gönülsüz köpek av avlamaz” meseli, 2/Bakara, 256’da, “Her koyun kendi bacağından asılır” meseli, 74/Müddessir, 38’de, “Domuzların yanında pislik harcanır” meselinin mânâsı, 24/Nûr, 26. âyetinin mânâsında gizli olarak bulunmaktadır. 1285
Kâmin meseller için en iyi örneklerden birisi de meşhur Nûr âyetindeki nûr temsilidir. Örneklerde incelenecektir.1286
3) Kur’ân’da Getirilen Açık ve Gizli Meseller: Kur’ân-ı Kerim’de bir fikri, bir meseleyi ve bir mücerred mefhûmu iyi ve doğru kavratmak için getirilen örnekler ve yapılan benzetmeler mesel diye anılmıştır. Bunlar atasözü mânâsında mesel değildir. Onun için bunlara Kur’ân’da getirilen açık ve gizli meseller başlığını koyduk. Bu grubdaki meseller, meselin önemli, garib ve taaccub edilecek bir sıfat, bir hal veya kıssa mânâsına gelen kısmıdır. Kur’ân’a izafe edilmesi (Emsâlü’l-Kur’ân), mutlakın kendisini kayıtlayan şeye izâfesi kabilindendir. Kur’ân’daki meseller, çoğunlukla bu gruptan mesellerdir.
Kur’ân’da bu çeşit meselleri darbetmekten şu hususlarda istifâde edilir: Tezkir, va’z, teşvik, men’, ibret alma ve onu duygularla idrak edilecek sûrette tasvir etme hususlarıdır. Şeyh İzzüddîn şöyle der: “Allah, Kur’ân’da emsâli ancak, düşündürmek ve öğüt vermek için irad etmiştir. Onların muhtevâsı ya sevabın dereceleri veya amelin boşa çıkarılması yahut bir medih veya zem ve benzeri ahkâma delâlet eden şeylerdir.” 1287
1281] 12/Yûsuf, 64
1282] 9/Tevbe, 47
1283] 19/Meryem, 75
1284] 7/A’râf, 163; Suyûti, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, II, 132-133
1285] es-Se’alibî, Ebû Mansur Abdülmelik b. Muhammed b. İsmail, et-Temsil ve’1-Muhâdara, s. 18. Kahire, 1381/1961
1286] 24/Nûr, 35
1287] Suyûtî, el-İtkan, II, 131
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 261 -
Buraya kadar Kur’ân’daki mesellere giriş mâhiyetinde hazırlayıcı bilgiler sunmuş bulunuyoruz. Şimdi bizzat Kur’ân’daki mesellere geçebiliriz.
Kur’an’da Meseller
1- Hak Dâvet Gelince Kâfir ve Münâfıkların Tutumu
“Onlar tıpkı şuna benzerler ki (aydınlanmak için) bir ateş yakmak istedi. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah onların ışıklarını (gözlerinin nûrunu) giderdi ve onları karanlıklar içerisinde bıraktı, artık görmezler. (Onlar) sağırdırlar, dilsizler, kördürler. Onlar (Hakk’a) dönmezler. Yahut da (onlar), gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) bulunan bir sağanağa (tutulmuş) gibi(dirler). Yıldırımlardan ölmek korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkarlar; oysa Allah inkârcıları tamamen kuşatmıştır. Şimşeğin çakması nerdeyse gözlerini alır; önlerini aydınlattıkça ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilir kalırlar. Allah dikseydi, işitmelerini ve görmelerini de giderirdi. Doğrusu Allah her şeye kaadirdir” 1288
Burada iki temsil vardır. Biricisinde, ister kâfir, ister münâfık olsun, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.s.) gelmeden önce akîde, yol ve dünyevî yaşayışları bakımından karanlıklar içerisinde olmalarını ve bundan da kurtulmayı temenni etmelerini, bunun için de aydınlanmak maksadıyla ateş yakmak istemelerini Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.s.) le bekledikleri nûrun gelmesine ve yakmak istedikleri aydınlatıcı ateşin yanmasına benzetiyor; fakat bu sefer de onların basiretlerinin bağlanmasını, kibir ve inatlarından iman etmemelerini, Allah’ın onların nûrunu yok etmesine ve öylece karanlıklar içerisinde kör, sağır ve dilsiz olarak kalmalarına teşbih ediyor. îşte Allah onların hidâyete gelmemelerini bu canlı tablo ile tasvir etmektedir. 1289
Bir diğer görüş de şöyledir: Bu münâfıkların temsilidir. Arada sırada izhar ettikleri iman etraflarını kısa bir müddet aydınlatır. Onun aydınlığında bir müddet yürürler. İmandan dönünce, ışıkları söner, karanlıklar içerisinde kalırlar. İkinci temsil Yahûdiler ve münâfıklar hakkındadır. 1290
İkinci temsilde veya temsilin ikinci kısmında Yüce Allah, kâfir ve münâfıkların, manen, hayret, dehşet, korku, şiddet ve sıkıntı içerisindeki hallerini, karanlık bir gecede, içerisinde şiddetli gök gürlemesî, göz alıcı şimşek çakışları, yıldırımlar ve korkular bulunan sağnak halindeki yağmura tutulmuş kimselerin haline benzetiyor. Bu bir teşbîh-i mürekkeb olduğu gibi, müfred bir temsil kabilinden de olabilir. 1291
Kur’ân, o kadar muhteşem mânâ, temsil ve tasvir yoğunluğu yığıyor ki, kelimeler hangisine yetişeceğini şaşıyor. Bütün bunlar içinde Allah’dan kurtuluş yoktur. Meselin faydasi, kâfir ve münâfıkların tam ihlâsla îman edip, garazsız ivazsız mü’minler cemâatine katılarak bu dehşetli ve sıkıntılı hallerden kurtulmalarına bir teşviktir. 1292
1288] 2/Bakara, 17-20
1289] S. Ateş, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 3, Ankara, 1977; Ş. Mansur, s. 304-305
1290] Hakim Tirmizî, s. 2-3
1291] el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, I, 31, Mısır, 1388/1968,-Celâleyn tefsîri ile birlikte-
1292] Ş. Mansûr, s. 311; Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 37-39
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- Işığı Kaybedenler
“Onların durumu şu kişinin durumuna benzer: Bir ateş tutuşturmak istedi. Ateş, çevresindekileri aydınlattığında, Allah onların ışığını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı; artık görmezler.” 1293
Âyet, münâfıkların durumunu ortaya koymakta ve onların ruhsal özelliklerinden bahsetmektedir. Münâfıklar, İslâm ve müslümanlar için en tehlikeli, en sinsi ve kendisine karşı en fazla tetikte durulması, şiddetle çekinilmesi gereken bir gruptur. Verdiğimiz âyetin öncesinde Yaratıcı Kudret olan Allah; Bakara sûresinin ilk bölümünde mü’minleri “3”, kâfirleri “2” âyetle bize anlatırken münâfıklara “13” âyet ayırması bu gerçeği bir kez daha vurgulamaktadır. Yine Kur’an’da münâfıklar için ayrı bir sûrenin var olduğunu bilmek de bu düşüncemizi doğrular niteliktedir.
Allah Rasûlü’nün dâveti ve doğru yolu göstermesi karşısında münâfıkların durumu da tıpkı ateş yakıcının parlattığı ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin durumu gibidir. Bun lar kâfirlerin yaptığı gibi başlangıçta hidâyetten yüz çevirmiş; kulakları duymaktan, gözleri görmekten, kalpleri anlayıştan mahrum kalmış kimseler değildirler. Aslında bunlar, gerçeği elde etmek için gayret göstermişler ve önlerinde hak açıkça tecelli ettikten sonra gözlerini kapayıp ondan yüz çevirmişlerdir…
Bir ateş yakıyorlar, ateşin nûru kendilerine aydınlık temin ediyor ve önceden arzuladıkları bu aydınlıktan faydalanmıyorlar, daha doğrusu faydalanmak istemiyorlar. Bu durum karşısında da Allah, önce arzulayıp sonra terkettikleri ışıklarını gideriyor ve bu nurdan yüz çevirmelerinin cezası olarak onları karanlıklar içinde, görmez bir halde bırakıyor. Kulaklar, diller, gözler, nur ve hidâyeti bulmak yolunda vazife görmek için yaratılmışlardır. Bunlar ise kulaklarını Hakkı duymaz hale getirdikleri için “sağır”, dillerini Hakkı söylemez hale getirdikleri için “dilsiz” ve gözlerini Hakkı görmez hale getirdikleri için “kör” dürler. Hakka dönemezler. Hidâyete ve nura giden yollar kapanmıştır bunlara…
İşte hidâyete karşılık dalaleti değişen münâfıkların, doğru yola karşılık eğriyi seçenlerin durumu böyledir. Onlar önce iman etmişlerdi ve ateş yakan kimselerin aydınlandığı gibi iman nûruyla kalpleri aydınlanmıştı. Sonra küfrettiler, Allah onların nûrunu çekip aldı, tıpkı bu ateşin bitmesi gibi ve böylece onları karanlıkta görmez halde bırakmıştır. Bu kaçınılmaz son “inanmadıkları halde Allah’a ve âhirete inandık” diyen ve “Allah’ı ve inanmış olanları aldatma yoluna gidenleri” beklemektedir. Gerçekte ise “onlar öz benliklerinden başkasını aldatmıyorlar. Ama ne var ki, bunun farkında olamıyorlar.” 1294
3- Parmaklarını Kulaklarına Tıkayanlar
“(Onların durumu:) Yahut gökten boşalan bir yağmur haline benzer ki; onda karanlıklar var, bir gök gürlemesi var, bir şimşek var. Yıldırımlar yüzünden ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah Muhit’tir, küfre sapanları çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek neredeyse gözlerini çarpıp götürüverecek. Kendilerine her aydınlık sunduğunda, orada yürürler. Üzerlerine karanlık binince çakılıp kalırlar. Eğer Allah dileseydi, işitme
1293] 2/Bakara, 17
1294] 2/Bakara, 8-9; Necmettin Şahinler, Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları, 13-15
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 263 -
güçlerini de gözlerini de elbette alıp götürürdü. Çünkü Allah şeye kaadirdir.” 1295
Bu âyetin konusu da yine münâfıklarla ilgilidir. Yalnız bir farkla ki; bunlar şüphe, iman zayıflığı ve tereddüd içinde olan münâfıklardır. Bu insanlar tamamen kâfir değillerse de, İslâm’ı, ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak derecede uyguluyorlardı. Bu örnekte yağmur, tüm insanlığa rahmet olarak gelen İslâm’ı temsil eder; karanlık, gökgürültüsü ve şimşek ise öne çıkan engelleri, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu güçlü savunma nedeniyle yaşanan tehlike ve güçleri temsil eder.
Durum biraz yatıştığında onlar İslâm’a doğru yönelirler, fakat zorluk bulutları ortaya çıktığında veya kendi çıkarlarına, bâtıl inançlarına, önyargılarına ters düşen emirler verildiğinde öylece şaşkınlık içinde kalırlar.
Müthiş bir tablo bu... Hareket ve ızdırapla dolu. Sapıklık ve şaşkınlık... Korku ve heyecan... Dehşet ve endişe. Ses ve ışık bu tabloda birleşiyor. Bulutlardan boşanıp gökleri yırtarcasma inen yağmur... Bu yüzden meydana gelen korkunç karanlık. Gök gürültüsü ve şimşek... Şimşeğin ışığı altında yürümeye çalışmak ve dünya tekrar zindana dönünce dikilip kalıvermeleri… Hayrette kalmışlar... Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Korku ve dehşet içinde şaşkına dönmüş münâfıklar…
Münâfıkların durumu karanlıkların baskın olduğu bir sırada gökten inen yağmur altında bulunanların durumu gibidir. Sözü edilen karanlıklar şüphe ve tereddüdlerdir. Gökgürültüsü ise kalpleri dehşete düşüren korkular, şimşekler ise bu tür münâfıkların kalbinde kimi zaman parlayan iman nûrudur. Buna rağmen onlar parmaklarıyla kulaklarını tıkar, İlâhî tehdit, uyarı ve Allah’ın azap günlerinin haberlerini işitmek istemezler. Ancak bu durum onlara hiç bir fayda vermez. Çünkü kulakların tıkanmasının yıldırımlara karşı hiçbir faydası olmaz. hakkın ışığının şiddeti dolayısıyla onlar bir çeşit nur görürler ve kısa bir süre onun aydınlığında yollarına devam ettikten sonra yeniden karanlık etraflarını kuşatır ve oldukları yerde kalakalırlar.
O halde, kalbi, iç dünyası karanlık ve kötü niyetle dolu bir insanın dinden nasip alması mümkün olamaz. Böyleleri aydınlığı satıp karanlığı almak şeklinde bir sonuçsuz ticarete girişmişlerdir. Yine bunlar, yaratıcı kaynaktan gelen ışık yerine kendi elleriyle çıkardıkları iğreti kıvılcımlara teslim olan kişilerdir Bu tavırları yüzünden de kör ve sağır kalmaya mahkumdurlar.
Şüphe ve sapık dâvetlerle dolup taşan çağımızda içinde bulundukları ve yetiştikleri ortam nedeniyle müslüman kabul edilenler vardır. Bunlar imanı kalplerinde derinleştirmedikleri sürece, iman yolunda yürümek, ilerlemek imkânı bulamıyorlar. Bu bakımdan kalplerinde iman ve küfür bir arada kalmış durumdadır. Kimi zaman İslâm’ın güçlü delillerinden bir delil onlara ulaştığında onunla aydınlanır ve bunu azık edinerek bir süre yol alırlar. Ama sonradan arkasından bir şüphe gelip onları kuşatır, kalplerindeki bu nur sönüverir, şaşkın halde yerlerinde kalıverir ümitsizliğe düşerler.
Şu bir gerçek ki dünyada ışığı olmayanların âhirette de ışığı olmayacaktır. Bu acı sonu Rabbimiz bize şöyle anlatmaktadır: “O gün erkek münâfıklarla kadın münâfıklar iman edenlere derler ki; bize bakın da sizin ışığınızdan faydalanâlim. Onlara
1295] 2/Bakara, 19-20
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
denir ki arkanıza dönün ve bir ışık araştırın.”1296 Ve Yaratıcı Kudret kendisine dünyada açıkça iman etmiş olan insanlar için de Kur’an’da şu ifâdeleri kullanır: “O gün sen mü’min erkeklerle mü’min kadınların ışıklarının önlerinden ve arkalarından koştuğunu görürsün. Bugün size cennetler müjde olsun denilir.” 1297
4- Yahûdilerin ve Kâfirlerin Kalpleri -Kalpleri Taş Kesilenler-
“Sonra bunun arkasından yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o, taş gibi yahut daha katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki, ondan ırmaklar kaynar, öylesi vardır ki yarılıp ondan su fışkırır, öylesi de vardır ki Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer (yüksekten aşağı yuvarlanır). Allah ne yaparsanız (hiç birinden) gâfıl değildir.” 1298
Yahûdi ve kâfirlerin kalpleri bu âyette taşın sertliğine benzetilmiştir. Hattâ ondan da katıdır. Sonra Yüce Allah, taşlardan bazısının içerisinden rutubet ve su sızıp çıktığını anlattı. Allah korkusu onları yuvarlar, yani secdeye kapanırlar. Katı kalpler ise, yumuşamaz, yaşarmaz, huşu duymaz ve secdeye kapanmaz.1299 Kalplerin sertlikte daha sert şeyler var iken taşa benzetilmesi, taşın sertlikte mesel olarak darbedilmesindendir. 1300
Âyet, özel olarak İsrailoğullarını uyarmakta ve öncesinde yer alan 72-73. âyetlerde anlatılan İlâhî bir mûcizeye dikkatlerini çekerek onları gerçeği kabul etmeye çağırmaktadır. Rivâyetlere göre İsrailoğulları arasında zengin, yaşlı bir kişi vardı. Adamın tek oğlu bulunuyordu. Amcasının çocukları mirasa konmak için adamın oğlunu öldürmüşlerdi. Sonra da gelip kanını ve diyetini talep ediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara bir sığır kesmelerini emretti. Kesilen sığırın bir parçasının ölünün vücuduna vurulması halinde, ölünün dirileceğini ve kendisini kimin öldürdüğünü söyleyeceğini bildirdi. Nitekim sonuç öyle oldu. Ölü dirildi ve kendi diliyle katilini açıkladı. Böylece cinâyet olayının üzerindeki perde kalktı ve meydana çıktı. 1301
Fakat neden böyle bir yola başvurulmuştu? Hiç şüphe yok ki Allah hiç bir sebep olmadan da ölüleri diriltmeye kadirdir. Öyleyse kesilen sığırla dirilen ölü arasında ne gibi bir bağlantı olabilir?
Bu sorunun cevabına şöyle yaklaşabiliriz. İsrailoğulları’na, etrafındaki putperest milletlerden etkilenerek edindikleri ineğe tapma ve ineğin kutsiyeti inançlarım kırmak için bir inek Kur’an etmeleri emredilmişti. Bu, onların imanlarının sınanmasaydı. Eğer gerçekten Allah’ın birliğine inanıyor ve ibadette başka bir şeyi O’na ortak koşmuyorlarsa, daha önceden taptıkları putu kendi elleriyle kırmalıydılar. Fakat bu zor bir sınavdı. Onlar inek Kur’an etmekten kaçınmaya çalıştılar; çünkü, bir tek Allah’a inançları henüz tam sağlanmamıştı. Bu görevden kurtulmak için ayrıntı üzerine ayrıntı sordular, fakat çok soru sordukça daha da köşeye sıkıştılar. O kadar ki, sonunda onlara açıkça, o dönemde özellikle tapmak için seçilen altın renkli ineği Kur’an etmeleri söylendi. 1302
1296] 57/Hadîd, 13
1297] 57/Hadîd, 12; Necmettin Şahinler, Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları, 16-19
1298] Bakara, 2/74
1299] Hakim Tirmizi, s.4; Zemahşerf, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzll ve ‘Uyûni’l-Akâvîl fi Vucûhi’t-Te’vil, I, 290-291, Beyrut-Lübnan, ts.
1300] Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 39
1301] 2/Bakara, 71-73
1302] 2/Bakara, 67-70
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 265 -
Bütün bu olaylar Israiloğulları’nın gönlünde huşu, takva ve hassasiyet duygularını canlandırmalıydı. Aynı zamanda, geçen bunca ibret ve nasihat dolu hadiseler onları ikaz etmeliydi. Ama alman sonuç yine beklenen ve umulanların aksine idi. İsrail oğullarının kalpleri gördükleri âyetlere ve İlâhî mûcizelere rağmen öğüt dinlemekten uzak oldu. Kalpleri, yumuşatılmak imkânı olmayan taşlar gibiydi, hatta taşlardan da katıydı. Çünkü kimi taşlardan ırmaklar akıtan gözeler kaynar, kimisinden sular fışkırır, kimisi de Allah’ın haşyetinden dağlardan aşağı yuvarlanır. Hepsi kendi hesabına bir anlayış içerisindedir. Bu gerçek Kur’an’ın diliyle şöyle ifâde edilir: “Yedi gök, yerküre ve bunların içindekiler O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu överek tesbih etmesin; fakat siz onların tesbihlerini fark edemezsiniz. O Hâlim’dir, Gafur’dur.” 1303
Bu âyet1304 genel anlamı itibârıyla mü’minleri de kapsamakta ve onları İsrailoğulları ile aynı duruma düşmemeleri konusunda uyarmaktadır. Bu uyarının yer aldığı bir başka âyeti de Hadîd Sûresinde görmekteyiz. “İman edenlerin gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar, onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı, çoğu fâsıklardır.” 1305
5- Bin Yıl Yaşamak İsteyenler
“Sen onları, insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun. Şirke batanlardan bile... Her biri bin yıl ömür sürsün ister. Oysa ki, uzun yaşaması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah, yapmakta olduklarınızı çok iyi görmektedir.” 1306
Âyet, Yahûdiler’in ruh halini ve içlerinde gizledikleri duygu, düşünce ve niyetlerini açığa çıkararak mü’minleri bu konuda bilgilendirmektedir. Bu âyetin taşıdığı anlamı daha iyi kavramak için özellikle öncesinden yer alan diğer iki âyete bakmak durumundayız.
Yahûdiler kendilerini seçilmiş bir millet olarak görüyor, hidâyette olanların ve âhirette kurtuluşa ereceklerin yalnızca kendilerinin olacağını iddia ediyorlardı. Yine onlar, Allah katında başka ümmetlerin hiçbir nasibi olmayacağını, âhiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu ileri sürerek müslümanların; dinlerine, peygamberlerine ve Kur’an’ın hükümlerine karşı itimatlarını sarsıyorlardı.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine yahûdileri “mübâhele”ye “yani her iki tarafın birlikte aralarındaki yalancıyı mahvetmesi için “Allah’a duâ etmeye” dâvet etmesini emrediyor. Ve bu dâvet yahûdilere şu âyetle duyuruluyor: “De ki: Allah katındaki âhiret yurdu diğer insanların değil de yalnız ve yalnız sizin ise, eğer doğru sözlü iseniz, hadi isteyin ölümü!” 1307
Âyeti biraz daha açarsak: “Eğer iddia ettiğiniz imanda gerçekten samimi iseniz ve Allah’a yakın olduğunuz doğru ise, ölümü isteyin; çünkü ölüm isteği size isteğinizi ve arzuladığınızı gerçekleştirecektir. Böylece dünyanın sıkıntılarından kurtulup rahata ereceksiniz, geçim zahmetinden kurtulacaksınız. Allah’ın cennetlerinde mutlu bir yaşam süreceksiniz. Eğer dediğiniz gibiyse, âhiret yurdu
1303] 17İsrâ, 44
1304] 2/Bakara, 74
1305] 57/Hadîd, 16; N. Şahinler, 20-22
1306] 2/Bakara, 96
1307] 2/Bakara, 94
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sadece size aitse ve başkaları oraya giremeyecekse daha ne duruyorsunuz isteyin ölümü! Ama eğer istemezseniz herkes sizin yolunuzun yanlış, bizim yolumuzun ise hak olduğunu bilecek ve sonunda hakikat ortaya çıkacaktır.
Yahûdiler bu meydan okuma çağrısına uymaktan kaçındılar. Çünkü onlar yalan söylediklerini biliyor, Allah’ın, duâlarını kabul ederek yalancıları, dolayısıyla kendilerini cezalandırmasından korkuyorlardı. Ve işledikleri amellerin de âhirette kendilerine fayda vermeyeceğinden emindiler. Bunu kabul ettikleri takdirde “istedikleri ölümle” hem dünyayı kaybedecekler, hem de işlemiş oldukları fenalıklar yüzünden âhiretlerini kaybetmiş olacaklardı. Kur’an onların bu durumunu şu âyetle ortaya koyuyor: “Onlar önceden elleri ile işlediklerinden dolayı hiçbir zaman onu arzu etmezler. Allah, zâlimleri çok iyi bilmektedir.” 1308
İşte bu iki âyetin ışığında tekrar konumuza dönersek şunları söylememiz mümkündür: Yahûdiler, insanlar içinde hayata en düşkün olanlardır. Onların bu düşkünlükleri Allah’a eş koşan müşriklerden de daha kötüdür. Çünkü şirk koşanlar öldükten sonra hiçbir akibete iman etmezler, dünya hayatından başkasını bilmezler. Dolayısıyla onların dünya hayatına tutkunluğu doğaldır. Çünkü bu dünya hayatı onların cennetidir. Amellerin karşılık göreceğini kabul etmekle birlikte, Kitaba sahip olan bir kimsenin bunlardan daha çok hayata tutkun olması hali ise kınanılacak bir davranıştır.
Yahûdilerden her birisi bir yıl yaşatılmalarını arzu eder. Çünkü onlar Allah’a kavuşmayı ümit etmezler. Yaşadıkları şu hayattan başka bir hayat olduğunu da kavramazlar. İnsan ruhu başka bir hayat ile irtibat kurmayacağını hissedince, yer yüzündeki sayılı saatlerden ve alınan nefeslerden başka bir şey beklemeyince hayat ne kadar kısalır. Âhirete iman da bir nimettir. Bü nimetin kalbe doğmasına sebep olan da inançtır. Allah bu nimeti ömrü fani, hayatı sınırlı ve hayali sonsuz olan insanoğluna ihsan etmiştir. Ebedî olarak ruhuna âhiret penceresini kapatmış olan kimsenin hayatı mânâsız, eksik ve sönüktür. Âhirete iman aynı zamanda insan nefsinin canlılıkla dolup taşmasına, yeryüzünde hudut tanımayan sonsuz bir hayat duygusuyla dolmasına yardım eder. Âhirete inanan kişi dünyanın hudutlarını aşıp sonsuzluğa kadar uzanır. Bu sonsuzluğun hududunu Allah’tan başka kimse bilemez.
Âyet mü’minler içinde bir müjde taşımakta, onların âhireti de ölümü de dünyadan daha çok sevdiklerine delil olmaktadır. Allah Rasûlü (s.a.s.), başımıza gelen bir sıkıntı/zorluk dolayısıyla ölümü temenni etmemek edebini bize öğretmiş, bunun yerine şöyle dememizi tavsiye etmiştir: “Allah’ım hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Ölüm benim için hayırlı olduğu takdirde de canımı al. Hayatı benim için bütün hayırlarda bir artış sebebi kıl, ölümü de benim için bütün şerlerden kurtuluş sebebi kıl. Şâyet insanları bir fitneye uğratmayı murad edersen beni (dinimde) fitneye uğramamış olarak yanma al. “ 1309
6- Kâfirlerin Anlayışsızlıkları-Sözün Mânâsını Anlamayıp Onu Bir Nida Ve Ses Olarak Duyan Hayvanlar
“O inkâr edenlerin hali, çobanın, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayarak, haykırdığı (hayvanlar)ın durumu gibidir. (Onlar bîr sürü) sağırlar, dilsizler ve körlerdir.
1308] 2/Bakara, 95
1309] N. Şahinler, 23-26
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 267 -
Onun için düşünmezler” 1310
Yâni onlar, öğüt kabul edecekleri kelâmın mânâsını hiç anlamazlar. Onlar için Kur’ân’ın mânâlarından ve hayır sözden, o sözün tekrarından başka bir nâsibleri yoktur.1311 İnkârcıların hali, çobanın önünde, onun sesinden, gürültüden başka bir şey anlamayan hayvanların durumuna benzetilmiştir. 1312
Âyet, kâfirlerden bahsetmekte ve onları içlerinde bulundukları azgınlık, sapıklık ve cehalet dolayısıyla “çobanlarının nida ve çağrısını duyan ve kelimelerin anlamını anlamaksızın onların nidasına doğru giden “hayvanlara benzetmektedir. Kâfir, imana dâvet edildiği zaman sadece bu çağıranın sesini işitir ve işittiği sese kulak vermez, üzerinde de durmaz. Hayvanlar da aynı şekilde sadece kendilerine seslenenin sesini ve çağırışını duyar, başka hiçbir şey anlamazlar. Onlar Hakkı işitemeyen sağırdırlar. Asla hak söz söylemeyen dilsizdirler. Kesinlikle Hakka giden yolları göremeyen kördürler. Onlar düşünmezler yani hiçbir öğüdü gereğince anlayıp akıllarıyla onu kavramazlar.
Acaba Allah’ın küfre sapanları bu kadar ağır bir benzetiş ile nitelendirmesinin sebebi ne olabilir? İşte bu sorunun cevabını verdiğimiz bu âyetin hemen öncesinde yer alan Bakara Sûresinden öğreniyoruz: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Peki, ya ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!” 1313
Görüldüğü gibi sorunun cevabını Kur’an; bu ve buna benzer elliye yakın âyetinde, kötülüğünden ve tahribinden yakındığı ecdatperestliği, daha çok atalarının geleneklerini ilâhlaştırmak, bu gelenekleri dokunulmaz ilan etmek, başka bir ifâdeyle, “gelenek tabuculuğu” olarak vermektedir. Bu tabu, insanın, hem vahyin mesajını tebliğ ederek, hem de yaratıcı dehanın ürünü olarak ortaya koyduğu bütün yenileri, insafsız ve beyinsiz bir şekilde elinin tersiyle itmekte ve insanlığın yücelme ve yükselme yollarını tıkamaktadır.
Bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah’ın emrine ve Hak deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi yenilerde de böyledir. Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan, eski olduğu için değil, açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olan sonradan ortaya konulan yeni de geçerlidir. Kısaca hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da atalarının halini, yalnız ata olduklarından dolayı, taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve Hakkı bırakıp, hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
Âyet gösteriyor ki, kısaca ve genişçe bir hak (doğru) delile dayanmayan yalnız başına taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup
1310] 2/Bakara, 171
1311] Hakim Tirmizî, s.4
1312] Ş. Mansûr, s. 282; Velî Ulutürk, s. 39-40
1313] 2/Bakara, 170
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
taklit etmek aklen bâtıl olduğu gibi, şüpheli olan konuda da delilsiz taklit, din açısından uygun değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda, delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi, Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Çoğu insan, şeytana, kendi vehimlerine kapılıp doğru yoldan sapmıştır, artık onların ardından gelen nice nesiller de körü körüne onları taklit edip bâtıl yolda yürümüşlerdir. Bu insanlara gittikleri yolun yanlışlığı gösterilip hak yola dâvet edilseler, bir türlü körü körüne saplandıkları taklit bataklığından çıkamazlar. Gittikleri yolun yanlışlığı ispat edilse, onlar atalarının gittiği yolun doğru olduğuna inanır, bir türlü ondan ayrılmazlar.
“Üstat böyle dedi, onun dediği doğrudur. Koca ecdat bunları böyle uyguladı da, size ne oluyor? Onlar, o kavuklu, cübbeli, sakallı halleriyle bilmiyorlardı da, siz mi biliyorsunuz?” diye ısrar ederler. Bilmezler ki hatadan sâlim olan yalnız Allah’tır. Peygamberler hâriç, her insan hata edebilir. Peygamberlerden başka hiç kimseyi körü körüne taklit doğru olmaz. İşte, kendilerine doğru yol gösterildiği halde yine eğri yollara sapan, bâtıl düşüncelere dalan kimseler, kendilerini toparlayıp yola sokmaya uğraşan çobanın sesini duyup, söylediği sözlerin mânâsını anlamayan hayvanlara benzerler. Peygamberler, onların varisleri olan bilginler, bu sapık insanları yola getirmek için kendilerine nice deliller gösterirler, nice hikmetli konuşmalar yaparlar ama bunlar bir türlü söz anlamazlar. Tıpkı çobanın sesini işitip sözlerinin mânâsını anlamayan hayvanlar gibi peygamberlerin ve bilginlerin sözlerini anlamayıp, düştükleri sapıklık içinde bocalayıp, dururlar.
Sâlih ataların yolundan gitmek iyidir. Fakat onların ilerlediği gibi ilerlemeye devam etmek gerekir. Eskilerin gelmiş oldukları noktada kalmak, bir adım dahi ileri gidememek, hatta onların vardığı fikri seviyeden daha geride kalmak, İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Her nesil, kendi toplumunu daha ileriye götürmekle yükümlüdür. Sâlih ataları takip edip ilmen ve ahlaken ilerlemek lazımdır. Ancak imandan ve ilimden yoksun ataların yolundan gidilmez. İşte Kur’an bunu anlatıyor.
Roger Garaudy de: “Niçin bu gün İslâm, bu Allah’ın yolu, dünya üzerinde ışıldamıyor? Niçin müslüman halklar, sömürgecilikten kurtulmuş olmalarına rağmen, tarihin etkin, yaratıcı öznesi değil de nesnesi olarak kalıyorlar? Niçin tarihi girişkenlik (önderlik) örneği vermiyorlar?” sorularına cevap ararken şu tesbitleri yapıyor: “Çünkü bu kanun, bu şeriat, tarihin ilk yüzyıllarından itibaren, canlı gelişimi içinde durdurulmuş, çarpıtılmıştır. Çünkü Kur’an, ölülerin gözleriyle okunmaktadır. Kur’an’ın sonsuz vahyinden hareketle, kendi çağlarının sorunlarını çözme dehası göstermiş olan insanların gözüyle değil!... Oysa biz kendi çağımızın problemlerini onların “formüllerini tekrarlamakla yetinerek değil, ancak onların metodlarından ilham alarak halledebiliriz.”
“Kaynaklara dönüş demek, gözler geçmişe dikilip kalmış halde, geleceğe geri geri giderek girmek değildir. Aksine, yaşayan kaynağa ve İslâm’ın ilk yüzyıllarının dinamizmini bulmak demektir. Şeriat, gidilip bulanık ve kokuşmuş su alınacak durgun bir su biriktntisi (bir gölet) değildir. O zaman bu, yeni susuzlukları yalanlamak olacaktır. Şeriat, parıldayarak gürül gürül akan ve güçlü dalgalarıyla kıyıları döverken oraları verimleştiren güzelim bir nehirdir.” 1314
1314] R. Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 54-55
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 269 -
“Kurtubi, bu âyetin tefsirinde taklidin hükmünü şöyle açıklıyor: Taklit; devenin boynuna takılan yular anlamıdaki “kılade” kelimesinden alınmıştır. Yularını başkalarının eline verip, güdülen bir varlık gibi onun peşinden giden, onun yaptığı şeyleri düşünmeden yapan kimseye “mukallit” denir. Taklit, insanı hiçbir bilgiye ulaştırmaz. Ancak dini hükümleri asıllarından çıkarma yeteneğinde bulunmayan kimse, zamanının en bilginini bulup onun fetvalarına uyar. Çünkü Cenâb-ı Hak: “Bilmiyorsanız zikir ehlinden (bilenlerden) sorun.”1315 buyurmuştur. Yalnız birliğin sağlanması için en âlim insanı bulmak gerekir. Âlim de yine vaktinin darlığından dolayı sonucuna ulaşamadığı bir konuda kendisi gibi bir âlimi taklit eder ki bir ibadeti veya hükmü kaçırmasın.”
“Bazı kimseler, Kitap ve sünnete uyanların da mukallit olduğunu söylemişlerdir ama bu doğru değildir. Çünkü Allah, körü körüne babalarının yolundan gidenleri kınamıştır. Peygamberin getirdiklerine uymak taklit değildir. Çünkü Peygamberin getirdikleri, en doğru yoldur. Yüce Allah, Peygamberin diliyle: “Ben size, babalarınızın üzerinde bulduğu (din) den daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yolunu) mu (tutacaksınız)?”1316 âyeti ile Peygamberin getirdiği en doğru yola uymayanları kınamaktadır. Çünkü bunlar, câhil insanların çağlar içinde oluşturdukları gelenekler değil, saf akıldan, soyut ruhtan vahyedilmiş parlak düşüncelerdir.”
“Rabbimiz! Biz, efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar.”1317 âyetinde babalarının sapık yoluna uyarak sapanlar kınanmakta iken, peygamber babalarının dinine uyan Yusuf (a.s.) övülmektedir: “Babalarım İbrahim, İshak ve Yakup’un dinine uydum. Bizim, herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmaya Hakkımız yoktur. Bu (tevhit), bize ve bütün insanlara Allah’ın bir lütfudur, ama insanların çoğu şükretmezler.” 1318
“Kur’an gerçek imanın, ancak birşeyi düşünüp, doğruluğuna kanaat getirmekle elde edileceğini, körü körüne taklidin, kâfirlerin işi olduğunu açıkça belirtiyor. Bundan dolayı mü’minlerin, saplantılarından kurtulup, inançlarını; araştırma, düşünme ve tam kanaat üzerine bina etmeleri gerekir.” 1319
Taklidin karşıtı tahkiktir. Tahkik, hak kökünden gelir. Hak, Kur’an’da en çok geçen kelimelerden biri ve Allah’ın isim-sıfatlarının bir tanesidir. Hak, gerçek, doğru, delile-deneye, akla, bilgiye uygun olan ve bunlar tarafından doğrulanıp desteklenen keyfiyet demektir. Kur’an kendisinin hak üzre geldiğini ve Hakkı getirdiğini söyler.
Bunun zorunlu sonucu, Hakka dayanmayan yani tahkik ürünü olmayan hiçbir şeyin Kur’an’dan onay alamayacağıdır. Kur’an tahkike dayanmayan imana bile değer vermez. Taklide dayanan iman ancak başlangıçta, bir hazırlık devresi için kabul edilebilir. Bunun en kısa zamanda tahkike geçirilmesi şarttır. Gerçek iman eri, kendisine miras kalan taklide bağlı kabulleri paranteze almak ve tahkik süzgecinden geçirdikten sonra bu parantezdeki değerlerin işe yarayanlarını tutup, işe yaramayanlarını kaldırıp atmak zorundadır.
1315] 16/Nahl, 43
1316] 43/Zuhruf, 24
1317] 33/Ahzâb, 67
1318] 12/Yûsuf, 38
1319] S. Ateş, 1/278-279
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tahkikin kısa yoldan ifâdeye konuluşu şudur: Gerçeğe uygunluğunu belirlemek üzere karşıt kavramları da dikkate alarak araştırmak, bilgi ve düşünce süzgecinden geçirerek doğruluğunu ortaya çıkarmak. Bu yapılmadan, peşinen benimsenen keyfiyet ne olursa olsun Kur’an buna bilgisizlik, karanlık ve körlük demektedir. 1320
7- Kitabdan Bildiklerini Gizleyen Âlimler- Karınlarına Ateş Dolduranlar
“Allah’ın indirdiği kitabdan bir şeyi gizleyip de onu bir kaç paraya satanlar (yok mu) işte onlar karınlarına ateşten başka (bir şey) yemiş olmazlar. Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azab vardır.” 1321
Yahûdi bilginleri Tevrat’ta bulunan Hz. Muhammed’e (s.a.s.) dair bilgileri gizlemişlerdir. Bu ümmetten Allah’ın kitabında indirdiği hükümlerden bir şeyi gizleyenler de bu âyetin şümulüne girer. Bu âyette bir istiâre-i temsîliyye vardır. Gizlediklerine karşılık yedikleri rüşvet ve dünyalıklar, bağırsakları parçalayan ve acıklı azab veren ateşe benzetilmiştir. Yediklerinin durumu, yâni müşebbehün bih, müşebbeh yerine istimal edilmiştir.1322 Kitaptan bildikleriyle amel etmeyen Yahûdi âlimlerinin kitap yüklü merkeplere benzetildikleri 96. temsile de bakınız. 1323
Kur’an bu deyimi iki tip insan için kullanır: Yetim hakkına tecavüz edenler (4/Nisâ, 10) ve vahyin beyanlarını basit çıkarlar uğruna saklayanlar ve çarpıtanlar. Verdiğimiz âyette ikinci tip gündeme getirilmiştir. Bunlar, çıkarları uğruna Allah’ın vahyine ambargo koyan din istismarcılarıdır. Kur’an, bu istismarcıların başında Yahûdi ve Hıristiyan din adamlarını görmektedir. Ancak buradaki beyan geneldir. Bu din bezirganları kurdukları sömürü tezgahının gaflet ve bilgisizliğe oturduğunu bildikleri için kitlenin gerçek dini öğrenmesini sağlayacak bilgi ve bilince giden yolları ısrarlı bir biçimde tıkarlar. Bu yoldaki engelleri atmak ve aşmak isteyenleri, kitlenin gözünde karalayıp etkisiz kılmak için, iman ve vicdandan nasibi olan hiçbir canlının tenezzül edemeyeceği çamurlamalara başvururlar. Gerçek din erlerini, kitlenin nefret ettiği veya hoş görmediği ne varsa bunların hepsiyle suçlarlar. İnsanlık değerinden uzak bu sefilliklerini de hiç sıkılmadan Allah’a ve kutsala fatura etmek namertliğini gösterirler. Tarih boyunca, gerçek dinin en büyük musibeti bu sömürü odakları olmuştur.
Anılan âyet ve devamı, bunların mâruz kalacakları hüsran ve karanlığı şu başlıklarla vermektedir:
1) Allah’ın dinini yozlaştırarak elde ettikleri nimetler karınlarına ateş olarak doldurulacaktır.
2) Allah onların yüzüne bakmayacak, onlara acımayacaktır.
3) Onlar güzellik ve aydınlığı verip, karanlık ve sapıklık; bağışı verip azap satın almış talihsizlerdir. 1324
1320] N. Şahinler, s. 27-34
1321] 2/Bakara, 174
1322] el-Âlûsî Şihâbuddin Mahmûd, Rûhu’l-Ma’ânî fi Tefsîri’1-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’ı’l-Mesânî, II, 43, Beyrut, ts,40
1323] Velî Ulutürk, s. 40-41
1324] Kur’an’daki İslâm, s. 406
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 271 -
Yukarıda Kur’an’ın “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip de onu az bir pahaya satanlar” buyruğu ile yahûdileri kasdettiğini söylemiştik. Gerçekten de onlar, yanlarında bulunan kitapta Rasûlullah’ın risalet ve nübüvvetine delil olan niteliklerini saklamışlar, gizlemişleridir. Bunu yaparken de; ellerinden başkanlıklarının gitmemesi ve araplardan elde ettikleri hediyeleri, ikramları kaybetmemek niyeti gütmüşlerdir. Hz. Peygamber’in kendi kitaplarındaki niteliklerini açıklayacak olurlarsa; insanların Hz. Peygambere tabi olup kendilerini terk etmelerinden korkmuşlardır.
Böylece basit şeylerden dolayı gerçeği gizlemişler ve nefislerini bu basit şeylere satmışlardır. Hidâyetten yüz çevirip, Hakka tabi olmaktan uzaklaşıp, Rasûlü tasdik etmeyi ve Allah katından getirdiği gerçeklere inanmayı bu basit şeylere değişmişler, dünya ve âhirette hüsrana uğrayıp kaybetmişlerdir. Onlar hakikati gizlemek karşılığında aldıkları parayı yer iken, karınlarına cehennem ateşini doldurmaktadırlar. Sanki onlar para yemiyorlar da, Cehennem ateşi yiyorlar.
“Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmaz. Onları temize çıkarmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.” Çünkü Allah onlara kızmıştır. Onlar bildikleri halde gerçeği gizlemişlerdir. Bu nedenle gazabı hak etmişlerdir. Onlara kıyâmet günü bakılmaz ve temize çıkarılmazlar. Onların lehinde güzel söz söylenmez, onlar için elim bir azap vardır.
“Gerçeği gizlemek” ne yazık ki bazı müslüman ilim adamlarında da görülür. Böyleleri bazen cimrilikleri ve elde ettikleri üstünlüğe başkalarının ulaşmasını istemediklerinden bildikleri gizlerler. Kimi zaman bildiğini söylememenin sebebi bu bilgi, basamak edilerek, elde edilen mevki ve servettir. Eğer eldeki bilgi başkalarına aktarılacak olursa bu bilgi karşılığında elde edilmiş olan mevki ve servetin elden kaçırılacağından korkulur. Kimi zaman da bazıları şu yüzden bildiklerini açıklamaktan kaçınırlar. Herhangi bir konuda karşısındakinden farklı düşünüyordur veya herhangi bir görüşüne karşı çıkılan gruba bağlıdır. Adam bildiklerini açıklasa karşı tarafa haklılık kazandırıcı bir koz vereceğinden çekindiği için bildiğini saklar, açıklamaktan çekinir. Üstelik karşı tarafın haksız olduğundan, yanlış düşündüğünden emin olmadığı durumlarda böyle yapar.
Din literatüründe “ketmu’l-ilm” veya “kitmânu’l-ilm” denilen bu davranış İslâm âlimlerine göre lânet konusu büyük günahlar içerisindedir. Gerçeği saklamanın dışa iki türlü yansıması vardır. Bunlardan biri: Allah’ın emirlerini, vahyin içeriğini açıklamamak, bir diğeri de: gerçeği/ilmi gizleyerek onu öğrenmek isteyenlere engel olmak veya öğretmekte cimri ve tembel davranmaktır.
Vahyi tebliğ etmemek veya olduğu gibi tebliğ etmemek İslâm dünyasının önemli problemlerinden biridir. Politik, ekonomik, ırksal, bölgesel hesaplar yüzünden çağlardan beri işlenen bu günah, sahibi ve koruyucusu Allah olan İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim’le kitlenin irtibatını büyük ölçüde azaltmıştır. Ortaya İslâm başlığı altında toplanan yığınlarca uydurma ve yalan çıkmıştır. Bu uydurma ve yalanların yaşamasına bağlı yüzlerce zümre ve anlayışın saltanatı vardır. Bu saltanatın yıkılmaması için, Kur’an’ın kitleler tarafından öğrenilmemesi ve dinin vahyin dışındaki kabullerden armdırılmaması, çıkarcıların tek sığınakları halinde yaşatılmaktadır. 1325
1325] N. Şahinler, s. 35-38
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
8- Birbirlerinin Koruyucu Giysisi Olanlar
“Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılınmıştır. Onlar sizin için giysidir, siz de onlar için giysisiniz.” 1326
İslâm’ın ilk dönemlerinde Ramazan gecelerinde karı ile koca arasındaki cinsel ilişkiyi yasaklayan açık bir emir olmamasına rağmen, müslümanlar arasında bunun helâl olmadığı konusunda belirsiz bir inanç vardı ve bazıları hanımlarının yanına vicdanen tedirginlik içinde yatıyorlardı. Bu devam ederse, suç ve günah teşkil eden zihni bir tavrın gelişme tehlikesi ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle Allah, onları, vicdanlarına karşı kötü davranmamaları konusunda uyardı ve vicdanları rahat olarak bu fiili işleyebilmeleri için onu helâl kıldı.
Ramazan’da yeme içme zamanı ile ilgili de bir yanlış anlama vardı. Bazıları yatsı namazından, ertesi gün güneş batıncaya dek yemek ve içmenin haram olduğu görüşündeydi. Bazıları, yatsı namazından sonra uyanık kalındığı sürece yenilip içileceğini, fakat uyunursa, yenilip içilmeyeceğini savunuyorlardı. Bu kendi uydurdukları fikirler nedeniyle, çoğu zaman kendileri zahmet çekiyorlardı. Bu âyette onların yanlış anlamalarını ortadan kaldırıyor ve yeme içme yasağının günün ilk şafağından güneşin batışına; yeme, içme ve cinsel ilişki serbestisinin de güneşin batışından, günün ilk şafağına dek olacağı belirleniyor.
Fakat bizim bu âyette daha çok üzerinde durmak istediğimiz konu başlıkta da verdiğimiz gibi Yaratıcı Kudret’in “kadınların erkekler, erkeklerinde kadınlar için birer giysi/örtü olması” gerçekliğini ortaya koyan ifâdesidir.
Elmalılı, bu benzeşmenin iki noktasını şu şekilde tespit etmektedir:
a) Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsmız. Karı ve koca arasındaki ilişki, elbiselerle beden arasındaki ilişki gibidir. Nasıl bu ikisi birbirine çok yakın, uygun ve aralarında hiçbir şey yoksa, aynı şekilde karı ve koca birbirleriyle çok yakın ilişki içindedirler ve birbirleri için karşılıklı birer sükûnet ve mutluluk kaynağıdırlar.
b) Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi, eşler de birbirlerinin halini gizleyip örter, namusunu koruyarak günahlardan uzaklaştırır.
“Eşlerin birbirlerinin giysisi/örtüsü olması” gerçeğini içeren bu âyet, “cinsel hayatın sırlarının korunmasını” da içine alan anlamlı bir işaret taşımaktadır. Daha öz bir deyişle anlatmaya çalışırsak; eşler, aralarındaki cinsel davranışların açığa vurulmaması noktasında birbirlerine güven vermelidirler. Çünkü cinsel davranışların açığa vurulacağı endişesi ve korkusu eşler arasında soğukluğa ve donukluğa neden olmaktadır. Böyle bir tavır cinsel hayatı olumsuz yönde etkileyebileceği için Allah Rasulü şöyle buyurmuşlardır: “Kıyâmet günü Allah katında insanların en şerlilerinden biri de kendisi karısıyla, karısı da kendisiyle oynaşıp ilişkide bulunduktan sonra karısının sırrını (cinsel davranış özelliklerini) açığa vuran adamdır.”1327
Kur’an’ın -konumuzu aydınlatması açısından- kadın-erkek ilişkisi üzerine dikkatimizi çektiği bir başka âyette Rum Sûresi’ndedir: “Onun âyetlerinden biri de
1326] 2/Bakara, 187
1327] Müslim, K. Nikâh, 2, h. no: 1437
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 273 -
sizin için, kendilerine ısınacağınız ve aranıza sevgi ve rahmet koysun diye nefislerinizden eşler yaratmasıdır. Bunda iyi düşünen bir toplum için elbette âyetler vardır.” 1328
Yaratıcının bir hikmeti gereğince insan, bir tek cins olarak değil, insan olarak birbirine eşit, figür ve form olarak aynı temel formüle sahip, fakat farklı fiziksel yapıya, farklı zihni ve psikolojik niteliklere, farklı duygu ve arzulara sahip olan iki ayrı cins halinde yaratılmıştır. Daha sonra bu ikisi arasında o denli mükemmel bir ahenk yaratılmıştır ki, her ikisi de diğerine mükemmel bir eş olur. Birinin fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları tam anlamıyla diğerinin fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarına karşıt gelir.
Kadın ile erkek arasındaki bu âhenk/düzen Allah tarafından, kadın ve erkeğin birbirlerinin doğal ihtiyaçlarını karşılamaları ve her ikisini birbirlerinde huzur ve sükunet bulmaları amacıyla kurulmuştur. Bu, Yaratıcı’nın bir taraftan insan neslinin devamını sağlamak, diğer taraftan da bir insan medeniyeti meydana getirmek için araç olarak seçtiği mükemmel bir düzendir.
Sevgi, kadın ve erkek arasındaki cazibenin itici gücüdür. Merhamet de, evlilik hayatında yavaş yavaş gelişen, eşlerin birbirlerine karşı nazik, hoşgörülü ve düşkün olmalarını sağlayan duygusal ilişkidir. Öyle ki yaşlılık döneminde cinsel sevgi asgariye düşer ve iki eş birbirine gençliklerinde olduğundan daha fazla bağlı olabilirler. Yaratıcının insanın içine yerleştirdiği bu iki olumlu güç, insanda varolan doğal arzuyu destekler niteliktedir. Bu istek ile arzu sadece huzur ve tatmin arar, böylece kadınla erkeği bir araya getirir. Bundan sonra bu iki güç -sevgi ve merhamet- ortaya çıkar ve birbirlerinden ayrı ortamlarda yetişmiş olan iki yabancıyı o denli birbirine bağlar ki, bu ikisi hayatın bir çok zorluklarına rağmen yaşamaya devam ederler. Milyonlarca insanın kendi hayatında yaşayıp tecrübe ettiği bu sevgi ve merhamet ölçülüp tartılabilen maddî bir şey değildir. Bu iki özellik, ne insan vücudunu oluşturan yapısal elementlere bağlanabilir, ne de bunların ortaya çıkışı ve doğuşu bir laboratuarda incelenebilir. Bunun tek açıklaması Hikmet Sahibi Yaratıcının belirli bir gaye için bu özelliği insanın gönlüne yerleştirmiş olmasıdır İşte kadınla erkeğin birbirlerinin koruyucu giysisi/örtüsü olmasının hikmetini bu çerçevede aramak ve bulmak gerekir. 1329
9- Mü’minlerin Çetin İmtihanları
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte iman edenler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek olmuşlardı, iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” 1330
Bu âyette Hendek savaşı sırasında müslümanların, uğradıkları meşakkat, şiddet, korku, soğuk, açlık gibi çeşitli sıkıntılardan onları teselli etmek üzere, kendilerinden önce geçen mü’minlerin şiddette mesel olmuş halleri kendilerine hatırlatılır. Allah, meseli sonra onların acâib imtihanlarıyla açar: Onların başlarına öyle sıkıntılar gelmiş ki, öyle dara düşmüşler ki, yürekleri oynatan korkularla depreme çarpılmışlar gibi öyle şiddetle sarsılmışlar ki, nihâyet sabırları tükenince, peygamberleri ve onunla birlikte mü’minler “Allah’ın yardımı ne zaman?” demek
1328] 30/Rûm, 21
1329] N. Şahinler, s. 39-43
1330] 2/Bakara, 214
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durumunda kalmışlardır.1331 Allah, tarih boyunca mü’minleri böyle sıkıntılarla denemiş, imanlarını olgunlaştırmıştı.1332 Gâye, mü’minleri tesellî etmek ve onların sabır ve metanetlerini arttırmaktır. Nitekim âyetin sonunda “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır” müjdesi verilmiştir. 1333
10- Çocuk Yetiştiren Ekin Tarlaları
“Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Öz benlikleriniz için önceden bir şeyler gönderin. Allah’tan korkun ve bilin ki, O’na mutlaka ulaşacaksınız. İman sahiplerine müjde ver.” 1334
Türkçe çeviride “tarla” olarak verdiğimiz kelimenin Arapça’daki orijinal karşılığı “hars” dır. Hars; aslında ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, ekilecek tarla anlamına isim de olur ki bu âyette bu manada kullanılmıştır. Bu ifâde ile kadının kadınlık organı bir yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak çocuk da bitecek ürüne benzetilerek sembolize edilmiştir. Ve bununla Allah’ın emrettiği ekin yeri açıklanarak şu sonuca varılmıştır: “Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslüman tohumlan ekip, ürün olarak nesil/döl yetiştireceksiniz. Öyle ise tarlanıza -tarla anlamı unutulmamak ve ekin yerinden olmak şartıyla- dilediğiniz taraftan, cinsellik noktasında hangi pozisyonda isterseniz gidiniz. “
Allah kadınları sadece erkeklerin hoşça vakit geçirmesi için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddidir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için de gider. Aynı şekilde bir erkek de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşmalıdır. Allah’ın kanunu tarlanın ekilme metoduyla ilgilenmez; fakat, çiftçiden ekmek için başka yere değil, kendi tarlasına ve üretim için gitmesini ister.
Âyetin iniş nedeni olarak bir çok olay rivâyet edilmiştir. Biz bu rivâyetlerden sadece ikisini konunun daha iyi anlaşılması için vereceğiz.
a) Buhari’de yer alan bir ifâde: Yahûdiler: “Eğer kişi karısıyla arka taraftan cinsi ilişkide bulunursa çocuk şaşı olur” derlerdi. Bunun üzerine, “kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın” âyeti nazil oldu.
b) Mü’minlerin annesi Hz. Hafsa’ya bir kadın gelerek; “Benim kocam bana yüzüstü ve arkaüstü yaklaşıyor. Ben bundan hoşlanmıyorum” demişti. Durum Rasûlullah (s.a.s.)’e ulaşınca şöyle buyurdu: “Aynı noktadan olursa bunda bir sakınca yoktur”.
Yine Hz. Câbir’den gelen bir hadiste de Efendimiz (s.a.s.): “Hayâ ediniz. Şüphe yok ki Allah haktan hayâ etmez. Kadınlara arka yoldan yaklaşmanız helâl değildir.” buyurmuştur.
Hüseyin Hatemi de “Kadının Çıkış Yolu” adlı kitabında Garaudy’nin “tarla” simgesini yanlış anlayarak, kadının cansız bir nesne gibi gösterildiğini sanması üzerine şu açıklamalarda bulunur: Oysa kadınlar giysileriniz gibidir, siz de onlara giysi hükmündesiniz simgesinde nasıl gocunacak bir şey yoksa, burada da yoktur. “Tarla” simgesinin kullanılması, “livâta” gibi çirkin bir fiilin nezih bir ifâde
1331] Âlûsî, II, 103; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 355-356
1332] S. Ateş, s. 32
1333] Ş. Mansûr, s. 1-98; Velî Ulutürk, s. 41
1334] 2/Bakara, 223
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 275 -
ile yasaklanabilmesi içindir. Allah bu simgeleri kullanır, bunlarda bir hikmet vardır.1335 Önemli olan, bu simgenin niye kullanıldığını kavrayabilmektir. Aksi takdirde, birisine “güvercinim!” diye hitap edilmiş olmasından da meselâ “kuş beyinli!” sövgüsü çıkarılabilir. 1336
Verdiğimiz âyette yer alan “Ve kaddimu lienfüsiküm” yani “nefisleriniz için öne alın” veya “kendiniz için önceden iyi ameller gönderin” şeklinde Türkçeye çevrilen bu ifâdede “neyin öne alınması gerektiği açıklanmadığından” müfessirler bu konuda farklı yorumlarda bulunmuşlardır.
Arapça kelimeler çok geniş anlamlıdır. Bu ifâde; soyunuzun devam etmesi için çocuk yapmalısınız anlamına gelebilir. Aynı zamanda şu anlamada gelebilir: Çocuklarınızı doğru yolda yetiştirebilmek için birçok zorluğa katlanmalısınız. Bu âyette iki anlam da kastedilmiştir. Bu nedenle ikinci âyette mü’minler, bu vecibeleri yerine getirmediklerinde cezalandırılacakları konusunda uyarılıyorlar. 1337
“Ve kendiniz için önceden iyi ameller gönderin” âyeti İbn Abbas’ın yorumuna göre şu anlama da gelebilir: “Göndermeniz gereken sâlih amellerdir. Bu ise Allah’ın size yasaklamış olduğu davranışların karşıtı olan amellerdir. Ya da “önceden gönderilmesinden” kasıt çocuk istemek yahut ilişki sırasında besmele getirmek veya ilişkiden önce öpüşmek ve sevişmek kastedilmiş olabilir.”
Ali Rıza Demircan da “İslâm’a Göre Cinsel Hayat” kitabında üzerinde durduğumuz âyet konusunda şunları söylemektedir: Âyette üreme organından ilişki konu edildiği için Taberi gibi bazı müfessirler Allah Rasûlü’nün ilişkiden önce besmele çekilmesi ve şeytandan Allah’a sığınılması şeklindeki emirlerinden yararlanarak öne alınması gerekenin “besmele ve şeytandan Allah’a sığınmak” olduğunu ileri sürmektedirler. Allah Rasûlü sevişmeksizin ilişkiyi yasakladıkları için biz de aynı metodu izleyerek buna “sevişmenin öne alınması” gerçeği nüktesine de işaret ediyoruz. Yine âyette geçen “El-mü’minun” kelimesinin elif lamlı olması, müjdelenen mü’minlerin âdet hali temasından ve ters yoldan ilişkiden kaçınarak yalnızca üreme organından yaklaşan ve öne alınması gerekenleri (besmele, duâ ve sevişme) öne alıp İlâhî huzurda hesaba çekilecekleri gerçeğini bilen takva sahibi mü’minlere işaret buyurmak içindir. 1338
Allah Rasûlü (s.a.s.) sözlü ve fiili sünnetiyle cinsel ilişki öncesinden sevişmeye teşvik buyurmuştur. Bir hadiste bu şöyle ifâde edilmiştir: “Hiç biriniz eşiyle hayvanlar gibi -sevişmeksizin- cinsi münasebette bulunmasın. Arada bir elçi bulunsun.” Soruldu: “Ya Rasulallah! Sözünü ettiğiniz elçi nedir?” “Aşk fısıltıları ve öpüşmedir.” 1339
11- Mallarını Allah Yolunda Harcayanların Hali, Yedi Başak Bitiren Bir Tohum Gibidir.
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, her başağında yüz dâne olmak üzere yedi başak veren bir tohumun hali gibidir. Allah dilediğine kat kat verir, Allah ihsânı bol olan, Hakkıyla bilendir.” 1340
1335] 2/Bakara, 26
1336] Hüseyin Hatemi, Kadının Çıkış Yolu, s. 184
1337] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, c. 1, s. 175
1338] Ali Rıza Demircan, İslâm’a Göre Cinsel Hayat, s. 23-24
1339] İhyâ, Nikâh, 2/64; N. Şahinler, s. 44-48
1340] 2/Bakara, 261
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu âyette ihlâs ile Allah yolunda harcanan malın, âhirette bîre yedi yüz ve hatta Allah’ın dilediği kadar kat kat sevap getireceği, bir tanede yedi başak temsîliyle anlatılmıştır. Amellerin ihlâs derecesine göre bu verimlilik farklılık gösterir.1341 Bu temsille, manevî bir mefhûm olan ecir ve sevap, insanların gözleri önüne dikilmiş oluyor.1342 Bazen bu mükâfat, yedi yüz bine veya milyona kadar varır. Allah’ın dilemesine sınır yoktur. 1343
İlâhî ilkelere uygun şekilde ve Allah rızası için harcanan her şey, kişinin kendi ihtiyaçları veya akrabalarının ihtiyaçları için, kamu yararına veya İslâm’ı tebliğ için, ya da cihad için harcanmış olan her şey, Allah yolunda harcanmış demektir.
Âyette geçen “İnfak” deyimi, Kur’an’ın vücud vermek istediği mükemmel insanın en belirgin özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Az veya çok, birşeyleri kendisinden başkalarına aktarmayan insanda hayır görmeyen Kur’an, infakı imanın, sevginin belirgin özelliği olan bir paylaşım ruhu olarak ortaya koymaktadır. İnfak, bir paylaşım ahlakıdır. Bu paylaşım, ölümsüz Ragıb el-İsfahani’nin en güzel deyimiyle “maldan olabileceği gibi, başka değerlerden de olabilir.” Önemli olan, insanın sahip bulunduğu maddesel ve ruhsal tüm imkânlardan başkalarını yararlandırmasıdır. İnsan “gece ve gündüz, gizli ve açıktan” sürekli infak sergilemelidir. 1344
Âyetin anlatım düzeninden akla ulaşan ilk mana, matematik bir işlem ile bir tanenin yediyüz taneye kadar artmasıdır. Ancak daha üst ve derin bir boyutta düşünüldüğünde âyetin ifâdesinde canlı bir hayat tablosu ortaya çıkmaktadır. Evet, diri bir tabiat… Bol bol tane veren bir bitki… Sonra bitkiler dünyasından gâyet tuhaf bir manzara… Yedi başak taşıyan bir dal. Ve her başağın içerisinde gizlenmiş yüz tane!.
İlerleyen ve gelişen hayat çizgisini anlatan kelimelerin yanısıra âyet insanların vicdanına dönüyor. Ve insanları sadaka ve yardıma dâvet ediyor. Gerçekten sadaka veren kişi vermiyor, aksine alıyor. Verdiği malı eksilmiyor, aksine çoğalıyor. Ve böylece gelişen, artan sadaka dalgaları hızla ilerliyor. Tohum ve verdiği ürün sahnesinin coşturduğu hayır duyguları kat kat artıyor.
Allah’ın sınırsız kaynakları olduğu ve O her şeyi bildiği için, kişi Allah yolunda harcarken ne kadar samimi ve istekli olursa, Allah’tan göreceği mükâfat da o denli büyük olacaktır. Kişi, bir tohumdan yedi sekiz yüz tane üreten Allah’ın, yapılan iyilikleri de yedi yüz misli ile mükâfatlandırmaya kadir olduğuna kesinlikle inanmalıdır.
Bu gerçeği gözler önüne serdikten sonra, bu bağlamda Allah’ın kaynaklarının sınırsız olduğunu ve O’nun yapılan işleri hakettikleri ölçüde mükâfatlandırabileceğini göstermek ve O’nun her şeyi bildiğini, neyin hangi niyetle harcandığından habersiz olmadığını göstermek amacıyla, Allah’ın iki sıfatı özellikle zikredilmiştir. Bu nedenle kişinin hakettiği mükâfatı kaybetmesi söz konusu değildir.
“Yedi başak veren bir tohum’a” benzetilen “İnfak”ın Kur’an tarafından
1341] Beyzâvi, I, 137
1342] Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 393
1343] Hakim Tirmizî, s. 5; Velî Ulutürk, s. 42
1344] Bakara: 2/274
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 277 -
belirlenen ilkelerini şöyle tesbit edebiliriz:
1) İnfakta işe en yakınlardan başlamak gerekir. Yakınlıktan maksat ikidir: Önce bize kan bağıyla yakın olanlar dikkate alınacaktır.1345 Bir insanın kendi anası, babası, çocuğu, yeğeni, halası, teyzesi vs. perişanlık içinde iken, onun başkalarına cömertlik gösterisi yapması, çıkar hesaplarına yönelik bir riyâkarlıktır. Kur’an bu riyâkarlığa engel olmak istemiştir. İkincisi, yaşadığımız çevredeki insanlar öne alınacaktır. Kendi mahallesinde, köyünde, kentinde, ülkesinde muhtaç insanlar kol gezerken uzak diyarlara, yabancı ülkelere yardım romantizmine tutulmak dengesizlik ifâde eden bir aktörlüktür. Kısacası, önce kendi akrabalarımızın muhtaçlarını, ikinci olarak da kendi ülkemizin muhtaçlarını dikkate almak borcundayız.
2) İnfak edileni başa kakmamak: 2/Bakara, 262. âyete göre, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazandıracak infak, bu demektir ki, hayata ve insana hayır getirecek infak, başa kakma ve horlama aracı yapılmayan infaktır. Aynı sûrenin 263. âyetine göre: “Güzel bir söz ve affetmek, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha iyidir.” Bu ölçüler içinde yapılan infak, Allah katında yüzler, hatta binlerle ödüllendirilir. 1346
3) İnfak bir saçıp savurma gösterisi olmamalıdır. 25/Furkan, 67. âyet Kur’an’ın infak konusunda da israftan uzak durmayı esas aldığını göstermektedir.
4) İnfak riyâ için yapılmamalıdır. Riyâkârlıkla infakta bulunanlar, Allah’a ve ölüm sonrasına gerçekten inanmış insanlar olamazlar.1347 2/Bakara, 272’ye göre infak, “yalnız ve yalnız Allah rızası için olacaktır.”
5) İnfak, sevilen şeylerden yapılmalıdır. Çöpe atılacak şeyleri başkalarına vermek infak değildir. 3/Âl-i İmrân, 92. âyet, zafer ve mutluluğu, sevilen şeylerden infak etmeye bağlamıştır. Şu âyet-i kerime, bu ilkeyi şöyle tamamlamaktadır: “Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nimetlerin iyilerinden infak edin. Kendiniz göz yummadan almıyacağınız kötü şeyleri başkalarına vermeyin.” 1348
6) Allah yolundan ayrı koymak için yapılan infakın insanlığa hiçbir hayrı dokunmaz. 1349
7) İnfakta, ihtiyacını, yoksulluğunu ortaya koymaktan çekinen, iffet ve onûruna çok düşkün kişileri bulup öne çıkarmak, iman ve hizmet erlerinin görevidir. Şu âyet, bu konuda çok duygulandıncı bir ifâde kullanmaktadır: “İnfak, öncelikle şu yoksullara özgülenmelidir ki, Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. Yeryüzünde gezip dolaşamazlar. Onur ve utangaçlıklarından dolayı, kendini bilmezler onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip insanlardan istemezler onlar.” 1350
12- Gösteriş îçin Hayra Mal Sarfedenlerin Hali, Üzerinde Biraz Toprak Bulunan Kaya Gibi Olanlar
“Ey îman edenler! Allah’a ve Âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını
1345] 2/Bakara, 215
1346] 2/Bakara, 261
1347] 2/Bakara, 264
1348] 2/Bakara, 267
1349] 8/Enfâl, 36
1350] 2/Bakara, 273; Kur’an’daki İslâm, s. 448-449; N. Şahinler, s. 49-53
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunan şu kayanın durumu gibidir ki, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. (Böyleleri) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah inkâr eden kimseleri doğru yola eriştirmez.” 1351
Bu âyetteki temsilde, riyâ için malını harcayan kimse, müşebbehdir. Müşebbehün bih ise, kaypak kayadır. Üzerine kuvvetli bir yağmur inince, üstündeki az bir toprağı da alıp götürdüğü gibi, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp Allah rızası için malını sarfetmeyen kimsenin kıyâmet gününde elinde avucunda hiç bir şey kalmayacaktır. Şu halde iyilikleri, gösterişle, minnet ve ezâ ile değil, ihlâs ile yapmalıdır. 1352
Riyâ, Kur’an’da isim ve fiil halinde 5 yerde geçer. Sayı fazla değildir. Kur’an riyâya öylesine ağır ve şiddetli bir negatif mana yüklemiştir ki, riyâkar otamatik olarak din dışı ilan edilebilmektedir. Bu mânâ şiddeti, tekrara lüzum bırakmaz. Ancak, münâfıklığın bütün negativitelerinin aynı anda riyâ için de geçerli olduğunu unutmamalıyız.
Riyâ, Mâun Sûresi’nin açık beyanına göre, örtülü bir din inkârı, yani dinsizliktir. Ve en kötü dinsizliktir. Çünkü sinsi ve kahpe bir tahripçidir. İnkârın en kuduz şubesi münâfıklık, münâfıklığın en zehirli yanı riyâdır. Bu yüzden riyâ, Son Peygamber tarafından gizli şirk olarak adlandırılmıştır.
Riyâda, Allah’ın görmesi için sergilenen fiil, kul görsün diye sergilenir ve Allah’tan beklendiği söylenen sonuç kuldan beklenir. Bu demektir ki, riyâda iki başlı bir yalan saklıdır. Riyâkar, Allah için sergilediğini söylediği fiili kullar için sergileyerek bir yalan, Allah’tan beklediğini iddia ettiği karşılığı kullardan bekleyerek bir başka yalan içine girmiş durumdadır. Bu, tam bir kişilik çöküntüsü ve ruhsal iflastır.
Allah’a giden yola en amansız pusuyu kuran ve dini içinden yıkarak insanlığı kaosa ve onursuzluğa mahkum eden bir numaralı illet, riyâkarlıktır. Bütün erdirici ve yaratıcı atılımların belini kıran ve insanoğlunu hiçliğe esir ederek ömür sermayesini boşa harcatan kahredici bir beladır riyâkârlık… Bu belaya çarpılmış birey ve toplum kalıcı, huzur ve mutluluk getirici hiçbir değer üretemiyor. Çünkü riyâ, güzeli ve iyiliği öldürmekle kalmaz, güzele ve iyiye yönelik ümitleri de mahveder. 1353
İbn Hacer, riyânın en kötüsünün imanda riyâ olduğunu ve bunun da Kur’an’da münâfıklık diye anıldığını söylemektedir. İşte yukarıda verdiğimiz âyette örnek gösterilen ve iman edenleri sakındırmaya yönelik davranış biçimi münâfıklıktır. Bu âyet, açıkça münafığın Allah’a ve âhiret gününe inanmadığını vurgulamaktadır. Onun diğer insanlara göstermek için harcaması, onun mükâfat istediği ilâhın -Allah değil- insanlar olduğunu göstermektedir. Bir münâfık Allah’tan hiçbir mükâfat beklemez ve bir gün bütün amellerini değerlendirip cezâ veya mükâfatla karşılaşacağına da inanmaz.
Bu örnekte yağmur, cömertlik ve harcamaktır (infak). Yağmurun düştüğü
1351] 2/Bakara, 264
1352] Ş. Mansûr, s. 225-226; Velî Ulutürk, s. 43
1353] Öztürk, İslâm’da Büyük Günahlar, s. 97
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 279 -
sert ve çıplak kaya ise bu harcamada güdülen kötü niyettir. İnce toprak tabaka ise kötü niyetini saklayan ve harcamayı iyi gösteren sözde fazilettir. Her ne kadar yağmur yağarak bitkileri büyütüyorsa da, eğer üzerinde ince bir toprak tabakası olan bir kayaya düşerse, üstündeki toprağı akıtıp kayayı çırılçıplak bırakarak, gerçekte, o kayaya zararlı olur. Aynı şekilde cömertlik ve eliaçıklık, fazileti geliştiren bir güç olmasına rağmen iyi niyetle yapılmadığı zaman fazileti geliştirmez. Bu şartlar olmaksızın infak edilen servet, aynen, üzeri ince bir toprak tabakası ile kaplı çıplak kayaya düşen yağmur gibi boşa gitmiş olur.
Bir kimse imanın bahşettiği huzur ve saadetten habersizse, onun bu riyâ örtüsüne bürünmüş kaskatı kalbi “üzerinde toprak bulunan kaya” gibidir. Yumuşaklıktan ve bitkiden eser bulunmayan bir taş parçası. Katılığını gizlemek için üzeri hafif bir toprakla örtülmüş. Tıpkı iman nûrundan mahrum kalplerin katılığını riyânın örtüp kapattığı gibi.
“Şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde onu katı bir taş halinde bırakır,” şiddetli yağan yağmur o kaskatı kayanın üzerindeki toprağı da silip süpürür. Ve kaskatı kaya apaçık meydana çıkar. Ne bir bitki var üstünde, ne de bir meyveden eser… İnsanlara gösteriş için malını infak eden kalpler de aynen o kaya gibidir. Ne hayırlı bir semere verir, ne de âhirette bir sevaba ulaşır.
Âyette sözü edilerek kaçınılması istenen “iyiliği başa kakmak”; yapılan yardım verilen destek ne ölçüde büyük olursa olsun, Kur’an nazarında bir hiçtir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de insanı bu hassas konuda uyarırken şöyle diyor: “Sizi iyilik yapıp da başa kakmaktan uzak durmaya çağırırım. Bunu yapmak, Allah’a şükrü siler süpürür, iyilikten beklenen karşılığı yok eder.” Önderimiz Peygamberimiz böyle insanlara Allah’ın rahmet nazarıyla bakmayacağını da bildirmiştir.
İnsanoğlu hep iyilik yapılandan teşekkür beklemek gibi bir egoizmi yaşatmıştır. İyilik yapmış olma bahtiyarlığına ulaşmamızı sağlayanlara siz neden teşekkür etmiyorsunuz? İnsan onûruna ve akla yakın olan tavır bu değil midir? Kur’an bu noktada şöyle konuşuyor: “Allah’ın kulları.. Yoksula, yetime, esire gönülden bir istekle, sevdiği yemeği yedirirler. Ve şöyle derler: Biz size, sadece Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık bekliyoruz, ne de bir teşekkür.” 1354
Konuyu Hz. Mevlana’nın, gözü aldatan dışla, fark edemediğimiz öz ilişkisine dikkat çekerken kullandığı bir deyişle noktalıyalım: “Bir gün cevizler kırılır ve kabuğun içinde bir öz taşıyanlardan başkası helâk olur.” 1355
13- Allah Rızâsı için Mallarını Sarf Edenlerin Hali, Yüksek Tepedeki Bahçe Gibidir
“Allah’ın rızasını kazanmak ve kalplerindeki (îma)nı sağlamlaştırmak için mallarını sarf edenlerin hali, bir tepede bulunan, bol yağmur aldığı zaman yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah yaptıklarınızı görür.” 1356
Bu temsil de de Allah Teâlâ, kendi rızası için malını harcayanların halini yaylada bulunan bir bahçeye temsil etmiştir. Onların Allah rızası için az veya çok
1354] 76/İnsan, 6-8
1355] N. Şahinler, s. 54-58
1356] 2/Bakara, 265
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
harcamalarını, kuvvetli yağmura veya yağmur çisentisine benzetmiştir.1357 Onların asıl verimini sağlayacak olan ise tarlanın özündeki cevher, yani malını harcayan mü’minin kalbindeki ihlâsdır. Onların kalplerine iman ve Allah rızasının yerleşip kökleşmesidir.1358 Bu meselden elde edilen fayda, Allah yolunda ihlâs ile mal sarfetmeye teşviktir. 1359
Âyet, daha önce işlediğimiz konunun tam tersi bir örnekle başlıyor. Artık karşımıza malını insanlara gösteriş olsun diye değil de, Allah’ın rızasını kazanmak ve imanının samimi bir yansıması olarak infak eden bir davranış biçimi çıkıyor. Bu davranış imandan coşup gelmekte ve kökleri ta vicdanın derinliklerine inmektedir.
Riyâ ile perdelenmiş katı bir kalbi, üzerinde az bir toprak yığını bulunan kaskatı bir kaya temsil ettiğine göre, inanmış kalbi de cennetin temsil etmesi gerekir. Evet, üzerinde bir avuç toprak bulunan kayaya karşılık mü’min kalbi de üzerinde toprak yığını bulunan yemyeşil bir bahçe gibidir, şiddetli bir yağmur bu bahçenin toprağını götürmek yerine tam aksine verimini arttırıyor ve yemişlerini iki katına çıkarıyor.
Bol yağmur olmasa da bir çisinti bile bu bahçeye yeter. Sağnak yağmur, en iyi niyetlerle ve samimiyetle yapılan infaktır. Yağmur çisintisi ise samimi olmasına rağmen, birincisinde olduğu gibi duygu derinliğine ve yoğunluğuna sahip olmayan infaktır. İşte mü’minin ameli de böyledir. Az olsun, çok olsun asla boşa gitmez. Allah onu kabul eder, çoğaltır ve güzel amel işleyen herkesin amelini niyetine göre arttırır. Çünkü Allah kullarının tüm işlediklerini görmekte ve hiçbir şey O’na gizli kalmamaktadır.
Bu gerçeği ortaya koyan ve Allah’ın ilminin inceliğini ve kapsayıcılığını, İlâhî kudretin enginliğini ve hesap konusundaki adaletini canlı olarak vurgulayan bir başka âyet te şudur: “Oğulcuğum, işlediğin bir şey hardal tanesi kadar da olsa bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah Latif’dir. Habir’dir.” 1360
14- Amellerinden Fayda Görmeyeceklerin Hali
“Hangi biriniz, kendisi ihtiyarlamış ve çocukları da âciz ve güçsüz iken altlarından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin, ateşli bir kasırga vurup yanmasını ister, işte Allah size düşünesiniz diye âyetlerini böyle açıklar.” 1361
Bu âyetteki temsil, bir anlayışa göre, iyi amellerini Allah rızası için işlemeyen, işlediği amele en çok ihtiyaç duyacağı kıyâmet gününde ameli boşa giden kimsenin uğrayacağı hasretli halini gözler önüne serer. 1362
Süddî’den, infâk eden; fakat infakını iptal ederek riyâ ve başa kakma (minnet) gibi davranışlarda bulunup kıyâmet günü ona şiddetle ihtiyaç duyduğu
1357] Ş. Mansûr, s. 225-226; Beyzâvî, I, 139
1358] Hakim Tirmizi, s. 6
1359] Ş. Mansûr, s. 230; Velî Ulutürk, s. 42-43
1360] 31/Lokman, 16; N. Şahinler, s. 59-60
1361] 2/Bakara, 266
1362] Zemahşerî, Keşşaf, I, 395
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 281 -
zamanda elini boşa çıkaracak kimsenin haline temsil olduğu rivâyet edilmiştir. 1363
İbn Abbas’dan rivâyet de şöyledir: Hz. Ömer (r.a.): “Bu âyetin kimin hakkında indiğini düşünürsünüz?” demiş. Ashâb: “Allah bilir,” demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer kızmış ve: “Biliyoruz veya bilmiyoruz, deyin” demiştir. Ibn Abbas da: “Kalbimde o hususda bir şey var, mü’minlerin emîri,” deyince, Hz. Ömer (r.a.): “Söyle yeğenim, kendini küçük görme,” demiştir. Bunun üzerine îbn Abbas (r.a.): “Bu bir amel için darbedilmiş bir meseldir,” demiş. Hz. Ömer: “Hangi amel?” deyince, Ibn Abbas (r.a.): “Allah’ın tâatında amel işleyen zengin bir adam için,” şeklinde cevap vermiştir. Sonra “o adama Allah şeytanı göndermiş, o da amellerini batırıncaya kadar günah işlemiş,” diyerek sözlerini tamamlamıştır. 1364
15- Cehennem Odunları veya Ateşin Yakıtları
“Küfre sapanlara gelince, ne mallan ne de çocukları onlara Allah’a karşı hiçbir yarar sağlamayacaktır. Onlar, işte onlar, ateşin yakıtıdırlar.” 1365
Gerek Kur’an’ın ve İslâm’ın özünün, gerekse insanların iman edip etmeme noktasında gösterdikleri farklılığın anlaşılması açısından en önde gelen kavramlardan bir “Küfr” dür. Kur’ân-ı Kerim’de “küfür” terimi ve türevleri pek çok âyette geçer ve imansız kimselerin nitelikleri, karşı karşıya bulundukları tehlikeler açıklanır. Küfrün temelinde aynı şirkte olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma ve bencillik vardır. Küfür; Allah’ı Hakkıyla tanımamak, O’nun verdiği nimetlerin O’ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek/ gizlemektir.
Küfre sapanlar, sahip oldukları yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah’tan olduğunu unutur, bunları kendi nefsine malederek Yaratıcı’ya şükür etmezler. Yine onlar, Allah’ın Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını, Âhireti, melekleri, Peygamberlerin Allah’tan getirdiği esaslardan birini veya bir kaçını kabul etmezler. Bazılarıysa, “peygamber Allah’tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklardan bazılarını yerine getirmez. Getirmediği gibi bu emir ve yasakların üzerine bir örtü çeker ve onları artık yok sayar. Kâinatın yaratılışını, meydana gelen olayları raslantı, zorunluluk gibi bir takım hayali etkenlere bağlar. Sonunda ise bu davranışları yüzünden kalpleri örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez ve dilleri Hakkı söylemez hale gelir.
İşte verdiğimiz bu âyette Kur’an, küfre sapanların sonunun cehennem olduğunu, onları malları ve çocuklarının kurtaramayacağını söylüyor. Mal ve çocuğun himaye edici, koruyucu özellikler taşıdığı bir gerçektir. Fakat, geleceğinde şüphe bulunmayan bir günde bunlar hiçbir fayda sağlamayacaktır. O günün geleceği ise kesindir, O gün kâfirler “ateşin yakıtları” olacaklardır. Böylece bu ifâde, onları bütün insanlık vasıflarından soyup “odun, ağaç ve diğer yakılacak maddeler” şeklinde nitelendirmektedir.
Kur’an’da, küfre sapanların veya başka bir ifâdeyle kâfirlerin “Cehennem odunu” veya “ateşin yakıtı” olduğu gerçeğini ortaya koyan başka âyetler de vardır. Örneğin: “…Korkun o ateşten ki yakıtı insanlar ve taşlardır. Küfre sapanlar için
1363] Âlûsî, III, 38
1364] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 319, Beyrut, 1969; Velî Ulutürk, s. 44-45
1365] 3/Âl-i İmran, 10
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hazırlanmıştır o.”1366; “Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” 1367
Konuya katkısı olması açısından Abbasi halifesi Harun Reşid’in kardeşi Behlül’e ait olduğu rivâyet edilen ve içinde hikmet unsurları taşıyan bir kıssa şöyledir:
Meczup tavırlarıyla tanınan Behlül’e bir gün nereden geldiğini sorarlar. O da: “Cehennem’den geliyorum, ateş almaya gitmiştim.” der. Bu cevap üzerine, “Peki aldın mı?” diye alay yollu tekrar soranlara Behlül: “Hayır! Cehennem’de ateş bulamadım. Oraya herkes ateşini kendi getirir.” karşılığını verir.
Son sözü söylemek gerekirse “Nûr” için yaratılmış olanların “Nâr’a” yakıt olmamaları kendi özgür iradelerine verilmiş bir seçimdir. İnsanların Cennet’e gitme özgürlükleri olduğu gibi Cehennem’e gitme özgürlükleri de vardır. Ama unutulmamalıdır ki merhamet sahibi Allah’ın rızası Cennet’e girmek isteyenlerden yanadır. 1368
16- Hz. İsâ ve Hz. Âdem (a.s.)’in Durumları
“Allah katında İsa’nın durumu, kendisini topraktan yaratıp, sonra “ol” demesiyle olmuş olan Âdem’in durumu gibidir. (Bu) Rabbinden gelen gerçektir. Öyle ise şüphelenenlerden olma.” 1369
Bu meselde açıkça görüldüğü gibi, Hz. İsâ’nın (a.s.) sıfatı -ki o da babasız, “kün” (ol) emriyle oluşudur- Hz. Âdem’in anasız ve babasız yine “kün” (ol) emriyle topraktan yaratılışına benzetilmektedir. İsa’nın (a.s.) garîb hali, Âdem’in (a.s.) haline temsil edilmiştir. Bu temsilin faydası şudur: Hristiyanlar İsâ’daki (a.s.) garib haller yüzünden (hâşâ), onu Allah, Allah’ın oğlu, üçün üçüncüsü gibi iddialarla ulûhiyyete nisbet etmişlerdir. Allah, bu temsille, Hz. İsa’dan daha garib ve şaşılacak bir şekilde, babası da olmaksızın, Hz. Âdem’i topraktan yaratmış olduğunu bildirir.1370 Böyle iken o da Allah’ın kuludur ve bundan hiç şüphe etme. Ey Peygamberim, seninle daha da tartışacak olurlarsa, bundan sonraki âyetin gereği olarak, onları “mübâhele”ye (karşılıklı lânetleşmeye) çağır. 1371
17- Allah’ın İpine Sarılanlar
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar.” 1372
“Allah’ın ipi” O’nun tarafından belirlenen hayat tarzıdır. O bir “ip”tir, çünkü mü’minlerin Allah’la ilişkilerini sağlam tutar ve aynı zamanda onları birbirine bağlayıp, bir toplum halinde birleştirir. Hz. Peygamber Kur’an’ı “Allah’ın gökten
1366] 2/Bakara, 24
1367] 66/Tahrîm, 6
1368] N. Şahinler, s. 61-63
1369] 3/Âl-i İmrân, 59-60
1370] Ş. Mansur, s. 111-112; Beyzavî, I, 164
1371] Velî Ulutürk, s. 45
1372] 3/Âl-i İmran, 103
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 283 -
yere uzanmış ipi” olarak tanıtmıştır. Buna göre Allah’ın ipine sarılmak bir anlamda Kur’an’a sarılmaktır.
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın” ifâdesi, müslümanların Allah’ın yoluna en büyük önemi vermeleri, dini, tüm ilgilerinin merkezi yapmaları ve onu yaymak için güçlerinin sonuna kadar çabalayıp, ona hizmette işbirliği yapmaları anlamına gelir. Bu ipi gevşettikleri ve onun ana prensiplerinden uzaklaştıkları anda bölücülükten şikâyet etmeye başlayacaklar ve daha önceki peygamberlerin kavimleri gibi bölümlere ve alt bölümlere ayrılacaklardır. Bunun bir sonucu olarak, geçmiş peygamberlerin ümmetleri bu dünyada da, âhirette de rezil olmuşlardır.
Verdiğimiz âyet dolaylı bir ifâdeyle, birliği ve kardeşliği bozmayı, yani Allah’ın kitabına sarılmamayı “ateşten bir çukurun kenarına gelmek” olarak nitelendirmektedir. İnsanlar arasında düşünce ayrılıklarının olması doğaldır. Bu, Allah’ın yasası gereğidir: “Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilâf edip durmaktadırlar.” 1373
Allah insanları zekâ, düşünce ve yetenek bakımından farklı yarattığına göre onlar arasında düşünce ayrılıklarının olması da doğaldır. Fakat bu ayrılıkların, düşünce ölçüsünde kalması, büyüyüp düşmanlığa dünüşmemesi gerekir. Çünkü düşünce farkı, bir ölçüde insanları rekabete, ilerlemeye sevk ederken; bunun büyüyüp düşmanlığa dönüşmesi yıkıcı olmaktadır. İşte düşünce ayrılıklarını sınırlamak, düşmanlık sınırına vardırmamak için herkesin Allah’ın sınırlarında durması, Allah’ın kitabına sarılması, o genel prensiplerin dışına çıkmaması gerekir. İnsanlar o genel prensipler içinde kaldıkça dost olurlar. Aralarında bazı düşünce ayrılıklarının olması; birbirlerini sevmelerine, anlayışlı davranmalarına engel olmaz.
İslâm’dan önce Arap kabileleri düşman kamplara bölünmüştü ve bu kamplar incir çekirdeğini doldurmaz nedenler için savaş yapıyorlardı. İnsan hayatı kudsiyetini kaybetmişti ve insanlar vicdansızca öldürülüyordu. Eğer İslâm lütfedip onları kurtarmasaydı, düşmanlık ateşi tüm Arabistan’ı yakabilirdi. Bu lütuf, bu âyetlerin nazil olduğu dönemde Medine’de elle tutulur bir şekilde gözlenebiliyordu. Yıllardan beri birbirine düşman olan Evs ve Hazreç kabileleri İslâm’ı kabul ettikten sonra birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Sadece bununla da kalmamış, tarihte hiç eşine rastlanmayacak bir şekilde Mekke’de gelen muhacirlerin rahat etmesi için emsalsiz fedâkârlıklar yapmışlardı.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Kur’an ile, düşmanlarına karşı cesur, şiddetli; birbirlerine karşı şefkatli, birbirlerini seven ideal bir toplum kurmuştu. Kur’an her zaman böyle bir toplumun kurulmasını sağlamaya kadirdir. Yeter ki insanlar onun genel prensiplerine gönülden sarılsın, o prensiplerin dışına çıkmasınlar. 1374
18- Kâfirlerin Amelleri Fayda Sağlamayacaktır- Kavurucu Soğuk Bir Rüzgâr
“O inkâr edenlerin ne malları, ne de evladları kendilerine, Allah’a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar ateş halkıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu dünya hayatında sarfettikleri şeylerin durumu, tıpkı kendilerine zulmeden kimselerin ekinlerini vurup (onları) mahveden dondurucu rüzgârın durumu gibidir. Allah onlara zulmetmedi, onlar
1373] 11/Hûd, 118
1374] N. Şahinler, s. 64-66
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerine yazık ettiler.” 1375
Bu temsilde, müşebbeh, kâfirlerin bu dünya hayatında sâlih amel diye yaptıkları harcamalardır. Bunların onlara faydası, bu dünyada kalır. Ailesine, akrabasına, vatanına fayda sağlar. İddia ettikleri akraba ziyareti ve çocuk terbiyesi gibi amelleri sadece bu dünyada kalır. Bunlar küfür üzerine bina edildiği için, inkâr, âhirette onları yakar ve boşa çıkarır. Bu meseldeki “müşebbehin bih” ise, şiddetli ve kavurucu soğuğun çarpıp mahvettiği ekinlerin acıklı halidir. Vech-i şebeh, bu felaket gelmezden önce alınacak olan koruyucu tedbirdir ve o tedbir de îmandır. Bu tedbir dünyada iken alınmadığı için, kâfirlerin âhirette, iyi amelleri de, emelleri de işte böylece boşa gidecektir. Bu hale düşmekten sakınmalıdır.1376
Âyet, daha önceki konumuza başlangıç yaptığımız 3/Âl-i İmran, 10. âyetinde olduğu gibi değişmez bir gerçeği tekrarlıyarak başlıyor. Allah’a iman duygusundan kaynaklanmayan bir çabanın/hayrın sahibine faydası dokunmayacağını gözümüzün önünde bir tablo gibi canlandırıyor. Hayır yaptıklarını zannederek harcadıkları malların, yardımı olur diye düşündükleri çocukların, küfre sapanları azaptan kurtaramayacağı, onların bir “ateş dostu” olarak cehennem’de ebedî kalacaklarını bildiriyor. Ve bu gerçeği canlı bir örnekle karşımıza çıkarıyor.
Bu örnekte “Ekin”(hars), insan hayatını sembolize eder. Çünkü insan, hayatta iyi ve kötü işleri eker ve âhirette bunları biçer. “Rüzgâr” da, kâfirleri yani mallarını bağışlayıp, insanlar yararına harcamaya sevkeden yüzeysel ve iki yüzlü bir yardım isteğini temsil etmektedir. “Kavurucu soğuk” ise insanın tüm iş ve faziletlerini anlamsız kılacak bir şekilde İlâhî Kanuna uymamayı ve ona inançtaki eksikliği ifâde eder. Allah bu misalle şu dersi öğretir:
Hava, tahılların yetişmesi için yararlı olabildiği gibi, eğer içinde kavurucu soğuk varsa, zararlı olup onları yok da edebilir. Aynı şekilde sadaka verip yardım etmek de âhirette toplanacak olan hesabın çoğalmasına yardım ettiği gibi, eğer küfürle zehirlenmişse aynı ürünü mahvedebilir de. Allah hem insanın, hem onun sahip olduğu servetin ve hem de onun etkinlikte bulunduğu alanın Hâkimi’dir. Eğer Allah’ın kulu, Rabbinin Hâkimliğini kabul etmez veya kanunsuz olarak tapınma nesneleri bulup, Onun nimetlerini tüketmede, O’nun kanunlarını çiğnerse, suçlu olacaktır. Aksine bu harcamaları için cezalandırılacaktır. Böyle bir insanın verdiği sadaka, efendisinin hazinesinden bir miktar para çalıp, onu efendisinin istemediği şekilde harcayan kölenin verdiği sadakaya benzer.
Ekime hazırlanmış bir tarla karşısında bulunuyoruz. Biraz sonra tarla ekilmiş ve ansızın bir kasırga esmeye başlamıştır. Soğuk, yakıcı ve donlu bir kasırga. Bütün yakıcılığı ile o tarlayı yakıp kavuruyor. Buradaki kelime bile öfkeyle atılmış gibi, işleyici bir ses tonuyla aynı manayı tasvir ediyor. Ve bir de bakıyorsunuz ki, ekinin bütünü soğuktan yanmış ve harab olmuş. Bir anda her şey bitiyor. Ve ekilenin hepsi kapının önünde. Bu, dıştan her ne kadar hayır ve güzellik içinde olsa da, küfredenlerin şu dünya hayatındaki infakları ve ellerindeki evlât ve malları için birer örnektir. Hepsi yokluğa mahkûmdur.
Bu kaçınılmaz sonda Allah onlara zulmetmiyor. Onlar Allah’ın nizamını/düzenini geriye itmelerinden ve sapıklığı seçtiklerinden dolayı kendi nefislerine
1375] 3/Âl-i İmrân, 116-117
1376] Ş. Mansûr, s. 329-331; Hakim Tirmizi, s.7; Velî Ulutürk, s. 46
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 285 -
zulmediyorlar. Kur’an açık bir şekilde göstermektedir ki, dünyadaki bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Allah en küçük anlamda bile zulmetmez. Yaratıcı düzen bozulmadan korunduğu sürece zulüm asla söz konusu olmaz. 1377
19- Parmak Uçlarını Isıranlar
“Ey iman sahipleri! Kendi dışınızdan hiç kimseyi sırdaş edinmeyin. Sizi sarpa sardırıp perişan etmekten çekinmezler. Size sıkıntı verecek şeyi pek severler. Ağızlarından kin ve öfke taşmaktadır. Göğüslerinin saklamakta olduğu ise daha büyüktür. Eğer aklınızı işletirseniz Allah size âyetlerini açık seçik göstermiştir. Siz öyle kişilersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Ve Kitab’ın tümüne inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında inandık derler; başbaşa kaldıklarında size öfkelerinden parmak uçlarını ısırırlar. De ki onlara: ‘Kininizle geberin.’ Allah, göğüslerin içindekileri çok iyi bilmektedir.” 1378
Başlık olarak verdiğimiz “parmak uçlarını ısıranlar” ifâdesi 3/Âl-i İmrân, 119. âyetinin içinde yer almaktadır. Fakat âyetin kendinden önceki âyetle olan ilişkisi nedeniyle 3/Âl-i İmran, 118. âyetini de açıklamak uygun olur. “Ey iman edenler sizden başkalarını kendinize sırdaş edinmeyin” âyetinde geçen “bitâne” kelimesi elbisenin iç yüzündeki astar demektir. Bundan dolayı bir kimsenin sırlarını bilen pek sıkı dostuna, kişinin özel adamlarına, seçkin yakınlarına da “bitâne/sırdaş” denir. Yaratıcı Kudret’in “sizden başkaları” buyruğunun kapsamına İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ile münâfıklar da girmektedir. Bu şu anlama gelmektedir:
“Ey iman edenler! Sizin dininize mensup olmayan, yani samimi müslümanların dışında kalan kimseleri özel adamlarınız, seçkin yakınlarınız edinerek, onları sırlarınıza, plan ve programlarınıza bilgi noktasında ortak kılmayın. Çünkü onlar, sizin dininizi parçalamaktan, aranıza ayrılık ve karışıklık tohumları ekmekten, işlerinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar. Onlar her zaman için size aykırı düşecek çalışmalar içerisindedirler. Mümkün olan her şeyde, ellerinden gelen bütün aldatma ve hilelerle sizlere zarar vermeye çalışırlar.
Çokça zarar görmeniz, sıkıntılarla karşılaşmanız onların arzu ettikleri şeylerdir. Onlar size zor gelecek, sizleri sıkıntıya düşürecek şeyleri arzulayıp dururlar. Bu gibi kimseler size dininiz ve dünyanızda mümkün olacak derecede zarar vermekten başka bir şey düşünmezler. Nasıl olur da, içlerinde gizledikleri asıl niyetleri bu olan kişileri sizler, beraber oturup kalktığınız danışman/sırdaş veya sizin iyiliğinize olan şeyleri gösterecek kimseler sanarak yanınıza alırsınız?”
Tarih şuna şâhittir ki: Müslümanlar; ne zaman gizli ve açık inançlarıyla savaşan bu düşmanlarının ipine bağlanmışlar, onlardan fikir edinmişler, sırdaş, arkadaş, yardımcı, haberci, danışman olarak onları dinlemişlerse, Allah onlara hep hezimet vermiş, düşmanlarını karşılarında diretmiş, boyunlarını onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezalarını kendilerine tattırmıştır. Allah’ın sözü ebedîdir ve Allah’ın kanunu geçerlidir. Kim yeryüzünde görülen Allah’ın kanununu görmezse, gözleri ancak alçaklık ve kölelik görür.
Kâfirlerin, münâfıkların ve ateistlerin öfkeleri .ağızlarından taşmaktadır. Onlar bu konuda kendilerini tutmaya çalışmakla birlikte, bazen müslümanlara
1377] N. Şahinler, s. 67-69
1378] 3/Âl-i İmran, 118-119
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan kinlerinin rahatlıkla anlaşılabilecek şekilde ağızlarından kaçırıverirler. Onların bir takım sözleri müslümanlara karşı gizledikleri kinlerinin bir yansımasıdır. Sinelerinde gizli kinleri ise açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur ve ağızlarından kaçırdıkları sözlerden anlaşılabilir. Kısacası kalplerinde müslümanlara ve İslâm’a karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir. İşte bu gerekçeler yüzündendir ki düşünüp akletmemiz ve bu doğrultuda yürümemiz için Allah bize âyetlerini açıklamıştır.
3/Âl-i İmran, 119. âyetinde ise “sevgi”(hubb) iman sahiplerinin şaşmaz bir niteliği olarak gösterilmektedir. İman sahipleri kendileri dışındakileri severler, fakat imandan yoksun olanlar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi aynı şeyi yapmazlar. Yine iman edenler Allah’ın indirmiş olduğu bütün kitaplara ve bütün vahiylere inandıkları halde münâfıklar onlarla karşılaştıklarında “iman ettik” derler, fakat yanlız başlarına kaldıklarında öfkeden parmaklarını ısırırlar. Bu davranışları onların müslümanlara karşı olan kinlerinin aşırılığının ne derece fazla olduğunu anlatmaktadır.
Âyet, daha sonra müslümanları Kitap ehline haketmedikleri halde duydukları bu sevgi yüzünden uyarmakta ve onlara karşı takmılması gereken doğru tavrı şöyle öğretmektedir. “De ki: Öfkenizden ölün.” Mü’minleri istediğiniz kadar kıskanın, istediğiniz kadar kin besleyin, ancak şunu bilin ki; Allah mü’min kulları üzerindeki nimetini tamamlayacak, dinini kemale erdirecek, sözünü en üstün kılacak, kullarını galip getirecektir. Ölünceye dek kininiz artıp dursun. O sizin kalplerinizde nelerin gizlendiğini, içinizde sakladığınız kini ve kıskançlığı, mü’minlere karşı duyduğunuz hasedi bilir. Allah sizi, dünya hayatında beklentilerinizin tersi olan şeyleri göstermek sûretiyle, âhirette de ebedîyyen kalacağınız, asla kurtulamayacağınız ve içinden çıkmayacağınız şiddetli bir ateş azabı ile cezalandıracaktır. 1379
20- Ateş Yiyenler
“Şunda kuşkunuz olmasın ki, zulme başvurarak yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına doldurmak üzere bir ateş yemekten başka bir şey yapmazlar. Ve onlar yakın bir zamanda, korkunç acılar veren bir azaba dalacaklardır.” 1380
Kur’an yetimler ve yetim hakları konusunda çok titiz davranmıştır. “Dini yalan sayan kimdir?” sorusuna Kur’an’ın verdiği cevabın ilk cümlesi şudur: “O kişidir ki, yetimi itip kakar, azarlar.”1381 Yetime ikramda bulunmamak en büyük nankörlüklerden sayılır.1382 Yetimi korumak, yedirip doyurmak bir mükemmellik belirtisidir. 1383
Yetime kucak açıp onu korumak, Allah’la aramızdaki engellerden birini aşmak olarak gösterilir.1384 Yetim malına tecavüz bir yana, el sürmek bile yıkıcıdır.1385 Ganimet türü gelirlerin bir kısmı yetimlere ayrılacaktır. Onların malına
1379] N. Şahinler, s. 70-73
1380] 4/Nisâ, 10
1381] 107/Mâun, 1-2
1382] 89/Fecr, 17
1383] 76/İnsan, 8
1384] 90/Beled, 15
1385] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 287 -
dokunmak helâl rızıkları da haram hale getirir ve insanı, temizi pisleme gibi beyinsiz bir duruma düşürür.1386 Yetimlerin horlanması, bir toplumun zulüm ve merhametsizliğe yenik düşmesinin belirtisi sayılır. Yetimler Allah’ın topluma emânetidir ve bu emânete hâinlik etmek Allah’ın öfke ve lânetine yol açar.
Kur’an, yetim malına tasallutu, ateş yemek olarak değerlendirir. Hz. Peygamber, yetimlerin haklarına tecavüzü, öldürücü yedi büyük günahtan biri olarak göstermiştir.1387 Şunu da, belirtelim ki, yetim Hakkı yemenin cezası, İslâm inanışına göre, bu dünyada mutlaka başlar ve âhirette devam eder.
Kur’an, yetime muamelenin ihsan cinsinden olmasını istiyor. Bu demektir ki, toplumun yetimi hukuksal yönden koruması yeterli olmaz. Ona muamele şefkat, ilgi, sevgi, koruma ve kucaklama şeklinden olmalıdır. İhsan kavramının esasını bunlar oluşturur. Bir hadis rivâyetinde şöyle deniyor: “Mahşer günü ağzından alevler fışkıran bir topluluk ortaya getirilecektir. Bunlar yetim hakkı yiyenlerdir.”
Hz. Peygamber miraç gecesi birtakım insanların ağızlarından sokulan ateş mızraklarının vücudlarının alt kısmından çıktığına tanık olduğunu, bu insanların kimliklerini Cebrail’e sorduğunda, bunlar yetim Hakkı yiyenlerdir, cevabını aldığını söylüyor.1388 Yine bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ben ve yetime arka çıkan, cennette şu iki parmağım gibi yan yana olacağız.” 1389
İslâm düşüncesinin, insan hayatında kutsal varlıklar olarak gördüğü ve kayıtsız, şartsız saygı ve sevgi beslediği bazı tipler vardır. Bu tipler, İslâm Peygamberinin ifâdesiyle “kendileri hürmetine rızıklandığımız ve Yaratan’dan merhamet gördüğümüz varlıklardır.” Bunlar: Yetim, ihtiyar, mazlum, genel ve kısa bir söyleyişle, çaresizlerdir. Verdiğimiz hadiste ele alman, yetimlerdir.
Kur’an ve hadis’in, insanlık ve merhamet adına bir nevi gösterge olarak tanıdığı ve tanıttığı ilk tip, yetimdir. Öyle ki, yetimin korunduğu ve saygı gördüğü bir toplumu, İslâm esprisi, bütün insancıl değerlere saygı gösteren ve Allah’ın istediği yönde yürüyen bir toplum olarak kabul eder. İslâm Peygamberinin, üzerinde titreyerek durduğu ana konuların başında yetim ve yetim hakları gelmektedir.
Merhamet ve şefkatin en mükemmel habercisi ve temsilcisi olan Yüce Peygamber’in, yetimin ikram ve itibar gördüğü evi, rahmet ve bereketin belirdiği bir mekan olarak gösterdiğini biliyoruz. Yetimin horlandığı toplumlarsa merhamet, insanlık ve mertlik adına hiçbir değere sahip olmayan toplumlar olarak görülmektedir. Yetime iyilik ve şefkat kollarını açmayan yürekler güzelliklere ebedîyyen kapalı yüreklerdir. Onlarda iyi ve güzel adına en küçük bir filizi yeşertmek imkân dışıdır.
Neden böylesine önemsenmiş ve neden bu kadar şaşmaz bir ölçü kabul edilmiştir yetim? Bu soruya detaylı bir cevap vermek için, İslâm düşüncesinin anne ve baba anlayışını ve anne ve babanın insan hayatındaki evrensel yerini açıklığa kavuşturmak gerekir. Anne-baba sevgisi, özellikle anne sevgisi, kâinatta yerine bir başka şeyi koyamayacağımız tek değer, biricik kudrettir. Fransız şairi Rimbaud’nun, tam Muhammedi bir espriyle ifâde ettiği gibi: “Hayat, yaşama
1386] 4/Nisâ, 2
1387] Buhârî, Vesâyâ
1388] Hadisler için bk. Heytemi, 1/196-197
1389] Buhârî, Talâk 26
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gücü ve zafer yeşerten gülüş ve bakış, yalnız anne-babadan gelmektedir.”
Bu gülüş ve bakıştan yoksun kalan benlikler, bunlar dışındaki bütün değerleri kendilerine versek de yine boynu bükük, yine mağdur ve mahcupturlar. İslâm Peygamberi bu mahcupluk ve boynu büküklüğe, saygıların en büyüğünü göstermemizi istemektedir. Muhammed Mustafa (s.a.s.), yetim ve öksüzdü. Bu, bir anlamda, insanlığın o eşsiz şahsiyete göstereceği hürmetin, yetime gösterilecek hürmete yaklaştırıldığmı vurgulamaktadır. Gerçekten de, İslâm toplumlarının vicdanı, yetime saygı ve sevgi de daima ve şaşmadan, kendi peygamberine saygı ve sevgiden bir parça görmüştür. Bilmiştir ki, yetimin sevindirilmesi, Allah Rasûlü’nün merhamet, şefaat ve sevgisini her şeyden çok tahrik edecektir.
Son Peygamber’in yetim oluşu, İslâm düşüncesinde şöyle bir eğilimin yaşamasına da sebep teşkil etmiştir: Yetimler, Yaratıcının özel koruma ve iltimasına muhatap olan insanlardır. Bu yüzden insanlık tarihinin en büyük isimleri arasında yetim olanlar gözden kaçmayacak bir yer işgal etmelidirler ve etmişlerdir. Böyle olmasaydı, insanlık tarihinin en büyük inkılabını gerçekleştiren Son Rasûl yetim olmazdi. Bu incelik Kur’an’ın, yetimler konusunda Hz. Peygainber’in dikkatini çeken beyanlarında açıkça görülebilir.
“O Rabbin seni, yetim olarak bulup da barındırmadı mı? Seni, ne yapacağını kestiremez bir gariplik içinde bulup da yönlendirmedi mi? Seni yoksul ve çaresiz bulup da nimetlere garketmedi mi? O halde, sen de yetimi horlayıp azarlama. Yoksul ve çaresizi de kovma.” 1390
21- Hurma Lifi Kadar Zulme Uğratılmayanlar
“Bakmaz mısın, şu benliklerini ak-berrak gösterip duranlara! Hayır, sandıkları gibi değil. Ancak Allah, dilediğini temizleyip aklar. Ve bir hurma lift kadar zulme uğratılmazlar.” 1391
Âyet özel olarak Yahûdileri, genel olarak da “övünme ve kendini temize çıkarma, kurtulmuşluk iddiasmda bulunma” noktasmda tüm insanları ilgilendirmektedir. Yahûdiler daha önce de belirttiğimiz gibi kendilerini Allah’ın oğulları ve dostları olarak görüyor, Cennete ise ancak Yahûdi ve Hıristiyan olanların gireceğini söylüyorlardı. Yine onlar duâ ve ibadetlerinde çocuklarını öne geçirerek “çocuklarımızın günahları olmadığı gibi bizim de günahımız yok”, hatta ölen çocukları için “onlar bizim iyi amellerimizdir, bize şefaat edecek ve bizi temize çıkaracaklar” diyorlardı. İşte âyet, Yahûdilerin kendilerini temize çıkarma adı altmda Allah’a karşı uydurdukları yalanı ortaya koyuyor ve gerçeğin hiç de onların düşündükleri gibi olmadığını bildiriyor.
Âyette geçen “fetil” kelimesi bizim türkçe çeviride verdiğimiz gibi hurma çekirdeğinin ortasında bulunan incecik kıl demektir. Bu örnekle Yaratıcı Kudret adaletinin inceliğini ve en mükemmel bilginin kendi katında olduğunu anlatmak istemiş, böylece her şeyin O’na döndürüleceği günde ceza olarak hiçbir kimseye bu anlamda en küçük bir haksızlık/zulüm yapılmayacağını bildirmiştir. Müfessirler âyetin sonunda yer alan “zulmedilmezler” zamirinin, ya kendilerini temize çıkaranları, ya da Allah’ın temize çıkardığı kimseleri içerdiği konusunda iki görüş ileri sürmüşlerdir. Birinci görüşe göre anlam; kendilerini temize çıkaran kimseler
1390] 93/Duhâ, 6-10; Öztürk, KDSP, s. 107 108; N. Şahinler, s. 74-78
1391] 4/Nisâ, 49
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 289 -
bu temize çıkarma sebebiyle adaletli bir şekilde cezalandırılacaktır. İkinci görüşe göre ise anlam; Allah’ın temize çıkardığı kimseye nefsinin temizliği sebebiyle, Allah sevabını verecek ve onun mükâfatını eksiltmeyecektir.
Âyetin tüm insanları ilgilendiren genel uyarısına gelince; insan, insanlığının ve imanının zorunlu sonucu olarak iyi ve güzel davranacaktır. Ancak bu davranışlarına dayanarak kendisinin kurtulduğunu ve bütün noksanlardan sıyrıldığını söyleyemez, işte bu âyetle Kur’an, böyle bir hükmü sadece Allah’ın verebileceğini açıkça göstermektedir. Peygamberlere bile, vahyin bildirmesi dışında, böyle bir hükme varma yetkisi verilmemiştir.
Ebedî hayatı veya sonsuz kurtuluşu garantilemiş olmak iddiasına Kur’an’da ve İslâm literatüründe Allah’ın tuzağından emin olmak (el-emn min mekrillah) denir. Kendisi için hiç bir korku ve endişenin kalmadığı, her şeyi kesinlikle sağlama aldığı yolunda bir kuruntu ve sanı içinde olan, bir tür mutlak kudret edasına bürünmüştür. Böyle olunca da bu, gizli bir Allah’lık iddiasıdır ve bunun içindir ki, bu kuruntunun ortaya çıkardığı günah şirk benzeri bir illettir.
Hiç kimse, Allah’ın lütuf ve merhametine güvenme dışında bir emin olma çemberine sahip değildir. İlginçtir ki, emn ile imanın aynı kökten gelmesine rağmen, iman Allah’a teslimiyet, emn ise Allah’ı devre dışı tutmaktır.
Kurtuluşu engelleyecek hiçbir şeyin kalmadığını iddia etmek veya Allah’ın tuzağından emin olmak, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna kötülüğü veya oyun oynadığı anlamında yorumlanamaz. Buradaki tuzak veya aldatma (mekr) kulun kendi oyununa getirilmesidir. Prensip şudur: “Çirkin tuzak ve hile, sadece onu sergileyene Mûsâllat olur.” 1392
Bu ilkeyi koyan âyet, anılan sonucu, insanın yeryüzünde kibir ve Firavunlukla kendisini tek kuvvet sanmasının zorunlu bir uzantısı olarak veriyor. Bu ise, bir fıtrat kanunudur ki, Kur’an bunu Fâtır (yaratılış kanunlarını koyan kuvvet) Sûresi’nde vermekle bu gerçeğe ayrıca dikkat çekmiştir. Ve unutmamak gerekir ki Allah’ın isim-sıfatlarından biri de Fâtır’dır.
Allah’ın mekrine uğramanın belirtilerinden biri de, Allah’a ters bir yol tutulmuş olmasına rağmen dünya nimet ve refahında iyi ve seçkin bir durumda olmaktır. Ve insanı aldatan da budur. Bu duruma, bir âyet ve hadisten alman bir deyimle istidrac (cezayı büyütmek için âsiye mühlet ve imkân vermek) denmektedir.
İstidrâca yer veren hadis şöyledir: “Allah’ın bir kula, o kulun isyan ve kötülüğüne rağmen istediği her şeyi verdiğini görürseniz, bunun Allah’ın istidracından başka bir şey olmadığını bilin.”1393 Kur’an istidrâcı “insanın bilmediği bir yönden, beklemediği bir zamanda yakalanması” anlamında kullandığı âyetlerinde şöyle diyor: “Biz âyetlerimizi yalanlayanları bilemeyecekleri bir yönden ve beklemedikleri bir zamanda yakalayıp helâk ederiz.” 1394
Bu âyetin devamındaki beyan ise, istidrac ile Allah’ın mekri arasındaki ilişkiye de dikkat çekerek şöyle diyor; “Ben o azmışlara mühlet veriyorum; ama benim
1392] 35/Fâtır, 43
1393] bk. Heytemi; Zevacir, 1/69
1394] 7/A’râf, 182
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tuzağım çok zorlu, çok yıkıcıdır. “
Istidracın geçtiği hadisi ifâdeye koyan Hz. Peygamber’in bunun ardından, bir İlâhî vesika olarak şu âyeti okuduğunu da görüyoruz: “Kalbi kararıp şeytana uyanlar, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine her şeyin kapısını açtık. Nihâyet, kendilerine verilenlere tam ferahlık ve şımarma noktasına geldiklerinde onları ansızın yakalayıverdik de, bütün beklentilerinden mahrum kaldılar.” 1395
Demek oluyor ki, ne dünya nimet ve refahına aldanmak, ne de ibadetlere güvenerek “ben kurtuldum, ben cennetliğim” diye böbürlenmek yönüne gitmemeliyiz. Allah Rasûlü bu noktada insanlığa şu ihtarda bulunuyor: “Sizden herhangi biriniz cennetteki davranışlarını sergiler de, cennetle arasında bir kol boyu mesafe kaldığı bir sırada İlâhî karar devreye girer ve cehennemlik hareketlere koyulur ve ateşe giriverir.” Aynı konuda insanın kulağını büken bir hadis-i şerif de şöyledir: “Kul bazen, cennetlik olduğu halde, dış görünüşte cehennemlikler gibi davranıyor olabilir. Ve kul bazen cehennemlik olduğu halde dış görünüşte cennetliklerin amellerini sergileyebilir.” 1396
İşin esası şudur ki, davranışların neye yaradığı son nefeste belli olur. Ve dış görünüşe asla güvenilmez.”1397 Sonsuz kurtuluş meselesinde ilim de ölçü değildir. Allah ilimde en ileri noktalara varmış kişileri (er-râsihûn fi’l-ilm) şu şekilde duâya çağırırken, en yüce mertebelerden biri, belki de birincisi olarak tanıttığı ilme bile güvenmemeyi önermiştir. Yine Kur’an’da şöyle deniliyor: “İlminde derinleşmiş olanlar şöyle yakarırlar: “Ey Rabbimiz! Bize hidâyet verdikten sonra gönüllerimizi yanıltıp saptırma. Ve senin katından bir rahmet bağışla. Sen gerçekten bağışı çok olansın.” 1398
“Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah’ım! Bize doğruyu ve güzeli göster. İlim ve servetle şımarmak bir aldanıştan başka bir şey değildir.” Allah’a yönelmiş gönül, ebedî kurtuluşu kendi elinin ürünü değil, Allah’ın lütfu bilir. Ve o, Cenâb-ı Rasul’ün şu niyazındaki espriyi kavramaya çalışır: “Ey kalpleri halden hale çeviren Allah’ım! Bizim kalplerimizi senin dinin üzere sâbit kıl.” 1399
Allah Elçi’sinin bu duâyı sık sık tekrarladığını duyan Hz. Aişe şu soruyu sormaktan, kendini alamamıştır. “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu duâyı çok tekrarlıyorsun. Sen de mi kalbinin bulunduğu halden başka bir hale geçmesinden endişelisin?” Peygamberler Sultanı bu soruya şu ürpertici cevabı vermiştir: “Ben bile emin olma hakkına sahip değilim, ey Aişe. Kulların kalpleri, rahman olan Allah’ın iki parmağı arasındadır. Allah istediği anda kulunun kalbini başka bir hale sokuverir.” 1400
Şunu bir kez daha altını çizerek belirtmeliyiz ki: Kur’an, Allah’ı devre dışı tutup kurtuluşun artık zedelenmeyeceğini, hiçbir tehlikenin kalmadığını söyleyenleri korkunç bir âkıbetle tehdit etmektedir. 1401
Emn illetinin tehlikesine dikkat çeken yaratılış prensibi, 7/A’râf sûresinin 99. âyetinde şöyle verilmiştir: “Allah’ın tuzağından kendilerini emin mi sanıyorlar? İşin esası şu ki, Allah’ın tuzağından, sadece hüsrana uğramış bir topluluk emin olabilir.”
1395] 6/En’âm, 43-44
1396] Heytemî, 2/76
1397] Bk. Heytemî, 1/69
1398] 3/Âl-i İmran, 7- 8
1399] Heytemî, 1/69
1400] Heytemî, 1/69
1401] bk. 7/A’râf, 97-99; 16/Nahl, 45; 17/İsrâ, 68-69; 67/Mülk, 16-17
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 291 -
Emin olmanın en zehirli türü, ibadetlere güvenerek kurtuluşu garanti ettiğini söylemektir. Böyle bir yola sapmanın ne büyük bir aldanış olduğunu anlamak için Hz. Peygamberin “ibadetlerinize güvenerek ebedîyyen kurtulduğunuzu söylemeyin; ben bile ibadetlerime güvenerek böyle bir şey söyleyemem” şeklindeki uyarısını hatırlamak gerekir.
Ebedî kurtuluş, davranışlar üstü bir keyfiyettir ve yalnız Allah’ın lütfuyla elde edilir, amel ve ibadet kıstasıyla ölçülemez. Ameller bu işte sadece karine yani belirtidir, garanti belgesi değil. Davranışlarını garanti belgesi sananlar aldanırlar. Hz. Peygamber böylelerine en ağır dersi vermiştir. Diyor ki: “Ben cennetteyim diyen, cehennemliktir.” 1402
O halde sürekli tedirginlik ve korku içinde mi olacağız? Hayır. Prensip şöyle konmuştur. Ne korkuya yenik düşmek, ne de emin olma veya ümide yenik düşmek… İş, bu ikisi arasındaki denge noktasını yakalamaktır ki, sıratı müstakim (dosdoğru yol) işte budur. 1403
22- Hurma Çekirdeğinin Üzerindeki Benek
“Erkek veya kadın olsun, mü’min olarak yararlı işler yapan herkes cennete girer. Ve kendileri zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” 1404
Türkçe çeviride “zerre” olarak verdiğimiz ifâdenin Kur’an dilindeki karşılığı “nakir” kelimesidir. Nakir; hurma çekirdeğinin üzerindeki noktacığa/beneğe denir ki hurma buradan filizlenir. 4/Nisâ, 49’da olduğu gibi bu âyette de Cenâb-ı Hak hurma örneğini vermekte ve yapılacak her hayırlı işin karşılıksız kalmayacağını, kulun lehine olan en küçük bir noktanın bile İlâhî adâlette değerlendirmeye koyulacağını bize anlatmaktadır.
Yine âyet, imandan kaynaklanmayan bir davranışın Allah katında bir kıymetinin olmayacağının uyarısını yapmakta ve yapılan işlerin kabul edilebilmesi için imanın şart olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamaktadır. Âyetin anlatmak istediği bir başka özellik te, kadın ve erkek arasında mü’min olduktan sonra hiçbir farkın olmadığı ve Allah’ın ihsan ve lütfunun bir cinsiyet konusu değil, bir iman konusu olduğunun bilinmesidir.
Verdiğimiz bu âyette “haksızlığa uğratılmama konusunda” neden başka bir meyvanın değil de hurmanın örnek olarak gösterildiği sorusu akla gelirse, bu soruya şöyle yaklaşmak mümkündür. Hurmanın sıcak bir ülke olan Arabistan’da yetiştirilen tek ve en önemli bir meyve olması, aynı zamanda o ülke insanlarının geçimlerinde/ekonomilerinde değişmez bir yeri bulunması, gıda olarak da sürekli tüketildiği için yakından tanınması/bilinmesi bu örnekliğin gerekçesi olabilir.
Rahmetli Seyyid Kutub’un tesbitine göre üzerinde durduğumuz âyetin en çarpıcı ve etkileyici yönü: Zilzal Sûresi’nde yeralan “artık kim bir zerre miktarı iyilik yapmışsa onu görür ve kim bir zerre miktarı kötülük yapmışsa onu görür”1405 âyetini genel bir kural olarak yorumlayan ve müslüman olsun veya olmasın sâlih amel
1402] Heytemî, 1/20
1403] Öztürk, İBG, S. 115-119; N. Şahinler, s. 79-85
1404] 4/Nisâ, 124
1405] 99/Zilzâl, 7-8
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işleyen herkesin cennete gireceği tezini savunan bazı İslâm düşünürlerinin de yanlışlığını ortaya koymada taşıdığı açık ve kesin hükümlerdir. 1406
23- Karga Kadar Bile Olamayanlar
“Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl saklayacağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi, O dedi ki: “Bana yazıklar olsun! şu karga kadar bile olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım.” Bu arada pişmanlık duyanlardan olmuştu.”1407
Âyet, insanoğlunun yeryüzünde “kıskançlık” yüzünden işlediği ilk cinâyetinin ardından duyduğu derin pişmanlığı içermekte ve ortada kalan cesedi ne yapması konusundaki acizliğini ve bu noktada bir kargadan bile daha câhil olduğunu bize anlatmaktadır. Aynı zamanda çekememezlik, kıskançlık ve haksızlığın insanı dünyada da, âhirette de nasıl kötü sonuçlara düşüreceğinin işaretlerini vermektedir.
Cinâyet iki kardeş arasında ortaya çıkmıştır ve bunlar Hz. Adem’in (a.s.) iki oğlu olan Habil ve Kabil’dir. 5/Mâide sûresinde açıklandığı gibi bu cinâyetin en ilginç yönü Allah’a ibadet yani, kutsala yaranma savaşı sırasında işlenmiş olmasıdır. Kur’an bu gelişmeleri şöyle sıralamaktadır: “Onlara Adem’in iki oğlunun haberini de gerçek olarak oku. Hani ikisi birer Kur’an sunmuşlardı da birinden kabul edilmişti, Ötekinden kabul edilmemişti. (Kur’an’ı kabul edilmeyen) ‘Seni mutlaka öldüreceğim’ dedi. Öteki: ‘Allah sadece takvâ sahiplerinden kabul eder’ dedi. Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Şu bir gerçek ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da senin günahını da yüklenip ateş halkından olasın. İşte budur zâlimlerin cezâsı. Nihâyet nefsi onu kardeşini öldürmeye ısındırdı, o da onu öldürdü. Böylece hüsrâna uğramışlardan oldu.” 1408
Sonunda İlâhî hikmet Kabil’i kardeşinin ölüsü hususundaki aczi ile başbaşa bırakmayı diledi. Ve bir karga kadar bile olamamanın çaresizliği ile yüz-yüze getirdi. Kabil, öldürdüğü kardeşinin cesedini nasıl örteceğini düşünürken, ona kardeşini nasıl gömeceğini öğretmek üzere bir karganın gönderildiğini görüyoruz.
Rivâyete göre Allah’ın gönderdiği iki karga dövüşmüş, biri diğerini öldürmüş. Gagası ve ayaklarıyla yeri eşeleyip, öldürdüğü kargayı gömmüş. Bunu gören Kabil de kardeşini toprağa gömmeği öğrenmiş.
Bu âyette ilk insanın tabiata bakarak medeniyeti yavaş yavaş öğrendiğine işaret vardır. Demek ki ilk insan, ölüyü gömmeyi bilmiyordu. Gömülmeyen ceset kokuşur, cesette canlıların yaşamasına zararlı mikroplar ürer. Onu gömmek, tabiatın ve insan sağlığının korunması bakımından önemli bir aşamadır. İşte ilk insan, çevreye bakarak ölüyü gömmeyi öğrenmiştir. Bunu öğretmek, Allah’ın ona verdiği ibret alma yeteneğiyle olduğundan, Allah’ın insana lutfudur. Karganın gelip, onun karşısında öldürdüğü bir hayvanı gömmesi, raslantı değil, insanın öğrenmesi için Allah’ın şevkiyle olmuştur.
Böylece Allah, bir kargayı örnek göstererek cehaleti ve aptallığından dolayı Hz. Adem(a.s.)’ın suçlu oğlunu uyarmıştır. Ve o bir cesedi saklama konusunda
1406] N. Şahinler, s. 86-87
1407] 5/Mâide, 31
1408] 5/Mâide, 27-30
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 293 -
karganın kendinden daha donanımlı olduğunu gördükten sonra, yalnızca pişman olmakla kalmamış, aynı zamanda kardeşini öldürmekle kötü bir iş yaptığını anlamaya başlamıştır. “Yaptığına pişman oldu” ifâdesinde bu anlam gizlidir.
Yine âyetten anlaşılıyor ki, Kabil’in duyduğu pişmanlık, tevbe pişmanlığı değildi. Öyle olsaydı şüphesiz Allah onun tevbesini kabul ederdi. Ancak bu pişmanlık, yaptığı işin karşılığını görememekten ve katlanmak zorunda kaldığı eziyet ve yorgunluktan ileri geliyordu. Hz. Adem’in iki oğlunun kıssası, Yahûdileri, Hz. Peygamber ve bazı önde gelen sahabelerini öldürme planlarından dolayı ince ve anlamlı bir biçimde kınamaktadır.
İki olay arasındaki benzerlik ortadadır. Yahûdilerin Hz. Peygamberi ve bazı sahabeleri öldürme planları, Hz. Adem’in suçlu oğlunun Allah’tan sakınan kardeşini öldürme nedeninden kaynaklanıyordu. Allah lütuf ve nimetini takva sahibi olmadıklarından kitap ehlinden çekip, kendisinden korkmaları nedeniyle ümmi Araplara verdiği için Yahûdiler Hz. Peygamberi ve ashâbını kıskanıyorlardı. Sorunu soğukkanlı düşünüp neden mahkum edildiklerini hesaplayarak, Allah’ın gazabını üzerine çeken hatalarını düzeltmek yerine, kendilerini öncekinden daha fazla mahkum edeceğini bile bile yapıyorlardı bunu.
Bu nedenle Mâide sûresinde, Hz. Adem’in zâlim oğlunun gösterdiği aynı öldürme belirtilerini gösterdiklerinden dolayı, Allah İsrailoğulları’na öldürmekten vazgeçmelerini emrediyor: “İşte bu yüzden biz, İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesâd sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. Ve kim bir kişiye hayat verir yaşatırsa insanlara toptan hayat vermiş gibidir. Andolsun, Rasûllerimiz onlara açık seçik kanıtlar getirmişlerdir. Ama onlardan bir çoğu bunun ardından da yeryüzünde zulüm ve azgınlığa sapmaktadır.” 1409
Bu, insan hayatının kutsallığını vurgulamak içindir; insan hayatının korunması için herkesin ve her bir kişinin başkasının hayatının kutsallığını kabul edip, onun korunmasına yardım etmesi gerekir. Haksız yere bir başkasının hayatını alan, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının kutsallığıyla ilgili hiçbir duygu, başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığım göstermiş demektir. Bu nedenle o tüm insanlığın düşmanı demektir. Çünkü herkes aynı tür katı kalpliliğin Kur’anı olursa, tüm insanlığın sonunun gelmesi kaçınılmazdır. Buna karşılık, eğer bir kişi tek bir insan hayatının korunmasına yardım ederse, tüm insanlığa yardım etmiş demektir. Bu yardımı o insanın, tüm insan soyunun devamına katkıda bulunacak niteliklere sahip olduğunu gösterir. 1410
24- Karanlığa Gömülmüş Sağır Ve Dilsizler
“Bizim âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklara gömülmüş sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kişiyi şaşırtır, dilediğini de dosdoğru yol üzerine koyar.” 1411
Âyet, Allah’ın âyetlerini yalanlayanların, karanlıklar içinde bocalayıp sağır ve dilsizler gibi olduğunu, Allah’ın, dilediğini saptırıp dilediğini doğru yolda yürüteceğini bildiriyor. Karanlıklar içerisinde kalan dilsiz, sağır doğru yolu nasıl
1409] 5/Mâide, 32
1410] N. Şahiner, s. 88-92
1411] 6/En’âm, 39
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulur? İşte Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar da inkârlarının karanlığında kalmışlar, gerçeği anlama yetenekleri körelmiştir. Bir türlü o bilgisizlik ve küfürlerinin karanlığından kurtulamazlar. Gerçi onlar, kendi istekleriyle o hale düşmüşlerdir ama onların isteği, yine Allah’ın izniyle eyleme dönüşebilir.
Kulun isteği, Allah’ın yarattığı psişik ve sosyo-fızik yasaların çalışmasıyla sonuca ulaşır. Kul reddeder, kabul etmez, hatta dinlemez. Hakkı dinlememesi, öğrenmemesi, ibadet etmemesi içinin kararmasına, kalbinin katılaşmasına, söz anlamaz duruma düşmesine yol açar. Ruhu aydınlanmaz. Kul aydınlanmak istemediği için Allah onu aydınlığa çıkarmamıştır. Böyle bir ruh hali içine girmesi, kulun kendi iradesiyledir. Ama kulda o karanlık ruh halinin oluşması, yine Allah’ın psişik yasalarına göre olur. Bundan dolayı her şeyin faili Allah’tır. Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Fakat Allah kul için şerri istemez. “O, kulları içîn küfre razı olmaz, ancak şükrederseniz ona râzı olur.”1412Şerri isteyen, kulun kendisidir. Kul isteyince Allah’ın, onun içinde yaratmış olduğu yasaları, onun isteği doğrultusunda çalışır, eyleme dönüşür.
Kulun işleri, düşüncesine dayalıdır. İnsan önce düşünür, sonra düşündüğünü yapar. Düşünce vücutta Allah’ın yarattığı mekanizmanın çalışmasıyla olur. Kul, kafasından doğan, kendince üstün düşüncesine göre hareket eder. Bu düşüncenin oluşumu yine Allah’ın yaratmasına dayanır. Bundan dolayı her şeyin gerçek faili (yapanı) Allah’tır.
İşte âyet, böyle psişik bir durumu özetlemektedir. Allah dilediğini doğru yola iletir. Ama hak yola gelmek istemeyenleri, kendi sapıklıkları içinde bırakır. Yola gelip gelmemek, insanın yaratılışında bulunan kabiliyetin gereğidir. İnsanın iradesi, kendinde bulunan kabiliyetle birleşince kişi doğru yola gider. Fakat irade kabiliyetle birleşemezse, ya da yaratılışında kabiliyet yoksa doğru yolu bulamaz. Dediğimiz gibi insanın annesinden, babasından aldığı genler yanında ortamın da insan davranışı üzerinde etkisi vardır. Atalarından süzülüp gelen kabiliyet, insana Allah vergisidir. Öyle ise hidâyet de, dalalet de Allah’ın lütfuyla olur. Ancak kabiliyetin gelişmesinde ortamın tesiri vardır. Ortam, insanın iradesiyle değişebilir. Çocuğun anne ve babası, onu daha iyi bir ortamda, iman ortamında yaşatabilirler yahut çocuğun kendisi öyle bir ortamı seçer. İşte kabiliyetin yönlenmesine, insanın iradesinin, yaşadığı ortamın tesiri olduğundan dolayı insan sorumludur.
Allah’ın onları sapıtması şu anlama gelmektedir:
1) Cehalet içinde kalmak isteyene âyetlerini gözlemleme fırsatı tanımaz;
2) Âyetlerini görmesi gerekse bile önyargılarının Kur’anı olan kişiden gerçeğin işaretlerini gizler, onu yanlış anlamalar içine yuvarlar, böylece gittikçe gerçekten daha çok uzaklaşır. Öte yandan, gerçeği arayanı ise, ona bu gerçeği bulabilmesi için bilgisini kullanma fırsatı tanıyıp, gerçeğe götüren işaretleri göstererek doğru yola iletir.
Günlük hayatımızda bu türleri görür dururuz. Gözlerinin önünde, gerek kendi üzerlerinde, gerekse kâinata sayısız âyetler yayılmış bulunduğu halde, hayvanlar gibi ne onları gözlemleyen, ne de onlardan ders almaya bakan milyonlarca insan vardır. Yine, zihinlerini ve kalplerini imanla aydınlatabilecek olan
1412] 39/Zümer, 7
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 295 -
bu âyetleri gözlemledikleri halde, salt maddî kazançlar uğruna incelemelere önyargılı zihinlerle başladıklarından gerçeğe götürücü hiçbir âyet görmüşe benzemeyen fizikçiler, kimyacılar, hayvanbilimciler, botanikçiler, biyologlar, jeologlar, astronomlar, fizyologlar, anotomiciler, tarihçiler, arkeologlar… vardır. Gerçeğe varmak şöyle dursun, her âyet bunları ateizme, inkâra, materyalizme ve tabiata tapınmaya götürmektedir. Fakat, bütün bu tiplere karşılık, kâinattaki harikaları ve tabiattaki olguları açık göz ve açık kalplerle gözlemleyip, çevresini Allah’ın âyetleriyle kuşatılmış bulan, öyle ki, tek tek her yeşil yaprakta bile O’nun âyetini görenler de vardır.
Aslında verdiğimiz âyeti daha iyi anlamanın yolu, bu âyetin kendinden önceki âyetlerle1413 olan ilişkisinin kavranmasıyla mümkündür. Bu âyetler de Kur’an’ın “varlık ve kâinatın tümünü ve oluşu bir âyetler topluluğu” olarak sunduğunu ve peygamberlerin getirdiği mesajın doğruluğu konusunda şüphe içinde olup da mûcize/delil/âyet isteyenlerin bakışlarını bu “kâinat kitabına” çevirmelerinin önemi üzerinde durduğunu görmekteyiz: “Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya!’ De ki: ‘Kuşkusuz Allah bir mûcize indirmeye Kaadir’dir. Fakat çokları bilmiyorlar. Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisnâ olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap’da, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar sonunda Rableri önünde haşredilirler.” 1414
Varlık ve oluşun tamamını âyet olarak gören Kur’an, varlık ve oluşun tamamını mûcize sayıyor demektir. Esasen Kur’an’a göre, hayat bir mûcizedir. Bu mûcizenin hayranlık verici görünümü arkasındaki evrensel şuuru ve yaratıcı sırrı fark edebilmek hiçbir ayrım yapmadan bütün âyetleri tetkik etmeye bağlı bulunuyor. Âyetler arasında ayırım yapmak, gerçeğin yakalanmasını engeller veya insanın yanlış, eksik bilgilere ulaşmasına sebep olur.
Her şey âyettir. Kur’an’ın ifâdelerini kullanırsak, İlâhî vahiyler, peygamberler, gökler, yeryüzü, gece, gündüz, diller, renkler, tarihsel kalıntılar, böcekler, fosiller, gözyaşı, keder, sevinç, rüzgâr, yağmur, doğum, ölüm, sevgi, nefret vs. hep birer âyettir ve hepsinin incelenmesi insanın görevidir. Demek oluyor ki vahy aracılığıyla indirilen (tenzilî) âyetler olduğu gibi, yaratılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan (tekvinî) âyetler de vardır. Ve bu âyetlerin tümü yaratıcı şuuru gösterme bakımından delil niteliğindedir.
Kur’ân-ı Kerim, dış âlemdeki âyetlere “Âfâkî” (objektif}, iç âlemdekilere de “enfusî” (sübjektif) âyetler diyor, insana düşen bu iki âyet grubunun hiçbirini ihmal etmeden hem kendi kuşattığı, hem de kendini kuşatan âlemleri iyi okuyabilmesidir. Bunu yapabilenler âlemlerin sahibi olan Allah ile buluşabilir veya başka bir deyişle ifâde edersek her an Allah ile beraber olma şuuruna (ihsan) erişebilirler.
Son olarak 6/En’âm, 38. âyette yeralan bir ifâdeye dikkat çekmek istiyoruz. Bu âyette tüm canlı türlerinin birer ümmet oluşturdukları söylenmektedir. Ümmet, Kur’an’da, tekâmül kategorilerinin her birini ifâde etmektedir. Nitekim andığımız âyetin sonunda “... nihâyet onlar doğrudan doğruya rableri huzurunda toplanırlar.” diyerek ümmet kavramının temelinde Allah’a doğru gidiş hareketi olan
1413] 6/En’âm, 37-38
1414] 6/En’âm, 37-38
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tekamülün belirli boyutlarının bulunduğunu göstermektedir.
Ümmet kelimesi tekil ve çoğul halde 60’tan fazla yerde geçer. Kur’an bu kavram içine, bir fikir ve ideal etrafında toplanan insan kümelerini soktuğu gibi, aynı kategoriye giren hayvanların oluşturdukları toplumları da sokar. Sürünen veya uçan tüm hayvan toplulukları birer ümmet oluşturur. Kısacası ümmet kavramının Kur’an’da beş çerçevesi olduğunu görüyoruz.
1) Canlı toplulukları,
2) İnsan toplulukları,
3) Bir peygambere bağlı topluluk,
4) Bir peygamberin ümmeti içindeki alt grupların her biri,
5) Aksiyonlarıyla tarihe büyük değerler bırakmış yaratıcı benlikler. 1415
25- Dinlerini Oyun ve Eğlence Haline Getirmiş Olanlar
“Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Allah’tan başka dost ve yardımcısı olmayan bir kimsenin kazandığından ötürü helâke sürüklenip atılmaması için Kur’an ile öğüt ver. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helâke uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.” 1416
Bu âyet, dinin mensubu görünüp de Allah’ın dinini nefsinin arzu ve heveslerine tatmin aracı yapanlara Kur’an’ın indirdiği en ağır darbedir. Burada dini inkâr edenler değil, kabul edip de onu sübjektif hesapları uğruna eğlence ve oyalanma aracı yapanlar ve bu yolda iğreti hayat tarafından aldatılanlar gündeme getirilmektedir.
Anlaşılmaktadır ki dini bu hale getirmek, bir takım entellektüel dedikodular yığınından ibaret bulunan kitaplar ve yazılarla Allah’ın kullarına yön vermeye kalkmaktan ibarettir. Cenâb-ı Hak kendi dinini kendi kitabının dışında bir takım zihinsel eğlence ürünleriyle içinden çıkılmaz bir kaosa çeviren ve bu kaosun bulandırdığı suda iğreti hayatı besleyecek menfaatlerine malzeme avlayanlara karşı Kur’an bağlılarını uyarmış ve Allah adına aydınlatmanın yalnız Kur’an’la yapılması gerçeğine dikkat çekmiştir. Verdiğimiz âyette dikkat edilirse Allah Rasûlü ve O’nun şahsında müslümanlar iki emirle karşı karşıyadırlar. Bunlardan biri “bırak”, diğeri ise “öğüt ver” emridir.
Müslümanlar kendi dinlerini eğlence ve alay konusu yapanları bir kenara itmekle yükümlüdürler. Kendi dinine gereken hürmeti göstermeyen, dini olgunluğunu korumayan, dini konularda dine yakışan ciddiyet ve nezâket içerisinde konuşmayan, dini duyguları gerek sözle, gerekse davranışla alaya alan ve dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinen kişilerle müslümanlarm arasının kesin şekilde ayrılması gerekir.
Bu tavır o insanlarla tamamen bağlarımızı kesip, onlara Allah’ın emirlerini hatırlatmamamız anlamına gelmez. İşte burada ikinci emir olan “Öğüt ver”
1415] N. Şahinler, s. 93-98
1416] 6/En’âm, 70
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 297 -
devreye girmektedir. Bu öğüt verme “Allah’tan başka dost ve yardımcısı bulunmayan” o kişilere Kur’an’la yapılacaktır. Ama eğer bu öğütten de ders almazlarsa başlarına gelecek olan sonuç şudur; “Boğazları ve karınları yakıp kavuran kaynar su. Ve küfretmeleri yüzünden tadacakları elim bir azap...” 1417
26- Şaşkın Bir Halde Çöle Düşenler
“De ki: Allah’ı bırakıp da bize fayda ve zarar veremeyen şeylere mi yalvarâlim? Allah bizi hidâyete erdirdikten sonra arkadaşları; bize gel, diye doğru yola çağırırken; şeytanların saptırıp şaşkın bir halde çöle düşürmek istedikleri kimse gibi ökçelerimizin üstünden gerisin geri mi dönelim? De ki: Allah’ın hidâyeti, asıl hidâyetin kendisidir. Ve biz emrolunduk ki; âlemlerin Rabbına teslim olalım.” 1418
Âyet, “hidâyetin ancak Allah’tan geleceği” gerçeğini bize hatırlatıyor ve Allah’tan gelen hidâyetin ardından, Allah’ı bırakıp da fayda ve zararı dokunmayan sığınaklara tapmanın/ bağlanmanın şeytanın oyununa gelmek olduğu belirtiliyor. Dikkat edilirse bu âyette söz konusu edilenler inanmayanlar değil, inandıktan sonra devşirme bir dine meylederek sapanlardır. Çünkü bunların Allah’ın hidâyetinden sonra gerisin geri döndükleri ifâdeye konmuştur.
Yine âyet; tevhidi kabul ettikten sonra şirke dönen, kalbi tek bir ilâha kulluk ile çeşitli ilâhlara kulluk arasında dönüp dolaşan kimsenin şaşkınlığını, hayretini ve çektiği psikolojik azabın manzarasını canlı bir tablo olarak -sanki insan eliyle dokunup hissedecekmiş gibi- resmediyor.
Bir insan düşünün, “şeytanların şaşırtıp çöle düşürdükleri” bir insan… Yolunu ve yönünü bulmada kararsızlık, şaşkınlık içinde çaresiz… Tevhitten sonra şirk çölünün karanlığında, ürkütücü yalnızlığın ortasında aç, susuz. . Ne olurdu bu şaşkınlığın sonunda tevhide götüren doğru bir yöneliş gelebilseydi. Ama öbür tarafta hidâyeti seçmiş arkadaşları yer alıyor. Onu hidâyete çağırıyorlar. “Bize gel” diyorlar. O ise şaşkınlıkla dâvet arasında bocalıyor. Nereye gideceğini bilmiyor. Ve hangi bölüğe koşacağını kararlaştırmıyor.
İşte Allah’ın dinini tanımış ve onun zevkine ermiş -bu bilginin ve zevkin derecesi ne olursa olsun- sonra gerisin geri dönerek sahte ilâhların kulu olmuş, korku ve baskıların ezici darbesi altında kalıp yalancı ilâhlara kul olmuş insanların hali! Âyetteki “de ki” emrinin muhâtabı Hz. Peygamberdir. Bu ifâde, sûre içerisinde tekrar eden kuvvetli bir tesir tonuna sahiptir ve “hidâyetin sadece Allah’a ait olduğu, Rasûlullah’ın ise korkutuculuk ve tebliğ edicilikten öte bir görevinin bulunmadığı” anlamına gelmektedir.
Ey Rasûlüm söyle onlara Allah’tan başkasına tapınmak, onlardan yardım dilemek ve onlara hareket kumandasını teslim etmek gibi yaptıkları fiillerin kötülüğünü belirterek söyle… Hâlbuki tapındıkları şeyler ne fayda, ne de zarar verebilir kendilerine. İster taptıkları şeyler put olsun, ister taş veya ağaç olsun, ister ruh veya melek olsun, isterse şeytan veya insan olsun... Hepsi de kendilerine fayda veya zarar dokundurmamakta eşittirler. Onlar aciz varlıklardır. Ne faydaları dokunabilir kimseye, ne de zararları. Yeryüzünde meydana gelen her hareket sadece Allah’ın takdirine uygun olarak cereyan eder. Allah’ın izin vermediği
1417] N. Şahinler, s. 99-100
1418] 6/En’âm, 71
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir şey olmaz. Onun takdirinden ve hükmünün dışında bir şey yeryüzünde cereyan edemez.
Verdiğimiz âyette gündeme getirilen gerçek aynı sûre içerisinde dolaylı bir şekilde tekrar ele alınmış ve Kur’an bağlılarına, işi kökünden halledecek şu kozmik direktif verilmiştir: “... Allah de ve bırak onları daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.” 1419
27- Mü’min ve Kâfirin Hali-Karanlıktan Çıkamayanlar
“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları (işler) öyle süslü (câzip) gösterilmiştir.” 1420
Bu âyetteki temsilde Yüce Allah, hidâyet edip sapıklıktan kurtardığı ve ışığında yürüyeceği bir nûr verdiği mü’min kimseyi, diriye; kâfiri de karanlıklar içinde kalıp çıkamayan bir ölüye benzetmiştir. Bu âyetin, Hz. Hamza (r.a.) ile Ebû Cehil hakkında yahut Ammâr (r.a.) ile Ebû Cehil hakkında indiği rivâyet edilmiştir.1421 Demek ki âyette, dolayısıyla, inkâr, ölüme; inkârcı, ölüye; İman eden kimse, ölümden sonra Allah’ın dirilttiği kimseye benzetildiği gibi, küfür, zulmetlere, iman da nura benzetilmektedir. Karanlıklarda olan, doğruyu ve eğriyi, iyiyi ve kötüyü, Hakkı ve bâtılı ayıramaz. Zaten şeytan ona bâtılı süsleyip yaldızlamaktadır. Mü’min ise, Allah’ın verdiği iman nûru sayesinde Hakkı ve bâtılı, haklıyı ve haksızı, faydalıyı ve zararlıyı, iyiyi ve kötüyü ayırdeder. Elbette ölü ile diri bir olmadığı gibi, mü’min ile kâfir de bir olamaz.1422 Kur’ân’da mü’minlerin dirilere, kâfirlerin ölülere benzetilmesi de müteaddid âyetlerde geçer. Çünkü onların kalpleri ölmüştür.1423 “Bunun için (Ey Rasûlüm) sen, bu dâveti elbette ölülere duyuramazsın, arkalarını dönüp giden sağırlara işittiremezsin.” 1424 “O halde (Ey Rasûlüm), sen mi sağırlara işittireceksin yahut körlere ve açık bir sapıklıkta olanlara hidâyet vereceksin?” 1425
Âyette “…ölü iken” ifâdesi, cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken, “hayat verdiğimiz” ifâdesi ise, bilgi ve anlayış verip, gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız anlamınadır. Gerçekten doğruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol’u bilmeyen fiziksel açıdan canlı kabul edilebilirse de aslında o, kendisini gerçekten insan yapacak “hayat”tan yoksundur. Yaşayan bir insan değil, ancak yaşayan biyolojik bir varlıktır. Yaşayan (hayat sahibi) insan ise, ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilendir.
Bu nedenle âyet, hayat hakkında gerçek anlayışa ulaşmış ve bilginin ışığıyla sayısız eğri yolların arasında Doğru Yol’u tanıyabilen bir kişi ile anlayıştan yoksun ve cehâlet karanlıklarında körlüğünden dolayı düşe kaka gidenlerin bir olamayacağını söylemektedir.
Yine âyet bir sünnetullaha dikkatimizi çekerek, kendilerine sunulan ışığın
1419] 6/En’âm, 91; N. Şahinler, s. 101-103
1420] 6/En’âm, 122
1421] Beyzavî, I, 329
1422] Ş. Mansur, s. 178
1423] 6/En’âm, 36; 27/Neml, 80
1424] 30/Rûm, 52
1425] 43/Zuhruf, 40; Velî Ulutürk, s. 53-54
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 299 -
yol göstericiliğine tabi olmayı reddedip, Doğru Yol’a çağrıldıkları halde eğri yollarda yürümeyi tercih edenlere yaptıklarının güzel gösterilmesinin Allah’ın bir kanunu olduğunu hatırlatıyor. Böyle kişiler zamanla karanlığı sevmeye başlar ve karanlıklar içinde körler gibi el yordamıyla yürümekten ve hayatları boyunca sürüklenip gitmekten hoşlanır hale gelirler. Aynı şekilde, her kötü şey kendilerine sevmeye ve yapmaya değer, her gülünçlük de bir hikmet parıltısı olarak görünür.
Özetle söylemeye çalışırsak bu âyette hayat, iman ve aydınlığı; ölüm ise, küfür ve karanlığı sembolize etmektedir. İman sonsuz alemler ile bağ kurmaktan, ezel ve ebed ile birleşip karşılıklı ilişki kurmaktan ibarettir ki, işte hayat budur. Küfür; ruhun yücelip, enginlere açılmaması için kurulmuş bir engeldir. Karanlıklar yığınıdır küfür. Duygu ve bedeni arzulara hâkim bir damga gibidir. Çünkü o karanlıklardan ibarettir. Bataklık üstüne bataklık ve sapıklıktır. İman ise enginlere doğru açılış ve uzak ufukları görüştür. Düşünce ve istikamet vasıtasıdır. Her türlü şekliyle bir nur harmanıdır iman.. Küfür katılaşıp taşlaşmaktır.. Her şeyi ile sıkıntı yığınıdır. Fıtratın kolay ve basit yolunu yitirip şaşırmaktan ibarettir. Zorluklar kümesidir. Huzur ve sessizlikten mahrumiyet, emin bir kucaktan yoksun olmaktır. Kararsızlık ve ıztırap halidir küfür. İman ise bir ferahlık, kolaylık ve huzur, upuzun serilmiş rahmet gölgesidir…
İnsanlar bu dinle -İslâm’la- tanışmadan önce kalpleri ölü idi ve ruhları karanlıklarla kaplıydı. Sonra kalplerine bir iman nefhası üfurüldü de canlanıverdiler. Ve bir iman meşalesi alevlendi ruhlarında. Bu meşale her tarafı aydınlatmaya başladı. İnsanlar bu aydınlıkta dalaletten dönüp hidâyete geldiler.. Yol kaçkınları bu nur ile gerçeği buldular.. Korkaklar bu nur ile emniyete ulaştılar.. Köleler bu aydınlık sayesinde hürriyetlerini elde ettiler.. İnsanlığa aydınlık ufuklarının işaretleri bu nur ile görünüverdi. Ve işte böylece yeryüzünde yeni bir insanın doğuşu başlamış oldu. İlan edilen gerçek, bu doğuş idi. Hür ve aydın insanın doğuşu.. Kullara kul olmaktan kurtulup kulların yaradanına kul olan insanın doğuşu..
Unutmayalım ki: “Allah, iman sahiplerinin Velî’sidir; onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların dostları tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlıklara çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaktır onlar.”;1426 “Körle, gören bir olmaz. Karanlıklarla ışık da bir olmaz. Gölge ile sıcaklık da aynı değildir. Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen, kabirdekilere işittiremezsin.” 1427
28- İman Etmenin Göğe Çıkmak Kadar Zor Geldiği Kişiler
“Allah, hidâyetini dilediği kimsenin göğsünü, İslâm için açar. Saptırmak dilediğinin de göğsünü öylesine daraltıp sıkar ki, iman ona göğe çıkmak kadar zor gelir. Allah, iman etmeyenlerin üzerine pisliği işte böyle atar.” 1428
Âyet, Allah’ın hidâyet etmek istediği insanın göğsünü İslâm’a açacağı, o kimsenin, İslâm ile sevinç ve huzur duyacağı; sapıklığında bırakmak istediğinin gönlünü de, göğe tırmananın göğsü gibi darlık ve tıkanıklık içinde bırakacağını bildirmektedir. Burada: “Allah kimi saptırmak isterse” cümlesi, her şeyin, Allah’ın yasaları içinde olduğunu belirtmektedir. Kişinin gönlünün İslâm’a açılması, içindeki düşüncelerin, dürtülerin işleyip ağır basmasıyla olur. Sapıklıkta kalması da yine
1426] 2/Bakara, 257
1427] 35/Fâtır, l9-22; N. Şahinler, s. 104-106
1428] 6/En’âm, 125
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içindeki düşüncelerin, karşıtlarına ağır basmasıyla olur. Bunların hepsi Allah’ın yasaları çerçevesinde oluşur. Yasalar Allah’ındır ama insanda bir isteme ve düşüncelerini tercih etme özgürlüğü vardır. İnsan isterse Allah onun düşüncesini, gönlünü iman tarafına yöneltir.
İnsan istemez, gayret etmezse Allah onu, girdiği sapıklık içinde bırakır. Allah’tan başka kudret ve yönetim sahibi yoktur. Allah Rasûlü (s.a.s.), kendisine Allah’ın, mü’minin göğsünü nasıl açtığı sorulunca şöyle buyurmuştur: “Kalbine bir nur atar, kalbi İslâm ile sevinir, ferahlık duyar.” “Bunun tanınacak bir belirtisi var mıdır?” dediler. “Bunun belirtisi, ebedîyyet yurduna yönelmek, aldanma yurdundan uzak durmak, ölmezden önce ölüme hazırlanmaktır.” dedi. 1429
Bu âyette bir fizik yasasına da işaret vardır. Yüce Allah: “Allah kimi saptırmak isterse, onun gönlünü göğe tırmanıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar” buyuruyor. Âyet, mü’minle kâfirin ruhsal durumunu belirtmek için verdiği örnekte göğe yükselen insanın göğsünün daralacağına, tıkanacağına, o adamın güçlük çekeceğine işaret etmiştir.
Bilindiği üzre yükseğe çıktıkça hava basıncı düşer, nefes almak güçleşir. Nefes alması güçleştikçe göğsü daralıp sıkılmaya başlayan insan, boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir derece azalır. 15-16 bin metre yükselince özel cihazlar olmadığı takdirde nefes alamaz, havasızlıktan boğularak ölür. İşte hava basıncını ölçen aletlerin bulunmadığı bir zamanda inen Kur’an, göğe yükselen insanın göğsünün daralıp tıkanacağını söylemekle bu fizik kanununa da işaret etmiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu ifâde, bir Kur’an mûcizesidir.
Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere âyet içerisinde geçen “bessa’adu” kelimesinin seçilmesi de olağanüstü dikkat çekicidir. Arapça orijinal okunuşu ile bu kelime söylendiğinde adeta boğaz tıkanmakta, nefes daralmaktadır. Seçilen kelime işaret ettiği anlamı yansıtmaktadır.
Âyet, Allah’ın hidâyetinden yüz çeviren ve doğru yolu bulmayı arzu etmeyerek fıtratının kapısını kapatanların küfür bataklığında veya başka bir deyişle “pislik” içinde kaldıklarını söyleyerek son bulmaktadır.
Türkçe çeviride “pislik” olarak verdiğimiz kelimenin aslı “rics” dir. Kur’an’da 10 yerde geçen bu kelime, pis şey, pis koku anlamındadır. Rics adam, rics kişiler şeklinde sıfat olarak da kullanılır.
Rağıb el-Isfahani, ricsin 4 türlü olabileceğini söylüyor:
1) Yaratılıştan,
2) Akıl yönünden,
3) Din yönünden,
4) Bunların hepsi yönünden. Örneğin, ölü hayvanın eti bu cümledendir.
Rics, bir pisliktir ki, bulaşanı da rics haline getirir. İnkarın her türü, inkâra vasıta ve alet olan her şey rics haline gelir. Meselâ, putlar birer ricstir.1430 Putlara
1429] Taberî, Câmi’ul-Beyan, 8/26
1430] 22/Hacc, 30
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 301 -
ve putçuluğa bulaşan müşrikler de ricsdir.1431 İmansızlık ve akılsızlık, yani akla ters düşmek verdiğimiz âyette de belirtildiği gibi Allah tarafından ricse batırılmaktır.1432 Rics, madde dünyasında tiksinti ve rahatsızlık sebebi olan şeylerdir. Rics, insanın bedenini sardığı gibi gönül dünyasına da Mûsâllat olur. Bu demektir ki, ricsin maddî olanı yanında mânevî olanı da vardır. Bunların biri ötekini, sürekli azdırır, büyütür. Allah’ın ricsten özellikle uzak tuttuğu topluluk, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ehlibeytidir. 1433
29- Kâfirler Cennete Giremeyecekler
“Doğrusu, âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; Deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler. İşte suçluları böyle cezalandırırız.” 1434
Bu âyette, inkârcıların, deve iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremeyecekleri beyân edilmiştir. Bu, bir darbı meseldir. Müfessirlerin çoğu bu mânâyı tercih ederler. “Cemel”in, halat, urgan mânâsı da vardır. Onu iğne deliğine biraz daha münasib görenler vardır. Ancak buradaki mânâ, Türkçemizde bulunan, “Balık kavağa çıkıncaya kadar” meselimiz gibi, olmayacak işler hakkındadır. Yani Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, asla cennete giremeyeceklerdir, demektir ki, bu mânâ siyaka daha uygundur.1435 Çünkü deve büyüklükte, iğne deliği ise küçüklükte ve darlıkta bir mesel olmuştur.1436 Araplar, olmayacak şeyler hakkında, “Hatem-i Tâî’nin kabrinin bulunduğu dağ yok oluncaya kadar.” ve “Karga beyazlaşıncaya kadar.” gibi deyimler kullanırlar. “Deve iğne deliğinden geçinceye kadar” tâbiri de bu kabil bir deyimdir. 1437
30- Mü’min ve iyi Kişi, Kâfir ve Kötü Kişi
“İyi toprak -Rabbinin izniyle- (bol) bitki verir; çorak toprak ise yararsız bitkiden başka birşey çıkarmaz, işte Biz, şükreden bir toplum için, âyetleri böyle döndürüp (tekrar tekrar) açıklıyoruz.”1438
Âyet, Allah’ın âyetlerini düşünen ve onlardan faydalanan kimseyi, iyi toprağa; onlara kulak asmayan ve onlardan etkilenmeyen kimseyi de kötü toprağa benzeten bir temsildir.1439 Birinin kabiliyeti iyi ürün verir, diğerinin kabiliyeti ise buna müsait değildir. “Kur’ân kalplerin âb-i hayatıdır, din ve marifet de ebedî bir hayat olan rahmet-i İlâhiyyedir. Mükellef ve muhatab olan insanlar da, yağmurun indiği yerler gibi, iki kısımdır: Topraklar gibi, İnsanların ve insan hey’et-i ictimâiyyesinin de tayyibi ve habisi, iyisi ve kötüsü vardır.”1440 Kâmin (gizli) mesele bir örnek olan bu âyet, iyi toprağın mahsulünün iyi olduğu gibi, iyi mü’minin de amelinin iyi olacağını, çorak toprağın mahsulünün kıt ve kötü olduğu gibi,
1431] 9/Tevbe, 95
1432] 7/A’râf, 71; 10/Yûnus, 100
1433] 33/Ahzâb, 33; N. Şahinler, s. 107-110
1434] 7/A’râf, 40
1435] Elmalılı, III, 2161-6162
1436] Beyzâvi, I, 349
1437] Ebû Hilâl el-Askerî, I, 363; Velî Ulutürk, s. 46-47
1438] 7/A’râf, 58
1439] Beyzâvî, I, 353; Zemahşerî, II, 84
1440] Elmalılı, III, 2201-2202
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâfirin de amelinin kötü olacağını ifâde etmektedir. 1441
31- Bile Bile Allah’ın Âyetlerini İnkâr Edenin Hali-Dilini Sarkıtarak Soluyan Köpek Gibi Olanlar
“Onlara şu adamın haberini anlat: Ona âyetlerimizi verdik de, onlardan sıyrıldı, çıktı. Şeytan onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu. Dileseydik, elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat, o dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun hali, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali budur. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden topluluk ne kötü bir örnektir!” 1442
Bu âyette müphem olarak bahsedilen şahsın kim olduğu hususunda değişik haberler vardır.1443 Bir rivâyete göre İsrâiloğullan bilginlerinden Bel’am b. Bâûrâ’dır bu... Kavminin verdiği dünyalık hediyeler ve ettiği ısrarlar neticesinde -bildiği gerçeklere rağmen- Mûsâ (a.s.)’a bedduâ etmiş ve bu yüzden dili göğsüne kadar sarkmıştı.1444 Bu adamın, Ümeyye b. Ebi’s-Salt olduğu da rivâyet edilmiştir.1445 Ümeyye, eski şeriatlardan epey bir bilgi edinmişti; fakat bu bilgisinden faydalanamadı. Çünkü o, Hz. Peygamber (a.s.) zamanına yetişmiş, onun mûcize ve alâmetlerini görmüş; bununla beraber ona tabî olmamış, müşriklere taraftar olmuştu. Çünkü kendisi peygamber olmayı umuyormuş, bu yüzden de Hz. Peygamber(a.s.)e hased etmiştir.1446 Fakat Kur’ân’ın bu üslûbu tâkîb etmesindeki maksad, şahısların belirlenmesi değil, onların halini anlatmak ve misallendirmektir. 1447
Şu halde dünyaya meyledip, hevâsına tabî olan kimse, ilâhî hakikatleri bile bile bu yolu seçerse, onun hali, üstüne varsan da varmasan da, diğer hayvanlarda bulunmayan bir aşağılık halde, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin acaip ve aşağılık haline benzer. Mevkî ve şerefini böyle düşürmüş olur.1448 Zaten bundan sonra gelen âyette bu temsildeki kimselerin ne kötü bir örnek teşkil ettikleri ifâde edilir. 1449
Âyete, kendinden önceki âyetlerle olan ilişkisini göz önüne alarak yaklaşırsak şu anlamları yüklememiz mümkündür: Bir insan düşünelim ki Allah ona âyetlerini veriyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor. Hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o, fıtratın doğru yolundan sapıyor ve Allah’ın âyetlerini bilip gördükten sonra geri dönüyor. Ne ilk ahdi tutuyor, ne de doğru yolu gösteren âyetlere bağlanıyor. Tam aksine dünya menfaatlerine, hırs ve rahatına yönelip, çeşitli günahlara kapılarak, basit arzuların hırsına yenik düşüyor. Sonunda bütün yüce olan şeyleri bir kenara iterek tüm akli ve ahlaki gelişme yetilerini boşa harcıyor. Deyim
1441] Velî Ulutürk, s. 47-48
1442] 7/A’râf, 175-177
1443] İbn Kesir, II, 264
1444] Celâleyn, I, 376;Beyzâvî’nin Haşiyesinde, Mısır, 1968
1445] İbn Kesir, II, 265
1446] Beyzâvî, 1, 377
1447] Elmalılı, IV, 2335
1448] Zemahşerî, II, 131; Beyzâvî, I, 3, 77; Ş. Mansûr, s. 270-271
1449] 7/A’râf, 177; V. Ulutürk, s. 48-49
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 303 -
yerindeyse “yerdeki çamurları gökteki yıldızlara” tercih ediyor.
Ve şeytanın bir oyuncağı durumuna geçiyor. Bir daha hiç bir koruyucu korumuyor onu… Hiçbir muhafız beklemiyor kendisini. Şeytanı izliyor, şeytanın peşine gidiyor ve onun sözlerine uyuyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu insan şekil değiştirmiş, köpek sûretine geçmiş. Kovduğunuz zaman soluyor, kovmadığınız zaman da soluyor. Bu adam durmadan soluyup duran köpeğe benzer. Sıcakta köpeğin dilini çıkarıp soluması, bir bunaltı halini sembolize eder. İşte Allah’ın âyetlerini inkâr edenler de durmadan dilini çıkarıp soluyan köpekler gibi bunalım içindedirler. Üzerlerine yük vursan da vurmasan da bunalım içindedirler. Çünkü imansızlık onların vicdanlarım rahatsız eder.
Allah’ın böyle bir kimseyi köpeğe benzetmesinin bir başka nedeni de şudur. Soluyan bir köpeğin dışarıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir. Kendisine bir taş parçası atıldığında bile yer koklayarak o yöne doğru süratle koşar ve belki bir kemik olabilir umuduyla, onu dişler. Kendisi gibi daha bir çok köpeğin doymasına yetecek bir leşe rastladığı zaman da onun bencilliği, bu son derece güçlü sahip olma hırsı açıkça ortaya çıkar ve başka bir köpeği buna ortak yapmak istemez. Köpeğin diğer bir özelliği de şehvete aşırı düşkün olmasıdır. Bu yüzden iman ve bilginin kendisine telkinde bulunduğu yasakları çiğneyen dünyaperest insan, işte böyle bir köpeğe benzetilmiştir. Tıpkı bir köpek gibi o da midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine düşecektir.
Bu örnek, Allah’ın verdiği bilgi ve âyetlerle istifâde etmesini bilmeyen ve iman yolundan yürüyüp ilerlemeyen herkese uyan bir misaldir. Allah’ın nimetlerinden sıyrılıp şeytanın peşine düşerek onun kölesi halinde olan ve neticede şekil değiştirerek hayvanlar mertebesine düşen her insanın durumunu belirtmektedir.
Âyete dikkat edilirse, Kur’an şahıs ismi belirtmiyor, karakter çiziyor. Bu adam bir tane değildir. Her devirde böyle insanlar çoktur. İnsanlık tarihi her zaman, her yerde ve her toplulukta bir çok kere bu örneği gözümüzün önüne dikmektedir. Nice din bilgini tanıyoruz ki Allah’ın dininin gerçeklerini öğrenir de sonra ondan sapıtır. Ve Allah’ın dininde olmayan şeyleri söyler. Bu bilgileri maksatlı tahriflere vasıta olarak kullanır. Yeryüzünün fani hükümdarlarının keyfine göre fetvalar verir. Böylece Allah’ın hâkimiyetine tecavüz edip O’nun yeryüzündeki mukaddesatını çiğneyenlere sadık bir kul gibi yardımcı olur. Bunlardan öylelerini gördük ki, din âlimidirler, şu gerçekleri itiraf ederler: “Teşri Hakkı Allah’ın haklarından birisidir. Onu kim kendisi için iddia ederse Allah’ın uluhiyetini ortak olur. Ayrıca o kişiye bu Hakkı veren veya kabul ederek peşinden gidenler de tıpkı onun gibi küfretmiş sayılırlar...”
İşte bu bilginler... Dinin zarûrî olarak öğrettiği bu gerçekleri bilmelerine rağmen, kendi şahısları için hüküm koyma yetkisini taşıyan ve böylece tanrılaşma iddiasında bulunan putlara, zâlim dikdatörlere yardımcı olurlar. Kendilerinin birbirleri ile küfürlerine hüküm verdikleri şahısları desteklerler.. Ve onlara müslüman adını verirler. Onların yapmak istedikleri şeyin İslâm olduğunu ve başka türlü bir İslâmiyet’in bulunamıyacağını söylerler. . Bunlardan öylelerini gördük ki, bir yıl boyu fâizin haram olduğunu yazıp dururken, bir başka sene bütünüyle fâizin helâl olduğunu yazmaya başlamışlardır.
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah korusun, zamanımızda bu tip âlimler sanki kendi nefsine zulmetmek için hırsla koşuyorlar. Tıpkı cehennemin çukurlarında kendisine ayrılan yere başka birisinin de girmek üzere kendisiyle yarışarak geçmesinden korkup dişini sıkması gibi bu yolda koşuyorlar... Her sabah cehennemde kendisi için ayrılan yeri tesbit etmek üzere hızla ilerliyor ve bu dünya hayatından sıyrılıp kopuncaya kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen bir soluyuşla bu arzuların peşinde koşup duruyorlar.
Allah’ım sen koru bizleri, sebat ver ayaklarımıza. Sabır boşalt üzerimize… Ve bizi müslümanlar olarak öldür. 1450
32- Dört Ayaklı Hayvanlar Gibi Olanlar
“Yemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık. Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar, gözleri var bunların, onlarla görmezler; kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Dört ayaklı hayvanlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gâfillerin ta kendileridir bunlar.” 1451
Âyet, insan olmanın kozmik icaplarını yerine getirmeyenlerin hayvanlardan daha sapık olacaklarını söylüyor. “Bunların kalpleri vardır duygulanmaz, gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez.” Her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre, âyetin kastettiği, insana yakışır biçimde duyup, görüp, işitmektir. Bunu yapamayanın hayvan olma şansı yoktur. O, hayvandan daha aşağılara inecektir. Çünkü hayvan, yaratılışın kendinden beklediğini mutlaka yerine getirir. İnsan ise, yaratılışın kendinden beklediği onur burcuna yükselemezse, hayvan olma şansını da yitirir ve en sefil çukurlara yuvarlanır. Bu yuvarlanma insanı en ileri inkâr hali olan putperestlikle bir “pislik” durumuna getirebilir. 1452
Kısacası insanın üç değil, iki yolu vardır: Ya zirvelere, yaratılışın onur burcuna çıkar yahut da aşağılara, çukurun dibine yuvarlanır. Başka bir âyette bu gerçek bir kez daha ifâdeye konarak şöyle denmiştir: “Allah katında yeryüzü hayvanlarının en kötüsü, Allah’a nankörlük eden imansızlardır.” 1453
Yine bu âyetle Yüce Allah, akılları varken düşünmeyen, gözleri varken görmeyen, kulakları varken bir türlü hakkın sesini işitmeyen kimseleri cehenneme atmaktadır. Çünkü bunlar, kendilerinde bulunan yetenekleri kullanıp hakkın yoluna gelmemişler, hakkın sesini dinlememişlerdir. Bu halleriyle bunlar, düşüncesiz, söz anlamaz hayvanlara benzemişlerdir.
Demek ki yeteneklerini kullanıp Allah’ın âyetlerini düşünenleri Allah, içlerinde uyanan etkenlerle yola getirir. Onlar doğru yolu bulurlar. Ama yeteneklerini kullanmayan, Allah’ın âyetlerini dinlemek istenmeyen, inkârda direnip duranların içlerinde iman etkeni uyanmaz. Allah, o sapıklığı yeğleyenleri, zorla hidâyete götürmez, kendi hallerine bırakır. İşte ziyana uğrayanlar da onlardır.
Fakat insanın içinde ve dışında ortaya çıkan olayların hepsi, Allah’ın kanunları çerçevesinde oluştuğundan dolayı hidâyet de, dalalet de Allah’ın yaratmasıdır. Çünkü kanunsuz iş olmaz. Faktörler bulunmadan hiçbir iş meydana gelmez.
1450] N. Şahinler, s. 111-114
1451] 7/A’râf, 179
1452] bk. 9/Tevbe, 28
1453] 8/Enfâl, 55
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 305 -
Kanunlar Allah’ındır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi Allah yaratır. Hidâyet de, dalâlet de Allah’ın yaratmasıdır. Ama bunlar insanın seçimine bırakılmıştır. İnsan seçer, Allah yaratır. İnsan aklıyla herhangi bir yönü seçtiği için yaratan Allah olduğu halde sorumlu insandır.
Bu âyet, “Birçok cin ve insan vardır ki, biz onları sadece cehenneme göndermek ve cehenneme yakıt yapmak için yarattık” diye bir manaya gelmez. Kullanılan ifâde insanlık dilinde şiddetli bir hasret ve üzüntüyü belirtir. Örneğin; çocukları genç yaşta savaşta öldürülen bir anne, “Onları ben; bu mermilere yem olsun diye büyütmüşüm” dediğinde bu anne onların gerçekten bu gaye için büyütüldüğünü söylemek istememekte, tam aksine son derece büyük olan üzüntüsüne göstermek ve savaştan sorumlu olanları yermek istemektedir.
Âyette geçen “el-kulûb” kelimesi kalbin çoğuludur. Bilindiği gibi kalb, vücuda kan pompalayan bir organımızdır. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de kalb sözcüğü ile, insanın algı ve bilinç merkezi kasdolunur. Yine âyette yeralan “la yefqahûn” kelimesinin kökü olan fıkh ise ilim diye tefsir edilir. Bu kelimenin asıl anlamı, açmak, yarmaktır. Anlamak mânâsında kullanılır. Hekim-i Tirmizi, fıkhı şöyle tanımlıyor: “Fıkh, bir şeyin iç yüzünü bilmek demektir. İşlerin iç yüzünü bilmeyip sadece yüzeyde kalanlara fakih denmez.”
Gazâli’ye göre nakle dayanarak değil, fakat asıl anlamından çevirerek garip fetvaları, ayrıntıları bilenlere fakih adını vermişlerdir. Oysa İslâm’ın ilk asrında fıkıh bu anlamda kullanılmıyor, sadece âhiret yolunu, nefsin hastalıklarını, amellerin ruhsal değerini bozan işleri, dünyanın adiliğini iyi bilen; âhiret nimetlerine göz diken, kalbini Allah korkusu sarmış kimselere fakih deniyor. Kur’an: “Her kabileden bir cemaatin dini iyice fıkhetmeleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman onları, Allah’ın yasaklarından kaçınmaları için uyarmaları gerekmez miydi?”1454 âyeti de bunu gösterir. İşte fıkıh budur.
Yoksa talâkın, köle âzâd etmenin, lian ve selem gibi konuların ayrıntılarını bilmek fıkıh değildir. Çünkü bunları bilmek ile ne uyarma, ne korkutma hasıl olmaz. Aksine sürekli bunlarla uğraşmak, kalbi katılaştırır, kalbden haşyeti çıkarır. Nitekim kendini tamamen bu işe verenlerin böyle olduklarım görüyoruz. İşte Yüce Allah: “Kalpleri var, fakat onunla fıkhetmezler…” buyurmuş, fıkıh ile fetvâ konularını değil, iman mânâlarını anlamayı kasdetmiş, düşünüp de inanmayanları kınamıştır. 1455
Ebû Hanife de fıkhı: “Nefsin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir” şeklinde tanımlamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 27 yerde kullanılan bu kelime, bunların 19’unda ince bir anlayış, derin bir bilgi, bir şeyin iç yüzünü anlamak manasmdadır. Ancak bu dikkatli ve ince düşünce ile sözün asıl mânâsı kavranabilir. 1456
33- Dünya Hayatı-Gökten İndirilen Su
“Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: Onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip, birbirine karışmıştır. Toprağın süslenip bezendiği, sahiblerinin de on(u biçmeye, mahsullerini toplamay)a kâdîr olduklarını sandıkları sırada,
1454] 9/Tevbe, 122
1455] İmam Gazâli, İhyâ, 1/48, 3/487
1456] Tefsiru’l-Menar, 9/420-421; N. Şahinler, s. 115-118
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gece veya gündüz emrimiz o yere gelmiş ve orayı, sanki dün hiç bir şey bitirmemiş gibi biçilmiş bir hale getirmişizdir. İşte Biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz.” 1457
Bu âyetteki temsilde, dünya hayatının hali ve ondan istifâde müddetinin kısalığı; onun bu kısa müddette sahibine yönelişi, süsü, yaldızı ve çekiciliğinin, sahibine, Allah’ı unutturmaya sebeb oluşu ve çok kısa zamanda elden çıkışı veya sahibinin ondan çıkışı; gökten Allah’ın indirdiği su ile, toprağın yeşerip, görkemli bir şekilde bitki ve ağaçların birbirine karışmasına, bütün süslerini takındıkları tam bu sırada onların, Allah’ın emriyle sönüp gitmesine temsil edilmiştir.1458 Onun güzelliği, ilkbahar mevsimi gibi bir mevsimliktir, hemen yok olur.1459 Âyette bir ‘istiâre’ yapılmıştır ve bunda bir “teşbîh-i mürekkeb” vardır. Bu, âyetin bütününden çıkarılmaktadır. 1460
Âyet, bu dünyada görünürdeki başarılarına bakıp, âhireti bütünüyle unutanlara bir uyarı anlamı taşır. Bu tipler, ekinlerinin olgun ve bereketli olduğunu, onu biçebileceklerini ve hasat sonu mutlu olacaklarını zanneden toprak sahiplerine benzetilmiştir. Bu toprak sahipleri olgun ürünlerinin yakında tadına bakabileceklerinden emin biçimde, Allah’ın ürünlerini ve büyük umutlarını yok edici emrinin farkında değildirler. Tıpkı bunun gibi âhiret hayatı için hazırlık yapmayanlar, bu dünya lezzetleri uğruna haksız yere kazandıklarının karşılığını öte dünyada bir felaket olarak bulacaklardır. Tıpkı hasadından emin olunan ürünün aniden bir felakete uğrayıvermesi gibi…
Dünya hayatının “gökten inen suya” benzetilme örneği Kur’an’da daha başka âyetlerde de yer almaktadır. Örneğin; 3/Âl-i İmran, 14-15; 10/Yûnus, 24-25; 14/İbrâhim, 18; 18/Kehf, 45-46; 24/Nûr, 39... Tüm bu âyetlerde, insanoğluna içinde yaşadığı hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır. Bu dünyadaki hayat ve bu hayat içindeki iniş ve çıkışlar geçicidir. Her ne kadar dünyada hoşumuza giden şeyler çok görünüyorsa da, aslında onlar hakirdir, asılsızdır ve aldatıcıdır, insanoğlu akılsızlığı yüzünden aldanmaktadır; çünkü onları elde etmeyi son saadet zannetmektedir. Oysa bu dünyada ne kadar büyük fayda ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçici bir hayat ile çevrelenmiştir. Ayrıca bu dünyada insanoğlunun hayat akışı, aniden tersine dönebilir. Ancak bu dünyanın aksine, âhiret hayatı ebedîdir. Oradaki faydalar da, zararlar da çok kapsamlı ve süresizdir, şâyet Allah’ın mağfireti sizlere nasip olursa, Allah’ın rızası karşılığında size verilen nimetler de, o derece büyük ve sonsuz olacaktır. Öyle ki onların yanında bu dünyanın zenginlik ve ihtişamı bir hiçtir. Allah’ın azabına layık olanlar ise, zararlarının ne derece büyük olduğunu göreceklerdir. Çünkü bu dünyadaki hiç bir fayda, kazanç ve lezzet, âhirete sahip olanların yanında bir değer taşımaz.
Kur’ân-ı Kerim’de 110 küsur yerde geçen dünya kelimesi esasında isim olarak değil, sıfat olarak kullanılmakta ve yüzde doksandan fazlasıyla hayat kelimesini nitelendirmektedir. Dünya, “denâet” kökünden bir sıfat olup basit, adi, iğreti, ölümlü anlamlarına gelmektedir. Kur’an yüze yakın yerde iğreti, âdi, basit hayat (el-Hayat ed-Dünya) deyimine yer vermekte ve insanı böyle bir hayat tenezzül
1457] Yûnus, 10/24
1458] Âlûsî, XI, 100-102; Ş. Mansûr, s. 254-255; Beyzâvî, I, 444-445
1459] Hakîm Tirmizi, s. 8
1460] V. Ulutürk, s. 50
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 307 -
etmemeye çağırmaktadır.
Ne yazık ki, Kur’an’a ters bir kanaat, dünya kelimesini isim olarak benimsemiş ve empoze etmiş, sonuçta da bu kelime yerküre anlamında halk arasında kullanılmıştır. Bunun götürdüğü sakat anlayış, Kur’an’ın dünyayı kötülediği, dünyadan tiksindiği, insanı dünyadan yüz çevirmeye çağırdığı merkezinde olmuştur.
Bu tamamen yanlıştır. Kur’an, coğrafi ve astronomik anlamda dünyayı karşılamak için “arz” kelimesini kullanır. Ve Kur’an’a göre arz İlâhî âyetlerle dolu, hareket halinde bir küre olup tetkik edilmesi, ihyası, korunması, güzelleştirilmesi insandan istenen İlâhî bir emânettir. Kur’an’ın çirkin gördüğü dünya ise insanı Allah’tan uzaklaştıran iğretiliklerin ve sefilliklerin genel sıfatıdır. Bu anlamda dünya insanın kötü sıfatlarının sembol adı olan nefsdir.
Nitekim Ebû Said el-Harraz (ölm. 286/899) şöyle demiştir: “Dünya nefs ve onun arzularından ibarettir. Kul, nefsin arzularını terkedince dünyayı terk etmiş olur. Görmez misin ki kul bazen elinde hiç bir şey olmadığı halde hırsı yüzünden dünyaperest olabilmektedir.”1461
Aynı anlamda dünya için, “seni Mevlâ’ndan alıkoyan şeydir” diyor Hz. Ali. Dünya, bu olduğuna göre, arzdaki faâliyetlerden geri kalmak Kur’ani bir tutum değildir. Dünya o faâliyetler esnasında yoktur; onların semerelerini kullanırken takındığımız tavır dünyayı karşımıza diker. Böyle olunca da “arzın fesâd ve felâketine de dünya sebep olmaktadır” diyebiliriz.
Çalışmak, ekmek, dikmek, imal etmek… Bütün bunlar arzla ilgili şeyler. Bunlar makbul. Arz boşuna yaratılmamıştır; “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de, sadece gerçeği göstermek üzere yarattık. Ama onların çokları bilmiyorlar.”1462 “Şu iğreti dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka şey değil. Âhiret yurduna gelince, asıl hayat işte odur. Ah, bilebilselerdi!” 1463
Arz güzeldir. Fakat arzdaki nimetlerle çekildiğimiz imtihanı kaybetmemiz, dünyadır ki, işte o çirkindir. “Biz yeryüzünde olan şeylerin herbirine ayrı ayrı zinet verdik ki insanların hangisinin ameli daha güzel, onları imtihan edelim.”.1464 Son söz, Hz. Peygamber’den (s.a.s.): “Dünya sevgisi bütün yanılgıların başıdır.” 1465
34- Mü’min ve Kâfirin Hali:
“Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile işiten ve gören gibidir. Bunların hali bir olur mu, hiç ibret almaz mısınız?” 1466
Bu âyette, mü’min ve kâfir, iki zümrenin durumu, görüp işiten ile kör ve sağıra temsil edilmektedir. Bu temsilde, kâfirin, Allah’ın âyetlerini görmezlikten geldiği için âmâya, Allah’ın kelâmına kulak tıkadığı için ve mânâlarını düşünmekten kaçındığı için sağıra benzetildiğini görüyoruz. Mü’min ise işiten ve gören kimseye teşbih edilmiştir. Çünkü onun durumu kâfirinkinin aksidir. Herbirisi iki
1461] Harraz; Sıdk, 47
1462] 44/Duhân, 38-39
1463] 29/Ankebût, 64
1464] 18/Kehf, 7
1465] N. Şahinler, s. 119-123
1466] 11/Hûd, 24
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sıfat bakımından iki şeye benzetilmiş oluyor, yani kâfir, körlüğü ve sağırlığı kendisinde toplayan kimseye, mü’min de hem görebilen hem de işitebilen kimseye benzetilmiştir.1467 Kur’ân’da müteaddit âyetlerde, mü’min gören ve işiten kâfire kör ve sağır kimseye benzetilir:1468 Bunlardan konu ile ilgili olan bazı âyetlerin mealini burada hatırlamakta fayda vardır: “Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerdeki (ölülere) elbette işittirmezsin. Sen sadece bir uyarıcısın.” 1469
“De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıkla aydınlık müsâvî olur mu? (...)” 1470
35- Suya Ulaşamayanlar
“Gerçek duâ yalnız O’na, hak dâvet yalnız O’nun için yapılır. O’nun dışında yalvarıp dâvet ettikleri ise onlara hiç bir şekilde cevap veremezler. Onlar, ağzına ulaşsın diye iki avucunu açan ama suya ulaşamayan birinden başkasına benzemezler. Küfre sapanların duâ ve dâvetleri şaşkınlığa dalmaktan başka bir işe yaramaz.” 1471
Dâvet ve duâ; çağrı, isimlendirme ve yakarış anlamındadır. Bu köklerden türeyen kelimelerin tümünde bu anlamlar vardır. Kur’an bunlarla kulun Allah’a yakarışından söz ettiğinde biz bunu duâ, yakarış, niyaz vs. diye çevirmekteyiz. Duâ-dâvet köklü kelimeleri aynı anda hem yakarış, hem de dâvet diye tercüme etmek, Kur’an üslûbunun çok boyutlu yaklaşımım farketmede zorunlu bir yoldur.
Bu ilmî endişeden kaynaklanacak ki Elmalı “Hak dâveti ancak O’nundur” âyetine şu anlamları yüklemiştir:
1) Hakk’a dâvet, insanları hak ilâha, hak dine ancak O’na olan dâvettir. Allah’tan başkası namına yapılan dâvetler, propagandalar hep bâtıldır.
2) Hak dâvet, yani hak duâ, hak yakarış veya gerçek duâ, yani tam yerine yapılmış olan, kabul edilip karşılık görecek olan duâ ve yakarış, ancak Allah’a yapılan duâ ve ibadettir.
3) Hak yola dâvet, her şeyden önce ve bizzat Hakkı tanıtıp ona hidâyet edecek olan O’dur. Yani Allah’ın bildirmesine ve irşadına dayanmayan dâvet, Hakka yapılmış dâvet olamaz.
Allah’tan başkalarına duâ edip yalvaran kimselerin, bu duâlarının kabul edilmesi ancak avuçlarını suya doğru açan kimseye suyun verdiği karşılık gibi olabilir. Yani ellerini suya uzatıp, suyun ellerinden ağzına kendiliğinden ulaşmasını isteyen kimsenin bu arzusu su tarafından ne kadar gerçekleştirilemez ve imkânsızsa onların Allah’tan başka duâ ettikleri şeylerin de bu isteklerini yerine getirebilmesi ihtimali o kadar imkânsızdır. Çünkü su bir cansızdır. Kendisine avuçlarını açıp uzatanın bu davranışını farketmez ve susadığını da anlayamaz. Ağzına gelmesini isteyecek olsa, su onun isteğini kabul edip ağzına kadar ulaşamaz. İşte onların yalvarıp yakardıkları cansızların durumları da böyledir. Onların
1467] Beyzavî, I, 465
1468] 13/Ra’d, 19; 17/İsrâ, 72; 20/Tâhâ, 124-125; 35/Fâtır, 19; 40/Mü’min, 58; 10/Yûnus, 43; 43/Zuhruf, 40 vb.
1469] 35/Fâtır, 19-23
1470] 13/Ra’d, 16; V. Ulutürk, s. 52-53
1471] 13/Ra’d, 14
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 309 -
çağrılarının farkına varamazlar, isteklerini kabul edemezler, onlara herhangi bir şekilde fayda veremezler.
Mücâhid, “avuçlarını suya açmış kimsenin durumu gibidir” âyeti üzerine şu tesbitleri yapmaktadır: “Avuçlarını ona açmış kimse ile anlatılmak istenen, diliyle suyu çağırıp elleriyle de ona işaret eden kimsenin durumu gibidir, ebedîyyen su ona gelmez. Derin bir kuyunun başında bir adamın durduğunu ve uzaktan ellerini o kuyuya doğru uzattığını düşünelim. Bu adamın suyu içebilmesi için acaba su onun isteğini karşılamak durumunda olabilir mi? İşte bu gibi kimselerin kendi ilâhlarına yalvarıp yakarmalarının durumu da aynen böyledir. Allah ile birlikte başka bir ilâha tapan müşrikler, dünyada da âhirette de ortak koştuklarından hiçbir fayda göremeyeceklerdir. İşte bu nedenle “kâfirlerin yalvarışı da ancak bunun gibi boşunadır.”
Genellikle taştan, ağaçtan yapılmış putların/heykellerin hiçbirinin duâya cevap veremeyecekleri açık bir gerçektir. Bu yüzdendir ki âyette kullanılan “velleziyne” edatı daha çok akıllı varlıklar için söz konusudur. Bu âyetteki manayı sadece putlara ait kılmak ve tefsir etmek eksik kalmaktadır. Şu halde burada yalnızca şuursuz putların değil, Allah’ın dışında ilâhlaştırılan bir takım liderler veya şahısların da o cansız putlar gibi, hiçbir duâya karşılık veremeyecekleri, Allah’ın iradesi olmadan hiçbir isteği yerine getiremeyecekleri söz konusu ediliyor demektir. 1472
36- Hakkın Sâbit Kalması, Bâtılın Köpük Gibi Yok Olup Gitmesi
“Gökten (Allah), bir su indirdi de, dereler kendi ölçüsünde çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklen(ip götür)dü. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp (erit)tikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. Allah hak ile bâtılı, böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise, yerde kalır. İşte Allah (kapalı şeyleri anlatmak için) böyle nice misaller verir.” 1473
Bu âyette de, Allah Teâlâ, hak ve bâtıl için bir temsil îrad etmiştir. Bu temsilde iki mesel vardır. Birincisinde hak, yani Kur’ân ve vahiy benzeyen, yağmur da benzetilendir. Yine bâtıl yağmurun getirdiği sel üzerindeki köpüğe benzetilmiştir. Köpük kaybolur, faydalı yağmurlar ise toprak tarafından emilir. Bu sel esnasında bâtılı temsil eden köpük üste çıkıp, bazen hakkın üstünde imiş gibi görünebilir. Bu geçici görünüşe aldanmamalıdır. ikincisinde ise hak yine benzeyen, eritilen madenin cevheri de benzetilendir. Bu mâdenden de bir posa hasıl olur ki, o da bâtıla misaldir. Bu posa da geçicidir. Âlet, edevat veya ziynet eşyası yapılan madenin asıl cevheri ise kalıcıdır. Hak da öyle kalıcı ve devamlıdır. Kalpler ise, istiabına göre alır ki, onlar da vadilere benzetilmiştir.Bunda vech-i şebeh, bâtılın geçiciliği, zevalinin yakın ve faydasının az oluşu ile, hakkın kalıcılığı ve faydasının çokluğudur.1474 Başlangıçta hak ile bâtıl birbirine karışık olur, daha sonra imtihanla bunlar birbirinden ayrılır. 1475
Âyet, hakkın yararlı ve kalıcı; bâtılın ise bir süre üste çıksa da yararsız ve gidici olduğunu belirtiyor ve şu örneği veriyor: Allah’ın yağdırdığı yağmurdan seller
1472] N. Şahinler, s. 124-126
1473] 13/Ra’d, 17
1474] Zemahşerî, II, 356; Elmalılı, IV, 2975; Ş. Mansur, s. 141-142
1475] Hakim Tirmizî, s. 9
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oluşur. Her derenin büyüklüğüne göre çağlayıp akan seller üzerinde köpük, çer çöp belirir. Süs eşyası, kap kaçak yapmak için altında ateş yakılarak eritilen madenlerin üzerinde de posa görülür. Gerek sel, gerek maden üzerindeki köpük atılır, yok olur, selin hareketi zayıflayınca köpük dağılır, çer çöp derenin kenarlarına yapışır, geriye yararlı olan su kalır. Madenin tortusu atılır, yararlı olan cevher kalır. Yararlı olan köpük ve tortu değil, kalıcı olan su ve madendır. İşte, hak karşısında bâtılın durumu da böyledir. Bâtıl bir süre hakkın üstüne çıkmış olsa da sonunda söner, gerçek ortaya çıkar. Gerçek kalıcı, bâtıl ise köpük ve tortu gibi yok olucudur.
Âyetin işaret ettiği bir başka güzellik de şudur: Yüce alemden İlâhî rahmet ve feyiz iner de kalp ve vicdanlar, kendi anlayışlarına, iman ve irfanlarına göre onlardan nasiplerini alırlar ve öylece dolup taşarlar. Üste çıkan şüphe ve tereddüt köpükleri çok geçmeden sönüp gider.
Hak, şatafatlı değildir; ama o hep güçlüdür, kudretlidir ve mütevazidir. Kendi doğrultusunda hedefine ilerlerken feyiz ve rahmet, adalet ve hakseverlik, Yüce Yaratan’a kulluk ve teslimiyet bırakır. Tıpkı dereleri dolduran yağmur gibi.. Arazi üzerinden akıp giderken bir yandan ona hayat verir, ekin için yararlı mil bırakır. Oysa o mil suyun içinde seyrederken pek görünmez. Ayrıca yağan yağmurla birlikte toprak için çok faydalı maddeler de iner. Bâtıl ise, şatafatı sever, içi boştur, tıpkı köpük gibi, suyun üstünde yüzer, dikkatleri çeker. Fakat az sonra sönüp gider, geriye yararlı bir şey bırakmaz.
Kur”an Levh-i Mahfuz’dan indikten sonra, gönülleri vadiler misali, anlayış, iman ve irfanları nisbetinde doldurmaktadır; dolup taşmca da oradaki şüphe, cehalet, inat ve benzeri köpükleri üste çıkarır ve çok geçmeden o köpükler sönüp kaybolur. Gönül vadisi küfür ve azgınlıkla veya nifak ve şirkle tıkanmışsa, Kur’an’ın feyz ve bereketine pek yer kalmamış sayılır. Önce o tıkanmaya sebep olan nesneleri Tevhid’le temizlemek gerekir.
Süs eşyası ve yararlı şeylerin imal edildiği kıymetli madenler de böyledir. Ateşte, türüne göre belli bir ısı derecesinde tutulunca erirler, karışık olan posa ve cüruf ayrılır, asıl cevher meydana çıkar. Hak ile bâtıl kazara birbirine karışır da neyin nesi olduğu pek anlaşılmazsa, Kur’an’ın potasına konulup eritilince, hak bütün sadeliğiyle ortaya çıkar, bâtıl ise posa ve cüruf misali bir tarafa atılır.
“Nesefî” de verdiğimiz bu âyete şu anlamı yüklemektedir: Su Kur’an’dır. Suyun bedene faydası ne ise Kur’an da ruha hayat vermek için nazil olmuştur. Dereler de kalplere örnektir. Miktarlarınca dolup taşmalarından kasıt ise, kalbin genişliği ve darlığıdır. Köpük nefisten geçen kötü arzularla şeytan vesveseleridir. Faydalanılan arı su ise hakkın misalidir. Köpük bâtıl olarak gittiği, arı su da kaldığı gibi, nefsin kötü arzuları da geçip gider ve hak, olduğu gibi, geriye kalır. Altın ve gümüşten olan süs eşyası ise güzel davranışlara ve temiz ahlâka örnektir. Demir, bakır ve kurşun gibi madenlerden edilen eşyalar ise, kurtuluş için hazırlanan, ihlâs ile beslenen amellere misaldir. Çünkü ameller sevabı çekici, cezayı da kovucudur. Bu cevherlerin bir kısmı kazanç sağlamak için bir faydaya araç oldukları gibi, bir kısmı da savunma aracı olabilirler. Köpük ise riyâkarlık, tutarsızlık, iyi amellerden usanmak ve tembellik göstermektir.
Özetle âyet, hak ile bâtılın daha iyi anlaşılıp ayrılması için önce akıl yoluyla
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 311 -
duyguya, duygu yoluyla da akla ve her iki yoldan ilme geçişler sağlıyor ve yukarıda da değindiğimiz örnekleri veriyor. 1476
37- Cennetin Hali:
“(Allah’ın emirlerine karşı gelmekten) korunanlara va’dedilen cennetin durumu şöyledir: (Ağaçları altından ırmaklar akar; yemişleri ve gölgesi devamlıdır, işte bu, Allah’dan korkup sakınanların akıbeti...! Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir.” 1477
Müttakîlere va’dedilen cennetin garib sıfatı, bu âyette şöyle hikaye edilmektedir: İnsanlara dünyadaki bildiklerinden hatırlatmalar yapılır ve âyette açıkça görüldüğü şekilde tasvir edilir. 1478
38- Kâfirlerin Amelleri-Şiddetli Bir Rüzgârın Savurduğu Kül
“Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde, rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer, kazandıklarından ellerine hiçbirşey geçmez. İşte bu, hakdan uzak olan bir sapıklıktır.” 1479
Buradaki kâfirlerin amellerinden maksad, sıla-i rahim, misafir ağırlama, düşkünlere yardım, köle azadı gibi iyi işlerdir.1480 Bunlar dahi, imana dayanmadığı için, müşebbehün bihi olan, fırtınalı bir gündeki şiddetli rüzgârın savurduğu küller gibi heba olacak, onların ellerine birşey geçmeyecektir.1481 Bu, ne beliğ bir beyân!... 1482
Âyet, Allah’a karşı nankörlük edenlerin yaptıkları işlerin, iyiliklerin boşa çıkacağını, rüzgârın savurduğu kül gibi havaya savrulup gideceğini belirtmektedir. İyi işlerin Allah tarafından kabul edilmesi için Allah’ın bir bilerek yapılması gerekir. Allah’ı inkâr etmek yahut O’nun yanında başka ilâhlara tapmak nankörlüktür. Nankörlerin yaptıkları iyilikler, Allah katında makbul değildir. Rüzgâr nasıl külü savurursa, nankörlük de iyi amelleri öyle savurur, yok eder.
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. “Acaba kâfirlerin bütün iyi işleri boşa mı çıkar?” Bazı müfessirlere göre puta tapmaları yüzünden kâfirlerin yaptıkları bütün iyilikler boşa çıkar. Şirkleri yüzünden müşriklerin, fakirlere yaptıkları yardımlar verdikleri sadakalar, ana-babalarına itaatleri hep boşa çıkar. Bazı müfessirlere göre de boşa çıkan, onların iyi işleri değil, putlara tapmaları ve yalvarmalarıdır. O tapmaları, yalvarmaları boşunadır. Ne kadar yalvarıp yakarsalar, onlardan bir yarar göremezler. Boş yere kendilerini yormuş olurlar. 1483
İlâhî dâvete karşı sadakatsiz, inançsız ve isyankar olanlar ve peygamberlerin dâvet ettikleri yola uymayı kabul etmeyenler, sonunda hayatları boyunca kazandıklarının ve yaptıkları işlerin bir yığın kül kadar değersiz olduklarını göreceklerdir. Uzun yıllar boyunca biriken büyük bir kül tepeciği nasıl fırtınalı bir günde
1476] N. Şahinler, s. 127-130
1477] 13/Ra’d, 35
1478] Beyzavî, I, 521-522; Âlûsî, XIII, 162-164; Elmalılı, IV, 2994; Ş. Mansûr, s 237-238; V. Ulutürk, s. 56
1479] 14/İbrâhim, 18
1480] Âlûsi, XIII, 204; Zemahşerî, II, 372
1481] Hakim Tirmizî, s. 7, 10; Ş. Mansûr, s. 332
1482] V. Ulutürk, s. 57-58
1483] Mefâtihu’l-Ğayb, 19/105
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rüzgâr tarafından darmadağın ediliyorsa, aynı şekilde onların bütün büyük işlerinin o fırtınalı kıyâmet gününde bir yığın külden başka bir şey olmadığı görülecektir. Onların göz kamaştırıcı kültürleri, büyük medeniyetleri, muhteşem krallık ve devletleri, büyük üniversiteleri, bilimleri, edebiyatları ve ikiyüzlüce yapılan ibadetleri, fazilet dedikleri davranışları, dünya hayatında övündükleri yararlı ve ıslah edici hareketleri, o gün bir yığın kül kadar değersiz olacak ve kıyâmet gününün “fırtınası” tarafından etrafa saçılacaktır. O denli ki, o gün İlâhî teraziye koymaya değecek en ufak bir yararlı iş bile bulamayacaklar.
Verdiğimiz âyette önemli bir konuya parmak basılmakta ve İslâmiyeti, aynı zamanda İlâhî sünneti bilmeyen bazı kişilerin, Allah’ı inkâr eden kaşifler ve mucitlere bol keseden cenneti ve ebedî saadeti layık görmeleri üzerinde durulmakta ve böylece mü’minlere en sağlam bilgi verilmektedir. Şöyle ki: “Allah’ı tanımayanların, kıyâmeti inkâr edip cennet, cehennem, hesap ve azaba inanmayanların, dünyada işledikleri hayırlar, iyilikler, yaptıkları yararlı işler, keşifler ve ilmi buluşlar kıyâmet gününde onlar için bir değer taşıyacak mı?” Veya başka bir ifâde ile söylersek, “Allah’ı tanımayanlardan öylesi var ki, keşif ve icatlar yapmıştır. Bütün bu yararlı hizmetlerin âhirette karşılıksız; kalması doğru olur mu?”
İlk bakışta mantıki gibi görünen bu sorular üzerinde biraz düşünüldüğünde hakikati ortaya koymada şu tesbitleri yapmamız mümkündür.
a) Önce bu adamlar, yaptıkları hizmeti Allah için değil, insanların takdir ve şükranlarını bekleyerek yapmışlar veya böyle bir hizmette bulunmaktan deruni bir zevk duymuşlardır. Böylece onlar, Allah diye bir varlık ve kudret tanımadıkları için de, yaptıkları hizmet karşılığında uhrevi bir mükâfat düşünmemişlerdir.
b) O halde onlar Allah’tan değil, insanlardan ödül, ilgi ve takdir beklemişler ve beklediklerini fazlasıyla görmüşlerdir.
c) Allah’ı tanımadıkları, O’ndan bir mükâfat ve takdir beklemedikleri halde biz kimin adına kime âhiret mükâfatını vermek cömertliğinde bulunabiliyoruz?
d) Ortada bir buluş ve icat sahibi var ki, İlâhî kudreti hiç tanımıyor ve ondan hiçbir şey beklemiyor. Üstelik O’nun isminden ve varlığından nefret ediyor. Böylesinin hizmetini, O kudrete yakıştırma, O’nun rahmet ve yardımına, mükâfat ve ihsanına layık görme hakkını nereden alıyoruz? Yaptığı işi kimler için, niçin, ne amaçla ve ne niyetle yapmışsa, ona göre karşılığını almıştır. Bizim işgüzarlığımız hem o ilim adamına Hakkaret, hem de inanmadığı Allah’a karşı bir küstahlık değil de nedir?
Eğer verdiği hizmetlerle Allah’a inanmış, Onun hoşnutluğunu dilemişse, zaten Allah onu bizden daha iyi bilir ve ona göre mükâfatlandırır. Bizim ortada bir kıstas ve belge yokken araya girmemizin sebebi ve anlamı yoktur.
Sonuç olarak, Allah’a ve Âhiret gününe inanmayan bir kimsenin, insanlıktan veya nefsinden yana yaptığı bir icadı kendi mantıksal ölçülerimize göre uhrevi mükâfatla değerlendirmemiz haddi aşmak ve İlâhî sınıra tecavüz etmek sayılır. Bu da büyük bir şaşkınlık ve sapıklık olarak nitelendirilir. Nitekim âyetin son kısmında açık bir anlatımla buna temas edilerek gereken uyarı yapılmıştır. 1484
1484] N. Şahinler, s. 131-134
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 313 -
39- İyi Söz ve İyi Amel, Güzel Söz; Kökü Yerde, Dalları Gökte Olan Güzel Bir Ağaca Benzer
“Görmedin mi Allah, nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer. O ağaç, Rabbinin izniyle yemişlerini her zaman verir. Allah insanlara böyle örnekler verir ki, düşünüp ibret alabilsinler.” 1485
Bu meselde, güzel söz (kelime)den muradın, “kelime-i şahadet” -kî bunu Beyhakî rivâyet etmiştir- olduğu; tbn Abbas (r.a.)dan ve el-Asam’dan, bunun “Kur’ân” olduğu; İbn Bahirden de “İslâm dâveti” olduğu rivâyet edilmiştir. Bunun, mü’minin kendisi olduğu da söylenmiştir, yani müşebbeh bunlardır. Müşebbehün bih (benzetilen) ise, çoğu âlimlere göre, şecere-i tayyibedir, o da hurma ağacıdır. Bu, İbn Abbas, İbn Mes’ud (r.a.), Mücahid, tkrime ve Dahhâk’dan rivâyet edilmiştir. Enes b. Mâlik (r.a.)dan da, Tirmizî, Nesâî ve İbn Hibbân’ın bu mânâda rivâyetleri vardır. Bu ağacın, üzüm, incir ağacı gibi diğer iyi ağaçlar mânâsına olduğu rivâyetleri vardır. Yine bunun cennette bîr ağaç olduğu da söylenmiştir. Şehâdet kelimesinin mânâsı bakımından, vasfedilen ağaca benzetilişinin izahı şöyledir: Bu sözün aslı ve menşe’i mü’minlerin kalbindeki imandır. Bu iman kalplere kök salmıştır ve ondan sâlih ameller, temiz işler çıkar, dallanır, budaklanır, semâya yükselir. Böylesi amellere de, elbetteki, Allah’ın sevabı ve rızası terettüb eder. İşte bu, bu ağacın her zaman verdiği meyvesidir.1486 Şu halde bundaki benzetme yönü, köklü, sağlam ve dalları göğe yükselen, meyvelerini kesintisiz veren muhteşem bir ağacın toplamından çıkan hey’et ve manzarasıdır. 1487
Âyette geçen “kelime-i tayyibe” ifâdesi sözlükte “temiz bir söz” anlamına gelmesine rağmen, burada “doğru bir söz ve sağlam bir inanç” anlamındadır. Kur’an’a göre bu “söz ve inanç”, tevhidi kabul etmek, peygamberlere, vahye ve âhirete inanmaktır. Çünkü tevhid, bunları belli başlı doğrular olarak ilan eder.
Burada “güzel bir söz”ün ne kadar güçlü ve yaygın olduğu gösterilmektedir. Evrendeki tüm sistem, mü’minin şehâdet ettiği bu “güzel söz” deki gerçekliğe dayandığından, yer ve bütün sistemi onunla işbirliği içindedir ve bütün sistemi ile birlikte gökyüzü onun hizmetindedir. Bu nedenle mü’minle tabiat kanunu arasında bir çatışma yoktur, her şey tabiatı gereği ona yardım elini uzatır.
“Güzel bir söz” o denli verimlidir ki, hayat sistemini ona dayandıran herkes veya her toplum, her an ondan meyvasını alır. Çünkü “güzel söz”; düşüncede berraklık, sinirlerde denge, karakterde güç, ahlakta temizlik, ilişkilerde sebat, konuşmada doğruluk, sohbette dolaysız ve doğrudan konuşma, sosyal davranışlarda ölçülü bir tutum, kültürde soyluluk, ekonomide adalet ve eşitlik, politikada onurluluk, savaşta soyluluk, barışta samimiyet ve verilen sözlerde, yapılan anlaşmalarda güven yaratır. Kısacası o, yerinde kullanıldığında her şeyi altına çeviren bir iksirdir.
Şüphesiz ki, sözlerin en güzeli, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatan ve her peygamberin tebliğ ve irşatta temel hareket noktası sayılan “lailâhe illallah” tır. Bu kutsal kelimeyi, mânâsını, amacını idrak içinde gönül toprağına ebedîyyet tohumu olarak atmak, ilim ve irfan suyuyla sulamak, kökü derinlerde, dalları göğe
1485] 14/İbrâhim, 24-25
1486] Âlüsi, XIII, 213-214; Zemahşerî, II, 376, Hakîm Tirmizî, s. 10
1487] Ş. Mansûr, s. 149; V. Ulutürk, s. 59-60
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yükselmiş, her an meyva veren bir ağaç gibi feyizli kılmak, Allah’a dosdoğru iman eden kimsenin tek amacı olmalıdır. Çünkü kalpte yeşeren “Kelime-i Tevhid” ağacı, imanı oluşturur, ibadetler, hayırlar, iyilikler, faziletler ve güzel ahlak bu ağacın aralıksız verdiği meyveleridir.
Ayrıca “güzel söz” çok yönlü bir kavramdır. Doğruluğu, zerafeti, güler yüzlülüğü, yakınlığı, kardeşliği, emniyeti ve huzuru telkin eder. O bakımdan temelinde “la ilâhe illallah” bulunan güzel sözün bir çok yararları söz konusudur. Onları şöyle özetlememiz mümkündür:
a) Ruhlara serinlik, gönüllere yatışkanlık verir. İç sıkıntılarını giderir.
b) Kötü duygu ve düşünceleri yönlendirir, iyiye, güzele ve doğruya çevirir.
c) Kardeşlik, dostluk ve yakınlık bağlarını kuvvetlendirir. Toplumu birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir,
d) Aileye mutluluk, çevreye güven ve huzur havası estirir. O bakımdan sıcak bir ilgi ve güvenli bir yaklaşıma neden olur.
e) Devlet bünyesinde kişilere şeref, itibar, sevgi ve saygı kazandırır. Vatandaşla devlet kadrosu arasında güven havası estirir.
Görüldüğü gibi, Kur’an’ın eşsiz benzetmesiyle “iman”, kökü çok derinlerde, dalları ise göğe yükselmiş, her an meyva veren bir ağaca benzetilmiştir. Bu bize tek kelimeyle “iman ve amelin birbiriyle ilgisini, aralarındaki bağın kopmazlığmı” haber veriyor.
Çünkü gerçekten sağlam bir iman her yönüyle feyiz ve bereket kaynağıdır. Rahmet saçan ürünleri birbirini izler. O bakımdan imanı amelden ayırdığımız takdirde, kısmen olsun özelliğini kaybettirme tehlikesine kapı açmış oluruz. Bu bir bakıma meyvasız ağaca benzer. Yararı çok az, feyiz ve bereketi noksandır.
Kur’ân-ı Kerim güzel bir sözü, güzel bir ağaca benzetirken o ağacı dört sıfatla anarak bize geniş, fakat üzerinde düşünmemizi ilham eden mânâlar vermiştir:
1) O ağaç güzeldir. Bu, onun ya şeklinin ya görünümünün ya da kokusunun veya meyvesinin güzel olduğunu anlatır.
2) Kökü derinlerde sabittir. Bu, onun dış tesirden dolayı devrilmeyeceğini, yerinden kopmayacağını ifâde eder. Dış tesirle kopup devrilmeye yüz tutacak kadar güçsüz ve köksüz olsaydı, sözü edilen güzellik özelliğini kaybederdi.
3) Dalları göktedir. Dallarının genişleyip yükselmesi, kökünün ve gövdesinin gücünü simgeler. Aynı zamanda yeryüzünün bazı olumsuz tesirlerinden selamette kaldığını belirtir. O nisbette de meyvaları tertemiz ve nefis olur.
4) Her an meyvesini verir. Bu kadar sağlam, yüksek ve verimli bir ağacın elbetteki her zaman meyva vermesi beklenir. Allah’ın rızası, aklını kullanan her insanın böylesine feyizli bir ağaca sahip olmasını ister. Peygamber ve Kitap böyle bir ağacın yetiştirilme yol ve yöntemini öğretir.
İşte kalplerin derinliğine kök salan, hücrelere kadar inen sağlam bir iman da böyledir. 1488
1488] N. Şahinler, s. 135-138
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 315 -
40- Kötü Söz ve Kötü Amel-Çirkin Söz; Yerden Koparılmış, Kökü Olmayan Kötü Bir Ağaca Benzer
“Çirkin bir söz; yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.” 1489
Temsilin ikincisi, küfür, şirk ve ona dâvet ile yalan ve Allah’ın razı olmayacağı her çirkin sözü, kökü yerden kopmuş, tutunacak yeri olmayan kötü bir ağaca benzetmiştir.1490 Bu çeşit ağaçların Ebû Cehil karpuzu, diken, bir çeşit kötü sarmaşık ve yosun gibi, kokusuz, tadsız, meyvesiz ve gölgesiz olan verdiği zaman da kötü ve zararlı meyve veren ağaçlar olduğu rivâyet edilmiştir.1491 Bundaki benzetme yönü ise, köksüzlüğü, sebatsızlığı, faydasızlığı hatta bazen zararlı meyvesidir. Görüldüğü gibi bu mesel de kâmin (gizli) mesele bir örnektir.
27. Âyette geçen, Allah îman edenleri dünyâda da âhirette de değişmez sözlerinde sebat ettirir, demek, dünyada kelime-i tevhîd dillerinde sağlamlaşır ve kalplerine yerleşir de, dinleri hususunda işkenceye tâbi tutuldukları zaman da onda sebat ederler, demektir. Âhirette sebatları ise kabirde ve sorgulamalarda olur. Sorguya çekmeye gelen Münker ve Nekir meleklerine “Rabbim Allah, dînim İslâm, peygamberim Muhammed (s.a.s.)” cevabını verdikten sonra, Rasûlullah (s.a.s.), gökten birisinin “Kulum doğru söyledi” diye nidâ edeceğini ve bunun Cenâb-ı Hakk’ın, “Allah mü’minleri sabit sözlerinde sebat ettirir” sözü olduğunu buyurdu. Zâlimleri ise Allah şaşırtacaktır. 1492
“Kotü bir söz”, “Güzel bir söz”ün tam tersidir. Gerçek dışı ve yanhş olan her şey için kullanılabilir. Fakat verdiğimiz bu âyette ateizm, sapıklık, inançsızlık, şirk, putatapıcılık veya peygamber tarafından getirilmemiş hangi “izm” olursa olsun kişinin hayat sistemini dayandırdığı yanlış inanç ve akide anlamında kullanılmaktadır.
“Kötü bir söz” (yanlış bir inanç) dayanıklı ve sürekli değildir, çünkü tabiat kurallarına terstir. Bu nedenle evrendeki her şey ona karşı çıkar ve onu reddeder. Sanki toprak onun tohumlarını dışarı atmaya hazırdır ve eğer atılan tohumlardan bazıları büyümeyi ve kötü bir ağaç olmayı başarırsa, o zaman gökyüzü onun dallarına baskı uygular. Gerçekte eğer insana denenmesi için özgürlük ve süre tanınmamış olsa, kötülüğün gelişmesine hiç bir zaman izin verilmezdi. Bu özgürlük nedeniyle bazı insanların hayatlarını “kötü söz”e dayandırmalarına izin verilmiştir. Onun belli bir dereceye kadar büyümesine müsaade edilir, fakat o kötü sonuçlar doğurmaktan başka bir şey üretmez. Kısa bir süre sonra da onun kökü topraktan sökülüp atılır.
“Güzel bir söz” ile “kötü bir söz” arasındaki ayırım o denli açıktır ki, dünyanın kültürel, ahlaki, dini ve entellektüel tarihini eleştirel bir yaklaşımla inceleyen herkes bunu kolayca algılayabilir. Çünkü “güzel söz”, tüm insanlık tarihi boyunca bir tek ve aynı kalmıştır ve hiçbir zaman tarihten silinmemiştir. Bunun aksine, tarihte sayılamayacak denli çok “kötü söz” ortaya çıkmış, fakat bunlardan tarih kitaplarındaki isimler dışında hiçbir iz kalmamıştır. Hatta bunlardan bazıları o denli saçmadır ki, eğer bugün insanlar bunları duysalar insanların bu kadar
1489] 14/İbrahim, 26
1490] Zemahşeri, II, 377; Âlûsi, XIII, 217; Ş. Mansûr, s. 151
1491] Beyzâvî, I, 530
1492] Beyzâvî, I, 530-531; V. Ulutürk, s. 60-61
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıldışı şeylere nasıl inandıklarına şaşırırlar.
İki tür “söz” arasında dikkate değer bir ayrım daha vardır. Ne zaman bir kimse veya toplum “güzel sözü” hayât sistemi olarak kabul ederse, nimet ve lütuflar sadece o kişi ve toplumla sınırlı kalmaz her tarafa yayılır. Bunun aksine ne zaman bir kimse veya toplum, hayatını “kötü söz” üzerine kurarsa, her tarafa kaos ve karışıklık yayılır.
Kötü söz, daha çok Allah’ı tanımamak, O’nun varlığı, kudreti ve planı hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalıp inkâra yol açacak söz ve davranışlarda bulunmaktır. O halde Hakk’ı inkâr, hakikati örtüp gizlemek ve Allah hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalmak, üç kötü sıfatı kendinde taşıyan kötü bir ağaca benzetilebilir. Nitekim âyette bu benzetme çok özlü ve anlamlı şekilde ifâde edilmiştir. Şöyle ki:
1) Ağaç yararsız ve kötüdür,
2) Çünkü kökü kopuktur,
3) Gövdesi kararsız olup, dış tesirle şuraya buraya sürüklenmektedir.
Küfür de böyledir: Onda feyiz ve rahmet, bereket ve güven yoktur. Ne göğe doğru yükselen dalları, ne yerin derinliğine inen kökleri, ne sapasağlam ayakta duran gövdesi, ne de yarar sağlayan bir meyvası vardır. O bakımdan küfür, tuğyan ve Hakkı red her zaman köksüzdür, kararsızdır, şüphecidir, umutsuzdur, şaşkın ve tedirgindir. Verimli hiç bir ürün söz konusu değildir.
Kur’an bu benzetmede bulunurken kötü sözün zararları konusunda bize çok zengin malzeme ve bilgi vermektedir. Kötü sözün günlük hayatımızdaki zararlarını şöyle tesbit etmemiz mümkündür:
a) Ruhlara tiksinti ve sıkıntı verir, sinir sistemini bozar.
b) Kalplerin kırılmasına yol açar, kin ve nefret duygularını kabartır.
c) Kardeşlik bağlarım koparır. Toplum yapısında güven ve huzuru sarsar, bütünleşmeyi önler.
d) Aileyi huzursuz eder, sevgi ve saygı havasını bozar.
O bakımdan rahatlıkla diyebiliriz ki, güzel ve yapıcı söz, temelinde Allah’a iman cevheri bulunduğu ölçüde faydah ve feyizlidir, kötü söz de temelinde küfür ve azgınlık bulunduğu nisbette zararlı ve yıkıcıdı. 1493
41- Allah ve Sahte Tanrılar, Mü’min ve Müşrik:
“(Müşrikler) Allah’ı bırakıp da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiç bir rızka, hiç bir şeye mâlik olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere (putlara) taparlar. Artık Allah’a benzerler koşup durmayın. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah şöyle bir temsil getirdi: Hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle, bir de tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz, ondan gizli aşikâr harcayan kimse hiç bir olur mu? Allah’a hamd olsun. Hayır, onların çoğu bilmezler. Ve Allah şu iki adamı da misal getirdi: Bunlardan biri dilsizdir, hiç bir şeye gücü yetmez, efendisinin üzerine bir yüktür. (Efendisi) onu nereye gönderse bîr hayır getiremez (bir iş beceremez). Şimdi bu (adam), doğru yolda olan, adaleti
1493] N. Şahinler, s. 139-142
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 317 -
emreden kimse ile bir olabilir mi?” 1494
Bu âyetlerdeki temsilde Allah Teâlâ, Kendisine ortak koşulan putları, kendi başlarına tasarrufdan âciz, bir efendinin malı olan köleye, Kendi mukaddes zâtını da o kulu malıyla besleyen, ona mâlik olan, onda ancak kendisi tasarruf eden, kendi malıyla infâk eyleyen hür bir efendiye benzetmiştir. Kul ile efendi bir cinsten, ikisi de yaratılmış olduğu halde, birbirine eşit ve denk olamazlarsa, yaratılanların en âcizi cansız putlarla, Ganî, Yaratıcı ve mutlak kudret sahibi olan Allah nasıl bir olabilir. 1495
İkinci temsilde de Allah Teâlâ, Kendi Zâtı ile, bâtıl ilâhları; açık, fasih konuşan, kendisine ve başkasına faydalı ve becerikli kimse ile, dilsiz, beceriksiz ve efendisine yük olan birisine benzetmiştir. Benzetme yönü, konuşmaya ve doğru yol için rehberliğe kadir kimse ile, âciz, bilgisiz, başkasının şöyle dursun, kendi işini bile yapamayan beceriksiz kimse arasındaki eşitsizlikten meydana çıkan hey’et ve durumdur.1496
42- Eğirdiği İpliği Tekrar Bozan Kadın Gibi Olanlar
“Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup parçalayan kadın gibi olmayın. Bir topluluk ötekinden daha zengin ve kalabalık çıktığı için yeminlerinizi aranızda bir hile aracı yapıyorsunuz. Allah sizi bununla imtihan ediyor, ihtilafa düştüğünüz şeyleri kıyâmet günü size açık bir biçimde elbette gösterecektir.”1497
Bu âyeti, kendinden önceki Nahl: 16/91 âyeti ile birlikte değerlendirdiğimizde Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah ile insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şâhit tutularak veya Allah’ın adı anılarak yapılan ahitleşme veya anlaşmadır, öçüncü tür ahid ise, Allah’ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bu ahidin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır.
Bu bağlamda, Allah’ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki, bu yeryüzündeki karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebebidir. Ne yazık ki “büyük” insanlar bile, ekonomik, politik ve dini anlaşmazlıklarda kendi toplulukları lehinde avantaj elde etmek için yapılan anlaşmaları bozmayı büyük bir hüner kabul etmektedirler. Bir ülkenin önderi, bir seferinde kendi halkının yararına başka bir ülke ile anlaşma yapar, fakat bir başka sefer, yine aynı önder o anlaşmayı halkının çıkarları için açıktan ve gizliden bozar. Özel hayatlarında şerefli bir şekilde yaşayan insanların bile bu tür davranışlarda bulunmaları bir tezattır. Bunun yanısıra ne yazık ki halk da onların bu davranışını protesto etmez, hatta bu utanç verici diplomasi oyunları nedeniyle onları över. Bu nedenle Allah, bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaşmaya girenler ve onların halkı için birer imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani anlaşmayı bozarak halkla belirli bir yarar sağlayabilirler, fakat hüküm gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar.
1494] 16/Nahl, 73-76
1495] Beyzâvi, II, 564
1496] Ş. Mansûr, s. 105; V. Ulutürk, s. 61-62
1497] 16Nahl, 92
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burada anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrılıkları ve ihtilafların çözümünün kıyâmet gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak için birer özür teşkil etmemelidir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda yapması veya diğerlerini mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyâmet günü kendi aleyhinde bulacaktır.
Çünkü doğruluk ve adalet, kişinin sadece teorilerinde ve amaçlarında doğru olması değil, aynı zamanda doğru metodlar ve araçlar kullanmasını da gerektirir? Bu uyarı özellikle, kendilerini Allah yolunda oldukları ve düşmanları Allah’a asi olduğu için düşmanları ile savaşma hakkına sahip olduklarını, bu nedenle de düşmanla yaptıkları anlaşmalara uyma zorunlulukları olmadığını düşünen dini grupları hedef almaktadır. Bu, Arap Yahûdilerinin uyguladığı bir yöntemdi. Onlar şöyle derlerdi: “Bizim putperest Araplara karşı hiç bir yükümlülüğümüz yok. Bizim için avantajlı ve Yahûdi olmayanlar için kötü olan her konuda onları kandırmaya ve aldatmaya Hakkımız var.”
Yapılan yeminleri ve verilen sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak, her şeyden önce vicdanların derinliklerinde yereden inançları temelinden sarsar. Diğer kimselerin gözünde de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin eden kimse hiç bir zaman için sağlam bir inanca sahip olamaz ve inandığı yolda dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği ve yemininden yalan çıktığı kimsenin gözünde de inançlara karşı bağlılığın kaybolmasına sebep olur. Ve herkes bilir ki onun yaptığı yemininin aslı astarı yoktur ve hile yapmak, aldatmak için yemin etmektedir. Ve bu kötü örnek yüzünden onların Allah’ın yolundan uzaklaşmalarına vesile olur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte bir çok milletlerin İslâm’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki sadakat ve doğruluk, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları İslâm’a girdirmiştir. Böylece “ahde vefâ” ile kaybettikleri basit menfaatlerin yerine pek büyük kazançlar sağlamışlardır.
Ahlâksal anlamda insan, “ahdine vefâ eden, sözünde duran varlık” diye tanımlanabilir. Mükemmel insanın tanımı ise tamamen budur. Hz. Peygamber (s.a.s.) diyor ki: “Ahdine vefâsı olmayanın imanı da olamaz.” Bir yerde de şöyle buyuruyor: “Ahdine vefâsı olmayanın dini de olamaz.”1498 Ahde vefâsızlık, küfrün en rezil şekli olan münâfıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. Hz. Rasûl buna değinirken şöyle diyor: “Münâfık kişinin alâmeti üçtür: Konuşunca yalan konuşur, vaadedince vaadine ters düşer, kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyanet eder.”1499
Kur’an ahde vefâyı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefânın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmiştir. Prensipler şöyle konuyor: “Ahde vefâ gösterin, sözünüzde durun.”;1500 “Ey iman edenler! Akitlerinize vefâlı olun.”1501 Sözünde durmayan, her şeyden önce aldatan biridir. Ve Hz. Peygamber: “Aldatan, bizden değildir.” buyurarak, Muhammedî bir benliğin belirgin niteliğinin
1498] Zehebî; Kebâir, 108
1499] Zehebî; Kebâir, 108
1500] 17/İsrâ, 34
1501] 5/Mâide, 1
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 319 -
söze sadakat, ahde vefâ olduğunu belirtmiştir. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: “Nâmert ve kahpe bir benlik her şey olabilir ama, Muhammedî olamaz.”1502
43- Allah Hallerini Kötüleştirenlerden Ni’metlerini Geri Alır:
“Allah bize güven ve huzur içerisinde olan bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah yaptıklarına karşılık açlık ve korku elbisesini onlara tattırdı.”1503
Âyetteki bu kasaba genel manâda bir kasaba olabilir.1504 Yani durumu böyle olan bir kasabaya Allah’ın ni’met verdiği, onların da bu nimet yüzünden şımarıp nankörlük ettikleri, bunun üzerine Allah’ın da nimetlerini cezaya çevirdiği her topluluğa orayı ibretlik bir mesel kılmıştır. Orası bu sıfatta mefrûz bir şehir de olabilir, önceki geçmiş şehir veya kasabalardan birisi de olabilir. Cenâb-ı Allah bunu, akıbetlerinin benzerliğinden korkutmak için Mekkelilere örnek vermiştir. Âyetteki “Tattırmak ve elbise” tâbirlerinde istiâre vardır. Araplarda insanların başına gelen belâ ve sıkıntıların “Tatmak”la ifâdesi yaygındır. Hakikat gibi kullanılır. Zarar ve acının algılanışı, acı ve tadı bozuk yemeğin algılanışına benzetilmiştir. Elbiseye gelince o, kişinin giyindiği şey kendisini örttüğü için, başına gelen felâketler, onu bürüyen elbiseye benzetilmiştir. Sanki şöyle denilmiş gibidir: Onları bürüyüp saran açlık ve korkuyu onlara tattırdı. Adetâ onlara açlık ve korku elbisesi giydirdi, demektir.1505 Maksat, “Siz değişirseniz, Allah da, nimetlerini değiştirir” gerçeğini göstererek insanları böyle bir akıbetten sakındırmaktır.1506 “Bu, bir millet kendilerinde bulunan (güzel ahlâk ve meziyyetleri) değiştirmedikçe Allah’ın da onlara verdiği nimeti değiştirmemesi sebebiyledir. Allah işitendir, bilendir.” 1507
44- Gayba Taş Atanlar
“Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi’ diyecekler. Şunu da diyecekler: ‘Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.’ Gaybı taşlamaktır/bilinmeyen şey hakkında atıp tutmaktır bu. Şöyle de derler: ‘Yedi kişidirler, sekizincileri de köpekleridir.’ De ki: ‘Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır.’ O halde, onlar hakkında yüzeysel bir tartışma dışında hiçbir çekişmeye girme. Onlar hakkında, konuşup duranlardan hiç kimseye birşey sorma.”1508
Âyet Kehf Sûresi’nin içinde yer almaktadır. Kehf, dağda geniş mağara anlamına gelir. Bu sûre içerisinde yer alan üç önemli kıssadan biri de Ashâb-ı Kehf kıssasıdır. Ashâb-ı Kehf; Hz. İsa (a.s.)’ın dini üzere amel eden bir kaç genç olup, bunlar kendilerini putlara taptırmak veya öldürmek için takip eden Roma toplumu ve bölge valisine karşı mücadele ve dinlerini korumak üzere dağa çıkmış, mağaraya gizlenmişlerdir. Cenâb-ı Hak, onları düşmanlarından korumak ve öldükten sonra dirilmeye ibret ve işaret kılmak için üç yüz dokuz yıl uyuttu. Uyandıkları zaman birkaç saat uyuduklarını sandılar. İçlerinden birisi, birşeyler almak için kasabaya inince bir kaç asır önceki gümüş para, olayın anlaşılmasına yol açtı.
1502] N. Şahinler, s. 143-146
1503] 16/Nahl, 112
1504] Âlûsi, XIV, 242
1505] Zemahşerî, II, 431-432; Beyzâvi, I, 572
1506] Ş. Mansur, s. 30
1507] 8/Enfâl, 53; V. Ulutürk, s. 64-65
1508] 18/Kehf, 22
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böylece topluma, öldükten sonra dirilmenin uygulaması gösterilmiştir. Özetle verdiğimiz bu bilgiler Kehf Sûresi’nin 9-22. âyetlerinde bize anlatılmaktadır.
Bu kıssa ile ilgili eski semâvî kitaplarda ve mitolojik kaynaklarda çeşitli rivâyetler ve değişik söylentiler vardır. Fakat Kur’an özellikle bu kıssa konusunda kendinden başka kaynaklara baş vurmayı yasaklamış ve böyle bir tavrı “gayba taş atmak” olarak niteliyerek üzerinde tartışma ve akıl yürütmenin gerçeklerden uzak zanni bir bilgi olacağı uyarısını yapmıştır. Çünkü o dönem güvenilir kitapların basıldığı dönem değildi. Bu nedenlerle olaylarla ilgili hikayeler ağızdan ağıza, bölgeden bölgeye yayılıyor ve zaman geçtikçe uydurma olaylar gerçek hikayeye karışıyordu.
İşte yukarıda verdiğimiz âyet, bu hikayede asıl vurgulanan noktanın uyuyanların sayısı değil, olayın öğrettiği dersler olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Bu dersleri şöyle sıralamamız mümkündür:
1) Gerçek bir mü’min hiç bir şekilde haktan dönmemeli ve bâtıl önünde boyun eğmemelidir.
2) Bir mü’min sadece maddî araçlara değil, yalnızca Allah’a güvenmelidir. Dış şartlar ne kadar kötü görünse de, o Allah’a güvenip dayanmalı ve doğru yoldan gitmelidir.
3) Allah’ın söz konusu bir “tabiat kanunu” ile sınırlı olduğunu düşünmek tamamen yanlıştır. Çünkü O, genel tecrübelere aykırı bile görünse, dilediği her şeyi yapmaya kadirdir. O dilediği her yer ve zamanda herhangi bir tabiat kuralını değiştirmeye ve alışılmamış bir “olağanüstü” şeyi meydana getirmeye kadirdir. O denli ki, Allah iki yüzyıldan beri uyuyan bir kimseyi sanki birkaç saatlik uykudan uyandırır gibi, hem de bu zaman sürecinde görünüşünde, giyinişinde, sağlığında hiç bir değişiklik meydana getirmeksizin uyandırmaya kadirdir.
4) Bu kıssa bize Peygamberlerin ve İlâhî kitapların söylediği gibi Allah’ın geçmiş-gelecek bütün insanları tekrar diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir.
5) Yine bu kıssa bize, câhil insanların Allah tarafından doğru yolu göstermek amacıyla gönderilen âyetleri (mûcizeleri) esas amacından saptırdıklarını göstermektedir. İşte bu nedenle âhiret inancının bir ispatı olarak gösterilen Mağarada Uyuyanlar mûcizesi sanki bu amaçla gönderilmiş birer aziz imiş gibi şirke bir araç haline getirilmiştir. Özellikle Kehf: 18/21 âyetinin sonunda bazı kişilerin “mutlaka onların üstüne bir mescit yapacağız” ifâdesi şirk temsilcilerinin gerçek yüzlerini ortaya çıkartmaktadır.
Şunu üzülerek ifâde edelim ki bazı müslümanlar, 18/Kehf, 21. âyetinden yola çıkarak Kur’an’ın, doğru kimselerin ve azizlerin mezarlarına anıtlar, türbeler, mescidler, tapınaklar inşâ etmeye izin verdiklerini sanmaktadırlar. Gerçekte Kur’an, diğerlerine gâlip gelerek, tekrar dirilişin ve âhiret hayatının birer sembolü olan mağarada uyuyanların etrafına bir mescit, bir tapınak inşâ eden zâlimlerin sapıklığına değinmektedir. O zâlimler bu iyi fırsatı kötüye kullanmışlar ve şirk’i uygulamak için başka araçlar icad etmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu açıkça yasaklamışken, bir kimsenin bu âyetten sâlih insanların mezarları üstüne mescid yapmanın helâl olduğunu nasıl çıkarabileceğini anlamak imkânsızdır!
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 321 -
1) “Allah’ın lâneti, mezarları ziyaret eden kadınların, onları mecid edinenlerin ve oralarda mum yakanların üzerine olsun.”1509
2) “İyi bilin ki sizden önce geçen ümmetler peygamberlerinin kabirlerini mescit edinmişlerdir. Sakın siz kabirleri mescid edinmeyin. Ben size bunu nehyediyorum.”1510
3) “Allah’ın lâneti peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen Yahûdi ve Hıristiyanların üzerine olsun.”1511
4) “İnsanlar ne garip davranıyorlar: Aralarında sâlih bir insan ölse, onun kabri üzerine mescit inşa ediyorlar ve içine de resimler çiziyorlar. Onlar kıyâmet gününde Allah indinde yaratıkların en şerlileri olacaklardır.”1512
Yukarıda değindiğimiz Nebevi hadislerden, kabirlerin mescit edinilmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an, Hıristiyan rahiplerin ve Romalı yöneticilerin bu günahkar tutumuna sadece bir tarihi gerçek olarak değinmiş ve bu davranışı hoş karşılamamıştır. Bu nedenle Allah’tan korkan hiç kimse, bu âyetten yola çıkarak kabirler etrafına mescit inşa edilmesi fikrini savunamaz. Rivâyet edilir ki Hz. Ömer (r.a.) kendi zamanında Irak’da Danyal (a.s.)’ın kabri bulununca; halka bu kabrin gösterilmemesi ve bulunan yere olduğu gibi gömülmesini emretmiştir.
“Mağarada Uyuyanlar” kıssasından öğrenilecek, yukarıda değindiğimiz derslerden anlaşılacağı üzere, akıllı bir insan dikkatini bunlarda yoğunlaştırmalı ve onların sayısı, isimleri, köpeklerinin rengi ve benzeri bazı şeyleri araştırmaya çalışarak amaçtan sapmamalıdır. Sadece gerçekle değil, yüzeysel şeylerle ilgilenen kimseler zamanlarını böyle araştırma yaparak harcarlar. İşte bu nedenle Allah, Peygamberine şöyle emretmektedir: “Başka insanlar seni meşgul etmeye çalışsalar bile, sen böyle gereksiz ve saçma araştırmalara girmemelisin. Zamanını böyle gereksiz şeylere harcamak yerine dikkatini dâvet görevinin üzerinde yoğunlaştırmalısın.”
İnsanları bu tür gereksiz ve anlamsız araştırmalara teşvik etmemek için Allah da onların gerçek sayısını bildirmemiştir.1513
45- Biri Mü’min Biri Kâfir iki Bahçe Sahibi:
“Onlara şu iki adamı misal ver: İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi. Hiç bir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun (başkaca) geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken: ‘Ben malca senden zenginim, nüfusça da senden daha itibarlıyım’ dedi. Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken: ‘Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem. Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini bulurum’ dedi. Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: ‘Seni topraktan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda seni insan kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allah’dır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman, -her ne kadar beni mal ve nüfus bakımından daha az buluyorsan da-: ‘Mâşâallah! Kuvvet ancak Allah’a mahsustur! demen gerekmez mi? Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verebilir ve seninkinin
1509] Ahmed İbn Hanbel, Tirmizî, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mâce
1510] Müslim
1511] Ahmed İbn Hanbel, Buhârî, Müslim, Nesâî
1512] Ahmed İbn Hanbel, Buhârî, Müslim, Nesâî
1513] N. Şahinler, s. 147-151
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerine gökten bir felâket gönderir de bahçen yerle bir olabilir. Yahut suyu çekilir de bir daha bulamazsın’ dedi. Nitekim ürünleri yok edildi; bağın altüst olmuş çardakları karşısında, sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup ‘Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım’ diyordu. Ona Allah’dan başka yardım edebilecek adamları da yoktu, kendi kendini de kurtaramadı. İşte burada kudret ve hâkimiyet, varlığı gerçek olan Allah’ındır. Mükâfatlandırma bakımından hayırlı olan da, sonuçlandırma yönünden hayırlı olan da O’dur.”1514
Bu on iki âyetlik kıssada bu iki kişi insanlara örnek verilmiştir. Bunlar, mefruz veya mevcut iki insandır. Yahut İsrâil oğullarından, biri mü’min diğeri kâfir iki kardeş oldukları yahut da Benî Mahzum’dan iki kardeş oldukları rivâyetleri olduğu gibi, Münkirin Âs bin Vâil olduğuna dâir de rivâyet vardır.1515
Dünya malının geçici şatafatı, işte bazen böyle insanların gözünü döndürür de, insan malına gururlanarak, etrafındakileri küçük görmekle de kalmaz, bir bakarsınız ki Allah ve âhiret endîşesini de aradan çıkarıp atmıştır. Dünya malının kendisine ebedî kalacağı gafletine kapılır. Burada insanın tâ ilk yaratılışından beri mâzîsi kendisine hatırlatılarak, böyle kayıtsız ve sorumsuz konuşmasının nelere mal olacağı gâyet güzel anlatılmaktadır.
Burada geçen önemli bir noktaya tekrar dikkatleri çekmek isteriz. Burada zikredilen münkir, sâdece Kıyâmetin kopmayacağını iddia edip malının yok olmayacağını öne sürdüğü halde, Kur’ân onu hem müşrik ve hem de bizzat Allah’ı inkâr eden kimse olarak anmaktadır. Bu âyetlerden şu gerçek bir daha ortaya çıkmaktadır ki, o da, Allah’ın bir emrini inkâr eden Allah’ı inkâr etmiş olur. Tek mevsimlik geçici bir yeşillik hükmünde olan dünyanın ve dünya malının insanı nerelere kadar götürebileceğinin, bu âyetlerde destanımsı kıssasını görmüş oluyoruz.1516
46- Dünyâ Hayatı:
“Onlara dünya hayatının halinin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır; ama sonunda, rüzgârın savuracağı çer-çöpe döner. Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahiptir. O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür, ama bâkî kalacak sâlih ameller, sevab olarak da, emel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır.”1517
Bu âyetteki mesel, yani içerisinde temsil bulunan kelâm mânâsındaki lafızlarda, dünya hayatının parlaklığı, gözalıcılıgı ve şatafatı, bununla birlikte çabucak zeval buluşu ve binâenaleyh ona aldanıp âhiretten vazgeçmeme hususlarındaki, onun mesel haline gelen garip ve acîb sıfatı, gökten indirilen bir su ile yeryüzünün bitkilerinin öyle gümrâh yetişip, birbirine girmesine, akabinde kuruyup rüzgârın savurduğu çör-çöp haline gelişine teşbih edilmiştir. Bu meselde, müşebbehün bih suyun kendisi değildir, cümlenin bütününden çıkarılacak olan hey’etdir. O da önce yeşeren, sonra kuruyan bitkilerin halidir.1518 O süs olan mallar, kendisiyle övünülen evlâtlar da böyle geçicidir. Kalıcı olan ise, teşbih, tahmîd,
1514] 18/Kehf, 32-44
1515] İbn Kesîr, III, 83; Beyzâvî, II, 8
1516] V. Ulutürk, s. 65-67
1517] 18/Kehf, 45-46
1518] Âlûsî, XV, 285-286
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 323 -
tevhîd ve her hayırlı iştir.1519
47- Denizler Mürekkep Olsa
“De ki: Rabbımın sözlerini yazmak için denizler mürekkeb olsa ve bir o kadarını katsak, daha Rabbımın sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.”1520
Âyet, Allah’ın kudretinin, büyüklüğünün ve ilminin sonsuzluğunu ortaya koymada insan aklının acizliğini çarpıcı bir örnekle gözler önüne sermektedir. İnsanoğlunun bildiği en geniş ve en derin nokta denizdir. Ve insanlar yazdıkları her şeyi mürekkeple yazarlar. Derin olduklarını kabul ettikleri bilgilerini mürekkeple kaydederler. Verdiğimiz âyet, bütün genişliği ve derinliğiyle denizleri bir mürekkep deryası şekline getiriyor. Ve insanlar bu mürekkeple Allah’ın ilmine delil olacak sözlerini yazıyorlar. Bir de bakıyorlar ki denizler tükenmiş, bitmiş, Allah’ın sözleri ise hiç eksilmemiş. Sonra bir mürekkep deryası daha getiriliyor onlara… Ve yine yazıyorlar… Allah’ın sözlerini bitiremiyorlar. Bir başka mürekkep denizi, bir başka daha geliyor… Ve hepsi tükeniyor yine Allah’ın sözleri devam edip gidiyor.
Bu gerçeklik Lokman Sûresi’nde de aynen tekrarlanmakta ve küçük bir farkla şöyle dile getirilmektedir: “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa; deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine katılarak mürekkep olsa, yine Allah’ in kelimeleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah Aziz’dir, Hâkim’dir.”1521
Bu örnekteki deniz insanın geniş ve derin sandığı bilgisini temsil eder. Ama bütün genişliğine ve derinliğine rağmen denizin de bir sınırı vardır. Allah’ın ilmini ifâde eden kelimelerin ise hududu yoktur. İnsanoğlu onun sonunu kavrayamaz. Öğrenip kaydetmesi ise kesinlikle mümkün değildir. İnsanoğlu objektif ve sübjektif alemlerdeki esrarın bir yanını keşfetmekle zaman zaman gurura kapılır. İlmi keşiflerin zafer sarhoşluğuna tutulur. Ve o zaman her şeyi bildiğini veya bilme yolunda olduğunu sanır.
Ne var ki az sonra sınırsız ufuklu bilinmezlikler ummanıyla karşılaşır. Ve görür ki henüz attığı adımlar bu ummanın kıyılarında gezinmekten ileri geçmemiştir. Karşısındaki engin okyanus gözleriyle gördüğü ufukların ötesinde hem de çok ötesindedir.
Doğrusu insanoğlunun bildiği ve öğrenebildiği bilgi çok az ve cılızdır. Çünkü bu, Allah’ın sınırsız ilmi karşısındaki sınırlı insan kabiliyetini ifâde eder. Şu halde insanoğlu öğrenebileceğini öğrensin. Bu evrenin sırlarından keşfedebileceğini etsin. Ama hiç bir zaman için burun kaldırıp da ilmiyle gururlanmasın. Çünkü onun bilgisinin en son ulaştığı nokta bütün denizlerin mürekkep olarak önüne sürüleceği nokta kadar olabilir. Ama denizler dolusu mürekkepler biter Allah’ın kelimeleri bitmez.
Kelime anlam ifâde eden düzenli sözdür; ama sözün mutlaka ağızdan çıkması şart değildir. Kelime fiil olur, harf olur, isim olur. Bu anlamda, “yürümek” de bir kelimedir. “Taş” da bir kelimedir, bazı Kur’an sûrelerinin başındaki “Elif, lam, Mim, Sad..” harfleri de birer kelimedir.
1519] Beyzâvî, II, 14-15; V. Ulutürk, s. 51
1520] 18/Kehf, 109
1521] 31/Lokman, 27
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nasıl, ağızdan çıkan sözün, kitaba yazılı sözün aslı, harflerden veya ifâde şekilleri değil, gerideki anlamlarıdır; ses, harf ve kitaplardaki kelimeler ise, aslı bize gösteren şekillerdir. Aynen bunun gibi evrendeki her varlık, her olay, her olgu Allah’ın bir kelimesidir; Allah’ın bilgisindeki ezeli mahiyetlerinin görünür şekil veya biçimleridir.
Kelimeler Kelâm’ı oluşturur. Kur’an’daki her kelime, Kur’an’ı, yani Kelam’ı meydana getirir. Bunun gibi Kur’an’ın açılmış biçimi olan evren de içindeki her varlıkla Allah’ın kelamı, yani “ol” emrinin ürünleridir. Bu bağlamda, Kur’an’da geçen “kelime” ler gerçek anlamını bulmaktadır. Kısaca her varlık Allah’ın kelimesidir ve Allah’ın kelimeleri saymakla bitmez.1522
48- Biçilmiş Bir Ot Ve Sönmüş Bir Kül Yığını Haline Gelenler
“Bu haykırmaları biz onları biçilmiş bir ot ve sönmüş bir kül yığını haline getirinceye kadar devam edip durdu.”1523
Verdiğimiz âyeti daha iyi anlamak isteyenler, bu âyet öncesinde yer alan 11. âyetten itibaren okumaya başlamalıdırlar. Özetle vermek gerekirse bu âyetlerde, dünyada ömürlerini küfür ve zulümle geçiren insanların, dünyadan âhirete geçişleri tasvir edilmektedir. 11-15. âyetlerde Allah’ın, haksızlık eden nice kentleri mahvedip yerlerine başka topluluklar yetiştirdiği; Allah’ın hışmını, azâbını sezince o kavimlerin kaçmaya çalıştıkları bildiriliyor. Sonra onlara hitaben: “Boş yere kaçmak için atlarınızı mahmuzlamayın, içinde şımartıldığınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün, siz sorguya çekileceksiniz”1524 buyuruluyor. İşte o zaman zâlimler, dünyada haksızlık etmiş olduklarını anlıyorlar: “Meğer biz hayatımızı haksızlık ederek geçirmişiz”1525 diye suçlarını itiraf ediyorlar.
Ama bu itirafın bir yararı olmaz. Allah onları ot gibi biçip, can çıralarını söndürünceye kadar böyle yalvarırlar, fakat Allah’ın azabı geldikten sonra yalvarmalarının hiçbir yararı yoktur. Kur’an, müslüman milletleri ve toplulukları, kendilerine sunulan yüksek nimetler konusunda daha duyarlı ve kadirbilir olmaya çağırıyor. Düşünebilen bir millet için Allah’a imandan ve O’nun dinine uymaktan daha üstün bir nimet olmadığına işarette bulunuyor. Çünkü bu yüksek nimet insanın geleceğini aydınlatacağı gibi, bulunduğu hayatı İlâhî rahmete çevirecek özelliktedir. Aynı zamanda insanın mânevî boşluğunu bütünüyle doldurmakta ve büyük ümit vâdetmektedir. Ölümün bir geçiş dönemi olduğunu öğretmekte ve hem ferdi, hem aileyi, hem de toplumu eğitip Allah’a kul olma düzeyine getirmekte; sonsuza dek mutlu olabilmenin bütün yol ve yöntemlerini beraberinde taşımaktadır. Dünyada hiç bir makam ve rütbe, hiç bir servet ve ihtişam insanı bu derece mutlu ve ümitli edememiştir ve edemeyecektir de..
Nitekim günümüzde çok gelişmiş ülkelerde insanoğlu refah içinde nefsani bütün arzularını yerine getirmekle beraber yine de bunalım geçirmektedir. Özellikle gençleri tatmin edemeyen maddî refah, cazibesini kaybetmiştir. O bakımdan mânevî boşluk içinde bocalayan nesil bir takım arayışlar içindedir. Kimi uyuşturucu maddelerle, kimi kadınlarla, kimi içki ve kumarla gününü gün etmek
1522] N. Şahinler, s. 152-154
1523] 21/Enbiyâ, 15
1524] 21/Enbiyâ, 13
1525] 21/Enbiyâ, 14
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 325 -
sûretiyle bunalım ve sıkıntısını atmaya çalışmaktadır. Ne var ki, bütün bu arayışlar dertlere deva olamamış, genç kuşakların hem ruhlarını silik hale getirmiş, hem de sağlıklarını bozup tehdit etmiştir. O kadar ki, bazı ülkelerde seksüel sapıklıkların en kötüsü olan homoseksüellik alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu, Allah’tan uzaklaşan, âhiret inancını kaybeden ve kutsal değerlerle ruhi boşluğunu doldurmayan nesillerin acı sonunu yansıtan bir aynadır.
Ana-babalara, eğitimcilere, devletin yetkililerine düşen en önemli görev, yetişmekte olan gençlere bu aynadaki çirkef manzarayı en ibretli yanlarıyla göstermek ve gerçek huzur ve mutluluğun nerede olduğunu öğretmektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz İlâhî nimetler insanoğlunun kapısını gelip çaldığı halde, onu reddetmeleri, bununla da kalmayıp başkalarının da o nimetlerden yararlanmalarına engel olup haksızlığın en çirkinini ortaya koymaları, acıklı bir azabın yaklaşmakta olduğunu fısıldamaktadır. Bu azap ne olabilir? Kur’an ve hadislerin ışığında onları şöyle özetleyebiliriz:
a) Güçlü bir düşman istilası,
b) Tedavisi çok zor öldürücü hastalıkların yaygınlaşması,
c) Müthiş bir kuraklık ve kıtlığın baş göstermesi,
d) Şehirleri yok edecek, ülkeleri batıracak bir nükleer savaşın başlatılması,
e) İnsanlar arasında güven, huzur, dayanışma, kardeşlik, sevgi ve saygı gibi her türlü birleştirip barıştırıcı bağların kopması,
f) Aile yuvalarının temelinden sarsılıp bunalımlara sürüklenmesi, evlât ile ana-babası arasındaki mânevî bağların kopup otoritenin bütünüyle kalkması bu cümledendir.
Âhiretteki azap ise daha elim ve daha devamlı olacaktır. Kur’ân-ı Kerimgelip geçen milletlerden bu yola sapanların başlarına gelenleri özetleyip bir komprime halinden sunmaktadır. Kahredeci azap geldikten sonra uyanmanın ne yararı olabilir? Tarihte, niçin yaratıldığının hikmetini düşünmeyen, kâinat düzen ve dengesinde Hak’m kudret damgasını görmeyen ve o yüzden ahlaken dejenere olan milletlerin İlâhî emir karşısında “biçilmiş ot misali” etrafa savruldukları ve çok geçmeden belirsiz hale geldikleri anlatılırken, onların yıkılıp yok ediliş sebeplerini çok iyi incelememiz emredilmektedir.
“Onların biçilmiş bir ot ve sönmüş bir aleve” benzetilmelerinin anlamı şudur: Allah onları hem biçilmiş bir ot, hem de alevi dinmiş ateş özellikleri taşıdıklarından dolayı buna benzetmiştir. Yani onlar zulümlerini itiraf ettikleri sözlerini, kökten ot biçer gibi biçinceye ve hareketleri tam anlamıyla dininceye kadar söndürdüler. İşte bu şekilde yüce Allah, bu kâfirleri sakındırmakta, uyarmakta ve hatırlatmaktadır. Eğer bu sakındırmalar onlara faydalı olacaksa…1526
49- Sarhoş Olmadıkları Halde Sarhoş Gibi Görünenler
“Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Çünkü kıyâmet saatinin zelzelesi gerçekten çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer ve her gebe kadın taşıdığını düşürür. Sen o gün insanları sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi
1526] N. Şahinler, s. 155-158
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görürsün. Ama Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.”1527
Hacc Sûresi’nin verdiğimiz bu âyetlerinde, kendini nefsani duyguların peşine takıp da her türlü kutsal değeri unutan veya inkâr eden insanlar uyarılmaktadır. Ve şu görünen mükemmel düzeni kuran Yüce Yaratan’ın bir gün bu düzeni bozacağı, azabının ise nankörler hakkında pek şiddetli olacağı ağır bir ifâde ile vurgulanmaktadır.
Âyet, bütün insanlığı kapsayan evrensel bir sesleniş: “Ey İnsanlar!” diye başlamakta ve tüm insanlığı Allah’tan korkmaya çağırmaktadır. Bunun yanında “kıyâmet saatinin zelzelesine” dikkatleri çekmektedir. Evet, bir zelzele olduğu söyleniyor ama nasıl bir bir zelzele? Tarifi mümkün değil, sadece o sarsıntı “büyük bir şey” olarak nitelendiriliyor. Ve ardından açıklama kısmı geliyor. O zaman anlıyoruz ki, bu sarsıntı bizim bildiğimiz korku ve dehşetlerden çok farklı. Bir tablo ile karşı karşıyayız.
Bu tabloda emzikli kadının emzirdiği yavruyu unuttuğunu görüyoruz. Evet öyle dehşete kapılmış ki, bakıyor ama ne yaptığını bilmiyor. Ve işte karşılaştığı o dehşet ve şiddet yüzünden çocuğunu düşüren hamile kadınlar da tabloda görülmeye başladılar. İnsanlar gözüküyor şimdi. Sarhoş gibi, ama sarhoş değiller. Baygın bakışlarından ve düzensiz adımlarından sarhoş oldukları sanılıyor. Fakat hiç de öyle değil... Yığmlarca hareketler, kalabalıklar, dalgalanmalarla dolu bir tablo bu.. İnsan bu âyetleri okurken hayaliyle o tabloyu kavramaya çalışıyor ve içindekileri gözüyle teker teker görür gibi oluyor.
Ama korkunç dehşet birdenbire sarsıveriyor onu, Her şeyi unutuyor, derinliğine tabloyu kavrayamıyor. Bu öyle korkunç, öyle büyük bir dehşet ki kelimelerle ifâde etmek imkânsız. Sadece insan ruhundaki tesirleriyle anlaşılabilir. Emzirdiklerini unutan analar, çocuğunu düşüren hamile kadınlar ve sarhoş olmadıkları halde sarhoşlar gibi sarsak sarsak yürüyen insanlar.. Bir anne, memesi ağzındaki yavrusunu neden unutur? Ancak düşünce ve idrakten eser bırakmayan korku ve dehşetten: “Ama Allah’ın azabının çok çetin olmasındandır.”
Kıyâmet olayının meydana gelmesiyle mevcud düzen bozulup altüst olur. Ancak bu olayı doğuran sarsıntı öylesine ani ve şiddetli olacak ki, canlı olan her şey şaşıracak, ne yapacağını düşünemeyecek. Böyle bir olayı kimlerin göreceği, kimlerin ona şâhid olacağı belli değildir. Ama mevcud düzenin bütünüyle bozulmasını gerçekleştirecek bu olayı meydana getiren Allah’ın ne kadar üstün bir kudrete sahip olduğu söz konusudur. Elbette O’ndan korkmamız gerekmektedir. Çünkü koyduğu kanunlar, hazırladığı plan ve programlar aksamadan, şaşmadan hedefine doğru gitmektedir. O’nun planına uyanlar mutlu olurlar, uymayanlar kendilerine haksızlık etmiş bulunurlar. İşte önemli olan bu inanca sahip olmak ve hayatı bu doğrultuda düzen ve dengede tutmaktır.
Kıyâmet, içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yeraldığı evrenin parçalanıp dağılması ve bütün şuurlu varlıkların hesap vermek üzere Yaratıcı’nın huzurunda, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde kıyam etmesidir. O gün Allah bütün tartışmaları sonuçlandıracak, çelişmeleri bitirecek ve hayat macerasından herkesi hesaba çekerek iyilikle kötülüğün karşılıklarını verecektir.1528
1527] 22/Hacc, 1-2
1528] 2/Bakara, 113; 3/Âl-i İmran, 185; 4/Nisâ, 87; 22/Hacc, 9
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 327 -
Buraya kadar anlattıklarımız, kıyâmetin akla ilk gelen mânâsıdır. Kur’an iyi tetkik edildiğinde görülür ki, bu büyük ve genel kıyâmetten başka sayısız küçük kıyâmetler, varlıklar dünyasını doldurmuş bulunmaktadır. Hayat sahnesinde her an milyonlar ve milyonlarca kıyâmet yaşanmaktadır. Kâinat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce kıyâmet yaşamaktadır. Her varlık birçok kıyâmete sahnedir. Fakat her varlık daha büyük bir varlığın sahne olduğu kıyâmetlerden de biridir. Binlerce kıyâmete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin kıyâmetlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde bulunduğu güneş sisteminin kıyâmetlerinden birine konu teşkil edecektir. Güneş sistemi, içinde bulunduğu bir başka bütünün parça kıyâmetleri olacaktır. Kur’an’ın eşsiz ifâdesiyle; “Yaratıcı’nın yüzünden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm ancak, O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”1529
Kur’an ve hadis iyi tetkik edilirse görülür ki, onlarda geçen kıyâmet kelimesi, şuraya kadar açıkladığımız kıyâmetlerden bazen birini, bazen öbürünü, bazen de hepsim birden ifâde eder. Hadis veya âyet, bir sosyolojik değerlendirme yapıyorsa, kıyâmet sözü “toplumun çöküşü” anlamını taşıyacaktır. Örneğin, bir hadiste: “Emânetler, görevler lâyık olmayanlara verildiğinde kıyâmeti bekle” denilmektedir. Çünkü; emânetlerin ehil olmayan ellere geçmesi toplumu yıkar. Yani, burada bir “sosyolojik kıyâmet” söz konusudur.
İsrâ Sûresi, 16. âyet şöyle diyor: “Biz bir ülkeyi batırmak istediğimiz zaman, onun servet ve refahla şımarmış kesimlerine emirler veririz. Ve onlar, bu emirlere sırt döner, yönetimi kötülüğe alet ederler. Bunun üzerine, o ülkeyi batırmak gerekli olur ve biz onun altını üstüne getiririz.” Burada da bir sosyolojik kıyâmet tablosu çizilmektedir. Toplumu sömüren şımarmış, azmış odaklara Yaratıcı Kudret fırsatlar veriyor, fakat onlar buna kulak asmayarak zülüm ve tahriplerine devam ediyorlar. Nihâyet, o toplum batıyor. Biz bu batışları, değişik isimler ve tablolar olarak seyrediyoruz. Sistemler, rejimler değişiyor, devrimler birbirini izliyor, imparatorluklar dağılıyor ve nihâyet dünya haritası durmadan değişiyor. Bütün bunlar din terminolojisindeki kıyâmet deyişinin belirişleridir.1530
50- Müşriğin Hâli-Gökten Düşenler
“Allah’a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah’ı birleyenler olun. Kim Allah’a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu, uzak bir yere sürüklüyor gibidir.”1531
Bu âyet-i kerîmede müşriğin halini canlandıran çok zengin bir temsil vardır. Bir çok hey’etten çıkarılmaktadır. Bu temsildeki iki teşbihin, teşbihi mürekkeb veya teşbih-i mufarrak olduğu hususunda müfessirlerce değişik değerlendirmeler yapılmıştır. Eğer teşbih mürekkeb ise, mânâ şöyle oluyor: Allah’a şirk koşan kendisini sonu olmayan bir helâk ile mahvetmiştir. Onun hali, gökten düşen ve onu kuşlar kapan ve kuşların midesinde parçalanıp dağılan yahut da rüzgârın onu birtakım uzak helâk yerlerine sürükleyip savurduğu kimsenin haline benzer. Teşbih mufarrak alınırsa, îman, yüksekliği bakımından göğe; îmanı terk edip Allah’a şirk koşan müşrik kimseyi de gökten düşene; fikirleri dağıtan nefsânî
1529] 28/Kasas, 88
1530] N. Şahinler, s. 159-163
1531] 22/Hacc, 31
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arzuları da gökten düşeni kapan kuşlara; İnsanı sapıklık vadisine süren şeytanı, estiği zaman helâk edici uçurumlara sürükleyen ve düşüren rüzgâra benzetmiş oluruz.1532 Şirk ile insan îmanın zirvesinden, küfrün alçaklığına düşmüş olur. Çünkü aşağılık hevâ ve hevesler fikirleri dağıtır. Şeytan da insanı sapıklığa sevkeder. Âyetteki atıf harfi “Ev”, tahyîr için alınırsa, müşrik ya ona, ya buna benzer demektir. Tenvî’ için alınırsa, müşrikler çeşitlidir; hiç kurtuluşu olmayanlar olduğu gibi, tevbe ile kurtulabilecek olanları da bulunur gibi, bir manâyı da anlatır.1533 Bu düşüş mürted hakkında olursa manâ açıktır. Başkaları hakkında ise, fıtrat itibârıyla ve ondaki potansiyeli fiil yerine koymak sûretiyle olur.1534 Müşriğin parçalanması şirki yüzünden yüksekten (ulvîlik) düştüğünde ilk hatıra gelen durumdur. Yâni semâdan düşer ve parçalanır.1535 Zâten şirkte dağınıklık ve parçalanma esastır, birlik yoktur.1536
Bu âyetteki temsil bizim hatırımıza bir de şöyle bir mânâ doğurmaktadır. Bir kimse şirke düşünce, artık o, hakîkî sahibinden bağını koparmış, sahipsiz kalmıştır. Manen îman’ın yüceliğinden ayrılarak sükût eden sahipsiz kimseyi, her gücü yeten ve hattâ yırtıcı hayvanlar ve kuşlar bile kapıp parçalar. Şirk işte böyle helâk edicidir.1537
Bu âyette “gök” insanın asli fıtratı anlamındadır. İnsan başkasının değil Allah’ın kuludur ve yaratılıştan tevhid ilkesini kabule hazırdır. Bu nedenle peygamberlerin dâvetini kabul edenler fıtratlarında sabit kalırlar ve yükselirler. Bunun aksine Allah’ı inkâr eden veya O’na ortak koşan kimse ise bu asli fıtrat “gök”ünden düşer. İşte o zaman ya örnekteki düşen adamı kapan kuşlara benzer, lider ve şeytanların Kur’anı olur, ya da örnekteki rüzgâra benzeyen arzu, istekler veya nefsinin kölesi olur. Bunlar onu diğer tarafa doğru alçaltırlar ve sonunda onu sapıklığın en derin çukuruna götürürler.
Âyetin sonundaki “sahik” kelimesi “sahak” tan türemiştir. Parçalanmış, ezilmiş anlamına gelir. Sahik, içine bir şey düştüğünde parçalanacak kadar derin bir yere denir. Burada ise sahik, ahlaki ve düşünce bakımından, içinden çıkılması mümkün olmayan derin uçurumlar anlamında mecazen kullanılmıştır. Yani böyle bir yere düşen kimse, ahlâken paramparça olur.
Bu gerçekten, Allah’a şirk koşan insanların dosdoğru bir tasviridir. Onlar imanın o üstün zirvelerinden yuvarlanarak yokluğun içerisine gömülüyorlar ve mahvoluyorlar. Çünkü dayandıkları ana kaynağı kaybediyorlar. Tevhid kaidesinden mahrum bulunuyorlar. Sığınacakları emniyetli sığınağı yitiriyorlar. Arzu ve heveslerin elinde paramparça oluyorlar. Hurafeler onları parçalıyor ve yerlerini savuruyor. Çünkü onlar sarsılmaz kaynağa sarılmıyorlar. Kopmaz ipe bağlanmıyorlar, sabit bir kaideye oturmuyorlar. Ve kendilerini içinde yaşadıkları kâinata bağlayan bağlardan mahrum bulunuyorlar.
Şirk Kur’an’da türevleriyle birlikte 150 küsur yerde geçer. Bunların çoğu fiil
1532] Zemahşerî, III, 12-13
1533] Beyzâvi, II, 91
1534] Âlûsî, XVII, 149
1535] H. Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, II, 573 de böyle mânâ vermiştir, İstanbul, 1957
1536] 39/Zümer, 29; 12/Yûsuf, 39
1537] Elmalılı, V, 3403; V. Ulutürk, s. 67-68
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 329 -
halinde (geçmiş ve şimdiki zaman kipleri) yer alır. Bu demektir ki şirk insanlık bünyesinde bir pasif kavram değil, bir sürekli aktivitedir. Din dilinde şirk, Allah’a, yani tek olan Yaratıcı Kudret’e zatında (sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Başka bir deyimle, şirk: “Ulûhiyetin özelliklerinden birini bir başkasına tanımaktır.” Bu, açık ve şuurlu olursa “açık şirk”, örtülü ve şuursuzca olursa “gizli şirk” adını almaktadır.
Her şeyden önce, “şirk çok büyük bir zulümdür.”1538 Zulüm, karanlık, mânâsında olduğuna göre şirk tam bir karanlık, tam bir kaostur. İşte yukarıda verdiğimiz âyet şirkin insanı sürüklediği kaosu, boşluğu, huzursuzluğu anlatmaktadır. Şirk, varlık ve oluşun yaratıcı prensibine ters düşmek olduğundan, prensibin bir uzantısı olan insanı desteksiz, yolsuz ve yönsüz bırakmaktadır. Yaratıcı şuurla bağı kopan insanın varlıkla kaynaşması tarumar olur ve oluşun ahengiyle perdeleri uyuşmadığı için sürekli didiklenir ve dejenere olur. Bu dejenerasyon öylesine ileri bir noktaya varır ki, şirkin sana öz evladını öldürmeyi bir meziyet olarak gösterebilir.1539
Demek oluyor ki, şirk, Yaratıcı Kudret’in niteliklerini yaratılmışa vererek, oluşun yolunu tıkıyor. Yahut da, oluşun sunduğu armoniyi bozup varoluş zevkini lekeliyor. Bu yüzdendir ki, “Allah’a şirk koşan, çok büyük bir sapkınlık ve karmaşa içine düşmüş olur.”1540
Kur’ân-ı Kerim, şirkin, Allah’ın sınırsız merhametine bağlı affın dışında kaldığını ifâde eder.1541 Bunun daha açık anlamı şudur: Şirk içinde bu alemden ayrılanlar, Allah’ın affını bekleyemezler. Çünkü İlâhî af, varlık ve oluştaki Yaratıcı prensibin bir aktivitesidir. O prensibe inanmayanın o aktiviteden bir şey beklememesi gerekir. Nitekim şirk içinde öbür aleme geçenlere orada, rahmet ve bağış dilediklerinde şöyle denecektir: “Allah’a ortak koşmada dayandıklarınız, ortaklarınız nerede?”1542
Şirk dışında kalan tüm günahların, Allah istediği takdirde, affedileceğini Kur’an açıkça bildiriyor.1543 O halde şirkten ve onun sonuçlarından kurtulmak sadece tevhidi kabul ve ikrar ile mümkün olmaktadır. Bundan doğal ve adil bir sistem düşünülemez. Varlığını kabul etmediği bir kudretten bir şey beklemek kimsenin Hakkı değildir. Şirk, Kudret’in varlığını inkârdır. Ve kudret bunu bağışlamıyor. Kudret’i kabul edip yanlışlar, isyanlar sergileyenler ise, varlığını kabul ettikleri rahmet kaynağına sığınabilirler. O, dilerse onları bağışlar, dilerse hak ettikleri cezayı çektirir.1544
51- Sahte Tanrılar hakkında
“Ey insanlarl Size bir temsil getirildi, simdi onu dinleyin: O Allah’dan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek
1538] 31/Lokman, 13
1539] 6/En’âm, 137
1540] 4/Nisâ, 48
1541] 4/Nisâ, 48, 116
1542] 6/En’âm, 23; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 52; 28/Kasas, 63
1543] 4/Nisâ, 48, 116
1544] N. Şahinler, s. 164-167
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlardan bir sey kapsa onu sinekten kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de!”1545
Bu âyetin mânâsı şu demektir: Şu garip hale bakın: Sizin ilâh yerine koyup taptığınız putlar, bir araya toplansalar, Allah’ın en zayıf ve diğerlerine göre en basît bir yaratığını bile yaratamazlar. Yaratma şöyle dursun, sinek onlardan bir şey kapsa, onu bile kurtaramazlar, isteyen de âciz, istenen de. Âyetteki “isteyen”, putlardan dileklerde bulunan müşrikler, “İstenen” de, putlar olabileceği gibi, kendisinden sineğin kopardığı parçayı isteyen put, istenen de, onu geri vermeyen sinek olabilir.1546 İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyete göre, puta tapanlar, putlarına koku ve bal sürerler, üzerlerine de kapıları kilitlerlermiş. Delikten giren sinekler balı yerlermiş. Putlar kendilerini sineklerden koruyamazlarmış. Âyette Kureyş müşriklerinin câhillikleri, akıllarının zayıflıkları başlarına vurulur ve şeytanın onları nasıl hükmü altına aldığı bu temsille gözler önüne serilir.1547
Âyette her ne kadar cansız putlar öne çıkarılmış gibi görünüyorsa, canlı, cansız, akıllı, akılsız her türlü Allah’tan başka mabud kabul edilen sahte tanrılar bu âyetin şümûlüne girer.1548 Çünkü âyetin baş tarafı yaratmayı esas almaktadır. Akıllı olsun olmasın hiç bir varlık, değil bir sineği, bir zerreyi bile yaratamaz. Yaratıcı tek olduğu için hak ma’bûd da tekdir, o da Allah Teâlâ’dır. Âyetin son cümlesinin el-meselü’s-sâir (atasözü) haline geldiğini yukarıda belirtmiştik.1549
52- Kâfirlerin Amelleri
“İnkâr edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder; fakat oraya geldiğinde hiçbirşey bulamaz. Orada Allah’ı bulur ve O da onun hesabını görür. Allah, hesabı çabuk görendir. Veya (o ameller) engin denizin karanlıklarına benzer, onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar... İnsan elini uzattığı zaman nerede ise onu bile göremez. Allah’ın nûr vermediği kimsenin nûru olmaz.”1550
39. Âyette kâfirlerin amelleri, bu sefer bir seraba benzetiliyor. Onu su zannedip yaklaştıklarında, haybet ve hüsranla karşılaşıyorlar. Çünkü amellerini bâtıl tanrılarına yaklaşmak için yapmışlardı.1551 Bu meselde kâfir de susuz kalan kimseye benzetilmiştir. 40. Âyette ise, kâfirlerin iyi diye güvendikleri amelleri, kara kara bulutlarla kaplı havada, derin denizlerde, birbiri üstüne binen dalgaların karanlıklarına benzetilmiştir. Yahut da iyi amelleri, âhirette bir serap gibi, kötü amelleri de karanlıklar gibi olacaktır. Yahutta onlar dünyada karanlıklar gibi, âhirette bir serap gibi olacaktır. Bunlar öyle koyu karanlıklardır ki, insan elini çıkarınca nerede ise kendi elini göremez.1552 Âyet, dehşetli bir sahne temsil ve tasvir etmektedir. Bu temsildeki ikinci örnek, onların hissiyat, fikir, itikâd ve zihniyetlerine de şâmildir (Elmalılı, V, 3526). Allah’ın nûr vermediğinin nûru olmaz. Bu mefhûmun muhalifinden, mü’minlerin amellerinin âhirette kendilerine bir
1545] 22/Hacc, 73
1546] Beyzâvî, II, 100; Ş. Mansûr, s. 248
1547] Zemahşerî, III, 23; Hakim Tirmizi, s. 11
1548] Âlûsi, XVII, 202
1549] V. Ulutürk, s. 69-70
1550] 24/Nûr, 39-40
1551] Ş. Mansûr, s. 334
1552] Beyzavî, II, 129-130
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 331 -
nûr getireceği anlaşılabilir.1553
53- Nûr Temsili
“Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûru, içinde lâmba bulunan bir kandil yuvasına benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ne doğuya ve ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Bu öyle (saf) bir yağdır ki ateş değmese de nerdeyse ışık verecektir. (Bu ışık da) nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah insanlara (böyle) misaller verir. Allah her şeyi bilir”1554
Bu âyetteki nûr temsili çok çeşitli şekillerde izahlara yol açmıştır. Mânâsı müteşâbihdir. Bu âyet hakkında müstakil eserler bile yazılmıştır. İmam Gazzâlî (505/1111)’nin Mişkâtü’l-Envâr’ı bunlardandır. Bu mesel, Kur’ân-ı Kerim’de kâmin (gizli) meselin güzel bir örneğini teşkil eder; Allah göklerin ve yerin nûrudur, demek, Allah gökleri ve yerleri aydınlatan nûrun yaratıcısıdır, göklerin ve yerin münevviri yani aydınlatıcısıdır, göklerin ve yerin nûrunun sahibidir, gibi mânâlara gelir. Yani yaratılmış nûr, mânâsında değildir. Çünkü o nûrun yaratıcısı olduğunu Allah Teâlâ Kendisi En’âm sûresinin birinci âyetinde haber vermektedir. Eşya nasıl ışıkla görülüp biliniyorsa, bütün varlıklar da ancak Allah Teâlâ ile varlık kazanmakta ve O’nun kayyûmiyyeti ile varlıkta durmaktadırlar. Bütün Âlemleri meydana çıkaran, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri ve gönülleri şenlendiren O olduğu için, mecazen, “Allah göklerin ve yerin nûrudur.” denilmiş olabilir.1555 Bu âyete göklerin ve yerin müdebbiri, yani idare edeni mânâsı da verilmiştir.1556 Yine bu âyetin mânâsı olarak,”Gökler ve yer ehlinin hadîsi, yani yol göstericisi” rivâyeti de vardır.1557 Bunlar, O’nun nûruyla yollarını bulurlar. Bu nûrun göklere ve yere izafesi, çok parlak, geniş, hissî ve aklî, onların her türlü nûrunu ihtiva etmesinden dolayıdır.1558
İmam Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr isimli eserinde, “Esas nûr Allah’tır. O’ndan başka nûr yoktur. O küllî nurdur. Çünkü nûr, eşyanın kendisiyle keşfedildiği şey demektir(...) Duyular alemindeki bütün eşya ve renkler, o nûr olmasaydı, meydana çıkamazdı, hatta var olamazdı. Gerçek varlık Allah olduğu gibi, gerçek nûr da O’dur. Bütün nurlar O’nun nûrundan müsteârdır.” der.1559 İmam Fahreddin er-Râzî (606/1209) “Allah’ın göklerin ve yerin nûru olmasının mânâsı, gökler ve yer ehline hidâyet etmesidir.” der ve İmâm Gazzâlî’yi yukarıdaki görüşünden dolayı tenkid eder.1560 “O’nun nûrunun benzeri, içinde lamba bulunan kandil yuvası gibidir.” kısmındaki nûrun, gökler ve yerdeki aklî ve sem’î deliller olduğu, Kur’ân olduğu, nitekim Kur’ân’a “nûr” da denmektedir,1561 hak ve hakikat olduğu benzetme yönünün aydınlık ve açıklık olduğu, Beyhakî’nin el-Esmâ ve’s-Sıfat’in da olduğu gibi, mü’minin kalbindeki hidâyet mânâsına geldiği, iman mânâsında olduğu ve Hz. Muhammed (a.s.) demek olduğu gibi çok çeşitli mânâlara mütehammil bir
1553] V. Ulutürk, s. 58-59
1554] 24/Nûr, 35
1555] Elmalılı, V, 3515
1556] Âlûsi, XVIII, 164; Ş. Mansur, s. 79
1557] Taberî, XVIII, 135
1558] Beyzavî, II, 127
1559] Mişkât, s. 20 vd.’den özetle
1560] et-Tefsîrü’1-Kebîr, XXVIII, 230; I, 122
1561] Nisa, 4/174
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
temsildir.1562
“Mü’minin kalbi kandil gibidir.” de denilmiştir.1563 Mişkât (kandillik) parlaktır, içinde de parlak cam vardır. O cam fanusun içerisinde de, çok parlak bir lamba vardır. Lambanın camı, sanki inciden bir yıldız gibi parlamaktadır. Mübarek bir zeytin ağacından yakılır. O ağaç ne şarka ne garba kapalıdır. Her taraftan güneş alır. Bu ağartan elde edilen zeytin yağı o kadar berraktır ki, nerede ise, ateşlemeden, kendisi parlayacak. Bütün bunlar içiçe nûr halkalarıdır. Bu, nûr üstüne nurdur. Mü’minin kalbi, mişkâte, Hz. Peygamber (s.a.s.) de, cam fanusa (zücâceye) benzetilmiştir; Bu cam, ne doğuya ne batıya mensub olmayan, yani nûrunu ilâhî vahiy ile, Alîah’dan alan bir camdır. Kandilin yağı, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, o kadar kabiliyetli olduğunu gösterir ki, nerede ise kendisi hidâyetle parlayacak. Onun kalbindeki ve dilindeki ise Kur’ân’dır ve en içteki lamba (misbah) ile temsil edilmiştir. Bütün bunlar içice, Allah’ın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e vahiy akımını vermesiyle, nûr üstüne nûr misali, mü’minin kalbi olan mişkâtta aydınlık saçarlar.
“Allah dilediğini nûruna ulaştırır.” kısmındaki nûr kelimesi ise, İslâm diye tefsir edilmiştir. Allah insanlara böyle temsiller getirir ki, onlar ilâhî gerçekleri anlasınlar... Kâinat, Allah’ın bir nûr tecellîsidir. Çünkü maddenin en küçük parçası olan atomlar parçalanınca, ışık, ısı ve enerjiye dönüşmektedir.1564 Bu âyet işte böyle çok yüklü mânâlar taşıyan bir temsildir. Şüphesiz her şeyin en doğrusunu Allah bilir.1565
54- Körlük İçinde Şaşkınca Dolaşanlar
“Âhirete inanmayanlara gelince; biz onlara kendi yapmakta olduklarını süsleyivermişiz; böylece onlar, “körlük içinde şaşkınca” dolaşmaktadırlar.”1566
Âhirete inanmak imanın bir rüknüdür. Tevhid ve peygamberlik kurumuyla beraber bir mü’min, buna da inanır. Ancak bu husus burada, onun asıl önemli yönünü ortaya koymak için ayrıca zikredilmiştir. Burada gaye, âhirete inanmayan kimseler için, Kur’an’ın öğrettiği yolu takip etmenin imkânsızlığını vurgulamaktır. Çünkü bu şekilde düşünen kimselerin, hayır ve şer konusundaki ölçülerini doğal olarak bu dünyada görülen sonuçlar tayin eder. Bundan dolayı, bu gibi insanların hayrı ve şerri âhiretteki kazanç veya kayıp ölçüsüyle tayin etmeyi hedef alan herhangi bir nasihati veya hidâyeti kabul etmeleri mümkün değildir. Onlar, dünyevi kazanç ve âhiretle ilgili menfaat arasında kaldıkları ilk durumda, âhiret kayıpları hususunda en ufak kaygı duymaksızın kendilerini rahatlıkla dünya menfaatlerinin bulunduğu yöne bırakıverirler.
“Yaptıklarının kendilerine süslü/güzel gösterilmesine” gelince, bu Allah’ın tabiattaki kanununun (Sünnetullah) ve insan ruh yapısının/mantığının bir sonucudur. İnsan, hayattaki mücadele sonuçlarının sadece bu dünya ile sınırlı olduğuna, dünyada yaptığı işlerden dolayı hesaba çekilmeyeceği ve neticede, yaptıklarının hayır veya şer olduğu konusunda karar verecek herhangi bir mahkemenin varlığına inanmadığı zaman, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak hayata karşı, kendi
1562] Âlûsî, XVIII, 165-166
1563] Hakim Tirmizî, s. 12
1564] S. Ateş, s. 353; V. Ulutürk, Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s. 156-159
1565] V. Ulutürk, s. 70-73
1566] 27/Neml, 4
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 333 -
iç dünyasında maddeci bir görüş ve anlayış geliştirir.
Yine aynı şekilde kişi, dünya hayatında işlediği amellerin gerçek değerleriyle uygun olarak mutlaka karşılık göreceği bir öte dünya hayatının varlığına inanmazsa, o kimse doğal olarak hayat konusunda bencil bir kanaate sahip olur. Bunun neticesi olarak, Hak ile bâtıl, hayır ile şer ve ahlak ile ahlaksızlık arasında geçen her türlü mücadele bu insana bütünüyle mânâsız gelir. O takdirde kendisine, zevk ve neşeyi, maddî gelişme ve serveti, güç ve otoriteyi sağlayan her şey ona göre iyi olacaktır. Bunları sağlayan hayat anlayışı, hayat tarzı ve ahlak sisteminin şu veya bu felsefeye dayanmış olması onun için önemli değildir.
Sonuçta, böyle bir kimsenin, hak ve gerçekle ilgisi kalmaz. Onun tek düşüncesi, sadece bu dünya hayatının başarılarını elde etmek ve nimetlerini devşirmek olacaktır. Bunları elde etme kaygısı ister istemez onu, her konuda yoldan çıkaracaktır. Daha sonra bu kanaatle dünya menfaatini elde etmek için yapacağı her hareket, ona güzel ve hoş görünecektir. Ayrıca, kendisi gibi dünya nimetlerini elde etme konusunda aşırı tutku göstermeyen, bu hususta fazla bir şey yapmayan ve bu gaye için hiçbir ahlaki sınırlamayı tanımadan her şeyi göze almayanları da saf kimseler olarak görecektir.
Allah insan nefsini, hidâyet işaretlerine gönlünü açtığı zaman hidâyete gidebilecek tarzda, hidâyet ışıklarına gönlünü kapadığı takdirde körelecek tarzda yaratmıştır. Gerek hidâyete erme, gerekse körelme halinde Allah’ın geçerli iradesi tecelli eder. Verdiğimiz âyette âhirete inanmayanlar için Allah’ın kanunu hükmünü yürütmüş, bu insanlara arzu ve isteklerini kendileri için süslü ameller şeklinde göstermiştir. Buradaki güzel gösterişin ifâde ettiği anlam budur. Bu kötü hareketleri kendilerine güzel göründüğü için onlar bocalayıp kalmakta, iyi ile kötü arasında ayırım yapamadıklarından doğruyu bulamamakta, körlük içinde şaşkınca yuvarlanmaktadırlar.
Gerçekte Allah’ın, inanmayanların işlerini gözlerinde süslemesi, yarattığı sosyolojik yasasına işarettir. İnsan düşünmeden, babasından, dedesinden gördüğü şeyleri yapa yapa o işe öyle alışır ki artık onu yapamayınca duramaz, rahat edemez olur. Aslında yaptığı iş kötü de olsa, insan alıştığı işi iyi sanır. Bu toplumda sosyolojik yasaların bir sonucudur. Yaptığı iş, insanın gözünde süslenir. Onu süsleyen, düşünmeden o işi yapa yapa kazandığı alışkanlıktır. Alışkanlık, Allah’ın yarattığı doğal yasalar sonucunda oluşur, ama insan iradesini kullanırsa kötü alışkanlıklardan kurtulabilir. Düşünmeyince, iradesini kullanmayınca da toplumdan edindiği alışkanlıkların Kur’anı olup gider. Bu alışkanlıklar, Allah’ın yarattığı psiko-sosyolojik yasalar sonucu meydana geldiği için Allah’ın, onların yaptıkları işleri gözlerinde süslü gösterdiği şeklinde ifâde ediliyor. Bu ifâde onları düşünmeğe ve bu kötü işlerden vazgeçmeye çekme amacına yöneliktir. Bu maksatla söylenmiş olan bu ifâdede bir kınama vardır.
Biz de bugün hatasında ısrar eden insan için: “Allah bir kere gözünü kör etmiş” deriz. Bu sözümüzle o adamın inatçılığını, düşüncesizliğini anlatmak isteriz. Yoksa amacımız o kişinin hatasını Allah’a yükleyip onu sorumluluktan kurtarmak, temize çıkarmak değildir, “onların amellerini süsledik” âyetinin amacı da âhireti inkâr edenlerin düşünmeden hareket ettiklerini vurgulamaktır. Âhiret, Kur’ân-ı Kerim’de en çok geçen terimlerden biridir. Kelime anlamıyla, sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak olan demektir. Kur’an bu kelimeyi, karşıtı olan ulâ
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(önceki, önce olan) kelimesi ile birlikte kullanır. Âhiret-ulâ ilişkisinde Kur’an’ın benimsediği evrensel prensip şöyle verilmektedir: “Şu bir gerçek ki, âhiret senin için uladan daha hayırlıdır.”1567
Âhiret kavramı, Kur’an diyalektiği açısından baktığımızda şöyle ifâdeye konulmaktadır: İçinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve içinde bulunduğumuz boyutun üstündeki boyut. Âhiret mutlak anlamda daha sonrası şeklinde ifâde edilebilir. Bulunduğumuz an ve boyut ne olursa olsun, onun bir sonrası ve üstü vardır. O halde, âhirete iman, en geniş anlamda, hayatın ve oluşun sürekliliğine imandır. Her an bir önceki ana göre âhirettir. İnsan bu âhiretler serisinden her birinin hesabını vermek durumundadır. Burada Hz. Peygamberin iki hadisini hatırlatmak gerekir: “İki günü birbirine eşit geçen aldanmıştır.” Ve: “Ben her gün 70 kez Allah’tan affımı dilerim.” Bu hadislerde ortaya konan espri, yaratıcı ruhun her an yeni bir oluş sergilediği ve bir önceki halini noksan gördüğü gerçeğidir.
Kur’ân-ı Kerim’in âhiretle ilgili tespitleri incelendiğinde, şu sonuçlara ulaşılabilmektedir: “Her sonraki an bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat geriye adım atmaz.” Gidiş sürekli iyiye ve güzeledir. Bunlardan çıkabilecek bir sonuç da şudur: Sonsuz sayıda âhiret vardır. Çünkü oluşun ve insanın tekamül aşamaları sonsuzdur. Ancak şunu da unutmamak gerekir. Kur’ân-ı Kerimâhiretle insanlığın son hesap gününü de kastetmektedir ki, biz bunu günlük dilde mahşer, bazen de kıyâmet terimleri ile ifâde etmekteyiz.
Bu son anlamda âhiret, Kur’an’da âhiret hayatı ve âhiret yurdu olarak dile getirilmektedir ki, en geniş anlamıyla, ölümden sonraki hayat demektir. Ve bu anlamda âhirete iman Kur’an’ın sonsuz kurtuluşu garantilemede şart koştuğu kabullerden biridir.1568
55- Dişi Örümceğin Evi-Allah’tan Başka Dost Edinenlerin Hali
“Allah’dan başka dostlar edin(ip onlara bağlan)anların hali, kendisine bir ev yapan örümceğin hali gibidir. Hâlbuki evlerin en çürüğü örümcek yuvasıdır, keşke bunu bilselerdi Doğrusu Allah, Kendisini bırakıp da yalvardtkları şeyi bilir. O güçlüdür, hikmet sahibidir. Biz insanlara bu misalleri veriyoruz ama, onları ancak âlimler anlar.”1569
Bu âyetteki temsilde, putlara tapan müşriklerin dini, örümcek yuvasına benzetilmiştir, o kadar çürüktür.1570 Güvendikleri putlar da o kadar zayıftır.1571 Bundaki vech-i şebeh bu yuvanın zayıflığı ve onları sıcak ve soğuktan, zarar ve şer gibi hiçbir şeyden koruyamamasıdır.1572 Âyette “ilâhlar” denilmeyip de “Evliyâ”, dostlar denilmesi, yalnız açık şirki değil, gizli şirki de iptale işaret etmek içindir. Çünkü başkasına gösteriş ederek, riyâ ile Allah’a ibâdet edenler de Allah’dan başka dostlar edinmiş olurlar. Onun meseli de örümcek meseline benzer.1573 O halde insan örümcek ağı gibi şirke değil, vâhid, gâlib ve kahir olan Allah’a inanıp
1567] 93/Duhâ, 4
1568] N. Şahinler, s. 168-172
1569] 29/Ankebût, 41-43
1570] Beyzavî, II, 210; Hakîm Tirmizî, s. 13
1571] S. Ateş, s. 400
1572] Elmalılı, V, 3778; Ş. Mansûr, s. 277
1573] Elmalılı, V, 3778
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 335 -
güvenmelidir.1574
Âyette, Allah’tan başka velîler (koruyucu dostlar) edinmiş olanların, dayandıkları dostlar örümcek ağına benzetilmiştir. Örümcek ağı nasıl zayıf, ufak bir rüzgâra, hafif bir dokunmaya dayanıksız ise onların dayandıkları tanrılar/ilâhlar/azizler de öyle zayıf, öyle âcizdir.
Bu örnekte çok güzel bir incelik vardır. Ankebut, dişi örümcek demektir. Erkeğine “ankeb” denilir. Halk arasında “karadul” da denilen bu dişi örümcek, kendisine sevgi ve dostlukla teslim olanları kullanıp mahvetmede çok tipik bir yaratıktır. Çiftleşmeden sonra eşini öldüren dişi örümceğin evi, en yakın dostuna bile felaket yeri olduğu gibi, oraya giren sinekler ve böcekler için de ölüm ağıdır. İşte Allah’tan başka tapınılan, sığınılan şeyler de tıpkı dişi örümcek ağı gibi sığınanları felakete götürür.
Âyette, ikinci bir anlam boyutu vardır: O da örümcek ağına sığınmanın sergilediği ahmaklığa dikkat çekmektir. Örümcek ağı tel tel alındığında zayıflığın değil, gücün sembolü olabilir. Gerçekten de: “Örümcek ağının iplikçikleri, aynı kalınlıktaki çelik telden daha güçlüdür. Bir Örümceğin sargıladığı 0, 007 mm kalınlıktaki amino-asit zincirinden oluşan bir telin % 22 uzama kapasitesi vardır ve 4 gr. ağırlık taşıyabilir.
Ne var ki, böylesine güçlü tellerle yapılan evin sahibine teslim olanlar karadulun ihânetiyle helâk olmaktan kurtulamazlar. Kur’an böylece örümcek ağında saklı bir ihânete, bir de bu ağın görünüşte sergilediği tutarsızlığa aynı anda dikkat çekerek Allah’ın dışındaki (şüreka) güçlere bel bağlayanların ikili bir felakete teslim olacaklarını göstererek sanki şöyle diyor: “Sizin, kâinatın sahibi ve hâkimine değil, hiçbir gücü olmayan kullara ve hayali tanrılara inanç üzerine bina ettiğiniz oyuncak ümit evleri, aslından örümcek ağından başka bir şey değildir. Örümcek ağı nasıl yavaş bir parmak darbesine bile dayanamazsa, sizin ümitleriniz için bina ettiğiniz oyuncak ev de Allah’ın düzeni ile ilk karşılaştığında yerle bir olur. Sizin bâtıl inançlar ağı ile uğraşmanız cehaletten başka bir şey değildir. Eğer siz gerçek bilgiye sahip olsaydınız, hayat düzeninizi temelsiz direkler üzerine bina etmezdiniz. Gerçek şu ki, kâinatta Alemlerin Rabbinden başka hiç kimse kudret ve otoriteye sahip değildir ve güvenilebilecek tek destek O’nun desteğidir.”
Fahrü’r-Râzi de verdiğimiz bu âyette Allah’ın dışındakiler anlamında “aliha” yani ilâhlar denilmeyip “evliyâ” yani velîler denilmesine dikkatimizi çekerek, bu âyetin yalnız açık şirki değil, gizli şirki de kaldırmaya işaret ettiği söylemektedir. Bu tesbitinin gerekçesini de şöyle açıklamaktadır: “Çünkü başkasına gösteriş ederek riyâ ile Allah’a ibadet edenler de Allah’tan başkasını velî edinmiş olurlar.”1575
56- Tevhîd ve Şirk
“Allah size kendinizden bir temsil getirdi: Size verdiğimiz rızıklarda, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit sûrette hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi, bu ortaklarınızı sayar mısınız? İşte biz aklını kullanacak bir millet için âyetleri böyle uzun uzun
1574] V. Ulutürk, s. 73
1575] N. Şahinler, s. 173-175
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açıklıyoruz”1576
Temsilde müşriklere siz de bir insan olduğunuz halde, mallarınıza kölelerinizi ortak edip onları kendi ayarınızda sayar mısınız? O halde siz kölelerinizle eşit olmayı kabul etmiyor da, çoğu zaman cansız yaratıkları, onların Yaratıcısına eşler tutuyorsunuz, buyurulmaktadır.1577 Siz köle ile bir olmak istemiyorsunuz. Allah’ın kulu ile bir olmasını nasıl kabul ediyorsunuz? demek istenir. Müşebbeh, Allah Teâlâ ve putlar, müşebbehün bih ise, hürler ve kölelerdir. Vech-i şebeh, bunların aralarındaki eşitsizlik halidir, işte temsil, manâları böyle gözler önüne dikecek şekilde tasvir etmektedir.1578
57- Ölülere, Sağırlara Ve Körlere Çağrı
“Şimdi sen, ölülere (söz) duyuramazsın ve arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen kendi sapıklıkları içinde kör olanları da doğruya iletici değilsin. Sen yalnızca, bizim âyetlerimize iman etmekte olanlara duyurabilirsin ki onlar müslümanlardır.”1579
Verdiğimiz bu âyetler çok küçük farklılıklar dışında aynen Neml Sûresi içinde de yer almaktadır.1580 Hz. Peygamberi teselli etmeye yönelik bu âyetlerin anlamı şudur: “Ey Rasûlüm! Sen Allah’a dayan, açık bir gerçek üzerindesin, yolun doğru söylediklerin doğrudur. Onların seni dinlememelerine üzülme. Onların söz dinlememesinde senin kusurun yoktur. Çünkü sen ölülere, sağırlara işittirecek değilsin. Ancak duyma kabiliyeti olanlara sözlerini duyurabilirsin. Yola gelmek istemeyen, saptıkları çıkmazı doğru yol sanan körleri doğru yola iletemezsin. Ancak âyetlerimize inanıp bize boyun eğenlere söz dinletebilirsin.”
Yani, vicdanları ölmüş, ahlaki kişilikleri hayattan uzaklaşmış ve kendi nefislerine olan tapınmaları, inatçılıkları ve gözü bağlılıkları yüzünden Hakkı anlayıp kabul etme yeteneklerini yok etmiş kimselere söz dinletemezsin. Her şeyi duydukları halde hiçbir şeyi anlamayacak şekilde kalplerine ve zihinlerine kilit vuranlara, tebliğ eden kişiden sakınıp kaçan bu tür insanlara ne bir şey işittirebilir, ne de bir şey anlatabilirsin. Körlerin elinden tutup hayat boyunca onları doğru yola getirmek senin görevin değildir. Sen sadece doğru yola rehberlik edebilir, sesini ancak bizim âyetlerimize iman eden müslümanlara duyurabilirsin.
Hakk’ın kurduğu kusursuz düzeni ve akla ışık tutan, malzeme veren ondaki belge ve delilleri idrak etmeyip inkâr fırtınası içinde maddeyi temel ve amaç seçenlerin kalpleri ölü, ruhları bitkin, vicdanları siliktir. Yüce Yaratan’ın varlığına, birliğine delalet eden yüzlerce belgeyi tesadüfe bağlamaları, kalplerinin iman ve irfan dirliğini yitirdiğinin başlıca şâhididir. Hakk’ın rahmet sesine kulaklarını tıkayan; Peygamberlerin tebliğ ve irşat sesinden, Kur’an’ın İlâhî beyanından rahatsız olan materyalistler, putperestler ve şüphe içinde bocalayan münâfıklara gelince, bunların hepsi de gönül, akıl ve vicdan kulağı yönünden sağırdırlar.
Doğru yolu eğrisinden ayırt edemeyen; saplanıp kaldığı küfür ve nifak bataklığını göremeyen; mevcut her nimetin İlâhî rahmetin birer eseri bulunduğunu
1576] 30/Rûm, 28
1577] Zemahşerî, III, 221; Beyzâvî, II, 220; Ş. Mansûr, s. 94
1578] Zemahşerî, III, 221-222; Hakim Tirmizi, s. 13; V. Ulutürk, s. 62-63
1579] 30/Rûm, 52-53
1580] 27/Neml, 80-81
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 337 -
fark edemeyen kalp, kafa ve vicdan gözü elbette kördür. Bu durumda ne peygamber, ne de O’nun yolunda yürüyen din mürşitleri ve ilim adamları ölülere seslerini duyurabilirler; sağırlara işittiremezler; körleri de eğri yoldan alıp onlara doğru yolu kabul ettiremezler. Meğer ki Allah’ın o kulları hakkında hidâyet esintisi tecelli etmiş olsun. Eşyada Hakk’ın damgasını, O’nun kudretinin izini gören mü’minlerin kalp ve kafaları Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in tebliğ ve irşat sesine açık bulunmaktadır. Çünkü sağlam köklü iman ancak bu sesle hayat bulup gelişme sağlayabilir.1581
58- Işık Saçan Bir Kandil
“Ey Peygamber! Hiç kuşkusuz biz seni bir tanık, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve Allah’ın izniyle bir dâvetçi, ışık saçan bir kandil olarak.”1582
Verdiğimiz âyette anılan beş sıfat, hem Cenâb-ı Hakk’ın insanlara olan geniş iltifat ve rahmetini, hem peygamberlik görevinin ana çizgilerini, hem de halkı irşat etmenin metod ve yöntemini yansıtmaktadır.
1- Şâhit
Bu, Hz. Peygamberin aldığı İlâhî buyrukları Allah’ın kullarına tebliğ edip onların bunu nasıl karşıladıklarına ve önce gelip geçen peygamberlerin de kendi kavim ve ümmetlerine tebliğ ve irşatta bulunduklarına dair Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şâhit gösterilmesi ve âhirette bunun için şehâdette bulunması anlamına gelir. Peygamberin şâhit olması, üç tür şehâdeti kapsar:
a) Sözlü şehâdet: Yani peygamber, Allah’ın dininin temel dayanakları olan ilkelerin gerçekliğine şehâdet etmeli, bunların hak, buna aykırı olan her şeyin ise bâtıl olduğunu açıkça söylemelidir. Korku ve tereddüte kapılmaksızın Allah’ın varlığını, birliğini, meleklerin varlığını, öldükten sonra hayatın varolduğunu, cenneti, cehennemi, insanlara garip görünse, onunla alay etseler bile açıkça ilan etmelidir. Aynı şekilde Peygamber, Allah’ın kendisine vahyettiği sosyal hayat, medeniyet ve ahlakın temelini oluşturan kavram, ilke, değer ve kuralları bütün dünya bunları yanlış kabul etse ve pratikte karşı gelse bile insanlara açıkça göstermeli; varolan veya bu ilkelere ters düşen kavram ve düşünceleri reddetmelidir. Peygamber, Allah’ın kanunlarına göre ne haramsa -bütün dünya o şeyi helâl kabul etse bile- onu haram etmeli ve Allah’ın kanunlarına göre ne helâlse -bütün dünya o şeyi haram kabul etse bile- onu helâl ilan etmelidir.
b) Uygulamada şehâdet: Yani Peygamber, bütün insanlara sunmak üzere görevlendirildiği şeyleri önce kendi nefsinde uygulayarak göstermelidir. Onun hayatı, kötü dediği şeylerden uzak olmalı ve kişiliği iyi, mükemmel diye adlandırdığı davranışları yansıtmalıdır. Farz dediklerini ilk önce kendisi yapmalı, günah dediklerinden sakınmaya en fazla kendisi dikkat etmelidir. Onun karakter ve davranışları, dâvetinde ne kadar samimi olduğuna şehâdet etmelidir. Onun şahsı, getirdiği talımatın öyle bir modeli olmalıdır ki, onu gören bir kimse, tüm dünya, dâvet ettiği iman ile nasıl bir insan oluşturmak istediğini, o insana nasıl bir karakter yerleştireceğini ve bu insan sayesinde dünyada nasıl bir hayat tarzı, nasıl bir sistem kuracağını hemen anlayabilmelidir.
1581] N. Şahinler, s. 176-178
1582] 33/Ahzâb, 45-46
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c) Âhirette şehâdet: Âhirette Allah’ın mahkemesi kurulduğunda, Peygamber, hiçbir eksiltme ve değiştirme yapmaksızın kendisine emânet edilen tebliği insanlara ulaştırdığına ve gerek söz, gerekse davranış olarak insanlara Hakkı açılamakta hiçbir zayıflık ve kaypaklık göstermediğine şehâdet edecektir. Bu şehâdete dayanılarak mü’minlerin hangi mükâfatı, kâfirlerin ise hangi cezayı hakettikleri belirlenecektir.
Burada, Allah’ın Peygamberi şâhit kılarak ona nasıl büyük sorumluluk yüklediği ve bu yüce makama layık olan şahsın ne kadar büyük bir şahsiyet olduğu fikri ortaya çıkmaktadır. Dinle ilgili, Hz. Peygamber’in sözlü olarak ve uygulamada şehâdet etme konusunda hiçbir gevşeklik ve ihmal göstermediği sabittir. İşte bu nedenle, O, insanlara Hakkı ve Allah’ın kendilerini nasıl bir hesaba çekeceğini açıkça tebliğ ettiği hususunda şâhitlik edebilecektir. Aksi takdirde eğer Hz. Peygamber -Allah korusun- bu dünyada sözlü ve uygulamalı şehâdetinde bir gevşeklik ve ihmal göstermiş olsaydı, ne âhirette insanlar aleyhine şâhitlik yapabilir, ne de Hakkı inkâr edenler için bir mahkeme kurulabilir.
2- Mübeşşir (müjde)
Bu, daha çok inanan kişileri İlâhî rahmet, mutluluk, sonsuz saadet ile müjdeleme anlamına gelir. O halde Peygamberin yolunda olanların tebliğ ve irşat görevlerini sürdürürken “tebşir” yani müjdeleme çizgisinden başlamaları, insanlara zaman zaman ümit ışığı tutmaları; her vesile ile ibadete, zikre, itaate heveslendirmeleri gerekmektedir. Çünkü dini bir korku ve tehdit aracı olarak değil, rahmet, sevgi ve umut ışığı olarak tanımakta sayısız yararlar bulunduğunu unutmamak lazımdır.
3) Nezir (uyarı)
Bu, Hakk’a baş kaldırıp İlâhî buyrukları tanımayanları; ömür sermayesini boş/çıkmaz yollarda tüketmeye çalışanları; inkâr, sapıklık, azgınlık ve dengesizlik içinde bulunanları İlâhî adaletin tecelli edeceğiyle uyarmak; nankörlük içinde hayatını perişan edenleri âhiret azabıyla korkutmak, fakat bunun için sistemli, kademeli bir yönlendirme ve eğitme metodu uygulamak sûretiyle sonuç almaya gayret etmek anlamına gelmektedir.
Müjde ve ümidin, varoluş bünyesinde işe yaraması, onların uyarı ile birlikte bulunmasına bağlıdır. Hayat; pelteleşmeye, uyuşukluğa, vurdumduymazlığa teslim edilmeyecek kadar ciddi ve yücedir. Peygamber, insanı uyarıcı sıfatıyla ciddiyete ve titizliğe hazırlarken, müjdeci sıfatıyla da ümit, coşku ve atılım sevdasıyla doldurur. Müjde ve uyarı sürekli yürüyen ruhun iki kanadı gibidir.
4) Dâî (Allah’a çağıran)
Bu, Allah’ın varlığını ve birliğini kabule, yani Tevhid İnancı’na yönelmeye, yaratıldığı amaca ve hikmete ters düşmemeye dâvet etmek anlamına delil olan bir sıfattır. Ancak uygulanacak metodun çok dikkatli üzerinde durulmalı ve Hakk’a çağrılacak insanların bilgi, kültür seviyesi; sosyal ve ekonomik yapısı; hangi ekole bağlı bulunduğu önceden tesbit edilmelidir. Şöyle ki:
a) İlim adamlarını, her olay ve her şeyde Allah’ın kudret damgasının yer aldığı, gelişigüzel hiç bir olay ve sistemin var olmadığını örnekler vermek sûretiyle Hakk’a çağırmak.
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 339 -
b) İnkârcı sapıkları, akıl ve vicdanlarını harekete geçirecek örneklerle dâvet etmek ve evrende hâkim mutlak bir düzenin bulunduğunu anlatmak sûretiyle ufuklarını genişletmek.
c) Halk tabakasını güzel öğütlerle, vicdanları serinletecek, gönüllerinde ümit ışığı doğuracak çekici sözlerle dâvet etmek.
Ancak bütün bu çağrıları İlâhî buyruk çerçevesinde yürütmeye çalışmak şarttır; aksi halde anlamını kaybeder, amacından saptırılmış olur. Verdiğimiz âyette geçen “bi-iznihi” sözü hikmeti ve inceliği yansıtmaktadır.
5) Işık saçan bir kandil (sirâcen münîrâ)
Bu, dinin esas ve prensiplerini, gerçeği bulan ve sonuç sağlayan ilimle birleştirip, güzel çekici öğütlerle süsleyerek sunmayı yansıtmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in elindeki İlâhî kitap, dilinde tecelli eden hadisler, kalbinden kaynayıp fışkıran irfan pınarı bu üç ana temayı birleştirip bütünlük içinde işlemektedir. O bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz kalp ve kafaları aydınlatan bir kandil olarak tanıtılmaktadır, şüphesiz bu kandilin yakıtı İlâhî vahiydir; fitili Hz. Muhammed’in kalbidir; muhafazası ise O’nun irfanıdır.1583
59- Boyunlarına Halka Geçirilenler
“Biz onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan halkalar geçirdik; bu yüzden başları yukarı kalkıktır. Biz onların önlerinde bir sed, arkalarında da bir sed çektik. Böylece onları örtüverdik, artık görmezler.”1584
Verdiğimiz bu âyetlerde inkârcıların psikolojik durumları tasvir edilmekte ve hidâyetlerine engel olan ruhsal şartlanmalar ve sosyal alışkanlıklar çarpıcı bir örnekle sembolize edilmektedir. Bunlar, yapılan her dâveti red anlamında başını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlardır. İşte, red için başlarını kaldıra kaldıra adeta inkârları, boyunlarının altına kalın bir kelepçe, halka gibi geçirilmiş; çeneleri kalkmış; başları arkaya doğru, gözleri yumuk vaziyette kalmıştır. İnkârları, önlerine ve arkalarına duvar olmuş, üstlerini de kapatmıştır. Artık ne başlarını hareket ettirebilir, ne de bir tarafi görürler. İnkârlarının, cehaletlerinin karanlıkları içinde bocalayıp dururlar.
“Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik” ifâdesi başka bir yaklaşımla; onların yapılarındaki inat ve kibir dolayısıyla geçmiş olaylardan ders almadıkları gibi, geleceklerini dahi düşünmedikleri anlamına gelebilir. Çünkü taassub, onların her yanını kapladığı ve yanlış düşünceleri gözlerine perde olduğu için, ne kadar delil getirilirse getirilsin apaçık hakikatleri görememektedirler. Şâyet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.
Dediğimiz gibi bu âyetler, kâfirlerin mânevî durumlarını tasvir etmektedir. Burada maddî bir “ğull” (kelepçe) yoktur. Allah’ın, kâfirlerin boyunlarına kelepçe geçirmesi, önlerine ve arkalarına sed koyması, üstlerini kapatması, hep onların uzlaşmaz tutumlarından meydana gelmiştir. Fakat insanın kötü düşüncelerinden oluşan, basiretini bağlayan, hareketini engelleyen mânevî/psikolojik halleri, Allah’ın yasaları çerçevesinde oluştuğu için yüce Allah: “Biz önlerine sed
1583] N. Şahinler, s. 179-184
1584] 36/Yâsin, 8-9
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
koyduk, arkalarına sed koyduk, üstlerini kapattık” buyurmuştur.
Aslında kendileri öyle istedikleri için öyle olmuştur. Yoksa Allah, onların önlerini, arkalarım kapatıp üstlerini örterek onları karanlık içinde bırakmış değildir. Kendi olumsuz tutumları, câhillikleri, inat ve inkârları, kendilerini öyle engellemekte, basiretlerini kapatıp karanlıklar içinde bırakmakta, gerçeği görmez duruma getirmektedir. Zaten kendileri, Hz. Peygambere ve mü’minlere, çağrılarına asla ilgi duymadıklarını ve duymayacaklarını vurgulamak için: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kılıflar içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır”1585diyorlardı.
Kibir, insanın kendini başkalarından büyük sanmasıdır. Bunun açığa vurulmasına da tekebbür denmiştir. Dikkat edilmesi gereken şudur: Kibir bir büyüklük zannıdır. İnsanın, kendisini, olmak isteyip de olamadığı şey sanmasıdır bu. Olmak istediği şeyi olan insan, tekebbüre gitmez. O “halde kibir, kompleksi olan insanlarda görülen bir hastalıktır. Bu hastalığın en belirgin şekli megalomanidir ki; insanın kendini peygamber, hatta Allah sanmasına kadar gider. Gerçekte büyük insanın değerinin farkında olması kibir değildir. İslâm ahlakında bana izzet ve vakar denmiştir. Kibrin aksine, izzet makbuldür. Kur’ân-ı Kerim mü’minin izzet sahibi olduğunu beyan ederek şöyle diyor: “İzzet Allah için, Allah Rasûlü için ve mü’minler içindir.”1586
60- Hz. İsâ’nın Elçileri
“(Ey Rasûlüm) onlara (Mekke halkına), o şehir halkını (Antakyalıları) misal olarak anlat: Biz onlara iki elçi gönderdik, onları yalanladılar, biz de (elçileri) üçüncü bir (elçi) ile destekledik. (Bu üç elçi varıp Antakya halkına) dediler ki Biz, size gönderilen elçileriz. Onlar şöyle dediler: ‘Siz de ancak bizim gibi insanlarsınız. Rahman bir şey indirmemiştir. Siz yalan söylüyorsunuz.’ (Elçiler) dediler ki: ‘Rabbiniz bilir ki biz size gönderilmiş elçileriz. Bizim üzerimize düşen ancak apaçık bir tebliğdir.’ (O şehirliler): ‘Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşla linç ederiz ve bizden size acı bir belâ gelir.’ (Elçiler) dediler ki: ‘Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa yoruyorsunuz)? Hayır, siz haddi aşmış bir kavimsiniz.’ (O esnâda elçilerin geldiğini haber alan Habîbu’n-Neccar, isimli bir adam) şehrin tâ öte başından koşarak geldi ve: ‘Ey kavmim, bu gönderilen elçilere uyun’ dedi. ‘Sizden bir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep ona döndürüleceksiniz. Hiç ben ondan başka tanrılar edinir miyim? Eğer o Rahman bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana hiç bir fayda veremez ve (onlar) beni kurtaramazlar. O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben sizin Rabbinize inandım (gelin) beni dinleyin.’ (Onun nasihatlerine rağmen, kavmi onu öldürdü. Rûhuna hitâben şöyle) denildi: ‘Haydi gir cennete!’ (Cevap olarak rûhu şöyle) dedi: ‘Ne olurdu kavmim bilselerdi, Rabbimin beni bağışladığını, beni cennetle ikram olunanlardan kıldığını...’ Ondan (onun ölümünden) sonra kavminin üzerine (azab olarak) gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helâk edilişlerine sebeb) yalnız bir sayha (Cebrail’in sesi) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp gittiler).”1587
Kur’ân’da bir sayfadan fazla yer tutan bu mühim dâvetçiler kıssasında, tebliğ
1585] 41/Fussılet, 5
1586] 63/Münâfıkun, 8; N. Şahinler, s. 185-187
1587] 36/Yâsin, 13-29
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 341 -
edilenlere, dâvete inanan üçüncü şahıslara, nümûne-i imtisal olacak ibret dolu örnekler vardır. Irşâd ve tebliğ için çok önemli sahneler ve diyaloglar ihtiva eden bu elçiler kıssası Yâsîn Sûresinin özüdür.1588 Tefsirlerin çoğu, bu elçilerin, Hz. İsâ (a.s.)’nın havârilerinden oldukları ve onların isimleri, elçileri destekleyen mü’minin de Habibü’n-Neccâr olduğu, şehrin, o zaman putperest olan Antakya olduğu hususlarında rivâyetler ihtiva etmektedirler.1589 Mesel, bir temsil olduğu için durumu burada anlatılanlara benzeyen ve bilhassa peygamberlerin getirdiği tevhid, ibadet ve şeriata boyun eğmeyenlere bir ibret teşkil eder.1590
61- Dirilişi İnkâr Eden Kimse
“İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da, ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyerek bize misal vermeye kalkar. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O her türlü yaratmayı bilendir.’ Yaş ağaçtan size ateş çıkarır O. Artık siz ondan ateş yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur; Çünkü O çok yaratan, çok bilendir. Bir şeyi diledi mi (dilediği zaman), O’nun buyruğu sadece, o şeye ‘ol!’ demektir, o da hemen oluverir. Her şeyi hükümranlığı elinde olan ve sizin kendisine döneceğiniz Allah’ın şânı ne yücedir!”1591.
Bu âyetlerin nüzulüne sebeb olan olayın, Ubey b. Halef veya Âs b. Vâil olduğu ve bunlardan birisinin, Hz. Peygamber (a.s.), elinde bir çürük kemik parçasını ufalayarak ve ufantısını savurarak geldiği ve: “Ey Muhammed, Allah’ın bunu mu dirilteceğini iddia ediyorsun?” dediği, Rasûlullah (a.s.)’ın da: “Evet, seni de öldürecek, sonra diriltecek ve sonra da cehenneme sokacak.” buyurduğu haber verilir.1592
Gûyâ bu müşrik kendisince bir temsil getirir. Kendisinin aslında hakîr bir menî damlasından yaratılmış olduğunu unutur. Öldükten sonra dirilmeyi Allah’ın kudretinden uzak görür. Âyet ona ve onun gibilere Allah’ın kudretini tanıtıcı en susturucu cevapları verir: O kemikleri hiç yok iken ilk defa yaratan, her çeşit yaratmayı bilen, yeşil ağaçtan (birbirine zıt) ateşi yaratan, muazzam gökleri ve yeri yaratan, dâima yaratıcı (hallâk) olan, göklerin ve yerin mülkü ve melekûtu elinde olan Allah bir şeyi yaratmak murad edince, sadece “Ol” der, o da hemen olur. Yüce Allah işte böyle kolay yaratır.1593
62- Çok Tanrılı Müşriğin Hâli
“Allah geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Övülmek Allah’a mahsustur, fakat çoğu bilmez”1594
Bu âyette Yüce Allah, birden fazla efendileri olan bir kölenin onların hangisinin emrine itaat edeceğini şaşıracağını, bir çok meşakkat ve zahmetle mütehayyir kalacağını, müşriğin haline misal verir. Bu iki kimsenin hali bir olur mu?
1588] Elmalılı, VI, 40159
1589] İbn Kesir, III, 566-568; Beyzavî, II, 277-278; Zemahşerî, III, 317
1590] Ş. Mansûr, s. 295; V. Ulutürk, s. 74-75
1591] 36/Yâsîn, 77-83
1592] İbn Kesir, III, 581
1593] V. Ulutürk, s. 76-77
1594] 39/Zümer, 29
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Elbette bir olmaz.1595 Nasıl ki Yûsuf (a.s.) da hapis arkadaşlarına tebliğde bulunurken şöyle der: “Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir çok ilâhlar mı daha iyidir, yoksa her şeye hâkim ve gâlib olan bir Allah mı?”1596 Elbette tevhidde (birde, birlikte) dirlik, düzen nizam ve intizam vardır. Başka parmak karışırsa, her şey karışır, herc ü merc olur.1597
63- Yüzleri Simsiyah Olanlar
“Allah’a yalan isnad edenleri, kıyâmet günü yüzleri simsiyah halde görürsün. Kibirliler için cehennemde bir barınak mı yok!”1598
Âyette, şirk yoluna, bâtıl geleneklerine, Allah’ın buyruğudur diyerek Allah’a karşı yalan söylemiş olanların, kıyâmet gününde azabı görünce üzüntü ve korkudan yüzlerinin simsiyah kesileceği, o kibreden kâfirlerin yerinin cehennem olduğu belirtiliyor. Kur’an, birçok âyetinde Allah’a karşı yalan uydurmanın tahribine ve ne büyük bir zulüm olduğuna dikkat çekmektedir. Bu âyetlerden bazılarını konunun daha iyi anlaşılması için şöyle sıralamamız mümkündür:
“İlim dışı bir şekilde insanları şaşırtmak için yalan düzüp Allah’a iftira edenden daha zâlim kim olabilir? Allah, zulme sapan bir topluluğa kılavuzluk etmez.”1599
“Yalan düzerek Allah’a iftira eden yahud onun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır? şu da bir gerçek ki, zâlimler asla kurtulamazlar.”1600
“Yalan düzüp Allah’a iftira eden veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘bana vahyedildi’ diyen kişi ile, ‘Allah’ın âyet indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyen kimseden daha zâlim kim olabilir?” 1601
“Yalan düzerek Allah’a iftira edenden daha zâlim kim var? Onlar Rablerine arzedilecekler. Tanıklar diyecekler ki: ‘İşte bunlardır Rableri hakkında yalan uyduranlar.’ Herkes duysun ki, Allah’ın lâneti zâlimler üstünedir.”1602
“Yalan düzüp Allah’a iftira eden yahut kendisine geldiği zaman Hakkı yalanlayan kişiden daha zâlim kim vardır? Cehennemde değil midir kâfirlerin barınağı?”1603
Allah’a yalan isnat etmenin muhtelif şekillerine değinen âyetler bize gösteriyor ki, anılan yalanın başında Allah’a değişik biçimlerde şirk koşmak gelmektedir. Nisa Sûresi 48. âyet, şirki Allah’a iftira olarak nitelendirmektedir. Allah adına yalan uydurmanın bu şekli içinde, Cenâb-ı Hakk’a evlât, ortak, yardımcı izafe etmenin her çeşidi vardır. Hrisuyanların Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu, putperestlerin melekleri, Allah’ın kızları, putları, Allah’ın yardımcıları olarak görmeleri bu cümledendir. Allah adına yalan uydurmanın insana yönelik zulüm ve ihânete yol açanı, haram olmayana haram, helâl olmayana helâl demek ve bunu Allah’a fatura etmektir. Kur’an bu yıkıcı illetin baş temsilcileri olarak Yahûdi din adamlarını,
1595] Zemahşerî, III, 396-397; Ş. Mansûr, s. 187; Hakîm Tirmizî, s. 13
1596] 12/Yûsuf, 39
1597] V. Ulutürk, s. 63-64
1598] 39/Zümer, 60
1599] 6/En’âm, 144
1600] 6/En’âm, 21
1601] En’am: 6/93
1602] 11/Hûd, 18
1603] 29/Ankebût, 68
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 343 -
ikinci sırada da Hıristiyan din temsilcilerini göstermekte ve Muhammed ümmetini bu felaketin kucağına düşmemeleri için uyarmaktadır. Büyük bir acı duyarak söylemek zorundayız ki, İslâm dünyası da hemen her bölgede bu veyl çukuruna az veya çok düşmüş bulunuyor. Ve İslâm dünyasının, Kur’an gibi zaman üstü bir kaynağa sahip olmasına rağmen belini doğrultamamasının temel sebebi, bizce budur. Bu dünyanın, inandığını iddia ettiği Kur’an’ın hakemliğinde, Allah’ın dinine asırlar boyu fatura edile edile yığılan uydurma, saptırma ve hurafeleri tek tek din bünyesinden söküp atması gerekmektedir. Aksi halde Kur’an’a inandığını söylemesi onu kurtaramayacaktır.
Bütün bunlardan sonra yeryüzünde kibirlik taslayan, Allah’a dâvet olunup, isyanlarında ileri gittikten sonra bile bu dâvetin devam ettirilmesine rağmen icabet etmeyen güruh. İşte bunlar, o kıyâmet gününde perişan halde, rüsvaylıktan, kederden, cehennemin alevlerinden yüzleri kapkara olarak hayat maceralarını noktalıyacaklardır. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Zâlimler için yaşasın cehennem.”1604
64- Kalplerinde Örtü, Kulaklarında Ağırlık Olanlar
“Onlar: “Bizi dâvet ettiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda bir perde vardır. O halde sen (kendi dinince) amel et, biz de (kendi dinimize göre) hareket ederiz” dediler.”1605
Âyette, kendi duygu sınırları içinde kalıp, Allah’ı da bu sınır içinde maddeleştiren inkârcıların Hakkı kabul etmemelerinin üç nedeni üzerinde durulmaktadır.
a) Kalplerinin kılıflı olması,
b) Kulaklarında hakkın sesine karşı ağırlık bulunması,
c) Onlarla Peygamber (s.a.s.) arasında gerili kesif bir perdenin konulması.
Birincisi, kalbin nefis, şehvet ve heveslerle örtülü olup madde ile katılaştığı; ikincisi, nefis ve şehvete, madde ve şöhrete bütün benliklerini kaptırdıklarını; üçüncüsü, sınırsız hürriyetlerini meşru smırlara çekmek isteyen Peygamberle kendi aralarına bu ölçüsüz ve adaletsiz hürriyet alışkanlıklarını engel koyduklarını göstermektedir. Bu üç bağ ile aklını,, idrakini ve düşüncesini bağlayanlar, madde ve küfürden yana şartlanmış sayılırlar. Onlara gerçeği gösterip kabul ettirmek çok zordur. Doğru yola eriştiren ise ancak Allah’tır.
Âyette geçen “ekinneh” ifâdesi “kinan”ın çoğuludur. Kinan, okların konulduğu kılıfa denir. “Vakr” da sağırlık anlamınadır. Burada kalplerin kapalı olduğu için Kur’an’ı anlamayacakları; kulakların da sağır olduğu için duymayacakları; bundan dolayı Hz. Muhammed’e uymayacakları anlatılmaktadır. Yani, o çağrının, kalplerimize ulaşmasına imkân yoktur. Senin getirdiğin mesaj, aramızda tefrika çıkarmış ve bölünmelere yol açmıştır. Artık seninle birleşmemize imkân yoktur. Artık, senin bizimle, bizim seninle herhangi bir ilgimiz bulunmamaktadır. Sen, nasıl kendi dâvetinde vazgeçmiyorsan, bizler de sana muhalefet etmekten vazgeçmeyecek ve muhalefetimizi sürdürebilmek için elimizden geleni yapacağız.
Gerçekte, inatlarını belirtmek, Rasûlullah’ı ümitsiz bırakıp dâvetinden
1604] N. Şahinler, s. 188-190
1605] 41/Fussılet, 5
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vazgeçirmek için böyle diyorlardı. Çünkü bu Kur’an’ı dinledikleri zaman kelimelerin kalplerine işlediğini görüyorlardı ama kasten onu kabullenmek istemiyorlardı. “Kalplerimiz örtülüdür, söylediklerin ona ulaşmaz” diyor ve ilave ediyorlardı. Kulağımızda ağırlık var söylediklerini duymayız. Aramızda örtü var, engel var, bizi sana, seni bize bağlamaz. Öyle ise bırak bizi, biz kendimiz için çalışalım. Sen de kendin için. Veya peygamberlerin getirdiklerinin hiç birisine aldırış etmeyeceklerini belirterek; “biz senin sözüne ve yaptıklarına, ihtar ve tenkitlerine aldırmıyoruz. İstersen sen kendi yoluna git, biz de kendi yolumuza gidelim. Biz seni dinlemeyiz, sen istediğini yap. Ne kadar tehdit edersen et biz aldırmayız. “ diyorlardı.
İşte bu, İslâm davasının ilk mensuplarının karşı karşıya bulunduğu bir tip. Ama yine de dava sahibi yolundan dönmez, bıkmadan usanmadan dâvetine devam eder. Davasını anlatır, bildirir. Allah’ın vadinin veya azabının hemen gelip küfredenleri götürmesini istemez. Allah’ın azabının gerçekleşmesinin kendi elinde olmadığını, kendisinin sadece bir beşer olduğunu, Allah’tan vahiy aldığını, o vahyi tebliğ ettiğini ve insanları biricik Allah’a dâvet ettiğini açıklamakla emrolunduğunu söyler: “De ki: ‘Ben sadece sizin gibi bir insamm. İlâhınızın bir tek ilâh olduğu bana vahyediliyor. O halde şaşıp sendelemeden O’na yönelin ve O’ndan af dileyin. Vay haline şirk/ortak koşanların!”1606
65- Diriliş hakkında
“O’nun âyetlerinden biri de (şudur): Sen toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır (canlanır ve yeşerir). Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltecektir. Çünkü O her şeye kadirdir.”1607
Bu âyette Cenâb-ı Allah, ölülerin diriltileceğini, ölü gibi kuru toprağın yağmurla Allah tarafından yeşerip canlanışına temsil etmektedir. Toprak kuru iken boynu bükük, tevazu ve tezellül halindeki bir insanın halini andırmaktadır, yani insanın bu halinden istiâre yapılmıştır.1608 Toprağı bu halinden kurtarıp yeşerten ve canlandıran Allah, ölüleri de böyle canlandırıp diriltecektir, mütevazı olanları da yükseltecektir.1609
66- Uzaktan Kendilerine Çağırılanlar
“Eğer Kur’an’ı arapçadan başka bir dil ile göndermiş olsaydık, müşrikler: ‘Bizim lisanımızda âyetleri açıklanmalı değil miydi? Kur’an arapça olmayan lisanla, biz ise arabız bu nasıl olur’ derlerdi. (Onlara) De ki: ‘O Kur’an, hidâyet rehberi ve şifâdır. İman etmeyenlerin ise, kulaklarında ağırlık vardır. O, bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzaktan kendilerine çağırılanlar gibidir.”1610
Bu âyetten anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini kabul etmeyenler, Tevrat ve İncil’in Ibranice olduğunu düşünerek: “Kur’an’da eğer Allah tarafından gönderiliyorsa neden ötekilerin dilinden inmiyor? Madem ki bunlar hep Allah’ın sözüdür. Öyle ise hepsinin aynı dilde olması gerekir. Allah’ın konuştuğu dil tek bir dil olmalıdır” diye itiraz etmişlerdir. Nitekim onların: “Kur’an,
1606] Fussilet: 41/6; N. Şahinler, s. 191-193
1607] 41/Fussılet, 39
1608] Zemahşerî, III, 454-455; Beyzavî, II, 349
1609] Elmalılı, VI, 4209; V. Ulutürk, s. 77
1610] 41/Fussılet, 44
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 345 -
yabancı dilde indirilmeli idi” demeleri üzerine bu âyetin indiği rivâyet edilir.
İşte, Arapların bu tür itirazlarına cevap olarak, Arapça konuşanlara Arapça Kur’an indirildiği, başka dilde indirilse mânâsının anlaşılamayacağı ve dolayısıyla bir yararının da olmayacağı buyurulmaktadır. Başka sûrelerde de bu noktaya işaret edilmiştir: “Biz her elçiyi, kendi kavminin dili ile gönderdik ki onlara açıklasın.”1611 “Biz Kur’an’ı yabancılardan birine indirseydik de onu onlar okusaydı, ona inanmazlardı”1612
Âyetin sonunda Kur’an’ın, iman edenlera yol gösterici ve şifa olduğu, inanmayanların ise kulaklarında mânevî sağırlık bulunduğu için onu duymadıkları, Hz. Muhammed’i kıskandıklarından dolayı Kur’an’ın, onların gözlerine körlük getirdiği, yani kıskançlıkları, kibir ve inatları basiretlerini kapattığı için Kur’an’da bulunan gerçekleri göremedikleri vurgulanıyor.
Onlar, tıpkı kendilerine uzaktan seslenilen insanlara benzerler. Uzaktan bağırılan kimseler ses duysalar da bağıranın sözlerini anlayamazlar, kelimeleri seçemezler. Sadece bir ses duyarlar. Bu emsalsiz benzetme ile, inatçı kâfirlerin ruh hallerinin bir portresi çizilmiştir. Taassub içinde olan bir şahsın, karşısındaki kimseyi dinlememesi doğaldır. Üstelik konuşmacıya karşı bir inat ve nefret içindeyse, dediklerini duysa da onun ne demek istediğini anlamaz. Konuşmacı, söylediği sözlerin, muhatabının kulaklarından geri teptiğini, kalp ve zihnine ulaşmadığını hemen hisseder. İşte aynı husus yukarıdaki benzetmeyle yapılmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, müşriklerin Kur’an’ı anlamak istemeyişleri tasvir edilmekte ve Kur’an’ın çağrısına karşı, söz anlamayan, sadece bir ses, bağırtı duyan hayvanlar gibi davrandıkları anlatılmaktadır.1613
67- Boyunlarını Bükerek Göz Ucu İle Bakanlar
“Ve onları Cehennem’e arz olunurken, zilletten boyunlarını bükerek göz ucu ile baktıklarını göreceksin. İman edenler de: ‘Asıl zarar edenler kıyâmet gününde kendilerini de ailelerini de hüsrâna uğratanlardır’ diyecekler. Dikkat edin ki, zâlimler devamlı bir azap içindedirler.” 1614
Âyet, zâlimlerin âhiretteki durumlarını ortaya koymaktadır. İnsan korkunç bir şey ile karşılaştığında, korkudan hemen gözlerini kapatır, fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak göz ucuyla o şeyin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına bakar. Ve sonra yeniden korku ile gözlerini kapatır. İşte cehenneme sevkedilen insanların o anki halleri bu şekilde tasvir edilmiştir.
Zâlimler azgın olduklarından onlara en uygun düşen hal, kıyâmet gününde zillete duçar olmalarıdır. Azabı gördükleri zaman büyüklenmeleri tamamen söner ve hayal kırıklığı içerisinde sorarlar: “Geri dönecek bir yol yok mudur?” Bu ifâdede ümitsizlik ve heyecan içerisinde herhangi bir kurtuluşu bekler halde bir çöküntü vardır. Onlar ateşe başları eğik olarak sürülürler. Allah’tan korktuklarından veya hayalarından başlarını eğmiyorlar. Zillet ve düşüklüklerinden ateşe sürülürken göz ucuyla gizli gizli çevreye bakmırlar. Etrafa utandıklarından gözlerini açıp da bakamazlar. Ve işte bu zaman iman edenlerin hâkimiyeti ve üstünlüğü ortaya çıkıyor.
1611] 14/İbrâhim, 4
1612] 26/Şuarâ, 198
1613] N. Şahinler, s. 194-196
1614] 42/Şûrâ, 45
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onların bu durumunu gören mü’minler: “İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyâmette hem kendi canlarını, hem de ailelerini ziyan eden kimselerdir!” derler. Bu tesbitten çıkarılması gereken bir başka sonuç ta şudur: “Kişinin, sadece kendisini Allah’ın azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini Allah’ın sevdiği kullar olacakları şekilde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu içinde olduğu gerçeğidir.” Şâyet onlar cehennem yolunu tutmuşlarsa, gücü nisbetinde onlara engel olmaya çalışmalıdır. Sadece onların bu dünyadaki refahlarını değil, âhirette cehennem yakıtı olmamalarını da düşünmelidir. Buhari’de İbn Ömer’den rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet başkanı da bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinin çobanıdır; o da sürüsünden mes’uldür. Netice itibarıyla hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” 1615
Âyetin1616 sonunda zâlimlerin mutlaka sürekli azap içinde olacakları ve Allah’tan başka yardım edecek velîler (koruyucular) bulunmayacağı, Allah’ın, sapıklıkları içinde terk ettiği kimselerin doğru yolu bulamayacakları vurgulanır. Onlar Allah’ın gösterdiği yola gelmedikten sonra artık onları kim yola getirebilir? Çünkü O’nun gösterdiği yoldan başka doğru yol yoktur. Başka yolların hepsi çıkmazdır. Tek doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur. O’nun yoluna girmeyenler, başka doğru yolu bulamazlar ve sonunda cehenneme varır, azaptan kurtulamazlar. 1617
68- Öfkeden Yutkunanlar
“Onlardan biri, Rahman’a benzer gösterdiği/ Rahman’a isnat ettiği kız evlâtla müjdelendiğinde, yüzü simsiyah kesilir de öfkeden yutkunur durur.” 1618
Âyette müşriklerin mantıksızlığı açıkça ortaya serilmektedir. Çünkü müşrikler, meleklere, “Allah’ın kızları” derler, “Kız” şeklinde putlar yapar ve onlara taparlardı, Oysa ki melekler Allah’ın kızları değil, kullarıdır. Onlarda erkeklik dişilik yoktur. Erkeklik dişilik maddesel varlıklara özgüdür ve bu nedenle soyut varlıklar olan melekleri kız sanmak hatadır.
Müşriklerin bu düşüncelerine karşılık Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Sizler, kâinatı Allah’ın yarattığını, sizin için yeryüzünü beşik kıldığını, yağmur gönderip hayvanları hizmetinize verdiğini biliyor ancak buna rağmen O’na ortak koşuyor ve başkalarına kulluk ediyorsunuz. Üstelik Allah’a sadece sıfatlarında ortak koşmakla kalmıyor, O’nun zatında da ortak olduğunu kabul ederek Allah’a kız evlâtlar izafe ediyorsunuz. Hâlbuki kız çocuğunuzun olmasını kendiniz için bile utanç nedeni sayıyor, hatta onları gömmekten çekinmiyorsunuz. Bununla birlikte kendiniz için erkek evladı layık görürken, Allah’a kız evlâtlar nispet ediyor, fakat yine de Allah’a inandığınızı iddia ediyorsunuz.”
Gerçekten de müşriklerden birine kız çocuğu olduğu haberi verilse, adamın yüzü nefretinden kapkara kesilir, öfkesinden yutkunup dururdu. “Kız çocuğu
1615] Buhâri, Cum’a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, imâret 20; Ebû Dâvud, İmâret 1, 13; Tirmizî, Cihad 27
1616] 42/Şûrâ, 45
1617] N. Şahinler, s. 197-199
1618] 43/Zuhruf, 17
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 347 -
süs için yetiştirilir, iyi tartışamaz, savaşamaz, aile namusunu, kabile şerefini koruyamaz” diye düşünür, bundan dolayı kız çocuğu olmasından son derece üzülürdü. İşte âyet, onları kendi mantıklarından yakalıyor ve nefret ettikleri şeyi Allah’a nispet etmenin çok düşürücü ve insanlık onûruna yakışmayan bir hareket olduğunu belirtiyor. Kur’an’a göre erkek de kız da Allah’ın kuludur. Her ikisi de teklife yeteneklidir, insanlıkta eşittir. İslâm’ın kadına tanıdığı hakları yakın zamana kadar hiçbir hukuk düzeni tanımamıştır.
Kur’an verdiğimiz bu âyetin dışında, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen anne ve babalar hakkında Allah’ın gazabının ne derece şiddetli olduğunu gösteren bir başka âyete de Tekvîr Sûresi’nde işaret etmektedir. Şöyle ki: “Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman: “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” 1619
Âyete dikkat edilirse Allah, bu suçu işleyen anne ve babalarla muhatap ve “bu masum yavruyu niçin katlettiniz?” diye onlara soru bile sormayacaktır. Onlardan yüz çevirecek, o masum yavruya “senin ne kabahatin vardı ki, seni katlettiler?” diye soracaktır. İşte o zaman masum kız çocuğu uğradığı zulmü, yani anne ve babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüklerini anlatacaktır. Ayrıca bu iki âyette çok önemli iki konu, birkaç kelime ile açıklığa kavuşturulmuştur. Birincisi Araplar’a şu husus anlatılmak isteniyor: “Sizler öylesine sapıklık içindesiniz ki, kendi çocuğunuzu yine kendi ellerinizle diri diri toprağa gömüyor, bunca cehalet ve sapıklığınıza rağmen, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği hidâyeti inkâr ederek ıslah olmayı dahi kabul etmiyorsunuz. “
İkincisi, bu âhiret ve hesap günü için çok açık bir delildir. Çünkü diri diri toprağa gömülen o çaresiz ve mazlum yavrunun, bu dünyada hiç bir hamisi ve yardımcısı olmamış, ona insaf ve adalette bulunulmamıştır. Yani câhiliyye toplumu bu çirkin ve korkunç fiile seyirci kalmış, anne ve babası hiç utanmamış ve hiç olmazsa akrabaları dahi müdahalede bulunarak karşı çıkmamışlardır. Kısaca câhiliyye toplumu bu mücrimleri ne kınamış, ne de onlara bir ceza vermiştir. Oysa Allah’ın saltanatı içerisinde, bu kadar büyük zulme uğramış kimselerin haklarının yerini bulmaması mümkün müdür?
Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmelerinin çeşitli nedenleri vardı. Birinci neden, mali-ekonomik idi. Çünkü fakirlikten ötürü aile fertlerinin az olması isteniyordu ve erkek çocuklar büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyorlardı. Fakat kız çocuklar büyüdükten sonra evlenecekleri için daha küçük yaşta iken öldürülüyorlardı.
İkinci neden ise, genel kargaşa ile kabileler arasındaki sürekli savaş idi. Erkek çocuklara, büyüdüklerinde savaş zamanlarında yararlı olmalarından ötürü önem gösteriliyordu. Oysa kız çocukları savaş zamanlarında bir işe yaramadıkları gibi, ayrıca korunmaları da gerekiyordu. İşte bu nedenden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürüyorlardı
Üçüncüsü, Arap kabileleri birbirlerine hiç haber vermeden savaş açarlar ve esir aldıkları kızları ya pazarda satarlar ya da kendileri cariye olarak kullanırlardı.
İşte tüm bu nedenlerden ötürü, Arapların kadının doğumundan önce bir çukur kazdıkları ve doğan çocuk kız olursa onu çukura atarak diri diri gömdükleri
1619] 81/Tekvîr, 8-9
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyet olunur. Şâyet anne yavrusunun gömülmesine karşı çıkar yahut anne tarafından akrabalar mani olursa baba mecburen bir süre çocuğa bakar ve bir fırsat bulduğunda, kızı çöle getirerek diri diri gömerdi.
Bir gün bir müslüman bu çirkin fiili kendisinin işlediğini anlatmıştır. Bu rivâyet Darimi’nin Süneni’nin 1. babı’nda beyan olunmuştur: Bir adam Rasûlullah’a geldi ve câhiliyye döneminde şöyle yaptığını anlattı: “Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Birgün yene ben onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra onu beraberime alarak yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sesleri “Babacığım babacığım” diyen çığlıklarıydı. Bunları duyunca Rasûlullah’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Ve bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri: “Ey filan! Sen Rasûlullah’ı üzdün” dedi. Rasûlullah: “Ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın.” diyerek o adama: “Bu olayı yeniden anlat.” diye buyurdu. O şahıs da bu olayı yeniden anlatınca, Rasûlullah (s.a.s.) mübarek sakalı ıslanıncaya değin ağladı. Daha sonra ona: “Câhiliyye döneminde yaptığın için Allah seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla.” diye buyurdu.
Bunu “kız çocuklarının katledilmesini kötü kabul eden hiçkimse yoktu.” şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü bir toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun her şeye rağmen iyilik duygularından tamamen yoksun olması düşünülemez. Bunun için, Kur’an, olayı uzun uzun açıklama cihetine gitmemiştir. Sadece dehşet verici ve çok keskin bir tavırla, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına “sen ne yaptın ki, seni diri diri toprağa gömdüler” diye sorulacağı bir vaktin Muhakkak geleceği anlatılmıştır. Arapların câhiliyye dönemlerinde bu çirkin fiilin işlenmesine rağmen, iyi karşılanmadığı da vâkidir. Örneğin Taberani’nin rivâyetine göre şair Ferezdak’ın dedesi Sa’saa bin Naciye el-Mücaşi, bir gün Allah’ın elçisine: “Ya Rasûlallah! Ben câhiliyyede bazı iyi işler de yaptım. Bunlardan birisi ben 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık olarak verdim. Bana bu işi için de bir mükâfat var mıdır?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Evet vardır. Bunun mükâfatı Allah’ın seni İslâm’ın nimetine kavuşturmasıdır.”
Gerçekten bu İslâm’ın büyük nimetlerindendir. Öyle ki Araplar da böyle bir zulme son verdiği gibi ayrıca kız çocuklarının doğmalarının kötü bir hadise ve musibet olduğu, dolayısıyla bu musibete mecburen katlanılması gerektiği anlayışını da ortadan kaldırdı. Bu anlayışın tam aksine İslâm’da kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesi teşvik edilmiştir. Rasûlullah’ın kız çocukları hakkındaki düşünce ve inançları nasıl değiştirdiği birçok hadislerle sabittir. Burada örnek olarak birkaç hadisi zikrediyoruz.
“Eğer bir kimse kendisine kız çocuğu verilerek imtihan edilmiş ve o da çocuğuna iyi muamele etmişse, bu ameli onu cehennem ateşinden korur.” 1620
“Eğer bir kimse iki kız çocuğu büyütmüşse, kıyâmet günü onunla benim aram şöyle olacaktır.” diyerek Rasûlullah iki parmağını gösterdi. 1621
“Eğer bir kimse üç kız çocuğunu ya da kız kardeşlerini iyi terbiye etmiş ve onlara şefkat göstermiş ve kendisine ihtiyaçları kalmaymcaya kadar büyütmüşse, bu kimse için cennet
1620] Buhârî, Müslim
1621] Müslim
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 349 -
vâcip olur.” Bir şahıs, “Yâ Rasûlallah iki çocuğu olsa?” dediğinde Rasûlullah, “Evet ona da cennet vâcip olur” dedi. Bu hadisi rivâyet eden İbn Abbas (r.a.) buyuruyor ki; “Eğer bir kimse Rasûlullah’a “bir kız çocuğu?” diye sorsaydı. Ona da aynı cevabı verirdi.” 1622
“Eğer bir kimse, kız çocuğu doğduğunda, onu diri diri toprağa gömmeyerek, onu zelil etmemiş ve erkek çocuklarını ondan üstün tutmamış ise Allah bu adama cenneti nasip edecektir.” 1623
“Eğer bir kimsenin üç kız çocuğu doğar ve o da sabrederse, imkânlarına göre onlara iyi bakar, iyi yedirir, iyi giydirirse, kıyâmet günü onlar onu cehennem ateşinden korurlar.” 1624
“Eğer bir müslümanın iki kız çocuğu varsa ve o onları iyi yetiştirirse, bu onun cennete girmesine vesile olur.” 1625
Rasûlullah Surâka bin Cuşum’a şöyle buyurdu: “Ben sana en büyük sadakanın ne olduğunu haber vereyim mi?” Surâka: “Söyleyin yâ Rasûlallah” dedi. “Kızın boşandıktan veya dul kaldıktan sonra sana gelirse ve senden başka geçimini sağlayan yoksa, ona bakman en büyük sadakadır.” 1626
Bu talımatlar sadece Araplarda değil, İslâm nerelere yayılmışsa oradaki kadın hakkında olan düşünceleri değiştirmiştir. 1627
69- Üzerlerine Gök de, Yer de Ağlamayanlar
“Onların üzerine ne gök, ne de yer ağladı. Onlara mühlet de verilmedi.” 1628
Verdiğimiz bu âyetin taşıdığı mesajı daha iyi anlamak için kendinden önceki ve sonraki âyetlerle olan ilişkisini beraber düşünmek gerekir. 17. âyetten itibaren Allah, müşrik Araplardan önce Firavun kavmini de sınadığını, bu kavmin İsrail oğullarını serbest bırakmasını isteyen peygamberi dinlemedikleri ve bu nedenle Allah’ın, o azgın, kibirli insanları denizde boğduğunu, onların bağ ve bahçelerine inanan kulların varis olduğu, sonunda da bu insanların haline göklerin ve yerin ağlamadığı yani hallerine hiç acıyan çıkmadığı anlatılmaktadır.
Bu âyetler aynı zamanda Hz. Peygambere karşı kibirli, olumsuz, uzlaşmaz ve kırıcı bir tutum içerisinde olan Kureyş’lileri de uyarmakta ve onlara şu gerçeği hatırlatmaktadır: “Allah’ın peygamberine karşı gelen zorbalar, sonunda perişan olmuş, Allah peygamberini ve iman edenlerı üstün getirmiş, kâfirlerin mülklerini, servetlerini mü’minlere vermiştir. Allah, nasıl baskı altında ezilen İsrail oğullarını Firavun’un elinden kurtarıp onun mülküne, yurduna hâkim kılmış, onları nimet ve refaha kavuşturmuş ise: şimdi baskı ve işkence altında yaşayan mü’minleri de müşriklerin zulmünden kurtarıp onların yurduna hâkim kılacaktır.”
Gerçekten de bir süre sonra müşriklerin en azılıları Bedir’de yok olup gitmiş,
1622] Şerhu’s-Sunne
1623] Ebû Dâvud
1624] Buhârî, İbn Mâce
1625] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred
1626] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred
1627] N. Şahinler, s. 200-206
1628] 44/Duhân, 29
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mekke’nin fethiyle de ezilmekte olan müslümanlar, müşriklerin yurduna hâkim olmuşlardır. Âyetlerden günümüze çıkarılacak bir başka sonuç da şudur: “Şu dünyada Hz. Muhammed’e karşı gelen insanların, bir gün bir belâ karşısında kalacakları ve o zaman pişman olup inanacakları, fakat imanlarının bir yarar sağlamayacağının vurgulanmasıdır.”
“Onlara gök ve yer ağlamadı” âyeti, Zemahşeri’nin de dediği gibi mecazi bir anlam taşır. Onların haline hiç kimse acımadı demektir. İbn Kesir’in naklettiği bazı hadislerde “ölen mü’min insana göğün ve yerin ağladığı” ifâde edilmektedir. Sağlam olmayan bu hadisler, İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Çünkü gök ve yer bir kişinin ölmesine ağlamaz, doğmasına da sevinmez. Birinin ölmesi veya doğmasıyla kâinatın düzeni bozulmaz. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) oğlu İbrahim öldüğü zaman Güneş tutulmuştu. İbrahim’in ölmesi yüzünden Güneşin tutulduğunu söylediler. Peygamber (s.a.s.) Güneş ve Ay’ın, birinin ölmesi veya yaşamasıyla tutulmayacağını söyledi.1629 Bir görüşe göre Araplar, büyük bir adam ölünce “Dünya onun için karardı. Ay, Güneş tutuldu. Rüzgâr, gök ve yer ağladı” derler. Böylece mecazi bir tarzda musibetin büyüklüğünü abartmak isterler. İşte halkın kullandığı bu ifâde kullanılarak Firavun ve adamlarının değersizliği anlatılmıştır.1630 Yani bunlar öyle sanıldığı gibi yerin göğün ağlayacağı türden insanlar değillerdi. Bunlara ne gök ağladı, ne de yer ağladı. Hallerine hiç acıyan olmadı, unutulup gittiler. Bazılarına göre de gök ve yer ile kastedilen, gök ve yer halkıdır. Âyette onlara, ne gök, ne de yer halkının ağlamadığı anlatılmıştır.1631 “Onlara gök ve yer ağlamadı” ifâdesi sanki bir alaya almaya benzer bir aşağılama, küçümseme halini canlandırıyor. Şu büyüklerden zâlimleri ve azgınları gökte ve yerde hiç kimse ciddiye almıyor/hesaba katmıyor. Gökte ve yerde kimse üzülmüyor onların yok oluşuna. Bir karıncanın, bir böceğin yok olup gidişi gibi kayboluyorlar ortadan. O başlarını kaldırıp da insanları ayaklarıyla çiğneyen despotlar bir haşere gibi helâk olup gidiyorlar. Gidiyorlar da kimse üzülmüyor gittiklerine. Rabbinin emrine uyan şu kâinat onlardan uzaklaştığı için seviniyor. Çünkü kâinat onu yaratana inanırken onlar inkâr ediyorlardı. Şu halde onlar, içinde yaşadıkları varlıklar aleminden çıkarılıp atılmış aşağılık ve kötü ruhlu kimselerdir.
Onların, Allah’ın yarattıklarına karşı herhangi bir kimsenin kendileri için üzülmesini gerektirecek bir iyilik bile yapmadıkları anlaşılıyor. Yine onlar, göktekilerin, onların yıkılmasından üzüntü duyacakları, Allah rızası için bir iyilik de yapmamışlardır. Allah onlara fırsat verdiği süre boyunca, yeryüzünde fesâd çıkarmışlar ve sonunda haddi aştıklarında da azap gelmiş ve adeta bir çöp gibi ezilerek bir kenara atılmışlardır.
Eğer şu zâlimler ve diktatörler, yeryüzünü kana bulayanlar şu birkaç kelimedeki ima ve işaretleri hissetmiş olsalardı, Allah katında kendilerinin ne kadar güçsüz ve varlıklar içerisinde ne kadar önemsiz olduklarını farkederlerdi. Ve bilirlerdi ki; o zaman yaşadıkları varlıklar dünyasından kopmuş ve çekilip atılmış olarak yaşamaktadırlar. içinde yaşadıkları dünya ile aralarında hiçbir bağlantı yoktur. Çünkü kendilerini kâinata bağlayan “iman bağı” kopmuştur. 1632
1629] Buhârî, Küsuf: 1, 2, 4
1630] Mefâtih
1631] Hâzin, 7/146
1632] N. Şahinler, s. 207-210
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 351 -
70- Hevâsını Kendisine İlâh Edinenler
“Hevâsını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün ya, Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona, Allah’tan başka kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?” 1633
“Hevâ ve hevesini ilâh edinmek” ifâdesiyle bir kimsenin, nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı helâl mı olduğunu dikkate almadan davranması kastolunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şâyet, o kimseleri de ilâh/tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, o kimseleri ilâh ve mabud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları ilâh edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri ilâh edindiğinin net ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve lisanen onun ilâh olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfesirler de bu âyeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerir; “Allah’ın koyduğu helâl ve haramı dikkate almadan nefsinin arzusuna göre davranan kimse,” nefsini ilâh edinmiş olur” demektedir. El-Cessas ise; “Böyle bir kimse Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder” derken, Zemahşeri; “Nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat ettiği gibi itaat etmektedir”
Başka bir yaklaşımla “hevâsını kendine ilâh edinen” ifâdesi iki anlama gelebilir:
1) Keyfine geleni yapan, ihtiraslarının esiri olan, şehvetlerinin, egosunun ardından koşan;
2) Yanlış düşüncesiyle bir takım inançlar koyan ve aklıyla koyduğu o inanç ve gelenekleri Allah’ın gönderdiği din sayıp onlara uyan. Âyet için iki anlam da muhtemeldir. Birincisi daha kuvvetlidir.
“Allah’ın bir ilme göre saptırdığı/şaşırttığı kimse” sözünden ise, ilmi olmasına rağmen dalâlete düşen kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü o nefsinin kölesi olmuştur. Ayrıca şöyle bir anlam da vermek mümkündür: “Allah o kimsenin nefsine kulluk ettiğini bildiği için, onu dalâlete itmiştir.”
Allah kimseyi zorla saptırıp doğru yoldan eğri yola düşürmez. Fakat adam arzularını, ihtiraslarını kendisine ilâh yapıp onların peşinden koşunca Allah’ın koyduğu: içindeki psikolojik, fizyolojik ve çevresindeki sosyolojik kanunlar gereği, şaşkınlık içine düşer. Şaşkınlığı da yine Allah’ın kanunları çerçevesi içinde olduğu için Allah’ın onu şaşırttığı ifâdesi kullanılmıştır. Bunun anlamı, Allah onu sapmış olduğu eğri yol da bıraktı demektir. Yoksa o doğru yolda iken veya doğru yola gitmek isterken Allah onu şaşırtıp eğri yola düşürmüş değildir. O kendi isteğiyle eğri yolda yürümüş, doğru yola gelmek istememiş, Allah da onu kendi haline bırakmıştır. Allah iyi yolda olanları veya iyi yola gelmek isteyen kimseleri şaşırtmaz. Ancak kötü niyetli, zâlim ve fâsıkları şaşırtır, yani onları girdikleri sapık yollarda bırakır. Nitekim yüce Allah: “Allah zâlimleri şaşırtır” ,1634 “Allah fâsıklardan (yoldan
1633] 45/Câsiye, 23
1634] 14/İbrâhim, 27
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkmışlardan) başkasını şaşırtmaz”1635 buyurmuştur.
Onlar Hakka karşı gelince kötü niyet ve davranışları, kulaklarına ve gözlerine perde olur. Peşinen de redde kararlı olduklarından Hakkı işitseler de anlamazlar, hakikati görmezler, cehalet ve inatları gerçeği görmelerine engel olur. Doğru düşünmezler, bâtıl düşüncelerini doğru sanırlar. Kötü işleri kendilerine iyi gelir. Yaptıklarını beğenirler. Artık bunları kimse doğru yola getiremez: “Allah kimi saptırırsa artık onun için yol gösteren olmaz. Ve bırakır onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar”1636
Verdiğimiz bu âyeti kendinden önceki ve sonraki âyetlerle olan ilişkisini dikkate alıp değerlendirdiğimizde, âhiret düşüncesini ancak nefsinin yönlendirmesiyle hareket eden ve nefislerine kul olan kimselerin inkâr ettikleri açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü âhiret düşüncesi böyle kimseleri nefislerine kulluk etmekten ve yine nefislerinin yönlendirmesiyle hareket etmekten alıkoyar. Bu defa âhireti inkâr edenler nefislerine köleliği daha da arttırarak, battıkça batarlar. Hiçbir kötülükten çekinmeyerek, başkalarının haklarına tecavüz etmekten ve zulümde bulunmaktan hiçbir sûrette utanmazlar. Hak ve hukukun onların nezdinde bir anlamı yoktur. Hiçbir şeyden ibret almadıkları gibi, onlara nasihat da fayda vermez. Gece gündüz arzularının peşinden koşarlar ve hangi yolla olursa olsun hevâ ve heveslerini tatmin etmek için çırpınıp dururlar. Tüm bunlar, âhiret düşüncesini inkâr etmenin sonuçta insanın ahlâkını felç ettiğinin apaçık ispatıdır. Çünkü insanın Allah’a karşı davranışlarından kendini sorumlu hissetmesi, kendisini insanlık dairesinde tutmasını sağlar. Aksi takdirde insan ne kadar önemli vasıflara sahip olursa olsun onun bulunduğu durum hayvanınkinden daha kötüdür. 1637
71- Cennetin Hali
“Müttakîlere va’dedilen cennetin hali (şu): Orada tadı ve kokusu bozulmayan bir sudan ırmaklar var; tadı değişmeyen bir sütten ırmaklar var; içenlere lezzet veren bir şaraptan (sarhoşluk vermeyen tatlı içecekten) ırmaklar var; saf süzme baldan ırmaklar var... Hem orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Bir de onlara, Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve kaynar bir sudan içirilip de bağırsaklarını parçalayan kimselere benzer mi?” 1638
Yine bu âyette de müttakîlere va’dedilen cennet, dünyadaki nimetlerden hatırlatmalar yapılarak, ama onların arızalarından arındırılarak temsil ve tasvir edilir. Her iki âyetteki temsilden de murad, cennete teşvik ve bu âyetin sonunda bahsedilen cehennemden ve ona götürecek amellerden sakındırmaktır. 1639
72- Ölüm Baygınlığına Tutulmuş Bir Bakışla Bakanlar
“İman edenler der ki: ‘Bir sûre indirilseydi olmaz mıydı!?’ Fakat hükmü kesinleşmiş bir sûre indirilip de içinde savaş da anılınca, kalplerinde maraz olanların ölüm baygınlığına tutulmuş bir bakışla sana baktıklarını görürsün. Onlara uygun olan da odur.” 1640
1635] 2/Bakara, 26
1636] 7/A’râf, 186
1637] N. Şahinler, s.211-214
1638] 47/Muhammed, 15
1639] Beyzavî, II, 394-395; Ş. Mansûr, s. 239-241; V. Ulutürk, s. 29-56-57
1640] 47/Muhammed, 20
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 353 -
Âyette anlatılmak istenen durum şudur: O dönemde müsiümanların içinde bulundukları şartlar ve kâfirlerin İslâm ve müslümanlara karşı tutumları nedeniyle müslümanlar, Hz. Peygambere savaşa izin veren bir âyetin niçin gelmediğini ve zâlimlerle savaşmalarına niçin izin verilmediğini sorarlar. Müslümanların arasındaki münâfıkların durumu ise gerçek müslümanlardan tamamen farklı idi. Onlar mallarını ve canlarını Allah’tan ve O’nun dininden üstün tutuyor ve O’nun uğruna bir tehlikeye atılmaya razı olmuyorlardı. Savaş emri gelir gelmez gerçek mü’minlerle münâfıklar birbirinden ayrılıverdi. Bu emir gelmezden önce münâfıklarla gerçek mü’minler arasında görünüşte hiç bir fark görülmüyordu. Onlar da namaz kılıyor, oruç tutmada da bir kusur etmiyorlardı. İsteksiz de olsa İslâm’ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslâm uğruna canları feda etme vakti gelince, münâfıklıkları açığa çıkmaya başladı; göstermelik imanları üzerindeki perde açıldı.
Bu durum Nisâ Sûresi’nde de şöyle açıklanır: “Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin denilmiş olanlara bakmaz mısınız? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir topluluk Allah’tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyor. Onlar, “Ey Rabbimiz! Şu savaşı üzerimize neden farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir vakte kadar geri bıraksaydın?” dediler.”1641 Bu âyet üç anlama gelir ve üçü de aynı derecede doğrudur:
Birincisi, şimdi korkaklık gösterip geri çekilen kimseler, savaş emri verilmeden önce savaşmak için sabırsızlanıyorlardı. Kendilerine uygulanan baskılardan şikâyet ederek: “Bize izin ver de savaşalım. Çünkü bunca yanlışlığa tahammülümüz kalmadı.” diyorlardı. Kendilerine sabırlı olmaları, namaz ve zekatla nefislerini temizlemeleri tavsiye edildiğinde ise bu tavsiyeleri tutmuyorlardı. Fakat onlara savaş emri verildiğinde, aynı kişiler, düşman ordusu ve çeşitli tehlikelerle karşılaşınca korkmaya başladılar.
İkinci anlam ise şudur: Bu kimseler namaz ve zekat gibi kolay ve tehlike teşkil etmeyen ibadetlerle emrolundukları sürece “dindar”dırlar. Fakat onlara Allah yolunda savaşmaları emrolununca hayatlan kaybetmekten korkup dehşete kapıldılar ve dindarlıklarını unuttular.
Üçüncü anlam ise şudur: İslâm öncesi dönemde ganimet toplamak veya hevâ ve heveslerini tatmin etmek için gece gündüz savaş yapıyorlardı. Fakat Allah yolunda savaşmaları emredilince, kendi nefislerini yüceltmek için savaştıklarında birer cesaret örneği olan bu kişiler birer korkak haline geliyor ve kaplan gibi atılgan olanlar, kedi gibi korkak oluyorlardı.
Bütün bu ifâdelerden anlıyoruz ki; cihaddan korkmak, ondan yüz çevirmek, cihadın gerektirdiği yükümlülükten kaçınmak münâfıklığın alametleri arasındadır. Çünkü onların “kalplerinde maraz” vardır ve bu marazları/ hastalıkları gelen emir karşısında açığa çıkmakta ve insanlar için çok gülünç bir durum arzedecek hale bürünmektedir. İşte Kuran münâfıkların bu durumunu eşsiz bir benzetme ile gözler önünde canlandırırken şu ifâdeleri kullanmaktadır: “Kalplerinde maraz olanların ölüm baygınlığına tutulmuş bir bakışla sana baktıklarını görürsün”
Bu ifâdenin taklidi mümkün değildir. Bir başka şekilde aktarılması da imkânsızdır. Bu dehşet derecesine varan bir korku halini canlandırmaktadır.
1641] 4/Nisâ, 77
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Titreyen bir zaafı, baygınlığa varan bir mahcubiyeti ifâde etmektedir. Bununla beraber âyetin tasviri hareket ve aydınlık dolu olarak eşsiz bir biçimde hayalleri meşgul edip durmaktadır. Hasta ruhların ve münâfıkların tabiatını anlatmaktadır. İşe bakın ki, onlar bu kararsız, tutarsız ve utandırıcı durumda iken iman eli uzanıyor kendilerine… Samimiyetle ona sarılsalar, azimleri güçlenecek, ayakları titremesini yitirecek ve sağlamlaşacak.
“İtaat ve güzel sözdür onların yapması gereken”. Emin olarak her şeyi Allah’a teslim etmek ve O’nun emirlerini kesinlikle yerine getirmek. Güzel söz insan hissinin temizliğini, kalbinin doğruluğunu, vicdanının paklığını gösterir. Azmederek ciddiyetle cihada koşsalar, Allah’ın buyruklarını tasdik edip hem davranışlarıyla hem de ruhlanyla benimseseler; Allah kalplerini birbirine kenetler, azimlerini pekiştirir, ayaklarına sebat verir. Zorlukları kolaylaştırır, karşılarından yutmak üzere açılan korkunç uçurumun ağzını kapar ve kendilerine iki iyilikten birini lütfederdi. Kurtuluş veya zaferi.. Şahadet veya cenneti. Yapmaları gereken en iyi şey buydu. İmanın verdiği hazine budur. Azimleri kuvvetleştirir, ayakları sağlamlaştırır, titremeyi giderir, korkuyu kaldırır, hepsinin yerine güven ve emniyeti yerleştirir.
Harpten kaçmak, yaşadığı ve nimetlerinden yararlandığı toplumun sevinçli günlerinde beraber olduğu insanları, sıkıntı ve zorluk başgösterdiğinde bırakıp sıvışmak insan onûruyla bağdaşmaz. İnsanı küçültüp alçaltmada bundan daha büyük bir namertlik düşünülemez. Kur’an, toplumun geleceğini ve haklarını can pahasına da olsa korumanın yüceliğini ve kaçınılmazlığı üzerinde ısrarla durmaktadır.
Cihadın bir boyutu olan “gerektiğinde savaş” insanı yücelten faâliyetlerden biridir. Bu faâliyete katılanları Kur’an “ölümsüzler, hep diri kalanlar” olarak nitelendirmektedir.1642 Barışın nimetlerini sürekli kılmak ve yarınları emânet edeceğimiz çocuklarımıza güvenli ve güzel bir dünya bırakmak için, gerektiğinde savaşmalıyız. Bundan kaçan benlik, Kur’an tarafından iğrenç görülmekte, azap ve onursuzlukla tehdit edilmektedir. Böyleleri, Allah’ın gazabına uğrar ve cehennemi boylar. Bir çok Kur’an âyeti bunu açıkça gösteriyor.1643 Savaşın yalnız bizim çıkarlarımızı koruyor olması şart değildir. Kur’an, ezilen, horlanan, itilen insanların haklarını korumak için savaşı da insanın şeref görevi olarak kaydeder.
Kısacası, ülkesini, kader birliği yaptığı insanları, inandığı değerleri savunan ezilmiş insanları korumak için savaşmak insanoğlunun şeref burçlarının en yücelerinden birine vücut verir. 1644
73- Kalpleri Üzerine Kilit Vurulanlar
“Peki bunlar, Kur’an’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” 1645
Arapça ifâdesiyle “tedebbür”, okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Biz yukarıda yazdığımız türkçe çeviride bu ifâdeyi “inceden inceye düşünmek” olarak verdik. Âyetten anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ın ne
1642] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmran, 169
1643] 8/Enfâl, 16; 9/Tevbe, 38-50
1644] N. Şahinler, s. 215-219
1645] 47/Muhammed, 24
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 355 -
dediğini anlamadan onu okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur’an’ın mânâsı üzerinde düşünmemek veya: “Biz Kur’an’dan bir şey anlayamayız.” diyerek Allah’ın kelamını rafa kaldırmak kalbin mühürlenmiş olduğuna işarettir. Nitekim anılan âyetten önce gelen 23. âyet lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur’an’ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekmiştir.
“Kalpleri üzerinde kilitler mi var?” sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur’an’ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir. Kur’an, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara en son rahmet ve kurtuluş mesajıdır. Sosyal yapıda ne kadar gelişme ve değişme olursa olsun, ilim ne kadar ilerleyip gerçekleri bulursa bulsun, Kur’an’ın rehberliğine mutlaka ihtiyaç olacaktır. Çünkü dinden, imandan kopuk bir medeniyet, ülkelere rahmet havası estirmez, huzur ve güven sağlamaz, kalpleri ve ruhları faziletle dolduramaz. Böyle ortamlarda yetişen kuşaklar dengesizliğe itilmiş olur; yani akıl ve zekaları gelişmiş, fiziksel yapıları güçlendirilmiş olur; ama ruhları, vicdanları ve kalpleri bomboş kalır.
O bakımdan insanı kendi kudret eliyle yaratıp, emsalsiz sanatıyla onu şekillendiren Cenâb-ı Hak, onun huzur, güven, inanç, ahlak ve fazilet havası içinde yetişmesinin reçetesini de hazırlamıştır. Kur’an bütünüyle onu yansıtmakta ve insanlardan yana en doğru olanı göstermektedir. Bu bakımdan az-çok bilgi ve kültürü olan ve ön yargıdan kendini uzak tutmasını bilen, insaf ölçüleriyle yaklaşımda bulunabilen herkes Kur’an’ı dikkatle okuyup İlâhî muradı anlamaya çalışınca, kendi bilgi ve iyi niyeti seviyesine göre, ondan nasibini alabilir. Örneğin edip bir kişi, Kur’an’ın açık ve güzel ifâdesi, yerinde ve ahenkli dizilişi karşısında küçülüp erir. İyi bir hukukçu, onun evrensel özellikler taşıyan hukuki sistemi karşısında şaşırır. İlmi araştırma meraklısı olan fizikçi, kimyacı, biyolog veya astronom, Kur’an’ın getirdiği bilimsel ölçüdeki ana fikirler ve temel bilgiler karşısında hayranlık duyarak eğilir.
Bütün bu açıklamalar şu gerçeği ortaya koymaktadır: Kur’an en doğru bilgilerle donatılmış bir kitaptır ve her yönüyle beşer kudretini aşmaktadır. Her âyetiyle ilme, akla ve düşünceye, sonra da sağduyuya seslenmekte, insan hayatının her yanıyla içiçe bulunduğunu ilan etmektedir. O nedenle her zaman okunmaya, incelenmeye ve üzerinde düşünülmeye değer içerik ve kudrettedir.
Günümüz müslümanlarının bütün sorunu belki de, Kur’an’ı, “tedebbüre” götürecek, akıl ve kalplerdeki kilitleri kıracak, Kur’an’ın dâvetine yeniden cevap verecek ve bunun yöntemini belirleyecek bir metod eksikliğinde yatmaktadır. Kur’an’ın emirleri hakkında ilk devirlerde yapılan içtihadları son ve keskin görüş olarak kabul etmek ve bunların her zaman ve mekanda ihtiyaçlara çare olabileceğini iddia etmek; müslümanı düşünmekten alıkoymuş, aklının kullanım alanını sınırlamış, Kur’an’ın kapsamlı bakış açısı ve evrensel düşüncesini yakalamasına mani olmuş ve onun, çağın problemlerine çare bulmasını engellemiştir. Ayrıca bu tavır müslümanın Kur’an’ı, bilgi ve medeniyet kaynağı olarak da kabul etmesini önlemiştir.
Yine bu düşünce, Kur’an’ı hevâ ve hevesine göre tefsir etmeyi yasaklayan peygamber emrinden hareketle, birisinin Kur’an’dan anladığını ortaya koymasını, hevâ ve heves, kötü niyet ve fesâdlık olarak nitelemiştir. Böylece Kur’an
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nasları ablukaya alınarak belirli bir çağdaki anlayış âyetlere yüklenmiş, akıl dondurulmuş ve insanlar düşünmekten korkar olmuşlardır. Bu durum çok doğal olarak, insanların âyetler üzerinde gerektiği gibi düşünmemelerine neden olmuştur.
Bizim kırmamız gereken ilk kilit, İslâm dünyasında öteden beri yerleşmiş bulunan bu acaip ve son derece garip kanaattir. Bunu yaparsak Kur’ani bakışı hayatın çeşitli boyutlarına taşıyabilir ve İlâhî korunma altında bulunan vahiyden bilgi ve medeniyet kurmanın şartlarını öğrenebiliriz. Eğer bu yanlış kanaatten kurtulamazsak, işte o zaman, içerisinde yaşadığımız devri ve geleceği yitirir, Kur’an’ın da ebedîlik ve çağlarüstü olma özelliğini kendi kendimize yok etmiş oluruz. 1646
74- Yüzlerinde Secde İzi Olanlar
“Muhammed Allah’ın rasulüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri/ izi vardır. Bu onların Tevrat’taki nitelikleridir.” 1647
Âyette anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında secde yapmaktan dolayı meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada kastedilen manâ, Allah’a baş eğme sonucu insanda fıtri olarak meydana gelen ruh yüceliği, ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi çehresinde kendisini gösteren hasletlerdir. İnsanın çehresi yani siması, sayfalarında insanın ruh dünyasının ve nefis aleminin rahatlıkla okunduğu bir kitapdır. Gururlu bir insanın siması, mütevazi ve alçak gönüllü bir insanın simasından farklıdır. Ahlaksız bir adamın çehresi ile, iyi niyetli ve temiz ahlaklı bir adamın çehresinin farkı hemen belli olur. Serseri ve edepsiz bir adamın yüzü ile cana yakın, haysiyetli ve iffetli bir insanın yüzü arasmda açık fark görülür.
Allah buyruğunun özü, bize şunu gösteriyor; Hz. Muhammed’in bu sahabileri ve beraberindekiler öyle kimselerdir ki, çehrelerinde takva nûrunun parlamasından dolayı görenler, onları insanların en hayırlıları ve yaratılmışların en iyileri olduklarını sezer ve kabul ederler. Bunun bir örneğini İmam Mâlik bize şöyle anlatıyor: Sahabiler ordusu Suriye topraklarına girdiğinde bölgenin hıristiyanları bunlar için “Hz. İsa’nın Havârileri hakkında duyduğumuz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar” demişlerdi.
Sima: Nişan, alâmet demektir. Burada mü’minlerin ibadet ve taatlerinin, yüzlerini nurlandıracağı, kendilerine yüksek ahlak ve karakter kazandıracağı belirtilmektedir. Süddi: “Namaz yüzleri güzelleştirir” demiştir. Yine “Namazı çok olanın gündüzün yüzü nurlanır, güzel olur” diyenler de vardır. Bir başka birisi de: “İyilik kalbde nur, yüzde ışık, rızıkta genişlik, gönüllerde sevgi meydana getirir” demiştir. İbn Ömer’in: “Allah ile içini düzgün yapanın Allah, dışını düzeltir” dediği rivâyet edilir. Âyette “secde” kelimesinin seçilmesi de apayrı bir anlam taşır. Çünkü secde insanın Allah’a ibadetinin ve alçak gönüllü oluşunun en mükemmel şeklini ifâde eder. Bu mütevazüiğin eseridir onların yüzünde görülen. Riyâkarlığı, böbürlenmeyi ve şımarıklığı atıp onun yerine fazilet dolu parlaklığı, sükûnet dolu aydınlığı yerleştiren tesir secdeden yansımaktadır. Mü’minin yüzünün aydınlığına aydınlık katan, güzelliğine güzellik, yüceliğine yücelik veren sır
1646] N. Şahinler, s. 220-223
1647] 48/Fetih, 29
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 357 -
secdede saklıdır. Bu noktaların temsil ettiği parlak görünümler yeniden ortaya çıkmış bir şey değildir. Tam aksine bunlar kader levhasında tesbit edilen şekillerdir. Kökü çok eskilere dayanır, zikri Tevrat’ta geçer. Kur’an’ın ifâdesi ile: “İşte onların Tevrat’taki nitelikleri budur.”
Allah’a gerektiği gibi bağlı olanın, bütün canlıları dikkat ve ürpertiye sevkedecek bir heybet ve ciddiyete sahip olacağı ve bunun Allah’ın bir lütfü olduğu yolundaki inanış, İslâm düşüncesinde, Hz. Peygamber başta olmak üzere, herkesin paylaştığı bir fikir olarak dikkat çeker. Hal böyle olunca, Allah karşısında mânevî mertebesi yüksek olanların bu özellik bakımından da ilerde olduklarını kabul gerekir. Bu konuda ölçü, hadis olarak rivâyet edilen bir sözde şu şekilde konmuştur: “Allah’tan korkan kişiden, Allah’ın bir lütfü olarak, her şey korkar.” O halde, İlâhî heybet kulun Allah karşısındaki takvasıyla doğru orantılıdır. Takva arttıkça heybet de artar.
Şuna da işaret etmek gerekir ki, bu korku ve heybet kendine has bir özellik taşır. Onu jandarma, yırtıcı hayvan veya karanlık korkusuyla bir tutmamalıdır. O, insanı dikkate, ciddiyete sevkeden; sevgi, saygı ve bağlılık duygusuyla karışık “tipik” bir korkudur. Allah yolcularının yüz ve tavırlarında ilk anda farkedilen ve genellikle ürperti biçiminde dikkat çeken bu “heybet”, aslında kâinatın en anlamlı belirtisi, en kuşatıcı ve erdirici aydınlığıdır. Onun değerini fark etmek için, onun sahibiyle bir süre içli-dışlı olmak yeterlidir. Sadece bir sürelik sabır, adına korku ve üzüntü dediğimiz bu duygunun, en engin şefkat ve en tatlı ilgiyi perdelediğini kavramamız için yetecektir.
İlâve edeceğimiz bir başka husus da şudur: İlâhi heybet, bir beden olayı, daha doğrusu bir cüsse olayı değildir. Halk arasında yakışıklılık diye adlandırılan plastik-estetik çekicilik hiç değildir. İlâhi heybet, bütün kudretiyle insanın yüzünde tecelli eder. Onun boyla, posla, renk, giyiniş vs. ile asla ilgisi yoktur. O, kalabalıkların “çirkin” diye damgaladıkları yüzlerde en ileri derecede bulunabilir. Onu, bedensel eksiklikler bile engellemez. O, insanı yüreğine bakarak değerlendiren Yaratıcı’nın, insana, yüreğine göre verdiği bir kudrettir.
İlâhî heybet, insanın yüzünde, özellikle gözler ve alın bölgesinde tecelli eder. Ne ilginçtir ki, yukarıdaki âyette de verdiğimiz gibi Kur’an, mü’minlerin belirtilerinden sözederken insanın sadece yüzüne atıfta bulunmaktadır. İman ve ondan kaynaklanan bütün oluş ve erişlerin, insan vücudundaki belirişi -elbette olabildiği kadarıyla- sadece yüzde meydana gelmektedir. Yüz ve özellikle gözler.. Her şey onlardadır ve onlardan anlamayanlar başka hiçbir şeyden anlayamazlar. İnsanın ne olduğunu onlardan çıkaramayanlar, başka hiçbir şeyden hareketle insanı tanıyamazlar. Yüz, İlâhî aydınlığın tecelli yeridir. Yüze asla kötü sıfatlar yakıştırılamaz. Aldatılan insanın yüzüne bakılamaz, yüze bakarak yalan söylenmez. İnsanın, özellikle çocukların yüzlerine asla vurulmaz. Kısaca, yüzden anlamayan özden de anlamaz. 1648
75- Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed (a.s.) ve Ashâbı -Kalınlaşarak Gövdesi Üzerine Dikilen Bir Filiz Gibi Olanlar
“(Allah Rasûlü ile beraber olanların) İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üzerine dikildi. Ziraatçıları da
1648] N. Şahinler, s. 224-228
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imrendirir/ hayran bırakır bu ekin. Allah böyle yapar ki, onlarla inkâr edenleri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip barışa yönelik işler yapanlara bir bağışlanma ve büyük bir ödül vaad etmiştir.” 1649
Bu âyette Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile İslâm’ın başlamasını, ashâb-ı kiram ile birlikte gelişip terakki ederek, kuvvetlenip kökleşmesini bir ekin temsiliyle anlatmıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), bu işe tek başına başladı. Sonra Cenâb-ı Allah, ona inanan ve onunla birlikte olanlarla onu takviye etti. Bir tohumun çimlenip, yavaş yavaş filizini çıkarması, derken kalınlaşıp, sapının üzerinde gelişip kuvvetlenmesi gibi onu kuvvetlendirdi. Zira İslâm tohumunu Hz. Peygamber ekti, o tohum ashâb şeklinde filiz verdi; görkemli hale gelince bu manzara çiftçilerin hoşuna gider, îslâmiyetin gelişip kuvvet kazanmasından da kâfirlerin öfkesi kabarır.1650
“Muhammed (s.a.s.) ile ashâbının, kâfirlere sert, biribirlerine merhametli ve rükû ile secde hallerinin dâim oluşu ve yüzlerinin nurdan nişanlı oluşu birinci, yani Tevrat’ta bulunan meselleridir. Onların İncil’deki meselleri de ekin meselidir” şeklindeki izah, çoğu tefsirlerde yer alır. Bazı müfessirler, “Birinci kısım, onların Tevrat ve İncil’deki müşterek vasıflarıdır, ekin temsili onu açıklamak için getirilmiştir.” demişlerdir.1651
Bu meseldeki incelik, sonradan gelen ümmetin de, ashâbın darb-ı mesel olan vasıflarını, kendilerine imtisal numunesi edinmeleridir. 1652
Verilen âyette Allah Rasûlü ile beraber olan sahabilerin Kur’an’ın diliyle İncil’deki özellikleri/nitelikleri anlatılmaktadır. Onlar, yerden filizini çıkarıp gittikçe kalınlaşarak kökleri üzerine duran bir ekine benzer. Önce filizini yeni çıkaran ekin gibi zayıf idiler. Hz. Muhammed (s.a.s.), tek başına davasını ilan etmişti, yalnızdı. Fakat gittikçe insanlar onun çevresinde toplanmaya başladılar. Sayıları arttıkça güçlendiler. Fert fert imanları artıp güçlendiği gibi sayıları da çoğalarak bir İslâm toplumu oluşturdular.
Nasıl ekinin gürbüz durumu ekicileri sevindirirse bunların böyle güçlü bir topluluk haline gelmesi de onların gönüllerine iman tohumunu eken Peygamberi ve melekleri sevindirir, ama kâfirleri öfkelendirir. Kâfirler kıskançlıktan çatlayacak duruma gelirler. Allah, inanıp güzel işler yapanlara bağışlama/affetme ve büyük mükâfat vâdetmiştir. Allah onları bağışlayacak ve büyük ödüllere erdirecektir.
Yine âyette anlatılmak istenen bir başka husus, atılan iman ve irfan tohumunun filizlenmesi, İslâm’ın ciddi anlamda sistemli ve duyarlı bir eğitim ve öğretimle kalplere işlenmesinin gereğine işarettir. Filizin kalınlaşıp kendi gövdesi üzerinde doğrulması, eğitilip öğretilen genç neslin olgunlaşıp bütün benlik ve enerjisiyle davaya sarılmasına işarettir. Öyle ki ne madde, ne makam, ne ölüm, ne de açlık endişesi onları yolundan alıkoyabilir. Sonra da böyle bir iman ve irfan ordusunun arzedeceği ihtişam, bakanların hayranlığını çeker; inkârcı sapıkların ise kin ve öfkesini arttırır. Bütün bu kademeli eğitim ve öğretimin en önemli
1649] 48/Fetih, 29
1650] Zemahşerî, III, 551: S. Ateş, s. 514; Elmalılı, VI, 4442
1651] Beyzavî, II, 405; Zemahşerî, III, 551
1652] Ş. Mansûr, s. 162; V. Ulutürk, s. 77-79
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 359 -
yanlarından biri de, azıp sapıtan din düşmanlarını korkutmaya, caydırıcı bir güç ortaya koymaya yönelik bulunmasıdır.
İşte Hz. Muhammed (s.a.s.) ile beraber olan ve O’nun mektebinde eğitilip yetiştirilen mü’minler böylesine düzenli, disiplinli, azimli, kararlı ve güçlü idiler. Şüphesiz bu güzel vasıfların iki temel kaynağı vardır:
a) Allah’a dosdoğru iman;
b) Sâlih ameller.
Âyette geçen “minhüm” zamiriyle, “vellezine maahüm” ile özellikleri açıklanan cemaatten sonra kıyâmete kadar, Hz. Muhammed’in sünnetiyle doğru yolu seçenler kasdedilmektedir. Böylece Kur’an hem İlâhî mağfireti, hem de büyük ecri bütün mü’minlere yayarak, İlâhî rahmet ve yardımın bütün mücahit mü’minleri kapsadığını haber vermektedir. 1653
76- Gıybet - Ölmüş Kardeşinin Etini Yiyenler
“Ey iman edenler, zannın bir çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Biribirinizin suçunu araştırmayın; Kiminiz kiminizi çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah ‘dan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi daima kabul edendir, çok acıyandır.” 1654
Allah Teâlâ bu âyette gıybeti, ölü kardeşin etini yemeye benzetmiştir. Gıybetin tabiat olarak, akıl ve şeriat nazarında çirkinliğini, tiksinilecek birşey olduğunu, birden göz önüne gelen bir tasvir ile en beliğ bir şekilde anlatmıştır. Çünkü, yanında bulunmayan ve kendisini müdafaa edemeyecek olan mü’min kardeşi bir ölü mesâbesindedir.1655 İfâdede, işin şenâetini anlatmak için, birçok mübâlağa unsurları kullanılmıştır. 1656
Kur’an’ın, ölmüş insanların etini yemek diye tanıttığı ve insan yaratılışının tiksinmesi gereken günahlardan biri olarak gösterdiği gıybet, ruhsal ve maddesel doyumsuzluklar içinde kıvranan geri kalmış benliklerin avunmak için sığındıkları saplantılardan biridir. Gıybet, şöyle tarif edilir: “Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna gitmeyeceği sözler söylemesidir.” Bu tarif bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır. Hz. Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle demiştir: “Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde anılmasıdır.” “Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?” denilince Hz. Peygamber buyurdu ki: “Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş olursun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun.”
Bu tariften, birinin arkasından yalan sözlerle suçlanmasının iftira olduğu ve var olan kusurlarının söylenmesininse gıybet olduğu anlaşılmaktadır. Bu hareket ister açık ifâdeli sözlerle yapılsın, ister kinaye ve işaretler ile yapılsın her şekli ile haramdır. Bunun gibi bu hareketin kişinin hayatta yapılması yahut öldükten sonra yapılması, iki şekilde de haramlılığı aynıdır. Bu haramın dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu
1653] N. Şahinler, s. 229-231
1654] 49/Hucurât, 12
1655] Beyzavî, II, 410-411; Elmalılı, VI, 4475
1656] Elmalılı, VI, 4476; V. Ulutürk, s. 79
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mecbûriyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmazsa gıybete nisbetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu istisna olan gıybeti şöyle ifâde buyurmaktadır: “En kötü zulüm, bir müslümanın haysiyet ve şerefine haksız yere hücum etmektir.”1657 Bu buyrukta “haksız yere” şartı “haklı yere” yapılabileceğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamberin hayatında gördüğümüz bazı örneklerden “haklı yere”den ne kastedildiğini ve hangi durumlarda gıybetin gerektiği kadar câiz olabileceğini öğrenmekteyiz.
Bir gün bir bedevî gelip Peygamberimizin arkasında namaz kıldı. Namaz bitince de “Ey Allah’ım! Bana da, Muhammed’e de merhamet et, ikimizin dışında hiç kimseyi bu merhamete ortak kılma” diyerek çekip gitti. Peygamber’imiz (s.a.s.) ashâbına şöyle dedi: “Ne diyorsunuz, bu adam mı daha şaşkın yoksa devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?”1658 Peygamberimiz bu sözü adamın arkasından söyledi. Çünkü o bedevî selâm verir vermez çekip gitmişti. O, Peygamberimizin önünde çok yanlış bir söz söylemişti, bu yanlış söz karşısında Peygamberimizin susması başkalarının böyle sözlerin bir dereceye kadar câiz olabileceği yanlış kanaatine gitmesine sebep olabilirdi. Bu yüzden Hz. Peygamber’in o sözü reddetmesi gerekiyordu.
Yine bir keresinde Fâtıma binti Kay’s adındaki kadına iki kişi evlenme teklifinde bulundu. Biri Hz. Muaviye, diğeri Hz. Ebu El-Cahm idi. Kadın gelerek Peygamberimize akıl danıştı. Peygamberimiz (s.a.s.): “Muâviye müflistir, Ebu El-Cahm ise karılarını çok döver” buyurdu.1659 Burada bir kadının gelecek hayatı söz konusudur. Ve Hz. Peygamberden akıl danışmıştır. Bu durumda Peygamberimiz o iki sahâbiye ait bildiği kusurları söylemeyi gerekli bulmuştur.
Bir gün Peygamberimiz Hz. Ayşe annemizin yanında iken biri gelerek görüşme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir” buyurdu. Sonra dışarı çıktı, o adam ile çok yumuşak bir eda ile görüştü. Tekrar içeri girince Hz. Ayşe vâlidemiz: “Onun hakkında dışarı çıkmadan önce bazı şeyler söylemenize rağmen, daha sonra çok iyi bir eda ile konuştunuz” deyince Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Kıyâmet günü Allah katında en kötü yer, birinin çirkin sözlerinden korkup da onunla münasebeti terkedenlerin yeri olacaktır.”1660 Bu hâdiseye dikkat edersek, Peygamberimizin bu kişi hakkında kötü kanaatte olmasına rağmen onunla güzel bir şekilde konuşmasının, ahlâkının icabı olduğunu göreceksiniz. Ama Hz. Peygamber bu adamla merhamet ve şefkatlice konuşurken, ailesi gördüğü takdirde yanlışlıkla onu samimi dostu zanneder de daha sonra bunu suistimal eder düşüncesi ile Hz. Ayşe’yi “bu adam kabilesinin en kötü kişisidir” diye ikaz etmiştir.
Bir keresinde Hz. Ebu Süfyan’ın karısı Hint binti Utbe, Peygamberimize gelerek “Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarına yetecek kadar gerekli masrafı yapmıyor” dedi. Kocasının bulunmadığı sırada, kadın tarafından yapılan bu şikâyet her ne kadar gıybet ise de Hz. Peygamber bunu câiz görmüştür.
1657] Ebû Dâvud
1658] Ebû Dâvud
1659] Buhâri, Müslim
1660] Buhâri, Müslim
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 361 -
Çünkü haksızlık yapanı, bu haksızlığı giderecek güçte olan birine şikâyet Hakkı vardır.
Hz. Peygamber’in bu gibi örneklerinden faydalanılarak fakih ve muhaddisler şu kaideyi ortaya koymuşlardır: “Gıybet, ancak şer’an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde câizdir” Daha sonra bu kaideye dayanarak İslâm âlimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini uygun görmüşlerdir:
1) Zulme uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kaldırabilecek güçte olduğuna inandığı kimseye zâlim kimseyi şikâyet etmesi,
2) Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlıkları ve kötülükleri giderebilecek yetkide olan kimselere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatılması,
3) Fetvâ almak gayesi ile bir müftüye veya İslâm âlimine bir kişinin yanlış hareketlerini konu edinen bir olayın anlatılması,
4) Bir kişinin veya kişilerin şerlerinden sakınsınlar diye diğer insanlara bilgi verilmesi,
“Örneğin; hadis ravilerinin, şâhitlerin, kitap yazarlarının eksiklerini, hatalarını açıklamak bütün âlimlerce câiz değil, hatta vâcip kabul edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivâyetlerin yayılmasından, mahkemeleri adaletsizlikten ve insanları özellikle ilim araştırıcılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak isteyenlerin karşıki şahıs hakkında yahut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu hakkında yahut birisi ile iş ortaklığı kurulmak istendiği takdirde veya birine bir emânet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu kimselere iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarara uğramasın diye soran kişiye açık açık anlatması gerekir.
5) Fısk, fücur ve çeşitli ahlaksızlıklar yayan yahut dini düşüncelerde sapık fikirler ve bidatler dağıtan veya Allah’ın kullarını dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı ilan ederek tenkit etmek, bunları anlatmak da gıybet değildir.
6) Kötü bir lakapla meşhur olan kimseleri bu lakap dışında tanıtmak mümkün değilse küçültmek ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma niyeti ile o kötü lakabın kullanılması da gıybet değildir. 1661
Bu sıraladığımız durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftiradır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. İslâm bu üçünü de yasaklamıştır. İslâm toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılması, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi gerekir. Hiçbir seri zorunluluk olmadığı halde birinin mevcud kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah’tan korkarak böyle günahlardan uzak kalmalarını da telkin etmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki: “Bir kimse bir müslümanın aşağılandığı ve onun şeref ve haysiyetine saldırıldığı sırada onu korumuyorsa, Allah Teala da onun kendisinden yardım istediği durumlarda himaye etmez. Ve eğer bir kişi müslümanın şeref ve
1661] Geniş bilgi için bk. Fethu’l-Bârî, Cilt: 10
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haysiyetine saldırıldığı ve ona Hakkaret yapılıp, aşağılandığı sırada onu korursa Allah da kendisinden yardım istediği durumlarda ona yardım eder.” 1662
Gıybet yapana gelince: Bu günahı işlediğini veya işliyor olduğunu anladığı an ilk görevi, Allah’a tevbe etmesi ve bu haram işten derhal vazgeçmesidir. Bundan sonra ona düşen ikinci görev, yaptığı bu günahı gidermektir. Ölmüş bir kimsenin gıybetini yapmışsa onun hakkında çokça Allah’tan af dilemesi, eğer yaşayan bir kimsenin gıybetini yapmışsa, bu gıybet gerçek dışı ise bile daha önce yanlarında bühtan ettiği kişilere gidip yaptığı hareketin yanlış ve asılsız olduğunu belirtmesi gerekir. Yaptığı gıybet kişide var olan kusurlarını içeriyorsa, bundan sonra asla onu kötülememeli, daha önce yaptığı gıybetten dolayı af dileme sadece gıybeti yapılan kişinin durumdan haberi olması halinde yapılmalıdır, aksi halde tevbe ile yetinilmelidir. Çünkü o kişinin durumdan haberi yoksa gıybet yapanın özür dilemek için “Ben senin gıybetini yapmıştım” demesi o adamı üzer, onun da içinde bir takım hoş olmayan duygular doğabilir, denmektedir.
Âyet gıybeti “ölmüş kardeşinin etini yemeğe” benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Kaldı ki bu et de bir hayvan eti değil de insan eti olursa.. Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe razı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü’min kardeşinin bulunmadığı ve kendisini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.
Bu İlâhî buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesi değil, tam tersine herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizatihi haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun olmasın ve bundan üzüntü duysun duymasın önemli değil.
Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Kişi öldükten sonra birinin kendi cesedini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi, hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ızdırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.1663
77- Şah Damarından Daha Yakın
“Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da Biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” 1664
Verdiğimiz bu âyet, Allah’ın insana yakınlığının en ileri boyutunu
1662] Ebû Dâvud
1663] N. Şahinler, s. 232-239
1664] 50/Kaf, 16
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 363 -
göstermektedir. Allah’ın insanla beraberliği bazı âyetlerde de dile getirilmiştir: “Nerede olursanız olun Allah sizinledir.”1665; “Üç kişi fısıldaşsa dördüncüleri mutlaka O’dur, beş kişi fısıldaşsa altıncıları O’dur. Bundan az da, bundan çok da olsalar ve nerede bulunsalar mutlaka onlarla beraberdir.” 1666
“Şah damarından da yakın olmak” ifâdesi; her şeyi elinde tutan, doğrudan doğruya kontrol eden kuvveti tasvir etmektedir. İnsan bu gerçeği düşündüğü zaman elbette titreyecek ve kendisini hesaba çekecektir. Eğer gönüller bu ifâdenin taşıdığı anlamı gözleri önünde canlandırabilseydi hiçbir kimse Allah’ın râzı olmayacağı şeyi işleme cesareti gösteremezdi. Hatta Allah tarafından kabule şayan olmayan bir duyguyu içinden geçirme cüretini gösteremezdi. İnsanın devamlı bir uyanıklık, bekleyiş ve dikkat içerisinde bulunması, her an hesaba çekileceğini unutmaması için bir tek bu âyet bile kâfidir. Yine, “Biz ona şahdamarından daha yakınız” demek şu anlama da gelmektedir: “Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona yakın oluşundan daha yakındır. Onun konuşmasını işitmek için bir mesafe katedip yanına gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Bunun gibi onu ele geçirmemiz gerekirse bir mesafeden gelip yakalamamız gerekmez. Nerede olursa olsun her zaman o kabzamızdadır, istediğimiz zaman onu ele geçiririz.”
Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcının kudreti iledir. Yaratıcının sürekli bizimle oluşu ve bizim her an O’nunla beraberlik şuurunu taşımamız gerektiği gerçeği, pratikte iki sonuç ortaya koymaktadır: Birincisi; din hayatı, bu, “Yaratıcı’yla beraberlik” şuurunu gerçekleştirmeye yöneliktir. Kur’an’ın, kurtuluşun, ölümsüzlüğün esası gördüğü iman, işte budur. Peygamberlerin temel davaları da, bu bilinci insan hayatına kazandırmak olmuştur. İkincisi; Allah, varlığı yapıp bitirip karşı tarafa geçen ve onu uzaktan seyreden bir sanatkar değildir. Allah, oluşun içindedir ve oluş Allah’ın davranışlarının adıdır. Kur’an buna “sünnetullah” (Allah’ın tavrı, davranışı) diyor. O halde varlık, olup bitmiş değil, olmakta olan bir oluşlar ve imkânlar serisidir. Çünkü, “Allah her an bir iştedir (işlere müdâhale halindedir, işleri yaratandır).” 1667
Özetle söylersek: O hep bizimle.. O halde, biz de hep O’nunlayız. İnsana düşen, bu beraberliğin bilincine varıp, onu hayatı ve dünyayı güzelleştirmek için değerlendirmektir. 1668
78- Bilgisizliğin Sarhoşluğunda Boğulanlar
‘’Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler. Onlar bilgisizliğin sarhoşluğunda boğulan kimselerdir.” 1669
Zâriyât Sûresi’nin bu küçük fakat son derece anlamlı âyetlerinde anlatılanlar şunlardır: “İnsan hayatının sonu hakkında, insanların çeşitli inançları kendiliğinden açık bir şekilde görüşler getirememekte, aksine hiçbir ilmi dayanakları
1665] 57/Hadîd, 4
1666] 58/Mücâdele, 7
1667] 55/Rahmân, 29
1668] N. Şahinler, s. 240-242
1669] 51/Zâriyât, 10-11
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmaksızın tahminle ve benzetmelerle bir takım görüş ve nazariyelere dayandığını ispat etmektedir.” Biri, öldükten sonra hayat yoktur demekte, diğeri ölümden sonra hayata inanmakta fakat bunun tenasüh (öldükten sonra ruhun başka bir varlığa geçerek yaşamaya devam etmesi) şeklinde olduğunu iddia etmekte, bir diğeri âhiret hayatını, ceza ve mükâfatı kabul etmekte fakat amellerin (davranışların) cezasından kurtulmak için binbir çeşit kurtarıcılar araya sokmaktadır.
Böyle büyük ve çok önemli bir konuda insanın, kanaat, görüş ve akidesinin yanlış olması bütün hayatını yanlış yola itecek ve geleceğini de mahvedecektir. İlmî gerçeklere dayanmadan sadece tahmin ve kıyaslara dayanan bir inanç kurmak çok büyük bir ahmaklıktır. Bu durum, bir kimsenin çok büyük bir yanlış anlayış sonucu bütün ömrünü kör bir gaflfl et içinde geçirip öldükten sonra aniden hiç hazırlıklı olmadığı bir olayla karşılaşması demektir.
İşte bu âyetler, insanoğlunu uyarmakta ve “kahrolsun zan ve tahminle yalan söyleyenler. Onlar bilgisizliğin sarhoşluğunda boğulan kimselerdir” mesajını vermektedir. Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünya hayatının basit bir takım konularında bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile. Bütün hayatımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız? Hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağımız, bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sadece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akide kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermayesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; “kendi kendini tamamen mahvetmek olur” demektir.
Böyle konular hakkında doğru kanaat elde etmenin tek bir yolu vardır. O da insanların âhiret hakkında Allah’tan vahiy yoluyla elde ettikleri bilgiyi dikkatle incelemeleridir. Yeryüzü ve gök düzenine hatta kendi varlığına dikkatle bakarak bunları basiretle incelediği takdirde, bu bilginin doğru olduğunu ispat eden delilleri her yerde görecektir. İşte bu; Allah ve âhiret hakkında Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilmi araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahminine göre hareket eden herkes kaybetmiştir. Onların sonu bilginin sarhoşluğunda boğulmakla noktalanacaktır. Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felâkete gidenlerdir. Âhireti inkâr eden bir kişi, hiçbir şekilde hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Ve o öldükten sonra hiçbir yeni hayatın olmayacağı hayali içinde boğulmuştur.
Hâlbuki bir gün ansızın tahminlerinin/beklentilerinin tamamen tersine, ikinci hayata gözlerini açar açmaz burada her amelinin hesabını vereceğini anlayacaktır. Ömrünün tamamını, öldükten sonra yine bu dünyaya geri döneceğinin hayali ile geçiren herkes, ancak öldükten sonra bütün geri dönüş kapılarının kapandığını öğrenecek, herhangi bir yeni amelle önceki hayatının amellerinin telafi edilebilmesi için hiçbir fırsatın kalmadığını ve önünde başka bir hayatın olduğunu, bu hayatta artık sonsuza dek kendi dünya hayatının sorumluluklarını yükleneceğini de anlayacaktır.
Nefsimi tatmin eder, isteklerini tamamen yerine getirirsem mutlaka yok oluş halinde varlık aleminin günahlarının azabından kurtulurum ümidiyle kendini
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 365 -
felakete atan kimse, ölüm kapısından geçer geçmez, önünde yok oluşu değil, devamlı var oluşu görecektir. Kendisine verilen vücut nimetinin, onu güzelleştirip düzeltmesi yerine, tahrip etmek için bütün gücünü harcamasının hesabını verecektir. Evet, bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk içinde bu insanlar idraksiz .ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar, Allah’ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükleri cehaletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler. 1670
79- Kabirlerinden Çekirge Sürüsü Gibi Çıkanlar
“O gün kabirlerinden gözler zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki etrafa yayılan çekirge sürüsü gibi çıkacaklardır.” 1671
Verdiğimiz bu âyeti, kendinden önceki ilk altı âyetle birlikte düşündüğümüzde şu değerlendirmeleri yapabiliriz. Birinci âyette “Ay yarıldı” ifâdesi kıyâmetin meydana geleceği saatin yakın oluşuna ve bu kâinatın çöküşünün başladığına işarettir. Ay gibi büyük bir kürenin yarılması, meydana geleceği bildirilen kıyâmetin apaçık bir delilidir. Çünkü Ay yarılabiliyorsa eğer, yıldızların da bulundukları eksenden ayrılmaları mümkündür. Dolayısıyla kâinattaki düzen her an alt-üst olabilir. Kâinat düzeni içerisinde hiçbir şey, bir diğerinden bağımsız olmadığı için sonsuza değin devam etmesi, bu düzen içinde mümkün değildir. İşte kıyâmet, bu imkânsızlığın doğal bir sonucudur.
Ama ne var ki; kıyâmetin yaklaştığını ve ayın yarıldığını gösteren âyetler müşriklerin kalplerinde yankı bulmuyor, sapıklıkta ısrar ediyorlar ve öğüt almak için yeterli olan bu âyetlere kulak vermiyorlar. Kur’an onların bu tavırlarını şöyle ortaya koyuyor: “Bir mûcize görseler yüz çeviriyorlar ve şöyle diyorlar: ‘Sürüp giden bir büyüdür bu. Yalanladılar; kendi heves ve kuruntularına uydular. Oysaki her iş ve oluş karara, ölçüye ve düzene bağlanmıştır. Yemin olsun ki, onlara haberlerden, içinde ihtar, sakındırma ve tehdit bulunanı gelmiştir. Doruk noktaya çıkmış, isabeti tartışmasız bir hikmettir o. Ama uyarılar yarar sağlamayor.” 1672
Kâfirlerin döneklikleri, küfürde ısrarları verilen haberlerden faydalanmamaları ve bunlara uyarıların kâr etmeyişi bu derece tasvir olunduktan sonra İlâhî hitap Rasûlullah’a yöneliyor ve onlardan yüz çevirmesini, ayın yarılmasıyla gelişinden haberdar oldukları ve yaklaştığı bildirilen uyarıya dikkat etmedikleri o günde kendi başlarına terk etmesini istiyor: “O halde yüz çevir onlardan sen de; o çağıranın alışılmadık/ürpertici şeye çağırdığı günde.”1673 Diğer bir ifâdeyle: “Onları kendi haline bırak. Çünkü sen onlara en ikna edici delilleri getirdin ve kıyâmeti inkâr ettikleri, peygamberini yalanladıkları için ibret verici cezalara uğrayan kavimlerden örnekler verdin, şâyet tüm bunlara rağmen hala ders almazlarsa onları kendi haline bırak. Onlar kıyâmet günü kabirlerinden fırladıklarında, önceden hakkında kendilerine haber verilen kıyâmetin bir gerçek olduğunu bizzat gözleriyle “zillet ve dehşetten düşmüş olarak” göreceklerdir.
Bu tanımlama birkaç anlama gelebilir:
1670] N. Şahinler, s. 243-246
1671] 54/Kamer, 7
1672] 54/Kamer, 2-5
1673] 54/Kamer, 6
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a) Korku içinde,
b) Pişmanlık ve utanç içinde.. Yani kabirlerinden çıktıklarında, daha önce kendilerine haber verilen o günle karşılaşacaklarını ve bir hazırlık yapmadıkları için, suçlu olarak Allah’ın huzurunda bulunacaklarını anlayacaklardır,
c) Dehşet içinde... Yani korkunç kıyâmet manzarasından gözlerini ayırma gücünü bile kendilerinde bulamayacaklardır.
Ve bunlar, çoklukları ve her tarafa yayılmaları ile çekirgelere benzerler. İbn Kesir’in ifâdesiyle bu benzetme “onların çağırana uymak üzere hesabın yapılacağı yere alelacele yürüyüp yayılmalarından” kaynaklanmaktadır. Sonuçta bu kendinden geçerek hor ve hakir halde hızla koşan toplulukların arasında yürüyen kâfirler: “Bu zorlu bir gündür” diye mırıldanıyorlar.1674 Bu cümle zor ve korkunç bir şeyle karşılaşan yorgun ve bitkin insanların söyleyeceği son sözdür. 1675
80- Köklerinden Sökülmüş Hurma Kütükleri Gibi Atılanlar
“Biz onların üzerine uğursuzluğu kesiksiz bir günde, don durucu/ uğultulu bir kasırga gönderdik. İnsanları, köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu.” 1676
Verdiğimiz âyetler, kendilerine yol gösterip uyarıcı olarak gönderilen Hz. Hud’u yalanlayan ve bütün güçleriyle inkâr eden Âd Kavmi’nin uğradığı azabı anlatmaktadır. Âd Kavmi, Hud peygamberin estirdiği İlâhî hidâyet ve rahmet havasına karşı gönül ve vicdanlarını kapadılar; Kur’an’ın ifâdesiyle zulüm, tuğyan, saldırı, haklara tecavüz ve ahlaksızlıkta çok ileri gittiler.1677 Derken İlâhî hüküm indi ve azabı gerektiren sebepler harekete geçirildi. Öyleki önünde durulmaz şiddetli kasırga, uğursuz saydıkları bir günde onları birer hurma kütüğü gibi yerden yere çarpıp yok etti. Fiziki kuvvetlerine mağrur olan bu kavim, Allah’ın sınırsız kudretini anlayamadılar ve sünnetullah gereği hüküm inince artık anlamalarının bir yararı olmadığını az-çok farkettilerse de bu onlar için kurtarıcı bir dönüş kabul edilemezdi. Çünkü İlâhî kanun ve hükümler değişmez. Vakti gelince onu geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz.
Âyette geçen “rıyhen sarsaren” deyimi hakkında dilbilimciler arasında görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Kimileri “yakıcı sıcak”, kimileri “dondurucu bir soğuk”, kimileri de “estiğinde büyük bir gürültü çıkaran rüzgâr” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat hepsi de söz konusu rüzgârın çok şiddetli olduğu konusunda birleşmişlerdir. “Sarsaren” kelimesinin mûcizevi en ilginç özelliği -Seyyid Kutub’un da tesbitiyle- taşıdığı anlamın yanında arapça okunuşundan çıkan sesin bir nevi rüzgâr sesini canlandırmasıdır. Yine âyette yeralan “uğursuz günler” ifâdesi, o günlerde bir uğursuzluk olduğu ve bu yüzden de onlara azap geldiği anlamına gelmez. Şâyet bu günler gerçekten uğursuz olsaydı, Âd kavmi dışındaki kavimlere de azabın gelmesi gerekirdi. Doğru anlamı, “Âd kavmine azap indiği günler, onlar için uğursuzdu” şeklindedir. Bazı kimseler bu âyete dayanarak, günlerin uğurlu veya uğursuz olması ile ilgili birtakım sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar ki bu da doğru olmayan bir yaklaşımdır.
1674] 54/Kamer, 8
1675] N. Şahinler, s. 247-249
1676] 54/Kamer, 19-20
1677] 41/Fussılet, 14-16
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 367 -
İnsanların köklerinden koparılmış hurma kütüklerine benzetilmelerinin sebebi Nesefi’nin açıklamasıyla: “Rüzgârın onların başlarını kopartıp geriye başsız cesedler halinde bırakması ve yere ölmüş olarak düşmeleridir. Onlar uzun boylu cüsseleriyle hurma kütüklerini, yani cansız durumdaki gövdelerini andırıyorlardı” İbn Kesir de, “rüzgâr gelir, onlardan birisini alır ve gözle görülmeyecek kadar yükseğe çıkartır, daha sonra da tepesi üstüne bırakıp yeryüzüne düşer, başı kopar ve gövdesi başsız kalırdı” demektedir.
Bu azap onların büyüklenmeleri sonucunda gelmişti. Çünkü onlar kendilerinin çok kuvvetli oldukları zannıyla haktan yüz çeviriyorlardı. Böylece Allah’ın azabı onların büyük bir kısmını helâk ederek, kurdukları medeniyeti ortadan kaldırmış ve geride kalanlarını da rezilliğe sürükleyerek daha önce zulmettikleri kavimler önünde zelil etmişti. 1678
Üzerinde durduğumuz bu âyetler aynı zamanda Mekkeli müşrikler için de bir işaret taşımaktadır. Çünkü onlar inkâr ve azgınlıkta ileri gittiklerinden, sıkıntılı günler onları beklemekte idi. Yakın gelecekte kasırga misali olan İslâm ordusunun önünde kudret ve saltanatlarını kaybedeceklerdi. Kur’an özellikle Ad Kavmi’nin yıkılıp yok edilmesini uyarıcı bir örnek olarak hatırlatmakta ve inkârcıların Hakka dönmelerinde kendilerinden yana büyük yararların söz konusu olduğunu vurgulamaktadır. 1679
81- Kuru Ot Gibi Olanlar
“Biz, onların üzerine bir tek ses gönderdik de ağıtçının serptiği kuru ot gibi kırılıp ufalandılar.” 1680
Verdiğimiz âyet, Hz. Sâlih peygamberle Semud kavmi arasındaki tevhid mücadelesinin son noktasını içermektedir. Semud kavmi Ad kavminden sonra Arap yarımadasına hâkim olan güçlü kuvvetli bir kavimdi. Ama ne var ki bu kavim, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders almamış, Hakka karşı gelip İlâhî buyrukları tebliğ ile görevli Sâlih Peygamberi Kur’an’ın ifâdesiyle dört maddeyle suçlayıp kaçınılmaz sonu kendi elleriyle hazırlamışlardı.
1) Bizden bir adama uyacağız, öyle mi?
2) Böyle bir adama uyarsak hem sapıtır, hem de aklımızı yitirmiş oluruz.
3) Aramızda kala kala semavi buyruk buna mı indirilmiş?!
4) Hayır, o çok yalancı şımarığın biridir. 1681
Bu suçlamalar ve küçümsemeler Semud Kav-mi’ne çok pahalıya mal oldu. şiddetli bir çığlıkla kurumuş bir ot gibi oldular. Kur’ân-ı Kerimbu çığlığı açıklamıyor. Sadece Fussilet Sûresi’nde onun bir kasırga olduğunu zikrediyor: “Şâyet dönecek olurlarsa de ki: Ben sizi Ad ve Semud’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırga ile korkuturum.” Metindeki kasırga (saigaten) kelimesi bir çığlığın sıfatı anlamında da kullanılmış olabilir. Veya çığlığın özelliğini anlatan bir terim olabilir. Ki o zaman “sayhaten” kelimeleri aynı şey olur. Çığlık kasırganın çıkardığı bir ses
1678] Âd Kavmi ile ayrıntılı bilgiler için bk. 7/A’râf, 51-53; 11/Hûd, 54-66; 26/Şuarâ, 88-94
1679] N. Şahinler, s. 250-252
1680] 54/Kamer, 31
1681] 54/Kamer, 24-26
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yahut kasırga çığlığın ortaya çıkardığı bir şey olabilir.
Her iki durumda da Semud kavminin üzerine çığlık gönderilmiş ve onlara yapacağını yapmıştı. Ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi olmuşlardı. Ağılcılar kurumuş ottan ağıl yaparlar. Bu otlar kuruyunca gevrek gevrek olurlar. Veya ağılcılar hayvanları için ot toplarlar ve bu otlar kuru ve gevrek olur. İşte Semud kavmi de bir çığlıktan sonra böyle kupkuru ot gibi olmuştu. Bitki ve ekin nasıl kurur ve canlılığını yitirirse onlar da böylece kuruyup öldüler. Korkunç mu korkunç, feci mi feci bir manzara bu.. Büyüklenmenin ve kibirlenmenin karşılığı. Ve işte bir de bakıyorsunuz ki o büyüklenenler, o böbürlenenler kurumuş bir ot gibi olmuşlar. Aşağılık bir ot kurusu.. Ağılcıların topladıkları cinsten kuru bir ot.
Evet, o aşağılık “ot kuruları” ile birlikte perdeler de kapanıyor. Bu korkunç ve ürkütücü manzaranın yanı sıra Kur’an düşünüp ibret alanları kendisine çağırıyor. Ot gibi yaşayanları son bir kez daha “yeminle” uyarıyor: “Andolsun ki, biz Kur’an’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!”
Çok ilginçtir aynı sûre içerisinde tam dört âyette verilen bu ihtar,1682 Kur’an’ı anlaşılmaz, mücmel kitap ilan edip halktan uzaklaştırarak rafa kaldıran anlayışlara İlâhî bir tokat gibi inmektedir. Doğrusu şu ki, Kur’an herkesin nasibi ölçüsünde anlayacağı ve mutlaka okuması gereken bir kitapdır. Her okuyanın her şeyi anlaması şart değildir. Okuyup anlamaya çalışanlar çoğalacaktır ki, daha iyi anlayanların sayısı artsın. Allah’ın kelamını okumak, seviyeleri ne olursa olsun, Allah’ın bütün kullarının hem Hakkı, hem de görevidir. Kur’an Allah’ın rahmetidir. Hangi insanı Allah’ın rahmetinin dışında tutabiliriz. Allah’ın kitabını Allah’ın kullarının yararlanmasına kapatarak onu ambargo altında tutanlar, Kur’an’a ters bir yoldadırlar. Özetle söylemek gerekirse “Kur’an’ın ne dediğinden habersiz ot gibi yaşayanlar, gün gelir ot gibi biçilirler.” 1683
82- Titizlikle Korunan İnciler
“Ve genç kadınlar, iri ve siyah gözlü, titizlikle korunan inciler misali, yaptıklarına karşılık olarak.” 1684
Konumuza başlık yaptığımız âyetleri içeren Vâkıa Sûresi; Tevhid, Âhiret ve Kur’an hakkında Mekkeli müşriklerin itirazlarına bir reddiyedir. Onların en önemli itirazı, kıyâmetin oluşu, kâinat düzeninin alt-üst olmasından sonra yeniden diriliş, mizan, hesap günü ve tüm bunların sonunda ceza (cehennem) veya mükâfat (cennet) hakkındadır. Bu nedenle sûre, kıyâmet olayının muhakkak meydana geleceğini vurgulayarak başlar ve o gün insanların üç gruba ayrılacağım açıklar. 1) Sâbikûn 2) Sâlihun (Ashâb-ı Meymene) 3) Hayatlarının son anına kadar âhireti inkâr eden, şirk, küfür ve büyük günahları hiç çekinmeden işleyen Kâfirun (Ashâb ı Meş’eme). 1685
Bu üç grup içinde yeralan “Sâbikûn” iyilik ve hak için çaba sarf edenlerdir. Yani Allah ve Rasûlü’nün çağrısına hiç tereddüd etmeden “Lebbeyk” diyenler, Allah yolunda cihad ve infak etmek, Hakka hizmet, hayra dâvet ve tebliğ için, kısaca Marufu emir, Münkeri nehyetmek için fedâkârlık eden ve bu yolda her
1682] 17, 22, 32, 40
1683] N. Şahinler, s. 253-255
1684] 56/Vâkıa, 22-24
1685] 56/Vâkıa, 7, 8, 9, 10
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 369 -
sıkıntıya karşın yürüyenlerdir. Dolayısıyla âhirette en önde bu kimseler olacaktır. Yani Allah’ın huzurunda sağda sâlihler, solda fâsıklar ve en önde sabıklar bulunacaktır. İşte verdiğimiz bu âyetler sözünü ettiğimiz öne geçen bahtiyarlar (sabikun) için cennette hazırlanan sonsuz nimetlerden sadece bir tanesini içermektedir. Titizlikle korunan veya sedefinde saklı bir inci gibi olan iri ve siyah gözlü genç kadınlar. Saklı inciden murat kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı, bir gözün ilişmediği, bir elin hırpalamadığı, korunmuş incilerdir. Bu benzetme örneği ile siyah gözlü hurilerin sonsuz güzelliği ruhi bir tasvir halinde anlatılmaktadır.
Âyette yer alan “Hûrin ıynin” ifâdesinde geçen “hûr” kelimesi Hevra’nın çoğuludur. Hevra ise beyaz kadınlar için kullanılır. “Iyn” ise “ayn” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise iri gözlü kadınlara atfen kullanılır. Taberânî’nin Ümmü Seleme’den naklettiği uzun bir rivâyette, Ümmü Seleme, Rasûlullah’a cennette kadınlar hakkında bir çok soru yöneltir. Ünıme Seleme’nin ilk sorusu şudur: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana “Hûrin ıynin” hakkında bilgi verir misin?” Efendimiz (s.a.s.): “Bunlar beyaz, gözleri iridir.” Ümmü Seleme: “O halde titizlikle korunnıuş/sarmalanmış/sedefindeki bir inci gibi örneği ne anlama gelmektedir?” deyince Allah Rasûlü şöyle dedi: “Onların şeffaflıkları ellerin değmediği sedeflerinde bulunan incilerin şeffaflığını andırır.” Ümmü Seleme’nin son sorusu şudur: “Ey Allah’ın Rasûlü! Dünya kadınları mı daha faziletledir yoksa “Hurin İynin” mi?” Allah Rasûlü’nün cevabı şöyle olur: “Dünyadaki kadınların üstünlüğü elbisenin yüzünün astara olan üstünlüğü gibidir. Çünkü dünyadaki kadınlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları ve birçok ibâdette bulundukları için bu böyledir.”
Bu hadisten anlaşıldığına göre, Cennet ehlinin hanımları bu dünyadaki kadınlar olacaktır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmişler, sâlih amel işlemişler, iman ve sâlih amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmişlerdir. Onlar eğer isterlerse ve kocaları Cennet ehli ise, kocalarıyla beraber olurlar. Kocaları Cennet ehli değilse, Allah onları sâlih kimselerle evlendirir. Hurilere gelince, onlar amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmemişler, sadece Allah cennet ehli için diğer nimetleri yarattığı gibi onları da yaratmıştır. Bunlar güzel kadınlar olarak yararlanmaları için Cennet ehline verilecektir. 1686
83- Susamış Develerin Içışı Gibi İçenler
“Ve siz de ey sapık yalancılar! Zakkumdan bir ağaçtan mutlaka yiyeceksiniz/ yiyecekler. Karınlarınızı hep ondan dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Öyle ki susamış develerin içişi gibi içeceksiniz. Bu, kıyâmet günü onların ziyafetleridir.” 1687
Bir önceki konumuzda kıyâmet günü insanların üç gruba ayrıldığını ve bunlardan birinin de “Ashâbı Meş’eme” olduğunu söylemiştik. Meş’eme kelimesi Türkçe’ye de geçmiş bulunan şom veya şomluk anlamındadır. Araplar, kendilerinden kötülük beklenen hayırsız insanlara ashâbul-meş’eme veya başka bir Kur’an ifâdesiyle “ashâbuş-şimal” derler, “şimal”, “Yemin”in karşıtıdır. Amel defterleri sol taraflfl arından verilen, kaypak ruhlu, uğursuz, yalancı, mutsuz kimseler demektir.
Vâkıa Sûresi’nin 45. âyeti “ashâbuş-şimâl”i, servet ve refahla şımarıp azanlar
1686] N. Şahinler, s. 256-258
1687] 56/Vâkıa, 51-56
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak tanıtmıştır. Onlar; Allah’ın emirlerinden uzak, refah içinde dönüp dolaşırlar ve tek umutları bu düzeydeki hayatlarının devamını sağlamaktır. Âhiret’e ya inanmazlar, ya da umut bağlamazlar, nasiplerinin tamamını dünyada almak isterler. Yine onlar; nimeti günah ve isyan düzeyinde kullanıp bunu ısrarla sürdürürler. Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu konuda devamlı şüphe içindedirler. O yüzden hem Allah’tan korkmazlar, hem de bir sorumluluk duymazlar. Şüphesiz ki, temelinde Allah’a ve âhiret gününe iman bulunmayan bir refah, sahibini azdırıp saptırır.
İşte “Ey siz sapık yalancılar…” diye başlayan verdiğimiz bu âyetler, amel defterleri sol yanlarından verilecek uğursuz bedbahtların inanç ve amellerine uygun verilecek cehennem azabının iki önemli aşamasını içermekte/haber vermektedir. Bu Hakk’ı yalan sayanlar önce “Zakkum” ağacından yiyip karınlarını onunla dolduracaklar, sonra da üzerine kaynar su içeceklerdir. Zakkum ağacı Kur’an’da Saffat ve Duhan Sûrelerinde de anılır. Saffat Sûresi’nde bu ağacın özellikleri şöyle açıklanır: “Ödül ve ikram olarak, bu mu daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? O ağaç ki, zâlimler için onu bir fitne yaptık. Cehennemin ta dibinden çıkan bir ağaçtır o. Tomurcukları tıpkı şeytanların başlarıdır.” 1688
Âyette geçen “Nüzul” ifâdesi, konuk ağırlamadır. Cennet halkı, daha ilk anda son derece güzel nimetlerle ağırlanıyorlar. Şimdi o ikram mı hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Zakkum, Tihame’de yetişen küçük yapraklı, meyvası acı, kötü kokan bir ağacın adıdır. İşte cehennem halkına tatlı meyvalar değil, zakkum ağacının meyvasmdan ikram edilir. Kâfirler, Kur’an’ın haber verdiği bu ağaçla alay ederler, “her şeyi yakan ateşin içinde ağaç olur mu?” derler. Allah bu sûrette o kâfirleri sınamaktadır. Bu ağaç cehennemin dibinde biten, şeytanların başları gibi çirkin meyvalar veren bir ağaçtır. Şeytanların başını ise kimsecikler görmüş değildir. Ne var ki, insan Zakkum deyiminden anlayacaklarını anlamaktadır. Zaten kelimenin telaffuzu bile çıkardığı sesler itibarıyla elleri tırmalayan sert ve dikenli bir şeyi tasvir etmektedir. Yalnız elleri değil, boğazları bile tırmalayan bir okunuşu vardır. Dünyada en çirkin şeyin, şeytan başı olduğu hayâl edildiğinden, cehennem meyvalarının son derece çirkin olduğunu belirtmek için şeytan başları gibi olduğu ifâde ediliyor.
Cehennemlikler acı ve çirkin zakkum meyvalarnın üstüne kaynar su içerler. Âyette geçen “Hamim” kaynar su anlamına gelir. Burada cehennem halkının yediği zakkum dikenlerinin, kaynar su ile karışacağı, böylece bağırsakları tırmalayan dikenli acı meyvalara, bir de bağırsakları haşlayan kaynar suyun karışıp azabın iyice şiddetleneceği anlatılıyor. Ve bu sudan “susamış develerin içişi” gibi içecekler. Âyette yer alan “him” kelimesi, “Hüyam” hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, develerde rastlanan bir susuzluk hastalığıdır ki, bu hastalığa yakalanan deve bir türlü suya kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer ama asla kanmazlar. Kur’an’ın ifâdesiyle “bu onların kıyâmet günü ziyafetidir”.
Soz söz olarak şunu söyleyebiliriz ki: Servet ve refahla şımarmış hayatı sadece yaşadıkları şu dünya ile görüp/değerlendirenlerin susuzluğu hiç bitmeyecektir. Kanaat ve şükürden uzak bir hırsla dünyaya meyledenler, “susuzluklarını denizden gidermeye çalışanlar” gibi asla kanıp doymayacaklar, onların cehennem
1688] 37/Sâffât, 62-65
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 371 -
misali nefislerde kök salmış olan zakkum ağacı yer yüzünde şeytani meyvalarını vermeye devam edecektir. Ta ki sûreye ismini vermiş olan “Vâkıa” yani o beklenen müthiş kıyâmet başlarına kopuncaya kadar.1689
84- Temizlenip Arınmış Olanlar
“Hiç tartışmasız bu, Kur’ân-ı Kerim’dir. Titizlikle saklanan bir Kitap’tadır. O’na, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunamaz. Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” 1690
Bu âyet, kâfirlerin “Kur’an’ı Muhammed’e Allah vahyetmiyor. O’na cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar” şeklindeki iddialarına bir reddiyedir. Nitekim bu iddiaların cevabı Kur’an’ın çeşitli yerlerinde verilmiştir. Örneğin; “O Kur’an’ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da; çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır.” 1691
Aynı konu bu âyette de ele alınmıştır. “İlla’l-Mutahharun” (temiz olanlar hâriç) Yani Kur’an’ın vahyolunmasma, nüzulüne, değil şeytanların müdahale etmesi, tahir (temiz) olan meleklerden başkası onun yanına dahi yaklaşamaz. Melekler için “mutahharun” ifâdesinin kullanılmasının nedeni, Allah’ın onları her türlü kötülükten arınmış varlık kılmış olmasıdır. Bu âyeti Enes bin Malik, İbn Abbas, Said bin Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Ebu’1-Aliye, Süddi, Dahhak ve İbn Zeyd yukarıda açıkladığımız şekilde yorumlamışlardır. Nitekim âyetin siyak ve sibakından da aynı anlam çıkmaktadır. Çünkü bu âyet, kâfirlerin Tevhid ve Âhiret akidesi hakkında yanlış düşünceleri beyan edilirken onların bu yanlışlarının vurgulanması sadedinde zikredilmiştir.
Kur’an’ın yüce bir kitap olduğu ve hiç kimsenin ona müdahale edemeyeceği gerçeğinden hareketle yıldızlar üzerine yemin edilmiştir. Çünkü O, Allah indinde mahfuzdur ve ayrıca Hz. Peygambere nâzil olurken pak ve temiz (Mutahharun) meleklerden başkası O’na yaklaşamaz. Görüldüğü gibi bu âyetten, “Kur’an’a abdestsiz dokunmak yasaktır” şeklinde fikhî bir hüküm çıkarmak doğru değildir ve açıkça âyetin nüzul (indiriliş) sebebinin de bu olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, Allah indinde bu kitaba temiz olanların dışında hiçbir mahlûk nasıl yaklaşamaz ise, dünyada da bu kitaba, İlâhî bir kitap olarak iman edenlerin, temiz olmadan ona dokunmaktan kaçınmaları gerektiği öne sürülebilir.
Bu konuda birtakım farklı yorumlar, tesbitler ve içtihatlar tefsir, fıkıh ve fetva kitaplarında yeralmıştır. Biz bu noktadaki detaylara girmiyor, âyette kastedilenin sadece Levh-i Mahfuz’daki melekler olduğunu tespitle yetiniyoruz. 1692
85- Allah’a Güzel Bir Borç Verenler
“Allah’a kim güzel bir borç verecek ki, O, onun verdiğini kat kat arttırsın. Böyle birisi için onur verici bir ödül de vardır.”1693
Âyet, Allah yolunda mal harcamanın, Allah’a ödünç vermek gibi olduğunu ve Allah’ın, bunun karşılığını kat kat vereceğini bildirerek mü’minleri Allah yolunda harcamaya teşvik etmektedir. Âyette geçen “Karz-ı Hasen” terkibi Kur’an’da,
1689] N. Şahinler, s. 259-262
1690] 56/Vâkıa, 78-80
1691] 26/Şuarâ, 210-212
1692] N. Şahinler, s. 263-264
1693] 57/Hadîd, 11
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başta Bakara, Maide, Hadîd, Teğabün ve Müzemmil sûrelerinde olmak üzere yedi yerde geçmektedir. Bu terkip, İslâm hukukunda “fâizsiz ödünç” hakkında daha yaygın şekilde kullanılmışsa da, burada malın iyisinden, beğenileninden sırf Allah rızası gözetilerek yapılan yardım, hayır ve sadakaya delalet etmektedir. Nitekim bu âyetin ne gibi bir mana ve hükme delalet ettiği hakkında Hz. Ömer’e sorulduğunda: “Bu Allah yolunda infaktır.” demiştir.
Allah’ın kendisine verdiği malı, kişinin O’nun yolunda sarfetmesini, Allah’ın Karz-ı Hasen (güzel bir borç) olarak nitelemesi, O’nun insanoğluna bir lütfudur. Ancak, halis niyetle ve bu dünyada şahsi hiçbir çıkar beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla. Üstelik verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allah’ın rızası için sarfedilmelidir. Bu şekilde verilen “karz” (borç) için Allah’ın, birincisi; kat kat karşılığını vermek, ikincisi; kendi lütfuyla ayrıca mükâfatlandırmak şeklinde iki vaadi vardır.
İbn Mesud’un rivâyet ettiğine göre Ebû Dehda El-Ensâri, bu âyet nazil olduğunda Rasûlullah’a, “Ya Rasûlallah! Allah bizden borç mu istiyor?” diye sordu. Rasûlullah: “Evet, ya Ebâ Dehda Allah borç istiyor” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Dehda Rasûlullah’tan elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak:”Ben bağımı Allah’a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum” dedi. İbn Mesud, Ebu Dehda’nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O’nun bağı içindeki evinde ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu hâdiseden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına: “Ey Dehda’nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allah’a borç verdim” der. Hanımı ise ona: “Yâ Ebâ Dehda, çok kârlı bir alışveriş yaptın” diye cevap verir. Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evini boşaltırlar.” 1694
Bu rivâyetten o dönem müslümanlarının nasıl bir karakterde oldukları, ayrıca Allah’ın, karşılığında kat kat ve fazladan mükâfat vereceği, Karz-ı Hasen’in ne olduğu, çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. 1695
86- Allah’ın Zikri ile Kalpleri Yumuşamayanlar
“İman etmekte olanların, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin “saygı dolu bir korku ile yumuşaması” zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fâsık olanlardı.” 1696
Âyet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah’ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli diğer topluluklara örnek gösterilmiştir. Hitap son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri şu konuda uyarılmaktadır: Allah’ın zikrine yani Kur’an’a sırt dönmeyin. Buradaki zikir, Kur’an mânâsına değil de Allah’ı anmak mânâsına düşünüldüğünde âyetin esprisi büyük ölçüde kaybolacağından manayı garantilemek için “Hak’tan inen” deyimine de yer verilmiştir. Yani saygıya çağrıldığımız şey Allah’ın kitabıdır. İkinci olarak Ehli kitab’ın zamanla bozulduklarına, kalplerinin karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah’ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir.
1694] İbn Ebî Hâtim
1695] N. Şahinler, s. 265-266
1696] 57/Hadîd, 16
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 373 -
Bu âyet, zaman içinde Kur’an’a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine,geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur’an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur’an’ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir. Âyette geçen “iman edenler” ifâdesi, “Müslüman olduklarını söyleyerek Rasûlullah ve arkadaşlarının saflarına katılan ama İslâm’ın sorunlarına kalplerinde yer vermeyen kimseler” için kullanılmıştır. O dönemde, tüm küfür güçleri İslâm’ı yok etmek için hazırlanmış ve daha yeni oluşan İslâm toplumunu her yanından kuşatmışlardı. Müslümanlar Arabistan’ın her yerinde zulüm altında inliyorlardı. Bu zulüm dolayısıyla yoksul vaziyette Medine’ye hicret etmişlerdi ve Medine’deki mü’minler bir yandan muhacir kardeşlerine güçlerinin fazlasını kullanarak yardım ederlerken, diğer yandan kâfirlerle yapılan savaşta onca fedâkârlıklarda bulunuyorlardı.
İşte bu kimseler ortamı bildikleri ve bizzat olanları gördükleri halde Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiç aldırış bile etmiyorlardı. Verdiğimiz âyette sözkonusu kimseler “sizler nasıl müslümansmız” denilerek utandırılmaktadır. Öyle ki, îslam’ın en nazik döneminden bile kalpleri Allah’ın zikri ile yumuşamamaktadır. “İslâm için sizlerin kalbinde hiç fedâkârlık hissi yok mudur? Müslüman olmak bu mudur ki sizler Islam tehdit altındayken ve sizlere Allah adına çağrı yapıldığı halde hiç hareket etmiyorsunuz? Allah, sizden yardımda bulunmanızı istemekte ve verdiklerinizi “Karz-ı Hasen” olarak adlandırmaktadır. Üstelik bu nazik ortamda malını, dininden üstün tutan kimselerin münâfıklar olduğunu bildirmektedir.” Ancak bu kimseler her şeye rağmen Allah’tan korkmaz ve O’nun emirlerine boyun eğmezler.
Âyetin sonunda yer alan “onların çoğu da fâsık olanlardı” cümlesi şu anlama gelmektedir. Yani, Yahûdi ve Hıristiyanlar, kendilerine gönderilen peygamberlerden asırlarca sonra dalalet çukuruna düşüp ahlaken çöktüler. Sizler ise şimdiden ahlâki zaaflar göstermeye başladınız! Oysa Allah’ın Rasûlü aranızda bulunmakta, Kur’an halâ nazil olmaya devam etmektedir. Üstelik iman etmenizin üstünden pek zaman geçmiş değil. Fakat sizlerin durumu daha şimdiden, asırlardır Allah’ın kitabını tahrif eden Yahûdi ve Hıristiyanların durumuna benzemektedir. Kalplerin katılaşmasından sonra fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Aydınlıklarla donanarak parladığı ve ışık ışık kanatlandığı demlerden sonra uzun bir süre Allah’ı zikretmekten uzak kalınca katılaşır. Aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Şu halde gönüllerin huşu ve huzur ile Allah’ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için üzerlerine gidilmesi icap eder. Katılığın ve donukluğun hâkim olmaması için sürekli uyanık tutulması gerekir. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emaresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah’ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah öldükten sonra yeryüzünü de diriltir. Hayat doldurur, bitki ve çiçeklerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir: “Bilin ki Muhakkak Allah ölümden sonra yeryüzünü canlandırıyor.”1697 Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur’an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular ve ısındırır! 1698
1697] 57/Hadîd, 17
1698] N. Şahinler, s. 267-270
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
87- Dünyâ Hayatı
“Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. (Bu) tıpkı yağmurun bitirdiği, ekincilerin hoşuna giden bitkiye benzer; sonra o kurur ve onu sapsarı görürsün, sonra da çerçöp olur. Âhirette çetin azab da vardır. Allah’ın bağışlaması ve rızası da vardır; Dünya hayatı ise, aldatıcı bir faydalanmadan ibarettir.” 1699
Bu meselde, Allah Teâlâ, dünyanın halini ve çabuk geçişini, faydasının azlığını, yağmurun bitirdiği, gelişip büyüdüğü zaman çiftçilerin hoşuna giden bitkilerin haline benzetmiştir.1700 Dünya böyle tek mevsimlik bitkilere benzer. Dünya oyun, eğlence, süs, övünme gibi küçük işlerdir; âhiret ise rızâ, mağfiret, azab, cennet ve cehennem gibi büyük işlerdir.1701 O halde âhirete yönelmelidir. 1702
88- Kalplerine İman Yazılanlar
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve Rasûlüne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurduğunu göremezsin. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; sürekli kalacaklardır orada. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Allah’ın hizbi işte bunlardır. Dikkat edin, Allah’ın hizbi başarıya ulaşanların ta kendileridir.” 1703
Bu âyette, prensip itibarıyla, iki hususa değinilmiştir. Prensip bakımından, hem hak dine iman etmek, hem de bu dine düşman olan kimselere sevgi beslemek gibi iki zıt tavrın, bir kişide aynı anda bulunması imkânsızdır. Kesinlikle bir yanda iman, diğer yanda Allah ve Rasûlü’nün düşmanlarına sevgi beslemek gibi bir tavır olamaz. Çünkü bir insan hem kendi nefsini, hem de nefsinin düşmanlarını aynı zamanda sevemez. Dolayısıyla mü’minlik iddiasında bulunan bir kimse, aynı zamanda İslâm düşmanıyla da dostluk ilişkilerini sürdürüyorsa şâyet, bu kimsenin mü’minlik iddiasının doğru olabileceği şeklinde bir tereddüte düşülmemelidir. Ayrıca bir yanda müslüman olduğunu söyleyip, diğer yandan, İslâm düşmanlarıyla dostluklarını devam ettiren kimselerin, (kendileri hakkında) mü’min mi, münâfık mı olduklarını tekrardan ciddi bir şekilde düşünmeleri gerekir. Yani mü’min mi, münâfık mı olmak olmak istiyorlar, buna karar vermelidirler. Şâyet dürüst kimselerse, bunun ahlâki bakımdan ikiyüzlülüğün en aşağı tabakası olduğunu anlayacaklardır. Sonuçta da aynı anda iki ata birden binmekten vazgeçmelidirler. İman, onlardan açıkça şu iki seçenekten birini tercih etmelerini ister: Mü’min olmak istiyorlarsa, İslâm’a zarar veren her türlü ilişkiyi kesmelidirler, fakat ilişkiler onlar için İslâm’dan daha önemli ise, bu sefer mü’minlik iddialarından vazgeçmelidirler.
Bu anlatılanlar ilke itibarıyla böyledir. Fakat Allah sadece bu konuda ilkeleri beyan etmekle kalmamış, ayrıca yalan yere Müslümanlık iddiasından bulunan kimselere gerçek örnekler vermiştir ki, zaten onlar bizzat bu kimseleri
1699] 57/Hadîd, 20
1700] Zemahşerî, IV, 65
1701] Beyzavî, II, 455
1702] Ş. Mansur, s. 264; V. Ulutürk, s. 51-52
1703] 58/Mücâdele, 22
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 375 -
biliyorlardı. Yani onlar, gerçek mü’minlerin, İslâm’a zarar veren tüm ilişkilerini keserek, bir cemaat haline geldiklerini bizzat görüyorlardı. Bu öyle bir vâkıadır ki, tüm Araplar Bedir ve Uhud savaşlarında bunu açıkça müşâhede etmişlerdir. Mekke’den Medine’ye hicret eden sahabe, Allah rızası için kendi akraba ve kabilelerine karşı savaşmaktan asla çekinmemişlerdir. Ebu Ubeyde (r.a.) babası Abdullah b. Cerrah’ı, Mus’ab b. Umeyr (r.a.) kendi kardeşi Ubeyd b. Umeyr’i ve Hz. Ömer (r.a.) kendi dayısı As bin Hişam bin Muğiyre’yi öldürmüştür. Hz. Ebu bekir (r.a.) oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazırlanırken, Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ubeyde bin Haris (r.a.) en yakın akrabaları Utbe, Şeybe ve Velîd bin Utbe’yi öldürmüşlerdir.
Hz. Ömer (r.a.) Bedir esirleri hakkında, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e: “Bunların hepsini öldürelim, üstelik herkes kendi akrabasını öldürsün” demiştir. Aynı savaşta Mûsâb bin Umeyr’in öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr esir düşer. Ensârdan bir sahabenin onu bağladığını gördüğünde Mûsâb bin Umeyr, onu bağlayan sahabeye, “Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu yüzden sana oldukça fazla fidye verir” der. Bunun üzerine kardeşi Ebu Aziz, “Kardeşim olmana rağmen nasıl böyle konuşursun?” diye söylenir. Mûsâb ise: “Şimdi sen benim kardeşim değilsin. Benim kardeşim, seni şu anda bağlayan kimsedir” diye cevap verir. Yine Bedir Savaşı’nda, Hz. Peygamberin damadı, Ebu’1-As esir düşer ve hiç kimse kendisine özel bir muamele yapmayarak, diğer esirlere nasıl davranıyorlarsa aynı şekilde davranırlar. İşte böylece ihlâslı mü’minlerin nasıl davrandıkları ve Allah’ın dinine nasıl bağlı oldukları gerçek bir şekilde sergilenmiştir.
İman, taklitten kurtulup tahkik derecesine yükseltildiği; sağlam şuur ve anlayış, duygu ve düşünce atmosferi içinde zevkine erildiği zaman, insanın benliğini sarar ve akılla birleşip bütün değerlerin üstünde yer alır. Mü’min bu çizgiye gelince dini uğruna göze alamayacağı fedâkârlık, aşamayacağı engel kalmaz. Ashâb-ı Kiram’m, Allah’a ve Rasûlullah’a olan imanı böyle bir derecede bulunuyordu. Peygamber mektebinin verdiği yüksek irfan onlann bütün hücrelerine sızmış, ruhlarını doldurup kalp ve kafalarını aydınlatmıştı. Artık dünyevi bütün değerler böyle bir iman cevheri karşısında sönük kalmış, başta canları olmak üzere her şeylerini feda etmekten derin zevk duymuşlardır.
Şüphesiz kendini imanın bu yüksek irfan derecesine getirmek için çırpman gerçek mü’minlerden yana İlâhî inâyet tecelli eder ve onlara beş büyük lütufta bulunur:
1) Tahkiki iman kalplerine yazılır.
2) İlâhi yardıma mazhar kılıp üstün gelmelerini sağlar.
3) Âhiret Alemi’nde onları sonsuz saadet yurdunun nimetleriyle hoşnut eder.
4) Dünyada da, âhirette de ilâhi rızasına layık görüp onlara en üstün iltifatını bahşeder.
5) İlâhî dostluk mertebesine eriştirerek onları korktuklarından umduklarına kavuşturur.
Âyet, “Allah’tan yana olanların (Hizbullah) umutlarını gerçekleştirip kurtuluşa ereceklerini” söyleyerek biter. Allah’tan yana olanlar/o seçkin zümreler felaha ermeyecektir de kimler erecektir?
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böylece insanlık iki ana fırkaya ayrılıyor. Allah’ın fırkası… Şeytanın fırkası… İnsanlık iki ana bayrak altında toplanıyor. Hak ve bâtıl bayrağı. Bir kişi ya Allah’ın fırkasından olacaktır ki o zaman hak bayrağı altına girmiş olsun… Yahut ta şeytandan yana olacaktır ki, o zaman da bâtılın bayrağı altına girecektir. Bu iki sınıf birbirinden tamamen ayrıdır ve kesinlikle içice ve yanyana olamazlar. Soy, aile, akraba, vatan, ırk, kavim, asabiyet değil... İman... Yalnız ve yalnız iman… Kim Allah’ın fırkasından yana olur ve Hak bayrağı altında toplanırsa, o ve bu bayrak altında toplananların hepsi Allah yolunda kardeştir. Renkleri değişik olabilir, vatanları ayrı olabilir, kabileler farklı, aileleri başka başka olabilir. Ama hepsi de Allah’ın fırkası altında toplanmanın dağılmaz bağı ile bağlanırlar birbirlerine. Bu bayrağın altında bütün renkler silinir, bütün ayrılıklar erir.
Kim de şeytanın aldatmasına kapılır ve bâtıl bayrağının altında toplanırsa, artık bir daha onunla Allah’tan yana olanların arasında hiçbir bağ kalmaz. . Ne toprak bağı, ne ırk bağı. Ne vatan bağı, ne renk bağı. Ne akrabalık bağı, ne kavim bağı... Ne soy bağı... O, bütün bu bağlılıkların üzerine oturduğu ana bağı kopardığı için bütün bu bağlarda kopmuş bitmiştir. Bir hadiste “Allah’tan yana olanların” nitelikleri Rasûlullah’ın (s.a.s.) dilinden şöyle belirtilmiştir: “Allah gizlenenleri, müttakileri ve iyileri sever. Onlar ki; kayboldukları zaman aranmazlar, hazır oldukları zaman çağrılmazlar, kalpleri hidâyet kandilidir. Onlar kapkaranlık fitnelerin hepsinden çıkıp kurtulurlar. İşte bunlar Allah’ın, kendileri hakkında “İşte onlar, Allah’ın hizbidir. Dikkat edin; Allah’ın hizbi, felâha erenlerin kendileridir.”1704 Sözü yine Allah Rasûlüne ait bir duâ ile noktalayalım: “Ey Allah’ım! Bana bir fâcirin, bir fâsıkın bir şey ihsan etmesine izin verme ki, kalbimde ona karşı bir sevgi meydana gelmesin. Çünkü Sen, indirdiğin âyette, ‘Allah’a ve Âhiret gününe iman edenlerin, Allah ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin’ diye buyurdun.”
89- Münâfıklar, Yahûdiler ve Şeytan- Durumları Şeytanın Durumuna Benzeyenler:
“İkiyüzlülük edenleri görmedin mi, kitab ehlinden inkâr eden kardeşlerine: “Eğer siz, (yurdunuzdan) çıkarılıp (sürülürseniz), mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız, size karşı hiç kimseye uymayız.” derler. Allah onların yalancı olduklarına şâhidlik eder. Andolsun ki eğer onlar, çıkarılsalar (bunlar) onlarla beraber çıkmazlar; eğer onlarla savaşılsa, onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar, sonra (bir daha) kendilerine yardım edilmez. Onların kalplerindeki sizin korkunuz, Allah’ınkinden fazladır. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar toplu olarak, sizinle savaşamazlar, ancak müstahkem şehirlerde, yahud duvarların (kalelerin ardından) sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa onların kalpleri dağınıktır. Çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur. (Bu yahûdîlerin durumu) kendilerinden az önce işlerinin günahını tadmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azab bulunan kimselerin (Bedir’de cezalarını bulan putperestlerin) durumu gibidir. (Münâfıkların durumu da) tıpkı şeytanın durumuna benzer ki, insana “İnkâr et.” deyip, insan da inkâr edince: “Doğrusu ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’dan korkarım.” der. Nihâyet ikisinin de sonu, içinde ebedî olarak kalacakları ateş olacaktır. Zâlimlerin cezası budur.” 1705
Birinci meselde, Benî Nadîr yahudîlerinin durumu, kendilerinden az önce yaptıklarının cezasına çarpılan Bedir ehlinin durumuna benzetilmektedir. Yahut
1704] İbn Ebî Hâtim
1705] 59/Haşr, 11-17
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 377 -
da Benî Kaynuka yahudîlerinin durumuna benzetilmektedir. Çünkü her iki gurup, yani müşrikler ve Benî Kaynuka Hakka karşı gelmeleri ve ona boyun eğmemeleri yüzünden, daha dünyada iken inkârlarının kötü akıbetine uğramışlardır.1706 Böylece ibretlik bir mesel, bir nümûne olmuşlardır.
İkinci meselde, yahûdîleri müslümanlara karşı kışkırtan münâfıklar, şeytana benzetilmişlerdir. Çünkü Şeytan insanları, inkâra varıncaya kadar tahrik ederek, kışkırtır ve aldatır. Tam inkâr edince de, “Ben senden berîyim, ben Allah’tan korkarım.” diyerek onları yalnız bırakır ve uzaklaşır.1707 Bunda benzetme yönü, işte şeytanın bu iki yüzlülüğüdür. Nitekim şeytan Bedir’de de Ebû Cehil’e, Enfâl Sûresi kırk sekizinci âyette ifâde edildiği gibi, “Bu gün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; Doğrusu ben de size yardımcıyım.” demişti ve sonunda da onları yalnız bırakmıştı. Şeytan böylece kendisinin azabtan kurtulacağını zanneder. Hâlbuki her iki taraf da ateştedir.1708 Demek ki böyle şeytan rolünü üstlenen ikiyüzlü insanlar vardır. 1709
Şeytan, yaratılışı ve yapısı gereği durmadan her fırsattan yararlanarak insanın kalbine, beyninin bazı noktalarına inkâr, şüphe ve inat sinyalleri gönderir. İyice şüpheye sokup sapıttırdıktan sonra, Allah’ın vereceği azabı ve o dehşetli günü hatırladıkça ve bir de âhirette hesap faslı başladığında aldattığı insana: “Ben senden berîyim. Kendi akıl ve iradenle kendini küfür çukuruna attın. Doğrusu ben, âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım” der.
İşte verdiğimiz âyette yahûdilere yardım sözü verip sonra sözlerinde durmayan münâfıklar şeytana, onların sözüne kanıp Hz. Peygamber (s.a.s.)’e karşı gelen yahûdiler de şeytanın kandırıp küfre soktuğu insana benzetilmektedir. Yani bu münâfıklar, şeytanın insanlara yaptığını Yahûdilere yapmaktadırlar. “Bugün siz müslümanlara karşı savaşın, biz sizinleyiz” diyorlar ama vakit gelince onlara sırt çevirecek ve başlarına ne geldiğini sormayacaklardır.
Şeytan da aynı şekilde kâfirleri aldatır. Tıpkı Kureyş kâfirlerine Bedir Savaşı’nda, “Bugün nıüslümanlar size karşı koyamaz” diyerek onları şişirdiği gibi. Şeytan “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, ben de sizin yanınızdayım”1710 demişti ama, iki ordu yüzyüze geldiğinde kaçarak, “Ben sizden uzağım. Ben sizin göremediğinizi görüyorum. Ben Allah’tan korkarım, çünkü Allah’ın cezası çetindir” gerçeğini itiraf etmişti. Şeytanın kullandığı en büyük silâh, insanı gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı, onun kuvvetinden değil, insanın kuvvetlerini, insanın aleyhinde kullanabilmesinden kaynaklanıyor. “Şeytan insanlara, vaadlerde bulunur, onları hayâle sevkeder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmaktan başka bir şey vaadetmez.”1711 şeytanın bu, gururu istismar hünerine, daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir. 1712
İnsan şeytana uymakla tam bir aptallık içindedir. Çünkü Allah’ın insan
1706] Beyzavî, II, 67; Ş. Mansûr, s. 324
1707] Ş. Mansûr, s. 326
1708] Beyzavî, 11, 67
1709] Ş. Mansûr, s. 326; Hakîm Tirmizî, s. 14; V. Ulutürk, s. 79-81
1710] 8/Enfâl, 48
1711] 4/Nisâ, 120
1712] 7/A’râf, 20
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerindeki etkisi şeytanınkinden daha köklü ve yaratılıştan olmasına rağmen, insan bunu gafletle örterek çok daha zayıf bir etkinin esiri olmaktadır, Kur’an, Allah’la şeytanın etkilerini karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: “Şeytanın tuzak ve hilesi zayıftır.”1713 Bu zayıf tuzağa düşen insanın, yaratılıştan gelen sıcak ve kuşatıcı İlâhî etkiye iyice göz yummuş olması gerekir ki; işte üzerinde durduğumuz âyette şeytanın kendisi de bu zavallılığa dikkat çekiyor. Bütün bu oyun ve aldatmaların sonu, insanın rezil ve perişan olmasıdır. Kur’an şöyle diyor: “Şeytan, insanı rezil ve perişan eden bir varlıktır.”1714 Özetle: “Nefsine vezir olan, şeytana rezil olmaz.” 1715
90- Allah’ı Unutanlar Gibi Olanlar
“O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unuttular da, Allah da onlara öz benliklerini unutturdu. Yoldan çıkmışların ta kendileridir onlar.” 1716
İnsanı insan yapan öz, Allah’ın içimize üflediği nefhadır. Bu yüzden Allah’a yakınlıkla gerçek benliğimize yakınlık arasında doğru orantı vardır. Allah’ı unutmak ise zorunlu olarak gerçek benliğimizi unutmak ve kadavra benlikle uğraşmak olacaktır. Allah’ı unutmak, insanın kendisini unutması demektir. Çünkü O’nun kölesi olduğunu unutan kimse, bu dünyadaki konumunu yanlış değerlendiriyordum. Sırf bu temeldeki yanlışlık dolayısıyla onun tüm hayatı yanlış bir yolda harcanır gider. Allah’tan başka kimsenin kulu olmadığını unutan kimse, Allah’a itaat etmez ve hakikatte kulu olmadığı kimselere kulluk yaparsa, sırf bu hatası dolayısıyla tüm hayatı mahvolur. İnsanın bu dünyadaki asıl konumu kulluktur. Ve o mutlak anlamda özgür değildir. Fakat o, sadece ve sadece bir tek Allah’ın kuludur ve başka hiç kimsenin kölesi değildir. Bunu idrak etmeyen bir kimse, gerçekte kendini unutmuştur. Fakat bildiği halde bu gerçeği unutan kimse, zaman zaman bir kâfir ve müşriğin hareket ettiği gibi davranabilir. Kişinin devamlı sırât-ı müstakim üzerinde yürüyebilmesi için hiçbir zaman Allah’ı unutmaması gerekmektedir. Bundan gafil olduğunda kendini de unutacağından, gafleti fıskına sebep olur.
Allah’ı unutmak, dünya tutkusuna sebep olur. Gaflet ile dünya peşinden koşmak, âhiret için hiçbir hazırlık yapmamak, nefsi ibadet ve takva ile temizlemeye çalışmamak, canı unutmak demektir. İşte, kim Allah’ı unutursa, Allah da ona canını unutturur. Çünkü canı düşünmek, onu temizlemeyi gerektirir. Canı temizlemek de Allah’ı anmakla olur. Allah’ı unutan, kendi canını da unutmuş, yani ihmâl etmiş olur. Canı ihmal etmenin sonucu da onu âhiret azabına atmaktır. Elbette canlarını ateşe atanlarla, onu kurtarıp âhiret bahçelerine sokanlar bir olmaz. Kurtuluş ve başarıya erenler, Allah’ı unutmayan, O’nu itaat ve ibadet ile anarak nefislerini temizleyen cennetliklerdir.
Kur’an’ın bir başka âyeti de “Allah’ı unutturmaya giden sebeplere” şöyle dikkat çekmektedir: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ı anmaktan/Allah’ın zikri olan Kur’an’dan alıkoymasın. Böyle bir şey yapanlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir.”1717 Bu âyetin muhâtabı, müslüman olduğunu söyleyen herkestir. “Ey
1713] 4/Nisâ, 76
1714] 25/Furkan, 29
1715] N. Şahinler, s. 277-279
1716] 59/Haşr, 19
1717] 63/Münâfikun, 9
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 379 -
iman edenler” ifâdesi Kur’an’da bazen mü’minlere, bazen müslüman olduklarını iddia edenlere, bazen de genel olarak müslümanlara hitaben kullanılmıştır. Nerede, kime hitap edildiği âyetin öncesinde ve sonrasında (siyak ve sibak) yer alan âyetlere bakılarak anlaşılır.
Burada “mal ve çocukların” özellikle zikredilerek vurgulanması, insanların umumiyetle mal ve çocuklarının hatırı için imanın sorumluluklarından yüz çevirmeleri nedeniyledir. Çünkü insan umumiyetle bunlar yüzünden nifak, iman zaafı, fısk ve itaatsizliğin bataklığına saplanır. Aslında kastedilen, insanı Allah’tan gafil eden dünyadaki her şeydir. Allah’tan gaflet, her kötülüğün asıl sebebidir. Şâyet insan her an başıboş olmadığını, Allah’ın bir kulu olduğunu, Allah’ın kendisinin her yaptığından haberdar olduğunu ve yaptıklarından bir gün hesaba çekileceğini hatırında tutarsa, işte o zaman hiçbir sapıklık ve dalâlete düşmez. Beşeri zaafları dolayısıyla bir hata yapsa bile, hata yaptığını anlar anlamaz kendine çeki düzen verir.
Allah’ı unutmak veya Allah’ı anmayı unutmak aynı zamanda insanın iç dünyasını karartan ve Allah’ın üzerimizdeki haklarını zedeleyen büyük günahlardan biridir. İnsanın ölümsüz yanı, içinde taşıdığı sonsuzluk tohumudur ve o tohum Allah yani Yaratıcı Kudret kökenlidir. Bu bakımdan insanın Allah’ı unutması, kendi benliğine ters düşmesidir. Bunun içindir ki Kur’an bu unutma (nisyan) kavramı üzerinde ısrarla durur ve insanı bundan kaçınmaya çağırır. O halde, Allah’ı unutmanın yerini ve çerçevesini iyi anlamak için Kur’an’daki nisyan(unutma) kavramını görmek gerekir.
İnsanın kendine tevdi edilen şeyi unutması olarak tanıtılan “nisyan” kökünden türeyen kelimeler Kur’an’da 40 küsur yerde kullanılır. Varoluş, tekamül, Yaratıcı ile ilişki, bireysel ve toplumsal haklarla ilgili birçok temel prensip, nisyan kavramı ile yakın bir beraberlik içinde verilmektedir. Kur’an dilinin aşılmaz ustası Rağıb el-İsfahani, nisyanın ya kapasite yetersizliğinden, ya gafletten yahut da kasttan kaynaklandığını ve sonuçta insanın, hafızasına emânet edilen şeyi bir kenara bıraktığını söylüyor.
Şunu hemen belirtmeliyiz ki, Kur’an’daki nisyan, sıradan unutmak değildir. Bu, daha çok “ihmal ve umursamazlığın sonucu olan yarı kasıtlı bir unutmadır ki İlâhî kelâm bunu insanın savsaklayıcı yanının bir uzantısı saymaktadır. Bunun içindir ki, Kur’an, Allah’ı unutan insanın Allah tarafından unutulacağını açıkça beyan eder. Nisyanın karşıtı (ve nisyandan kurtulmanın yolu) “zikir” dir ki o da, hatırda tutmak için anmak demektir. Allah’ı unutmamanın yolu Allah’ı zikretmek yani anmaktır.
Mutlak kudret ve mutlak ego, unutmak gibi bir noksandan uzaktır. “Rabb ne karanlığa gömülüp şaşırır, ne de unutur.”1718 Bunun bir anlamı da, fragmanter varlığın, varlık derecesine uygun olarak, unutmaya bulaşacağıdır. Nitekim, parça kudret olan insanın belirgin niteliklerinden biri de unutmaktır. Bu illet, Adem babamızın tipik özellikleri arasında sayılacak kadar dikkat çekicidir. 1719
İnsanın nisyanı, genellikle bir nankörlük ve vurdumduymazlıkla atbaşı
1718] 20/Tâhâ, 52; 19/Meryem, 64
1719] 20/Tâhâ, 115
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gitmektedir.1720 Bunun içindir ki, insanın nimete şükrü unutarak düştüğü sapma ve azgınlık çok büyük felaketlere sebep olmakta ve onu Allah’ın bir kenara itmesine veya küçültücü muamelelere maruz bırakmasına yol açmaktadır.1721 Nisyan dengeyi bozarak insanı tökezletir. Bu yüzden nisyanın sonsuzluğa ilişkin olmasıyla, iğretiye ilişkin olması arasında fark yoktur. Çünkü “denge, görünmeyen dünya ile görünen dünyanın barıştırılması anlamını da taşıyor.” Bu barışmayı bozmak, dengeyi bozmaktır. Ve Kur’an: “Dünyadan nasibini de unutma”1722 diyerek bu sırra işaret etmiştir.
Nisyanın en tehlikelisi insanın kendi benliğini unutmasıdır. Kur’an, insanın özüyle varlığın esası, yani Allah arasında beraberlik gördüğüne göre, insanın kendi özünü unutması bir anlamda Allah’ı unutması, Allah’ı unutması da kendi benliğini unutmasıdır. Kur’an bunu kendi üslûp güzelliği ve özelliği içinde verirken şu ifâdeleri kullanır; “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.”1723 “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendi benliklerini unutturmuştur. “ 1724
Kur’an’ın bu yaklaşımına dayanırsak şunu söyleyebiliriz: İnsanı sevmenin, insanı gaye varlık bilmenin esası da, Allah’ tanımaktan geçer. Allah’ı unutmuş bir hümanizm insana kuru avuntudan gayrı bir şey veremez. Benliğini unutmanın bir görünümü de başkalarına verdiği öğütlerin kendi hayatında tersini yapmaktır ki, buna en çok din temsilcileri, özellikle Yahûdi din büyükleri arasında rastlanır. Kur’an, Beni İsrail hahamlarının bu bahtsız tavırlarına ısrarlı bir biçimde parmak basar. Bir yerde şöyle diyor; “İnsanlara iyiyi ve doğruyu emredip dururken kendi benliklerinizi unutuyor musunuz?” 1725
Allah’ı unutmaya giden yol, Allah’ı anmayı, teknik deyimiyle zikri unutmaktan geçiyor. Bu yüzden, unutma illetine yakalanıp öze ters bir yön izlemenin çaresi Allah’ı anmak, yani Zatı Mutlak’ı esas alan bir meditasyona hayat bünyesinde yer vermektir.1726 Allah’ı anmayı unutturan bir numaralı kuvvet şeytan’dır.1727 İnsan özünü unutmayı hızlandıran sebeplerden biri de, Allah’ı sevip anan kulları alay konusu etmektir.1728 Kur’an, insanı kendi dışındaki dünyayı, özellikle yaratılış sırrını unutmamaya çağırır. Bu noktada Allah’ın âyetlerini unutmamaya özellikle dikkat çekilir.1729 İnsan, kendi içine kıvrılan bir benlik olarak, kendi yaratılışını, bu yaratılıştaki etapların sergilediği hayranlık verici oluş sırrını unutmamalıdır. Bunu unutursa Mutlak Yaratı’cının kudretini göremez ve O’nun karşısında küstahlığa yeltenir.1730 Nihâyet, Kur’an, son peygamber bağlılarını hem unutmanın doğuracağı bozukluklara karşı uyarmak, hem de onların unutma illetinin sonuçlarından İlâhî bir rahmetle korunduklarını göstermek üzere, bağ1720]
39/Zümer, 8; 25/Furkan, 18
1721] 7/A’râf, 165; 25/Furkan, 18
1722] 28/Kasas, 77
1723] 9/Tevbe, 67
1724] 59/Haşr, 19
1725] 2/Bakara, 44; 5/Mâide, 13-14
1726] bk. 18/Kehf, 24
1727] bk. 18/Kehf, 63; 12/Yusuf, 42; 58/Mücâdele, 19; 6/En’âm, 68
1728] bk. 23/Mü’minûn, 109-110
1729] bk. 20/Tâhâ, 26
1730] bk. 36/Yâsin, 78
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 381 -
lılarına şu duâyı önerir: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hata edersek, bizi bundan hesaba çekme.” 1731
Allah’ı unutmanın yıkıcı belirişlerinden biri de Allah’a yakarıştan, terminolojik ifâdesiyle “duâdan nasipsiz hale gelmek, duâdan kopmaktır.” İnsan için duâların kabul edilmemesinden daha büyük felâket, hiç duâ edemez hale gelmektir. Biz bu konuyla ilgili detayları “Duâ’yı Yaşamak” adlı kitabımızda geniş olarak verdiğimizden burada sadece işaret etmekle yetiniyoruz. 1732
91- Kur’ân’ın Şânı Büyüktür
“Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan onu, başeğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara, düşünsünler diye veriyoruz.” 1733
Biz bu Kur’ân’ı, onca büyüklüğüne ve katılığına rağmen dağlara indirseydik ve o da mânâsına vakıf olup içindekileri anlasaydı, saygıyla boyun eğer, Allah korkusundan parça parça olurdu. Ey insanlar bu Kur’ân karşısında sizin kalpleriniz nasıl yumuşamaz, nasıl saygı duymaz, Allah’ın emrini anlayıp, kitabı düşününce kalpleriniz nasıl parçalanmaz.1734 Bundan maksad, emânet âyetinde olduğu gibi, Kur’ân okunurken, onun başlara vurucu ikâz ve mânâlarını düşünürken, insanın kalbinin katılığına ve saygısının az oluşuna tevbîh için bir temsil ve tahvildir.1735 İşte Kur’ân’ın şânı, azameti, kadri, rütbesi böyle yüce, böyle uludur. 1736
92- Birbirine Kenetlenmiş Bir Bina Gibi Olanlar
“Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” 1737
Verdiğimiz âyetten öncelikle, mü’minlerin ancak canlarını feda etme tehlikesini göze aldıklarında, Allah’ın rızasını kazanabilecekleri anlaşılmaktadır. Ayrıca Allah’ın ancak şu üç vasfa sahip olan orduyu benimsediği vurgulanmaktadır:
a) İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden meydana gelmiş,
b) Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar halinde savaşan,
c) Düşmana kurşunlu kaynatılmış duvarlar gibi (sağlam ve sarsılmaz bir şekilde) karşı koyan bir ordudur bu.
Özellikle bu ordunun son özelliği dikkat çekicidir. Çünkü hiçbir ordu savaş meydanında, şu aşağıdaki özellikleri uhdesinde bulundurmaksızın kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi duramaz.
I- İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği, yani subaylar ve erler arasında mükemmel bir dayanışma olmalıdır.
II- Askerler birbirine samimi bir şekilde bağlı olmalıdır. Ancak bu bağlılık,
1731] Bakara: 2/286
1732] N. Şahinler, s. 280-286
1733] 59/Haşr, 21
1734] İbn Kesîr, IV, 343
1735] Zemahşerî, IV, 87
1736] Ş. Mansûr, s. 117; V. Ulutürk, s. 81-82
1737] 61/Saff, 4
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gayeye ihlâsla sarılmadıkça ve ortada yüce gaye olmadıkça gerçekleşemez. Aksi takdirde, savaş gibi çetin bir imtihanda, niyetlerdeki zaafların saklı kalması mümkün değildir. Dolayısıyla güven sarsıldığında, askerler itimatlarını kaybeder ve birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar.
III- Yüksek derecede ahlak sahibi olmalıdırlar. Şâyet bir ordunun subay ve erleri ahlaken zayıf kimselerse, aralarında saygı ve sevgi yok demektir. Bu ahlâki zaafları dolayısıyla da birbirleriyle kavga ve tartışma yapmaktan kurtulamazlar.
IV- Ordu mensupları arasında, gaye ve hedefe duyulan arzu ve onu elde etmek için gösterilen kararlılık, öyle bir etkileşim meydana getirir ki, hiç bir güç onları yenemez ve onlar, savaş meydanında kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi sağlam, sarsılmaz bir şekilde çarpışırlar.
İşte bu esaslar, Rasûlullah’ın (s.a.s.) liderliğinde muhteşem bir askeri güç meydana getirmiştir. Bu güce, en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış ve asırlarca tüm dünya onlarla baş edememiştir. Cihad ferdî olduğu kadar da sosyal bir sorumluluktur, Çünkü İslâm’a karşı çıkanlar, topluca birlikler halinde karşı çıkarlar ve üzerine büyük yığınlarla birlikte saldırırlar. Bunun için mücahitlerin de düzenli bir birlik halinde bulunmaları ve düşmanlarını düzgün saflar halinde karşılamaları gerekir. Düzenli saflar, sağlam ve dayanıklı birlikler halinde olmaları gerekir.
Bu din toplumun dinidir. Birbiriyle uyuşan ve birbirine bağlı toplumlar inşa etmek ister. Bu nedenle yalnız başına bir köşeye çekilip ibadet eden veya tek başına cihad eden yahud tek başına yaşayan kişiler bu dinin tabiatından uzaktırlar. Cihadın gereklerinden ve ayrıca hayata hâkimiyet durumunda ortaya çıkacak düzenden uzaktırlar. Hâlbuki Allah’ın mü’minler için sevdiği manzarayı inandıkları dinin tabiatı çiziyor kendilerine. gidecekleri yolu aydınlatıyor ve Kur’an’ın, canlandırdığı kuvvetli yardımlaşma ve destekleşmeyi “kenetlenmiş bir duvar gibi saf halinde” tâbiriyle ifâde ediyor.
Öyle bir duvar ki bütün tuğlaları sımsıkı birbirine sarılmış, kenetlenmiş ve birbirinin yardımcısıdır. Her tuğlanın ayrı bir görevi var. Ve her biri ayrı bir deliği kapar. Çünkü bir tuğla yerinden kaldırılacak olursa yapı bütünüyle yıkılır. Öne alınsa, arkaya itilse yerinden kımıldatılsa bina çöker. Bir tuğla; altındaki, üstündeki, sağındaki ve solundaki tuğlalarla bağlantısını kaybedecek olursa binanın tamamı yıkılır. Bu ifâde bir gerçeğin ortaya konuluşudur. Yoksa genel manada bir benzetme değildir. İslâm topluluğunun yapısını canlandırmaktadır. Bu topluluk içerisinde ferdler arası bağlılıkları anlatmaktadır. Duygu bağlantısını, hareket bağlantısını belirtmektedir. Belirli bir hedefe yönelen ve belirli bir düzene bağlı olan toplumun fertleri arasındaki ilişkileri ve dayanışmayı sergilemektedir.
Kısaca söylemek gerekirse; bu benzetmede, ferdlerin cismen tekdüzen bir şekil ile terbiye ve asayişleri konu edildiği gibi, kalben niyet ve imanlarının da bir kelime etrafında toplanacak ve birbirini sevip sayacak bir sûrette samimiyet ve kararlıkta olması söz konusudur. Ama üzülerek ifâde etmek gerekir ki Kur’an’ın “Allah’ın ipine topluca yapışın ve parçalanmayın.”1738 emrine rağmen yeryüzü sahnesinde yeralan Muhammed ümmeti tefrika/bölünüp parçalanma illetinden yakasını kurtarabilmiş değildir. Belki de bu bölünüp parçalanma Hz. Peygamber’in
1738] 3/Âl-i İmrân, 103
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 383 -
söylediği şu sözlerin ve kaçınılmaz gerçeğin en yalın bir tecellisidir: “Aziz ve yüce Allah’tan ümmetim için üç şey diledim de bunların ikisini bana verdi, üçüncüsünü kabul etmedi. Allah’tan ümmetime kendileri dışında düşman Mûsâllat etmemesini rica ettim, bu dileğimi kabul etti. Ve O’ndan, ümmetimi suda boğarak helâk etmemesini diledim; bunu da kabul etti. Nihâyet O’ndan, ümmetimi birbirine düşürmemesini rica ettim, bu isteğimi geri çevirdi.” 1739
93- Allah’ın Nûrunu Söndürmek İsteyenler
“Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nûrunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile.” 1740
Verdiğimiz âyetin Hicrî 3’de Uhud Savaşı’ndan sonra nazil olduğuna dikkat edilmelidir. O dönemde İslâm, sadece Medine ile sınırlıydı. Ve müslümanların sayısı da bir kaç bini aşmıyordu. Tüm Arapların bu dini yoketmeye kararlı oldukları bir dönemdi. Ve üstelik müslümanlar, Uhud Savaşı’nda yenilmişler ve kendilerine olan güvenleri de sarsılmıştı. Bu yüzden civardaki kabileler de İslâm aleyhine cesaret bulmuşlardı. İşte bu şartlar altında Allah, İslâm nûrunun sönmeyeceğini ve aksine daha da ışıldayarak tüm dünyaya yayılacağını müjdelemiş ve bu müjde aynıyla vuku bulmuştur. Allah’ın dışında o dönemlerde, İslâm’ın geleceğinin ne olacağını kim bilebilirdi? Nitekim beşeri imkânlar ölçüsünde olayı değerlendirdiğimizde, o dönemlerde İslâm nûrunun, her yönden esen şiddetli rüzgârların söndürebileceği zayıflıkta olduğunu görürüz.
Kâfirler/Müşrikler, Allah’a ibadet etmelerinin yanısıra, başkalarına da ibadet etmiş ve Allah’ın halis dinine karşı başka dinleri de karıştırarak, onu karma bir din edinmişlerdir. Bu kimseler, sadece Allah’a kulluk etmeye ve O’nun yol göstericiliği doğrultusunda hayatlarını düzenlemeye razı olmamışlardır. Onlar hevâ ve heveslerine göre istediklerini ilâh edinmekte, istedikleri düşünce ve akideye göre hayatlarını düzenleyip diledikleri gibi medeniyetlerini oluşturmakta ısrar etmişlerdir. Allah’ın Rasûlü ise, böyle insanlarla uzlaşmaya varması için gönderilmemiştir. O’nun gönderilme sebebi, Hak dini Allah’ın yol göstericiliğinde hayatın her kesimine hâkim kılmaktır. Ve O, bu görevini hangi durumda olursa olsun ifa edecektir. Kâfir müşrikler onu kabul etseler de, etmeseler de, tüm güçleriyle karşı koysalar da, Rasul Muhakkak misyonunu tamamlayacaktır. Bu meydan okuma Kur’an’da biri 9/Tevbe, 33; diğeri 48/Fetih, 28’de olmak üzere iki kez daha yapılmıştır. Bu âyette ise üçüncü kez tekrarlanmaktadır.
“Kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır” âyeti büyük bir gerçeği dile getirmektedir. Ve peygamber hayatta iken Allah nûrunu tamamlamış, müslümanların dinini ikmal etmiş, nimetlerini bütünleştirmiş ve kendileri için din olarak İslâm’ı seçmişti. Bugün de bu gerçek zaman zaman canlı bir hareket halinde ortaya çıkmakta ve müslümanlara yapılan bunca baskı, sindirme ve ağır eziyetlere rağmen, çeşitli hile ve oyunlarla müslünıanlar saf dışı edilmiş olmakla beraber bu nabız canlı canlı çarpmaktadır yine. Çünkü Allah’ın nûrunu ağızlardan çıkan nefesler söndüremez. Bu aydınlığı kulların elinden demir ve ateş bombardımanı yok edemez. Ne kadar zâlim diktatörler ve Siyonistlerin eliyle hazırlanmış olan uydurma kahramanlar hedeflerine ulaştıklarını sansalar da Allah’ın nûru
1739] İbn Mâce, Fiten, 9; N. Şahinler, s. 287-290
1740] Saf: 61/18
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sönmeyecektir.
“Nur”, Kur’an’da 43 yerde geçer. Yine ışık ve parıltı mânâsına gelen “ziyâ” ise 3 yerde geçer. Ancak Kur’an, ziya’yı nura göre daha “asli” bir ışık olarak verir. Yunus: 10/5 âyeti “güneşi ziya, ayı nur” olarak verir. 71/Nuh, 16. âyeti de ayı nur diye tanıtır. Bu âyetler, güneşin ışığı olan ziyayı, ayın ışığı olan nura göre daha temel bir ışık halinde vermektedir. O halde nur, ziyaya nisbetle daha ikincil, araz bir ışıktır. Bir başka deyimle ziya bizatihiye daha yakın ışık, nur daha bağımlı ışıktır. Böyle olunca da Kur’an’daki “Allah göklerin ve yerin nûrudur” âyetine dayanarak zat-ı İlâhî’yi nurla eşitlemek yanlış olur.
Bizatihi ışık, tıpkı bizatihi varlık gibi, sadece Allah’tır. Ancak insan bizatihi ışığı kavrama gücünde olmadığından bağlı ve bağımlı ışık onun yerine konarak, insana hitap edilmiştir. İnsana hitabında, Allah, bizatihi ışık yerine, daima iğreti ışıkları (ziya, nur) kullanıyor. Bu, insanın varlık yapısı bakımından bir zorunluluktur. Bu yüzden, 24/Nur, 35 âyeti “Allah, göklerin ve yerin nûrudur” diyerek, bizatihi nûru anlatmada, onun tecellisini kullanmıştır. Çünkü insan, nûrun bundan fazlasına ne tahammül edebilir, ne de onu kavrayabilir. Nitekim, Hz. Mûsâ, Allah’ı görmek istediğinde ona, Allah’ın tecelli edeceği dağa bakması söylendi ve Mûsâ bu tecelliye bile dayanamayarak kendinden geçip yere yığıldı.1741
Işık, görmeyi sağlamasına rağmen, şiddetli hale geldiğinde bizzat kendisi görmeye engel olmaktadır. Bizatihi ışık veya kaynak ışık olan Cenâb-ı Hak, işte bu yüzden, en açık ve en aydınlık varlık olmasına rağmen görülmüyor. Yani O, tasavvufta çok kullanılan bir ifâde ile, “zuhurunun şiddetinden ötürü gizlidir.” Buradaki “gizli”, bizim tarafımızdan görülemez anlamındadır.
Nur, Kur’an’da 140 yerde geçen ve ateş ve sıcaklık anlamına gelen “nâr” ile aynı köktendir. “Nur ve nar”, ışık temasının temel âyeti olan 24/Nur, 35’de yanyana kullanılmaktadır. Burada “nar”, dokunuşuyla nûru ortaya çıkaran araç olarak veriliyor: “O’nun yağı ışık fışkırtır; ona bir nar dokunmasa bile o, nur üzerine nurdur.” Demek oluyor ki, pozitif oluş prensibi, zulmete (karanlık) karşı aydınlık olan iki tecelli sergiler: Nar ve Nur. Bunların ilki celâl (kahır, negativite, kabz, çelişme), ikincisi cemal (lütuf, pozitivite, bast ve uyum). Ve bu oluşta motor unsur nar, yani kahr ve celâldir.
Nur, genel adlarından biri de kitap olan vahyin yine genel adlarından biridir.1742 Bu iki genel ad, bazı âyetlerde yan yana kullanılmakta ve böylece kitap ile ışık arasındaki ilişkinin erdiriciliğine ve kaçınılmazlığına dikkat çekilmektedir.1743 Vahy ve özellikle Kur’an hem nur, hem de münir (nurlandıran, ışık saçan) olarak nitelendirilmektedir. 1744
Vahye karşı çıkanların sahip olmadıkları en önemli değer “kitabı münir” (nurlandıran, aydınlık getiren kitap)’tır. Bu deyimin Kur’an bünyesindeki kullanımına bakarak diyebiliriz ki, kitabı münir, duyulara dayalı, entellektüel bilgiye karşı duyularüstü İlâhî kaynaklı doğrudan bilgidir. O, varlığın esasından direkt gelen şaşmaz ve zamanüstü bilgidir. Vahyin temsilcisi olan Hz. Peygamber tanık,
1741] 7/A’râf, 143
1742] 7/A’râf, 157; 64/Teğâbün, 8; 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 91
1743] 5/Mâide, 15; 42/Şûrâ, 52
1744] 3/Âl-i İmrân, 184; 25/Fâtır, 25
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 385 -
müjdeci, uyarıcı, çağırıcı olmanın yanı sıra bir “siracı münir” (aydınlatan kandil) olarak da anılıyor.1745 İlginçtir ki, Kur’an bu sirac (kandil) sıfatını bir de güneş için kullanır. 1746
Buna dayanarak diyebiliriz ki, madde dünyası için güneşin yeri neyse, ruh ve mana dünyası için son Peygamber’in yeri odur. Bu anlamda vahy ve Rasûl, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş İlâhî lütuflardır. 1747
94- Acı Bir Azaptan Kurtaracak Ticaret Yolu
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size haber vereyim mi? Allah’a ve O’nun Rasûlüne iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.” 1748
“Ticaret” kişinin mal, vakit, emek, zihin ve yeteneklerini ortaya koyarak kâr elde etmesidir kısaca. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir. Ve âyetin mü’minlere hitaben “iman edin” şeklindeki ifâdesi; ihlâslı mü’minler gibi davranın, sözde kalmayın ve imanınız için her türlü fedâkârlığı yapmaya hazır olun” anlamında bir emirdir.
Ticaret, biri maddî, diğeri mânevî olmak üzere iki kısımdır ve bunlar birbirini tamamlayıcı özelliktedir. İslâm’ın koyduğu ticaret ahlâkı, iki kısmın birarada yürütülmesini gerekli kılar. Maddî kazanç, Allah yolunda harcandığı takdirde bütünüyle mânevî kazanca dönüşür. İşte 10. âyet böyle bir kazancın asıl sermayesinin iki ana değer taşıdığını açıklamaktadır:
a) Allah’a ve Peygamberine dosdoğru iman,
b) Allah yolunda mal ve can ile cihad..
Böylece Kur’an, iman için temiz bir kalble, cihad için de mali ve bedeni güce işarette bulunuyor. O halde mü’min üç yönlü bir gelişme ve yükselmeye muhtaçtır.
1) Kalbi gelişme ve yükselmeyle “tahkiki imana” (taklidi olmayan, sözde kalmayan),
2) Bedeni gelişmeyle iyi çalışma ve başarılı cihada,
3) Mali gelişmeyle müslüman kardeşlerini desteklemeye yol bulur.
Böylesine kapsamlı bir ticaretin ise, iki dünyevi, üçü uhrevi (Âhirete yönelik) olmak üzere beş büyük kazancı söz konusudur.1749
1) Dünyada hür ve bağımsız olup örnek millet düzeyinde kendi öz kültür kaynaklarıyla ayakta durabilmek.
2) Allah’ın sevgi ve yardımına layık olup yine Allah yolunda, insanlığın mutluluğu için fetihler yapmak.
3) Hayırlı ve faziletli amellerde bulunup günahların temizlenmesiyle ruhen
1745] 33/Ahzâb, 45-46
1746] 25/Furkan, 61; 71/Nuh, 16
1747] 5/Mâide, 16; 14/İbrâhim, l; 33/Ahzâb, 43; 57/Hadîd, 3; 65/Talâk, 11; N. Şahinler, s. 291-295
1748] 61/Saff, 10-11
1749] 61/Saff, 12-13
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arınma çizgisine erişmek,
4) Böylesine bir arınmayla Cennet’e ve oradaki yüksek nimetlere erişebilme düzeyine gelebilmek.
5) Ölmeden önce sözünü ettiğimiz böylesine büyük bir kurtuluşla müjdelenmek.
Ashâb, anlattığımız bu ticaretin ilk temsilcileri: ve başarılı uygulayıcılarıdır. Onlar sadece Allah’a ve Rasûlüne iman etmekle kalmadılar, imanın gereği olan canlarıyla, mallarıyla Allah yolunda cihad ettiler. O sebeple ebedî saadet yurduyla ve nimetiyle müjdelendiler ve insanlık tarihine şeref damgasını vurarak örnek hizmetlerde bulundular.
Verdiğimiz bu âyetteki “ticareti” detaylandıran bir başka âyet de Tevbe Sûresinde geçmektedir. Bu âyette Cenâb-ı Hak “Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır” buyurmaktadır.1750 Bu âyette, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin doğasını belirleyen İslâm inancı görüşü, bunu bir “mukavele” (anlaşma) olarak tanımlamaktadır. Bu özellik, inancın sadece metafizik bir kavram olmayıp, aslında, hayatlarını ve mallarını Allah’a satmak karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah’ın kendisine vereceği vaadini kabul etmek sûretiyle kul tarafından yapılan bir anlaşmadır. Bu mukavelenin taşıdığı içeriği tam olarak anlayabilmek için, ilk önce bu anlaşmanın doğasını kavramaya çalışalım.
Her şeyden önce şu hususa dikkat etmeliyiz ki, kulun hayatını ve sahip olduğu her şeyi, gerçekten Allah’a satması diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü insanın hayatının ve sahip olduğu her şeyin gerçek malik’i zaten Allah’tır. Bunlara sahip olma Hakkı, insanın sahip olduğu ve kullandığı her şeyin yaratıcısı olan sadece Allah’ındır. Bu nedenle dünyevi anlamda bir şeyin satımı ya da âlimı, katiyetle söz konusu değildir. Çünkü insanın satabileceği kendisinin hiçbir mülkü yoktur ve her şey zaten evvelemirde O’na ait olması hasebiyle Allah’ın da satın alacağı hiç birşey yoktur. Bununla birlikte Allah’ın insana kullanma yetkisi verdiği bir “irade ve seçme hürriyeti” vardır ve söz konusu mukavele de buna dairdir. Elbetteki kuldaki bu hürriyet, insanın kendi hayatı ve mallarına mutlak sahiplik Hakkı konusundaki gerçek konumunda herhangi bir değişiklik getirmez. Onlar Allah’ındır. Onlara ise, sadece kendinden herhangi bir zorlama ve cebir olmadan, bunları istediği yönde iyiye ya da kötüye kullanma selahiyeti verilmiştir. Bu da insana, “hayatı ve elinin altında bulunan her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu itiraf etmesi ya da etmemesi hürriyetinin tanındığını” ifâde eder.
İşte 9/Tevbe, 111. âyetinde geçen “mukavele”(alışveriş) bu hürriyeti gönüllü olarak, Allah’ın iradesine bırakmak, O’na havale etmekle ilgilidir. Başka türlü ifâde etmek gerekirse, Allah insana, ona verilen bu özgürlüğe karşılık, hayatı ve sahip oldukları üzerinde Malik’ul-Mülk olarak Allah’ı tanıyor ve kendisini de bunların sadece bir emânetçisi olarak mı görüyor, yoksa sanki bunların sahibi o imiş gibi mi davranıyor diye imtihan etmek ister. Bu yönüyle, Allah’ın indinde bu mukavelenin (alışveriş) şartları şunlardır: “Eğer siz gönüllü olarak ve herhangi bir baskı altında kalmadan hayatınızın, sahip olduklarınızın ve bu dünyadaki her şeyin aslında benim, bana ait ve kendinizi de sadece onların emânetçisi
1750] 9/Tevbe, 111
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 387 -
olduğunu kabul etmeye ve görmeye razı olursanız, ben de bunun karşılığında size sonsuz âhiret hayatında cennetler vereceğim.”
Allah’la böyle bir pazarlık yapan kimse mü’mindir. Dolayısıyla iman, aslında bu alışverişin/ticaretin başka bir adıdır. Öte yandan bu pazarlığı yapmayı reddeden veya yaptıktan sonra sanki böyle bir sözleşme/sorumluluk (Misak) altına girmemiş tavrını takman kişi ise “kâfir” dir. Çünkü teknik olarak “küfür” kelimesi, böyle bir pazarlığı reddedişe uygulanan bir terimdir. 1751
95- Allah’a Yardım Edenler
“Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun; Meryem oğlu İsa’nın havârilerine:”Allah’a gidişte/ yönelirken benim yardımcılarım kimlerdir1?” demesi gibi. Havâriler de demişlerdi ki “Allah’ın yardımcıları bizleriz.” Böyle İsrailoğullarından bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfre sapmıştı. Nihâyet biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler.” 1752
Allah’ın dininin üstün gelmesi, yayılması ve yücelmesi için yardımcı olan kişiler, Allah’ın yardımcıları olarak isimlendirilirler. Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. Çünkü Allah, serbestlik bahşettiği alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul ettirmez. Tam tersine nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları tavsiye ve nasihatla doğru yola ulaştırmak Allah’ın işi olduğundan Allah, İslâm’ı yaymak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları “yardımcıları ve dostları” olarak adlandırır.
Gerçekten bu, bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah’ın dininin yayılmasına çalıştığında, Allah’ın “dostu ve yardımcısı” olma gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu dünyada ruhi yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır. Ancak buna rağmen bazı kimselerin zihninde, “Allah her şeye Kadir’dir ve tüm mahlûkattan müstağnidir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O’na muhtaçtır. O halde bir kul Allah’a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?” gibi bir soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir: Bu kimselere, “Ensârullah” (Allah’ın yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbı olan Allah’ın bir kimseye muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünya iman-küfür, itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle mü’min ya da kâfir olmaya zorlamaz.
Fakat O; bu gayeyle insanlara yol göstermesi, telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kişi mü’mindir. Fiilen tabi olduğunda da, müslim ve abiddir. Allah’tan çekinerek/sakınarak yaşarsa muttaki, hayır için yansırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve talımi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah’a itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa “Ensârullah”tır.
Allah, yukarıda verdiğimiz âyette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri
1751] N. Şahinler, s. 296-300
1752] 61/Saff, 14
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisine yardımcı olanlar şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifâdeyle kastolunan budur. Şâyet asıl maksat, Allah’a değil, Allah’ın dinine yardım etmek olsaydı, “Ensârullah” yerine “Ensâru dinillah”, “Yensurullah” yerine “yensuru dinellah” ve “in tensurullah” yerine de “in tensuru dinellah” denilmesi lazım gelirdi. Ancak görüldüğü gibi, Allah sürekli olarak bu ifâdeyi kullanmış olduğundan, Allah’a yardım kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah’ın bir ihtiyacını giderdikleri ve Allah’ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü kendilerine “Allah’ın yardımcıları” denmiştir. Yine âyette nasıl Hz. İsa’ya iman edenler, ona inanmayıp düşman olanlara üstün gelmişse, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman edenlerın da ona inanmayıp düşman olanlara üstün geleceklerine işaret edilmekte ve müslümanlarm, sonunda düşmanlarına üstün geleceği müjdesiyle sûre sona ermektedir. 1753
Gerçekten de öyle olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’de çok sıkıntı çekmiş, Mekkeliler ona rağbet etmemişlerdir. Allah’ın Elçisi hac günlerinde: “Hangi adam, Rabbimin risaletini duyurmam için beni barındırır, Kureyş Rabbimin risaletini tebliğ etmemi engelledi” derdi. Sonunda Allah, Medine’li Evs ve Hazrec kabilelerinden bazı kimseleri ona bağladı. Bunlar O’na biat ettiler ve kendi yurtlarına göçtüğü takdirde onu her türlü görünür tehlikeden koruyacaklarına söz verdiler.
Ne garip rastlantıdır ki Hz. Peygamber’e (s.a.s.) biat edenler de tıpkı Hz. İsa’nın havârileri gibi on iki kişi idi.1754 Bunlar sözlerinde durdular. Medine’ye göç eden Hz. Peygamber ve arkadaşlarını barındırdılar, korudular. Bundan dolayı Medinelilere Ensâr (yardımcılar) dendi. Bunlar Allah’ın dininin yayılması için çok fedâkârlıklar gösterdiler, gerektiğinde mallarını, hatta canlarını İslâm uğrunda feda etmekten kaçınmadılar. Sonunda bu âyetlerin inişiyle birlikte Allah’ın yardımı görünmeye, zafer ve fetihler birbirini izlemeye başladı. Hz. İsa’ya iman edenler, sonunda inanmayanlara nasıl üstün gelmiş ise, Hz. Muhammed’e iman edenler da inanmayanlara üstün geldiler. Allah’ın vaadi gerçekleşti, hak bâtılı yendi. Allah’ın izniyle yine bir gün İslâm bütün dünya dinlerinin üstüne çıkacaktır.
Âyette geçen “havâri” ifâdesi “Hor” kelimesinden türemedir ve beyaz anlamındadır. Nitekim elbise temizleyicisine “havâri” denir. Çünkü o elbiseleri temizleyerek onları beyazlatmaktadır. Yine saf maddelere de “havâri” denir. Örneğin elekten geçen maddelerin adı havâridir. Ayrıca “karşılık beklemeyen arkadaş, dost” karşılığında da bu kelime kullanılır. İbn Seyyide, “Bir kimseye aşırı derecede yardım eden şahsa havâri denir” demektedir. 1755
96- Kitabla Amel Etmeyen Âlimler-Kitap Yüklü Eşekler
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onunla amel etmeyenlerin hali, sırtına kitab yüklenmiş eşeğin haline benzer. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların hali ne çirkindir! Allah zâlimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.” 1756
1753] Üzerinde durduğumuz âyet Saff Sûresi’nin son âyetidir
1754] İbn Hişam; l/104
1755] Lisân’ul Arab; N. Şahinler, s. 301-304
1756] 62/Cum’a, 5
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 389 -
Bu âyette Yahûdiler, bilhassa yahûdi âlimleri kitap yüklü merkeplere benzetilmişlerdir. Çünkü onlar Tevrât’ı öğrenmişler; fakat onunla amel etmemişlerdir. Bedenlerine uymuşlar, kitaplarından istifâde etmemişlerdir.1757 Onu sadece okuyup ezberlemişler, fakat onda bulunan Hz. Peygamberin sıfatını ve onun müjdesini inkâr etmişlerdir. Benzetme yönü de, eşeğin yüklendiği kitaplardan, taşıdığı ağırlık, zahmet ve yorgunluğundan başka bir istifâdesinin olmayışıdır. Zâten bu hayvan aptallığı ve akılsızlığı ile bilinir. Temsil, okuduğuyla, öğrendiğiyle amel etmeyen her âlime yöneliktir. 1758
Verdiğimiz bu âyette kendilerinin Allah’ın dostları, seçkin kavmi olduklarını iddia eden yahûdilerin davranışı kınanıyor: Evet, Allah onlara peygamber göndermiş, Kitap indirmiştir ama onlar o Kitabın buyruklarını gereği gibi uygulamamışlardır. Yolları Kitabın söylediklerine uymaz. Bu halleriyle onlar, tıpkı sırtında kitap taşıyan eşeğe benzerler. Eşek nasıl taşıdığı kitaplardan yararlanmazsa onlar da aralarında bulunan Kitaptan yararlanmazlar. Yararlansalar, dinin ruhunu anlar, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen vahiylerin de Allah kelâmı olduğunu kabul eder ve Hak yolunun açılmasını engellemezlerdi. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zâlim, yani haksız insanları doğru yola iletmez.
Aynı zamanda verdiğimiz bu âyet biri genel, diğeri ise özel olmak üzere iki anlamı kendinden toplamaktadır. Genel anlamı şu şekildedir: “Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir.” Özel anlamı ise şöyledir: “Tevrat” yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber’e herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat’ta açıkça Hz. Peygamberin geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahûdiler, Tevrat’ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber’e herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.
Yahûdiler, adeta bir eşek gibi Tevrat’ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar getirdiğini bilmemektedirler. Onlar kendilerine verilmiş olan kitabın lâfzını ezberleyerek, ruhunu anlamamışlar ve gereğince amel etmeyip aksine te’vil (anlam kaydırma), tahrif (bozma) ve değiştirme yoluna sapmışlardır. Hatta onların durumu eşekten daha beterdir; çünkü eşek, kendisine şuur verilmediği için bağışlanabilir. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamberi bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamber, Tevrat’a göre hak peygamberdir, ayrıca Tevrat’ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da geçerli özür değildir, aksine onu anlıyor ama Allah’ın âyetlerini bile bile yalanlıyorlar.
Âyetten çıkarılması gereken bir başka ders de şudur: Tevrat’ı yüklenip te sonra onu taşımayanların misali, “Akide (İman) emânetini omuzlayıp, sonra da onu yerine getirmeyen herkesin misalidir. Bugün yaşayan, müslüman adı taşıyan fakat müslümanların yaptıklarını yapmayan birçok kişiler de aynı durumdadır. Özellikle Kur’an’ı ve İlâhî kitapları okuyup gereğini yerine getirmeyenler... İşte onların hepsi koca koca kitaplar taşıyan eşekler gibidirler. Taşıdıkları kitaplar çok hem de pek çoktur. Ama mesele kitap taşımak veya sade okumak değildir...
1757] Hâkim Tirmizî, s. 14
1758] Zemahşerî, IV, 103; Elmalılı, VII, 4958; V. Ulutürk, s. 82-83
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mesele bilmek ve kitapta olanları yaşamaktır. 1759
97- Kalpleri Üzerine Mühür Basılanlar
“Bu, onların iman etmeleri sonra küfretmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerine mühür basılmıştır, artık onlar incelikleri anlayamazlar.” 1760
Münâfık; dıştan mü’min görünüp içinden inkâr eden iki yüzlü insandır. Münâfıklık hareketi Hz. Peygamberin Medine’ye gelmesiyle başlar ve vefâtından kısa bir süre öncesine kadar uzanıp gider. Değişik şekiller almış olmakla beraber hiçbir zaman için bütünüyle ortadan silinmez. Sadece baş vurdukları metotlar zaman zaman değişiklik gösterir.
İşte verdiğimiz bu âyet, münâfıkların gerçek yüzünü tanıtmakta ve kendinden önceki âyetle ele alınıp değerlendirildiğinde onların hazırladıkları tuzaklardan, çevirdikleri oyunlardan mü’minleri haberdar etmektedir. Münâfıkın Sûresi’nin 3. âyeti “onların yeminlerini siper edinerek Allah’ın yolundan alıkoyduklarını” bildirmektedir. Âyette geçen “Fesâddû an sebilillah” ifâdesi iki anlamı birden içermektedir. Birincisi, “Onlar kendi nefislerini Allah yolundan alıkoyarlar.” İkincisi, “Onlar başkalarını Allah yolundan alıkoyarlar. “
Birinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler yoluyla, Müslüman toplum içinde yerlerini korumak istiyorlar ve böylece iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen imanın getirdiği sorumlulukları yerine getirmemek ve Allah’a ve Rasûlüne itaatten kaçınmak için, bu yeminleri kendilerine kolaylık sağlıyordu. İkinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler arkasına gizlenmek sûretiyle, İslâm toplumu içinde fesâd yayabiliyor ve Müslümanların sırlarını düşmanlara aktarabiliyorlardı. Ayrıca, bir yandan henüz İslâm’ı kabul etmemiş olan kimselere yanlış bilgiler vererek bu kimselerin İslâm’a girmelerini engellerken diğer yandan yeminlerini sıradan müslümanlar arasında şüphe sokmak için bir vasıta olarak kullanıyorlardı. Bu bakımdan, bunu ancak kendilerini müslüman saflarda bir müslümanmış gibi göstererek yapabilirler, asıl kimliklerini açığa vurarak yapamazlardı.
Verdiğimiz âyette “onlar inandılar” tanımlaması yani onlar, iman iddiasında bulunarak Müslümanların içine girdiler; “sonra inkâr ettiler” tanımlaması da, kalpden inanmayıp, eski küfürlerinde devam etmekle birlikte, zahiren inandıklarını söylediler demektir. Yani onlar iyice düşünerek ve planlı bir şekilde davranarak açıkça İslâm’a girmemişler ve aynı zamanda açıkça küfür yolunu da tutmamışlardır. Şu halde onlar inanmışlardı. Ama sonra küfre dönmeyi tercih etmişlerdi. Anlayışlı, yaşayan ve zevk sahibi olan bir gönül inandıktan sonra nasıl dönüp küfre dalabilir? Kimdir ki o; imanı tanıyıp onun zevkine erdikten, imanın verdiği varlık düşüncesini gördükten, imanlı yaşamanın tadını tattıktan, tertemiz iman havasında nefes alıp verdikten, iman nûrunun aydınlığında hayat sürdükten, iman gölgesinde dinlendikten sonra… Kalkar da küfrün o katı ve öldürücü havasına, o pis ve engebeli yoluna dönebilir? Kim yapar bunu? İnatçı, haset ve kalbi katılaşmış olandan başka? İkisi arasındaki farkı anlamayan, hissedip bilmeyen katı yüreklilerin dışında?
İşte bunun üzerine kalpleri mühürlenmiştir de artık hiç anlamazlar. Allah
1759] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. N. Şahinler, Lokman’ı Dinlerken; N. Şahinler, s. 305-307
1760] 63/Münâfıkun, 3
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 391 -
onlara sadık bir müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda da hakikati kavrama yeteneği kalmayıp, ahlâki duyguları tamamen silinmiştir. Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri, yani gece ve gündüz sözleri ve davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerden mahrum olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir. Bu âyet, Allah’ın kalpleri mühürleme hususunda indirdiği birçok âyetten birisidir. Onlar mecburen münâfık olmuş da değildir. Gerçekte, onlar mü’min olduklarını söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdendir. Çünkü onlar kendileri için münâfıklığı tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlâki rezilliği nasip etmiştir.
Allah’ın yarattığı psikolojik yasalar dolayısıyla küfür, kibir ve nifak, kalbin mühürlenmesine neden olur. İnsan inkâr ettikçe kalbi katılaşır, hiçbir şeye inanmaz olur. Allah, hakikati kabul etmek istek ve niyeti gösterenin kalbini mühürlemez. Ancak kâfirlerin, zorbaların kalplerini mühürler. Anlamak istemeye istemeye anlayışsızlık onların huyu, doğal durumu haline gelir. Gönül, alıştığı huylardan başkasına istek göstermez. O insan vurdumduymaz olur. Allah o kimseleri kendi nefislerine, bâtıl arzularına terk eder. İşte Allah’ın, kalpleri mühürlemesi, bu psikolojik durumu anlatmaktadır. 1761
98- Münâfıklar-Birbirine Dayandırılmış Keresteler Gibi Olanlar
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, söylerlerse, dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar giydirilip dayatılmış kof kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah kahretsin onları!.. Hakdan nasıl çevriliyorlar?” 1762
Bu âyette münâfakların dış görünüşleri, süslü püslü, boylu boslu olmaları, konuşmalarının yerinde olduğu bildirilir.. Yâni dıştan onları manzaralarıyla herkes beğenir; fakat içlerinde îman, fikir, şahsiyet, karakter ve cesaret yoktur. Korkaktırlar, her çığlığı kendi aleyhlerine zannedecek kadar ürkektirler. Allah Teâlâ onları bu halleriyle, giydirilip duvara dayatılmış kerestelere benzetmiştir. Öyle ruhsuzdurlar1763 onlar! 1764
Verdiğimiz âyet, bir önceki konumuzu içeren âyetin hem devamı, hem de tamamlayıcısı olup yine münâfıkların belirgin özelliklerini yansıtmaktadır. Âyetin tesbitine göre, münâfıklar dıştan bakınca öncelikle diğer insanları imrendirecek bir şekilde giyimleri, kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ve bedensel düzgünlükleri ile dikkat çekerler. Konuştukları zaman ise sözlerinin akıcılığı, tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları dolayısıyla güzel konuşurlar ve içinde bulundukları toplulukta ilgiyle dinlenirler.
Gerçekten de İbn Abbas’ın açıklamasına göre, Abdullah İbn Ubey yakışıklı, sıhhatli, çekici, konuşkan bir kimseydi. Onun Medine’nin ileri gelenlerinden olan arkadaşları da kendisi gibiydi. Hz. Peygamber meclise geldiğinde sırtları yastıklara dayanmış bir şekilde iddialı iddialı lâflar ederlerdi. Öyle ki onların bu halini gören bir kimse, bu muteber kişilerin, şehrin en alçak karakterli kimseleri
1761] N. Şahinler, s. 308-311
1762] 63/Münâfıkûn, 4
1763] Beyzavî, II, 478; Elmalılı, VII, 5001-5002
1764] V. Ulutürk, s. 83
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduklarını tahmin edemezdi. Ya Rasûlullah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylediği zaman resmi bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmezdi.
Yani duvar yastıklarına yaslanarak oturan bu kimseler, tıpkı “duvara dayatılmış keresteler” gibidirler. Bu ifâde, onların ahlâki duygularını yansıtmak ve insani bir öze sahip olamadıklarını vurgulamak için kullanılmıştır. Başka bir ifâde ile münâfıklar oturdukları yere dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce kurulup otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş ve kurudur. Onlar odun gibi anlayışsız veya çürümüş odun gibi içi bozuk insanlardır. Yine münâfıklar “her çağrıyı kendi aleyinde sanırlar.” Bu kısacık cümlede, onların suçlu vicdanlarının tasviri yapılmıştır. Çünkü onlar her an kalplerinde, nifaklarının ve iman iddialarının yalan olduğunun anlaşılması korkusunu taşıyorlardı. Dolayısı ile her an bu sırlarının açığa çıkmasından ya da müslümanların kendilerinin bu davranışlardan ötürü bir gün sabırlarının taşıp hesap sorabileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden şehirde küçük bir gürültü bile olsa, hesap vaktinin gelişini mi haber veriyor diye ürküp duruyorlardı. Her hareketten korkuyor, endişe ediyorlar. Her sesi ve tıkırtıyı kendi aleyhlerine sanıyorlar. Kendilerini araştırdıklarını ve durumlarının herkes tarafından bilindiğini zannederek ürperiyorlar.
Âyet bu haliyle münâfıkların müslümanlarm düşmanı olduğunu hatta onların, açıkça düşmanlık yapanlardan daha tehlikeli olduğunu haber veriyor ve iman edenlera şu uyarıyı yapıyor: “Onların görünüşlerine aldanmayın, sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline karşı her an dikkatli olun. Gerçek düşmandır onlar. Safların içine saklanmış, ordunun içine gizlenmiş olan düşman. Öyleyse sakının onlardan. Allah canlarını alsın, kahretsin onları.” Bu bir bedduâ değildir. Bu, Allah’ın, onları cezayı haketmiş olduklarına dair, haklarındaki kanaatini açıklamasıdır sadece. Yani onlar cezalandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Başka bir anlam da şu şekilde verilebilir; Yani Allah ifâdeyi lugât mânâsı ile değil, ıstılahi mânâsı ile kullanmış olabilir. Bu takdirde anlam, “Allah onları kahretsin” şeklinde olur. Böylelikle Allah onların ihânetlerinin şiddetini vurgulamış olmaktadır, bedduâ etmiş değil. 1765
99- Tevbe-i Nasûh İle Tevbe Edenler
“Ey iman edenler! Etkili öğüt veren, bir tevbe (nasûh) ile Allah’a yönelin. Umulur ki Rabbiniz çirkinliklerinizi ve günahlarınızı örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenlerı utandırmayacaktır. Onların nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup-parıldar. Şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla! Sen her şeye Kadimsin, her şeye gücün yeter.” 1766
Nasûh: Nush kökünden gelen bir abartma kipidir ve çok öğüt veren demektir. Tevbe, çok öğüt verici olarak nitelendirilmiştir. Yani, sahibine, günahı bırakmasını öğütleyen, onu günahtan kurtaran sadık bir tevbe ile tevbe ediniz, Allah’a dönünüz demektir. Bir tefsire göre de nasûh, elbiseyi dikmek anlamına gelir. Burada yırtılan dini buyrukları diken, ruh elbisesinde açılan yırtıkları onaran bir
1765] N. Şahinler, s. 312-314
1766] 66/Tahrîm, 8
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 393 -
tevbe ile tevbe ediniz demektir.1767 Bu bakımdan, “nasûh bir tevbe” dendiğinde lügat anlamı olarak kendisinde riyâ ve nifaktan bir-şey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yahut günahlardan tevbe edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veya kişinin işlediği bir günahtan tevbe edip, düzelmiş olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da başkalarına örnek ve onların kurtuluşlarına vesile olacak derecede tevbe ederek, hayatını düzene koyması da anlaşılabilir. Tüm bunlar ifâdenin lügat karşılıklarıdır.
Istılahî anlamı ise hadisler vasıtasıyla elde edilmektedir. Örneğin İbn Ebi Hatim’in Zirr bin Hubeyş’ten naklettiğine göre, o şöyle demiştir: Ben Ubey bin Kab’e “tevbeten nasûha”nın anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi: “Bu soruyu ben de Rasûlullah’a sordum ve O bana: “Bir günah işlediğinde, günahından pişmanlık duyup, Allah’tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir” dedi.
Aynı anlamda bir söz İbn Mesud, Hz. Ömer, İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Başka bir rivâyette Hz. Ömer nasûh tevbesini şöyle tarif etmiştir: “Kişinin bir günahını tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile getirmemesidir.”1768 Hz. Ali, bir defasında bir bedevînin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve “Bu sahte bir tevbedir” der. Bedevî: “O halde sahih tevbe nasıl olur?” diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: “Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gereklidir:
1) Yaptığına pişman olman,
2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen,
3) Gasbettiğin Hakkı geri vermen,
4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen,
5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen,
6) Nefsini Allah’a itaatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah’a itaat ederken de sıkıntı çekmen.”1769
Tevbe ile ilgili bazı özellikleri şöyle verebiliriz: Birincisi, tevbe, kişinin Allah’a yaptığı itaatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendine söz vermesi yahut sıhhat, kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla alkol kullanmaktan vazgeçmek tevbe tanımına girmez. İkincisi, Allah’a itaatsizlik yaptığını hisseden kimse, hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telafi yoluna gitmelidir. Üçüncüsü, tevbe ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tekrar tevbe edip günah işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tevbenin asıl ruhu, insanın işlediği günah sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte pişman olmamış demektir. Dördüncüsü, samimiyetle tevbe edip, bir daha o günahı işlememeye azmeden kimse, yine de beşeri zaaf dolayısıyla aynı günahı işlediğinde, tevbe ettiği günah tazelenmiş olmaz. Bu nedenle o kimsenin sonra işlediği günahından tevbe edip, bu günahı
1767] Mefatihu’l-Ğayb, III/47
1768] İbn Cerir
1769] Keşşaf
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle azmetmelidir. Beşinci, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha önce işlediği günahtan halâ haz alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe yapmalıdır. Ta ki o günahını hatırladığında pişmanlık duyana kadar... Bu bakımdan gerçekten Allah korkusuyla, işlediği günahtan tevbe eden kimse, artık o günahından haz almaz. Çünkü o Allah’a itaatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan haz almaya devam ediyorsa, bu onun kalbinde, Allah korkusunun henüz kök salmadığının işaretidir.
Verdiğimiz âyetin lâfzı iyice düşünüldüğünde, “tevbe ederseniz, sizi Muhakkak affedeceğim ve cennete koyacağım” denilmediği farkedilecektir. Sadece “samimiyetle tevbe ederseniz ola ki Allah sizi affeder ve cennetine koyar” şeklinde ümit verilmektedir. Bunun anlamı şudur: Günah işleyen bir kimseye ceza verilmeyip, onu affettikten sonra Allah’ın cennete sokması vâcip değildir. Ancak onun günahını affedip, onu mükâfatlandırmak Allah’ın bir lütfü olur. Dolayısıyla bir kul Allah’tan mağfiret ümit etmeli ama tevbe ettikten sonra affedilirim diye günah işlememelidir.
Verdiğimiz âyette yer alan “o gün Allah, peygamberi ve onunla birlik iman edenlerı utandırmayacaktır” ifâdesi şu anlama gelebilir: “Bir mü’minin yaptığı iyi ameller ve onların mükâfatı yok olmaz. Yani kâfir ve münâfıklar, mü’minler hakkında “inandılar da ne oldu?” diyebilme fırsatını asla elde edemeyeceklerdir. Sonuçta zelil ve rezil olanlar Allah’a isyan edenlerdir, itaat edenler değildir. “Şüphesiz ki Allah’ın, mü’minleri peygamberine bağlayarak, herkesin perişan olduğu o günde şerefli bir saf halinde göstermesi gerçekten son derece büyük bir ikram ve insanı imrendirici bir lütufdur. Yine âyette, mü’minlerin önlerindeki nûrun, haşr meydanından cennete kadar beraberlerinde geleceği anlaşılmaktadır. Haşr meydanında cehennem ehli karanlıklar içerisinde çırpınıp dururlarken, mü’minler bu nur ile yollarında yürüyeceklerdir. Herkesin karanlıklar içerisinde ahu figan eylediği böylesine nazik bir atmosferde, mü’minler de kendi işledikleri günah ve hataları düşünüp, “sakın biz de bu nurdan mahrum olup, o bedbahtların haline düşmeyelim!” diye bu nûrun kendilerine yetip yetmeyeceği endişesi içerisinde olacaklar ve şöyle duâ edeceklerdir :”Rabbimiz nûrumuzu tamamla, bize mağfiret et, bu nur bize cennete kadar yetsin.”
Dillerin tutulduğu, kalplerin durduğu bu sıkıntı dolu günde böyle bir duâ onun kabul olunduğunun ifâdesinden başka bir şey değildir. Çünkü; “Allah (c.c.), mü’min kullarına böyle bir duâyı ilham ederse İlâhî kader onun muhakkak kabul olacağını gösterir.” Çünkü bu hallerde duâ bir nimettir ve bu Allah’ın ihsan ettiği aydınlık ve diğer ikramlara ilâve bir nimettir. 1770
100- İki İmansız, İki İmanlı Kadın
“Allah inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verir: Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikahı) altında idiler, onlara hıyanet ettiler (inkârlarını gizlemişlerdi.), kocaları, Allah’dan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına “Haydi girenlerle beraber siz de ateşe girin.” denildi, Allah, iman edenlera da Firavn’ın karısını misal gösterir: O, “Rabbim, katından bana cennette bir ev yap, beni Firavn’dan ve onun (kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zâlim toplumdan kurtar,” demişti. (Yine Allah, iman edenlera), İmran’ın kızı
1770] N. Şahinler, s. 315-319
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 395 -
Meryem’i de (misal verir). O, namusunu (kale gibi) korumuştu. Ona ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitablarım tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu.” 1771
Birinci meselde Nûh ve Lût’un (a.s.) hanımlarını Yüce Allah, en yakınları olduğu halde, o peygamberlere dinlerinde hıyânet ettikleri için, inkârcılara örnek olarak göstermiştir. Yani onlar, imansız oldukları için, en yakınları oldukları halde, bu iki mübarek peygamber onları kurtaramamışlardır.1772 Nûh’un (a.s.) karısı, imansızlara, kocasının mecnûn olduğunu söylerdi. Lût’un (a.s.) karısı da, kocası bir erkek misafir alınca, imansız kavmine onu haber verirdi.1773 İşte bunların âleme ibretlik mesel olan halleri, bu boyutta olduğu için, onlara “Haydi girenlerle beraber siz de ateşe girin.” denildi. Bütün kâfirler için böylece kötü bir örnek oldular. 1774
İkinci temsilde de Allah Teâlâ, iman edenlera, Firavn’ın karısı Âsiye’yi1775 ve İmran kızı Meryem’i örnek vermiştir. Mü’minler eğer sağlam bir imana sahib olurlarsa, kâfirlerle ne kadar içice olsalar bile, bu onlara bir zarar vermez ve sevablarından birşey eksiltmez. Allah’a yakınlıklarına mani olmaz. Âsiye, Allah düşmanlarının en ileri geleninin karısı olduğu halde, mü’minlere örnek bir kadın olarak Kur’ân’da bir mesel olmuştur. Hz. Meryem’in ise, zaten dünyada ve âhirette, kadınlar içinde seçkin bir yeri vardı.1776 Bunda Hz. Peygamberimiz’in pâk zevcelerine de bir ta’rîz olabilir. Bu, Hz. Peygambere güvenmeyin, iyi amellerle Allah’ın rızasını kazanmaya bakın, demektir. 1777
101- Mü’min ve Kâfirin Gidişi -Yüzükoyun Sürünenler
“Şimdi yüzüstü kapanarak sürünen mi doğru gider, yoksa dosdoğru yol üzerinde düpedüz (ayakta) yürüyen mi?” 1778
Bu âyet de yüzüstü sürünen kâfirin temsilidir. Ayakta, dümdüz yolda yürüyen de mü’minin meselidir.1779 Kâfirler bu dünyada nasıl, hakikate böyle ters iseler, rivâyete göre, âhirette de Allah Teâlâ onları yüzleri üstü haşredecektir.1780 Bu mesele Allah onların manevî tersliklerini, müşahhas olarak anlatmıştır. Bu iki grubun mukayesesi 6/En’âm, 81. âyet-i kerimesinde de vardır. “(...) Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gurubdan hangisi: (mü’minler mi, müşrikler mi) güvende olmaya daha lâyıktır?” 1781
Âyette mü’min ile kâfir arasındaki farkı ortaya koymada çarpıcı bir benzetme yapılmıştır. Hayvanlar, insanlardan yana fayda sağlasınlar diye yaratılmış ve onların buyruğuna verilmiştir, insanoğlu en şerefli canlı olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak bulunuyor; o bakımdan da iki ayak üzeri dimdik durabilme nimetine erdirilmiştir. Hayvanlar ise, insanların istifâdesine verildiği için çoğu
1771] 66/Tahrîm, 10-12
1772] Beyzavî, II, 488
1773] İbn Kesîr, IV, 393
1774] Elmalılı, VII, 5131
1775] İbn Kesir, IV, 394
1776] Zemahşeri, IV, 131
1777] Ş. Mansûr, s. 212; V. Ulutürk, s. 83-85
1778] 67/Mülk, 22
1779] Zemahşerî IV, 139
1780] İbn Kesir, IV, 399
1781] V. Ulutürk, s. 54-55
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüzükoyun iki veya dört ayaklı, ya da sürüngen olarak yaratılmışlardır. İnsanla hayvan arasındaki bu açık fark ne ise, inkârcıyla mü’min arasındaki fark odur. Birinin kalbi eğiktir, diğerinin kalbi doğru ve düzenlidir. Bu gerçeği 7/A’râf, 179. âyet daha açık bir ifâdeyle vurgulamaktadır: “Yemin olsun ki Biz, insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık. Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar, gözleri var bunların, onlarla görmezler; kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridir bunlar.” 1782
Yüzükoyun sürünen ya doğrudan doğruya ayaklarıyla değil de hedefe varmak için yüzüstü sürünerek giden kimsedir. Yahut ta yolda yürürken ayağı kayıp yüzü koyun düşen sonra yeniden ayağa kalkıp tekrar aynı şekilde düşen kimsedir. Her iki hal de zor, acı ve sıkıntı dolu haldir. Kişiyi doğru bir yola ve iyi bir sonuca ulaştırmaz. Hiç böyle yürüyenle, sağa sola sapmadan, ayağı kaymadan dosdoğru yolunda yürüyen, hedefi belirli, gideceği nokta kesin olan kimse bir olur mu?
Birincilerin durumu Allah’ın yolundan sapan, Allah’ın kanunlarıyla çatışan, doğru yoldan mahrum insanların halidir. Onlar yürürken tabii/fıtri kanunlara karşı çıkarlar. Kâinat kanunlarının (sünnetullah) dışında bir yol takip etmek isterler. Bunun için de sürekli bir çatışma, devamlı bir kayma ve ebedî bir yorgunluk içerisinde sapıtıp kalırlar. İkincilerin durumu ise, kendisini Allah’ın yoluna veren ve Allah’ın hidâyetiyle yol alan mesut kimselerin halidir. Onlar düzgün ve mamur yollarda İlâhî kanunlar uyarınca hareket ederler. Bu yol iman kafilesinin hamd ve sena ile yürüdüğü yoldur. Yine bu yol, bütün canlı ve cansız yaratılmış tüm varlıkların takip ettiği yoldur.
Şurası muhakkak ki iman hayatı, doğruluk, dürüstlük ve kolaylık yoludur. Küfür hayatı ise zorluk, sapıklık ve düşkünlük yoludur. Âyetin sonunda yeralan “hangi yolun daha doğru olduğu?” konusundaki soru ise cevap vermeyi gerektirecek bir kapalılıktan kaynaklanmamaktadır. Buradaki soru, sadece gerçeğin bir kez daha açıklanması ve cevaplandırılması içindir. Soru ve cevap zaten satırlarda ardarda yer almaktadır. Gaye, bu hareketli tablonun gözler önünde yeniden canlandırılmasıdır. İşte bu aynı zamanda Kur’an’ın ifâdeleri tasvir etmekte kullandığı bir metottur. 1783
102- Burnu Üzerine Damga Basılanlar
“Biz, yakında onun burnu üzerine damga basacağız.” 1784
Verdiğimiz bu âyeti, kendinden önceki âyetlerle bağlantılı olarak değerlendirdiğimizde “burunlarına damga basılan” insanların kimler olduğunu daha açık bir şekilde görmekteyiz. Bu insanlar; yalan söyleyen, yağcılık yapan, yemin edip duran, insanları kötüleyen, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, mal ve evlât çokluğu ile övünen ve daha da, ilerisi Allah’ın âyetlerine “eskilerin masalları” diyenlerdir. Hatta 68/Kalem, 10’da Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlünü bu aşağılık insanlara itaat etmeme konusunda uyarmaktadır.
İşte bu insanların yakında Allah, burunlarının üstünü ateşle damgalayıp işaretleyeceğini; yani kibirlerini kırıp şişmiş burunlarını yere sürteceğini haber
1782] 7/A’râf, 179
1783] N. Şahinler, s. 320-322
1784] 68/Kalem, 16
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 397 -
vermektedir. Âyette geçen “hortum” kelimesi kibirli insanın burnundan kinayedir. Bu burun üzerine konulan işaret de Bedir günü kılıçla vurmak yahut kıyâmet günü ateşle dağlayıp o kişinin azaplık olduğunu belirlemektir.1785 “Burnu büyümek”, “burun şişirmek” kibir ve gurur fiiline işarettir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna damga vurmak en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama mânâsı vardır. Onun için Hz. Peygamber, hayvanların bile yüzlerinden damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana lânet etmiştir.1786 Yüzde burun ise en önde olduğu için en göze batan, ilk sakınılması gereken, şeref ve onur işareti sayılan ve ondan dolayı en muhterem secde yeri olan bir uzuvdur.
Kısacası hortumunu (burnunu) dağlamak, damgalamak, bizim kullandığımız “burnunu kırmak” deyiminde olduğu gibi gerek maddî olsun, gerek mânevî, gerek dünya ile ilgili olsun, gerekse âhiretle ilgili son derece aşağılama mânâsınadır. Âyette geçen ifâdenin “tekil zamir” olması, müfessirleri bu şekilde nitelenen kişinin Velîd ibn Muğire olduğu konusunda birleştirmiştir. Fakat müşriklerin genel karakterini çizen bu âyetlerden sadece bir kişi değil, genellikle Hz. Muhammed’in peygamberliğine karşı çıkan tüm lider takımı anlaşılmalıdır. 1787
103- Fakire Vermeyen Bahçe Sahipleri
“Biz bunlara da belâ verdik, şu bahçe sahiblerine belâ verdiğimiz gibi: Hani onlar, sabah olunca (kimse görmeden onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi, istisna da etmiyorlardı (inşaallah bile demiyorlardı). Fakat onlar uyurlarken, hemen gönderilen dolaşıcı bir belâ onu sardı da, bahçe simsiyah kesiliverdi. Sabahleyin erken: ‘Ürünlerinizi devşirecekseniz erken çıkın’ diye, birbirlerine seslendiler. ‘Bugün orada hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulmasın’ diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken, böyle konuşarak erkenden gittiler. Fakat bahçeyi görünce, ‘Herhalde yolu şaşırdık. Hayır, doğrusu biz mahrum bırakıldık’ dediler. Orta (yolda giden) iyileri, “Ben size demedim mi? Rabbinizi, tesbih etmeniz gerekmez miydi’ dedi. ‘Rabbimizi tesbîh ederiz, doğrusu biz yazık etmişiz’ dediler ve (şimdi) dönüp birbirlerini kınamaya başladılar: ‘Yazık bize, dediler, biz azgınlarmışız. Belki Rabbimiz bize bundan daha İyisini verir; doğrusu artık Rabbimizden diliyoruz.’ İşte azab böyledir. Âhiret azabı ise, elbette daha büyüktür; keşke bilseler.” 1788
Bu âyetlerde mesel olan kıssa, Yemen’de San’a yakınlarındaki Savran denilen yerde geçer. Orada sâlih bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ondan Allah hakkını fakirlere verirdi. Derken vefât etti, bağ çocuklarına kaldı. Onlar, insanlara, bağın ürününden onların Hakkı olanı vermediler. Neticesi işte yukarıdaki âyetlerde anlatıldığı gibi oldu. Onlar da, dillere destan, âleme ibretlik. bir mesel olarak, başlarına gelen bu olayla, Kur’ân’da yerlerini aldılar. Araplar bu kıssayı bilirlerdi, onun için Allah Teâlâ, Kur’ân’da bu olayı hatırlatmaktadır. 1789
104- Allah Rasûlünü Gözleri ile Yıkmak İsteyenler
“O küfretmekte olanlar, zikri/Kur’an’ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle
1785] et-Teshîl, 4/138
1786] Müslim, Libas 107
1787] N. Şahinler, s. 323-324
1788] 68/Kalem, 17-33
1789] İbn Kesir, IV, 406; Zemahşerî, IV, 144-145; Beyzavî, II, 495-496; V. Ulutürk, s. 85-86
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yıkıp-devireceklerdi. ‘O gerçekten bir delidir’ diyorlar. Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 1790
Verdiğimiz âyetlerde müşriklerin, Hz. Muhammed’e karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık tasvir edilmektedir. Onlar, Peygamber’in Kur’an okuduğunu duydukça âdeta gözleriyle onu yerinden kaydıracak, yiyecek, helâk edecek veya etkileyecek, nazar değdirecek gibi bakıyorlar ve O’na “mecnun” diyorlardı.
Mecnun; cinlenmiş demektir. Araplar şairlerin, sihirbazların ve kahinlerin cinlerden ilham aldıklarına, herhangi bir dnnin etkisine girip onun telkin ettiği sözleri söylediklerine inanırlardı. Hz. Muhammed’in de şair, kâhin veya sâhir (sihir yapan) gibi cinnin etkisi altına girdiğini, söylediği sözlerin ona, cin tarafından telkin edildiğini sanıyorlar ve bu yüzden ona şair, kahin, sahir veya mecnun diyorlardı ki, bunların hepsi cinle ilişki kuran, cinnin etkisinde hareket eden kimseler olarak kabul edilirdi.
Bu nedenle Allah, Kur’an’ın bir cin telkini olmayıp kendi vahyi olduğunu belirtmek için “O, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir” buyurmuştur. Çünkü cin telkinleri saçma sapan birtakım kafiyelerden dizilmiş tutarsız sözlerdir. Onlarda hikmet ve öğüt yoktur. Oysa bu Kur’an yapmacık sözlerden uzak, baştan başa hikmet ve öğütle doludur ve kendisini dinleyenlere şan ve şereftir. Âyette yeralan “âlemler” tâbiriyle bütün Arap kabileleri kasdedilmiş olabileceği gibi bütün insanlık da kasdedilmiş olabilir. Kur’an’ın daha sonra inmiş âyetleri de göz önünde bulundurulunca, birinci mânânın daha güçlü olduğu anlaşılır. Ama yine de bu tâbir için de Risalet-i Muhammediyye’nin evrenselliğine işaret vardır.
Bu âyet indiği zaman İslâm davası henüz Mekke devrini yaşıyordu. Bunca inkârla karşı karşıyaydı. İslâm’ın peygamberi bu zehirli bakışlara maruz kalıyordu. Müşrikler onunla savaşmak için ellerinden geleni geri koymuyorlardı. İşte o ilk anlarda, bu sıkıntı hisarları arasında İslâm evrenselliğini ilan ediyor. Günümüzde bir takım iftiracıların iddia ettiği gibi İslâm’ın evrensellik sıfatı sonradan Medine’de zafer kazanınca ortaya çıkmış olan bir sıfat değildi. Tam aksine Mekke devrinin daha ilk günlerinde bu sıfat ortaya konmuştu. Çünkü doğuşundan beri özünde var olan bir gerçekti bu.
“Gözleriyle seni yıkacaklar” ifâdesine Kelbî, “seni, risaletini tebliğ görevinden çevireceklerdi”, Hasan Basri: “Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi”, İbn Kuteybe: “Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi mânâsını kasdetmemiştir. Sen Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi” mânâsını vermişlerdir. 1791
105- Boyunlarını Uzatarak Kaçanlar
“Şimdi küfretmekte olanlara ne oluyor ki, boyunlarını sana uzatıp koşuyorlar. Sağdan ve soldan halka halka olarak.”1792
Verdiğimiz âyetlerde nankörlerin, Hz. Muhammed’e doğru koşup gelmeleri, onun yanında grup grup oturup, ondan duyduklarını hayretle karşılayarak
1790] 68/Kalem, 51-52
1791] N. Şahinler, s. 325-327
1792] 70/Meâric, 36-37
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 399 -
birbirleriyle konuşmaları kınanıyor. Bunlar samimi olsalardı, gelip bir arada topluca oturur, Kur’an’ı edeple dinlerlerdi. Ama hem geliyorlar, hem de kendi aralarında grup grup oturup konuşuyorlar. Hz. Peygamber (s.a.s.) insanları Hakk’a dâvet için Kur’an okurken onlar kendi aralarında konuşup meclisin sükunet ve huzurunu bozuyorlar. Onlar bu halleriyle cennete gireceklerini mi umuyorlar? Hayır, Allah’ın elçisine ve sözüne karşı saygısız davrananlar cennete giremezler. Bugün Peygamber’e alaylı gözlerle bakanlar, yarın âhirette utançlarından yüzlerini kaldırıp karşıya bakamazlar, gözleri önlerine düşer.
Müşrikler, Hz. Peygamberin çevresinde grup grup oturur onu dinler, fakat ciddiyetle dinlemez, söyledikleriyle alay ederlerdi. Ve birbirlerine: “Muhammed’in dediği gibi eğer şunlar cennete girerse biz onlardan önce cennete gireriz” derlerdi. İşte âyetlerde onların bu davranışı kınanmaktadır. Âyetin metninde geçen “muhtıi’ne” kelimesi hızlı adımlarla koşan ve sürükleniyormuşcasma boynunu uzatan kimse demektir, “i’zine” kelimesi ise halkalanmak demektir. Böylece âyetin ifâdesinde küfredenlerin şüpheli hareketleriyle gizliden gizliye alay edilmekte ve taşıdıkları ruh hali canlandırılmaktadır. Onlar Hz. Peygamber’i dinleyip doğru yolu bulmak için hızlı adımlarla koşmuyorlar. Fakat dehşetle onu görür görmez aleyhinde hile ve oyunlar hazırlamak üzere halkalanıp konuşuyorlar.
Kur’an böyle bir davranış içerisinde bulunanlara şöyle seslenmektedir: “Yoksa onlar küfrettikleri, peygambere işkence yaptıkları, Kur’an’ı dinledikleri, hile yapmak için toplandıkları halde Allah katında büyük yerleri olduğunu mu sanıyorlar? Ve bu yerlerinin ağırlığından dolayı Allah’ın ölçüsünde de bir ağırlıkları bulunup Naim Cenneti’ne girdirileceklerini mi zannediyorlar?”1793 Bu sorunun cevabını yine Kur’an’ın kendisi tek kelime ile cevaplıyor: “Hayır”. 1794
106- Dikilmiş Putlara Doğru Akın Akın Koşanlar
“O gün kabirlerinden fırlayarak çıkarlar. Dikilmiş putlara doğru akın akın gider gibidirler. Gözleri yere eğik; bir zillet kuşatmıştır onları. İşte bu gündür onlara vaat edilmiş olan.” 1795
Verdiğimiz âyetler kıyâmet gününde müşriklerin karşılaşacakları durumu ortaya koymaktadır. Kıyâmet gününde onlar hızla kabirlerinden çıkar, dikilmiş putlara koşarcasına koşarlar. Çünkü onlar dünyada putlarına nasıl koşuyor idiyseler, âhirette de hesap yerine öyle koşarlar. Fakat orada gözleri öne düşüktür, dünyadaki gibi kibirleri kalmamıştır. Utanç ve korkularından şimdi artık yukarıya değil, önlerine bakarlar. Yüzlerini alçaklık bürümüş, kendilerini üzüntü kaplamıştır. İşte onlara haber verilen kıyâmet günü, böyle bir gündür.
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” sözü artık tecelli etmiştir. Âyette geçen “nusb” kelimesi Allah’ın yerine ve yanına konulan yedek ilâhları sembolize eden dikili taşlar ve putlardır. Müşrikler dünyada iken bu putları selamlamak, önlerinde saygı duruşu yapmak, çelenk koymak ve hatta şeref defterlerini imzalamak için birbirleriyle yarış edercesine nasıl acele koşuyorlarsa, hesap yerine çağrıldıkları zaman da aynı şekilde hızlı hızlı kabirlerinden kalkarlar.
1793] 70/Meâric, 38
1794] 70/Meâric, 39;N. Şahinler, s. 328-329
1795] 70/Meâric, 43-44
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetin ifâdesinde kullanılan bu benzetme sanki müşriklerin gururlanıp böbürlenmelerine karşı gizli bir alay içermekte, şüphe duydukları, yalanladıkları ve çabucak gelmesini istedikleri günde karşılaşacakları kaçınılmaz sonu kendilerine hatırlatmaktadır. Ama iş işten geçmiş “vadolunan gün” gelmiştir. Özetle söylemek gerekirse; “yaşadıkları günle bugün arasında çok büyük farklar vardır.” 1796
107- Cehennem Odunları
“Nihâyet bizden Allah’a teslim olanlar da var, haksızlığa sapıp çizgiden çıkanlar da var. Allah’a teslim olanlar, işte onlar doğruyu ve hayrı aramışlardır. Haksızlığa sapanlar ise cehenneme odun olmuşlardır.” 1797
Kur’an’ın 72. sûresi olan “Cin Sûresi”, 1. âyetinden 15. âyetine kadar bir grup cinnin Kur’ân-ı Kerim’i dinledikten sonra nasıl iman ettiklerini ve bu doğrultuda çok olumlu görüş ortaya koyan sözlerini içermektedir. Bu sözlerden bazıları da yukarıda verdiğimiz âyetleri oluşturmaktadır. Bu âyetlerde cinler; kendilerinin içinde de müslümanlar ve haktan sapanlar bulunduğunu, müslüman olanların doğru yolu arayıp bulduklarını, yoldan sapanların ise cehenneme odun olduklarını itiraf etmişlerdir.
Cinn: Cins ismi olup, tekili cinnidir. Gözle görülmeyen birtakım varlıklara “cinn” denir. Bu kelimenin kökünde gizlilik anlamı vardır. “Cenne”, örttü, gizledi; “cunneh”, kalkan yani sahibini örtüp koruyan siper; “Cenin” ana rahmindeki çocuk, “cenan” bedendeki kalb; “Cennet” ağaçların zeminini örttüğü bahçe; “Cünun” aklı örten hastalık demektir. İnsanın karşılığı olarak gözden gizli birtakım varlıklara “cinn” denir ki bu genel anlamda bütün ruhsal varlıklar: melekler, şeytanlar bu tâbirin içine girer. Bir başka tanıma göre cinn, ruhsal varlıkların hepsi değil, bir kısmıdır. Cinler latif varlıklardır. Âteşten yaratılan ve insanlar gibi sorumlu olan cinlerin de müslümanı, kâfiri, iyisi ve kötüsü vardır.1798 Onlar da bu dünyada yaptıkları işlere göre hesaba çekilecek, âhirette cennete veya cehenneme gireceklerdir. 1799
Şimdi, eğer cin ateşten yaratılmış ise bunlar cehennem ateşine atıldıklarında, ateşten oldukları için bir şey olmayacaktır şeklinde bir soru sorulabilir. Bu soruya şöyle yaklaşmamız mümkündür: Kur’an’a göre insan da topraktan yaratılmış değil midir? Örneğin, insana taş gibi olmuş bir kuru toprak parçası atılsa o kişinin canı yanacaktır. Aslında insanın cismi yeryüzü maddelerinden yaratılmışsa da bu madde et, deri, kemik vs. gibi değişik bir hal almıştır. Ama o maddelerden insan bir acı çekebilir. Aynı yaklaşımla cin de yapı itibarıyla ateşten yaratılmış bir mahlûktur, ama daha sonra can ve his taşıyan bir mahlûk haline gelmiştir. Ve dolayısıyla ateş ona ceza verebilir. 1800
108- Cehennemin Bekçileri
“Cehennemin bekçilerini, yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkâr edenlerin denenmesini ve kendilerine kitab verilenlerin kesin bilgi edinmesini, iman edenlerın da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitab verilenler ve
1796] N. Şahinler, s. 330-331
1797] 72/Cin, 14-15
1798] 15/Hicr, 27
1799] 7/A’râf, 179; 46/Ahkaf, 31
1800] N. Şahinler, s. 332-333
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 401 -
mü’minler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkârcılar, ‘Allah bu misalle neyi murat etti?’ desinler. İşte Allah, böylece dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibârettir.” 1801
Bu âyetlerde, cehennemin bekçilerinin melekler, yani Zebaniler olduğu ve sayılarının da on dokuz olduğu1802 bildirilir. Bu, bir iman konusudur, akılla bilinemez. İşte Cenâb-ı Allah, böyle mesellerle, anlaşılamayacak misallerle de insanları imtihan etmiştir. İman edenler, tereddütsüz hemen iman etmişler, kalplerinde hastalık olanlar ise, “Allah bu mesellerle neyi murad etti?” demişlerdir, işte Allah insanları, böyle mahiyetini bilemeyecekleri garib ve acaib sayılarla, misallerle, mesellerle de imtihan edip, imanlarını denemiştir. 1803
109- Öğütten ve Hakikatten Kaçanlar-Arslandan Korkup Kaçan Yaban Eşekleri Gibi Olanlar
“Öyleyken bunlara ne oluyor ki öğütten yüzçeviriyorlar? Arslandan ürkmüş yabanî eşekler gibi...”1804Kur’ân’dan ve öğütten sanki, arslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi kaçarlar. Öğütten kaçanları Allah, işte böyle benzetmiştir. 1805
Verdiğimiz âyetlerde Kur’an’dan yüz çeviren, Kur’an’ı arkasına atanlar, inkâr ve sapıklıkta ısrar edip Hakk’ın sesine kulak vermeyen ve üstelik bu sesten nefret edip uzaklaşan müşrikler, arslandan korkup kaçan ürkek eşeklere benzetiliyor.
Bu benzetme bir arapça deyimdir. Yabani eşeklerin özelliklerinden biri de, bir tehlike hissettikleri zaman korkup, öyle kaçarlar ki başka bir hayvan böyle kaçamaz. Bu yüzden araplar çok korkarak aklı başından gitmişcesine kaçan bir kimseyi arslan ya da avcı görmüş yaban eşeğinin kaçışına benzetmektedirler.
Âyette geçen “kasvere” kelimesi “kasr” kökünden türetilmiş bir kelime olarak zorlu, zorba demek gibi olup “zorlu avcı alayı” veya “arslan” mânâlarına karşılık gelmektedir. İşte Kur’an ile verilen Allah öğüdünden kaçan, onu dinlemek istemeyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Oysa o zavallı vahşi eşeklerin kaçmaları bir çaresizlik olmakla beraber yine de tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir kurtuluş, bir umut, bir fayda düşünülebilir. Ama ya öğütten kaçanlar, onlar tehlikeden değil, kurtuluştan, kurtarıcıdan kaçıyor, faydalarını bırakıp yok oluşa koşuyorlar.
Bu kaçışlarıyla insan vasfından çıkıp vahşi hayvanlara dönüyorlar. Bu hal korkularından ve tehdit edilmelerinden değil de Rablerinin ve O’na varışın onlara hatırlatılması sonucu doğuyor. Onlara bu elem verici korkunç günden, o azap verici sıkıntılı yerden korunmaları için bir fırsat tanınmakta fakat bunu anlamıyorlar. Bugün de Allah’ın varlığına, birliğine, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna; aynı zamanda kurtuluşun ve mutluluğun İslâmî bir hayatı yaşamakla mümkün olduğuna yönelik çağrılara kulaklarını tıkayıp kaçanlar eksik değildir. Kur’an’ın bu benzetmesi her çağ ve dönemde canlı bir sahne olarak gören gözler önünde tecelli etmektedir.
1801] 74/Müddessir, 31
1802] 74/Müddessir, 30
1803] Zemahşerî, IV, 185; Elmalılı, VIII, 5459; Beyzavî, II, 519; V. Ulutürk, s. 86-87
1804] 74/Müddessir, 49-51
1805] V. Ulutürk, s. 87
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün bu söylediklerimizi tek bir cümlede söylemeye çalışırsak; “herkes korktuğundan kaçar, Allah’tan korkan ise gazabından rahmetine sığınarak yine O’na kaçar.” Çünkü Kur’an’ın ifâdesiyle: “Korkulmaya değer olan da O’dur; bağışlamaya layık olan da O’dur.” 1806
110- Ayakları Birbirine Dolaşanlar
“Hayır; can köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, “son müdahaleyi yapacak kim” denir. Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu kavrayıp/anlamıştır. (Ölüm korkusundan) Ayaklar da birbirine dolaştığında; O gün sevk yalnızca Rabbinedir.” 1807
Verdiğimiz âyetlerde, insanın can verme hali ve bedenden ayrılan ruhun Allah’ın huzuruna götürülüşü anlatılmaktadır. 26. âyetin sonunda geçen “terâki” kelimesi köprücük kemikleri demektir. Bu ifâdeyle anlatılmak istenen ruhun bedeninden ayrılıp köprücük kemiğine ulaşmasıyla artık ölüm halinin başladığı işaretidir. Yani can boğaza çıkmış, son nefesi vermek üzere iken, işte bu anda her şey bitmiş gözleri yuvalarından kaydıran büyük sıkıntı gelip çatmıştır. Etrafındakiler ise bu son anda bir şeyler yapabilmek, kurtarıcı çareler aramak üzere çırpınıp dururlar: “Tedavi edecek, son müdahaleyi yapacak kimse yok mudur?” Sanki bulacakları çare fayda verecek, son nefesini veren geriye dönecekmiş gibi!
27. âyette yer alan “râkin” kelimesi “Rukye” kelimesinden türemedir. Üfürükçülük ve muskacılık anlamına gelir. “Râki” demek ise, yukarıya doğru tırmanmaktır. Şimdi eğer biz bunu ilk manada alırsak o zaman anlatım, deva bulamayan hastayı hemen acele okuyacak birisini aramak olur. Eğer ikinci manada alırsak, bu sefer anlamı meleklerin; “bu ruhu kim alacak, azap melekleri mi yoksa rahmet melekleri mi?” diye sormalarıdır. Diğer bir ifâde ile, bir kimse öldüğü zaman âhirette nereye gireceğinin kararı alınmaktadır. Yani eğer sâlih bir insan ise onu rahmet melekleri götürecek ve eğer kötü bir insan ise o zaman onun yanma kimse yaklaşmayacak ve azap melekleri onun ruhunu alacaktır.
O can çekişen, nefesi tıkanan, ölmek üzere olan kişi o anda anlar ki başına gelen hakkın emridir. Âyetin ifâdesiyle; tam ayrılıktır, sevgili dünyasından, nimetlerden ve bütün uzuvların birbirlerinden “elveda/ayrılık” diye diye acı ve keder içinde ayrıldığı tam ayrılıktır. O an bunu anlamış “ölüm korkusundan bacak bacağa dolaşmıştır.” Bacağın bacağa dolaşması, tenden çıkan ruhun, âhiret hesabından korkma durumunu, ya da ölenin cesedinin kuruyup bacaklarının birbirine yapışmasını veya kefene konup birbirine birleştirilmesini tasvir eder ki, ikinci ve üçüncü anlam daha uygundur.
Âyetlerde ortaya konulan sahne hakikaten çok şeyler ifâde etmektedir. Her âyet bir hareketi ortaya koymakta, her bölüm bir ışık tutmaktadır. Son nefes, bu acı ve katı, aynı zamanda karşı gelinmeyen ve geri çevrilemeyen hakikat karşısında, korkular, şaşkınlıklar ve feryatlar dile gelmektedir. Daha sonra kurtuluşu olmayan bir son gelip çatmaktadır. Her çare boşa gitmiş, her tedbir aciz kalmış, her canlının en sonunda varacağı biricik yol ortaya çıkmıştır: “O gün Rablerinin huzuruna doğru sevk olunurlar.” Âyette geçen “mesak” sevk anlamınadır. Yani o gün kişi yakalanır, başka birine değil, ancak Rabbine sevk edilir. İşte dünyanın sonu.. Bu âhireti bırakıp da peşin olan dünyayı sevenlerin dünyada varacakları
1806] 74/Müddesir, 56) (N. Şahinler, s. 334-335
1807] 75/Kıyâmet, 26-30
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 403 -
son, budur. Âhireti sevenlerin kurtuluş ve sevgiliye kavuşma neşesiyle gülümsedikleri bu an, dünya sevgisine sarılmış ruhlar için böyle elem verici bir ayrılık, sonsuz bir hicran, bitmez tükenmez bir sürgündür. 1808
111- Çoklukla Öğünenler
“(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri.” 1809
Verdiğimiz ilk âyette geçen ve aynı zamanda sûrenin de adı olan “tekâsür”, çokluk yarışı yapmak, çoklukla övünmek anlamındadır. Kur’an’da bu deyim, insanın niteliğe karşılık” niceliği öne çıkarışını kınamak için kullanılmaktadır. Seviyesiz, onûru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlât çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle bir çoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar. İnsanoğlunun bu yarışı, mezarlıkları ve ölüleri sayacak kadar ileri götürdüğünü söyleyen Kur’an, bunun en büyük aldanışlardan biri olduğuna dikkat çeker.
Tekâsür çokluk anlamına gelen “kesret” teriminden türetilmiştir. Onun üç anlamı vardır:
Birincisi, insanın en fazla kesret/çokluk elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbiri üzerine çıkmaya çaba göstermesidir. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır.
Tekâsür yani “çoklukla yarış” insanların yaşamını öylesine derinden etkilemiştir ki, onlar, daha önemli şeylerden gafil olmuşlardır, Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insani seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askeri kuvvet ve en gelişmiş silâhları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah’ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felaketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünmezler. Kısaca “tekâsür”, insanları ve milletleri içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık gece gündüz dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevi lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.
İkinci âyette geçen “sonunda kabirleri ziyaret ettiniz” deyiminde üç anlam muhtemeldir: Birine göre, siz ölünceye kadar mal ve evlât çoğaltmakla meşgul oldunuz demektir. Kabirleri ziyaret etmek, ölüp kabre gömülmek anlamınadır. İkincisine göre, “kabirleri ziyaret etmek”, kabirlerdeki ölüleri anmaktır, kabirlerde olan ölülerle övünmek, onları ziyaret etmek şeklinde ifâde edilmiştir. Bazı kimseler ölen atalarıyla övünürler. Âyetin anlamı, çoklukla övünme sizi o kadar oyaladı ki ölüleri anacak, onlarla övünecek kadar ileri gittiniz. Üçüncüsüne göre “kabirleri ziyaret ettiniz” deyimi, fiilen kabirlere gittiniz, demektir. Bazı kimseler övünmek için kabirlere gider, adamlarının kabirlerini göstererek “işte şu, şu bizim kabirdir” demek sûretiyle oradaki ölülerle övünürlerdi. Bir rivâyete göre Ensâr kabilelerinden Harise oğullarıyla, Haris oğulları birbirine karşı övünmüşler,
1808] N. Şahinler, s. 336-338
1809] 102/Tekâsür, 1-2
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biri diğerine: “Sizin içinizde falan, falan gibisi var mı?” demiş, ötekiler de böyle söyleyip her kabile, ötekine karşı sağ olan adamlarıyla övündükten sonra sıra mezarlıktaki ölüleri saymaya kadar gelmiş: “Haydi kabristana gidelim” demişler. Bu kez kabristanda ölüleri göstererek: “Sizde falan, falan gibisi var mı?” diye birbirlerine karşı övünmüşler, Allah bu âyeti indirmiş.
Âyette gerçekten kabirleri ziyaret kasdedilmiş olsa da burada kötülenen ziyaret, ölülerle övünmek için yapılan ziyarettir. Ölüleri rahmetle anma ve âhireti düşünmek için kabirleri ziyaret kötü değil, tam aksine sünnettir. Çünkü kınanan kabir ziyareti, kişiyi âhiretten gaflete düşüren ziyarettir.
Özetle âyetlerde insanların mal ve evlad çoğaltmak için birbirleriyle yarışa girmeleri ve ölünceye, kadar ömürlerini bu tutku ile geçirmeleri kınanmakta ve yakında, kendilerine haber verilen âhiret sorumluluğunun gerçek olduğunu kesin olarak bilecekleri ve o gün, kendilerine verilmiş olan dünya nimetlerinin hesabının sorulacağı vurgulanmaktadır. Sanki bir uyarış çığlığı, yüksek bir yerden olanca sesiyle ve sesinin keskinliğiyle bağırmaktadır: “Ey uykuya dalmış olan mahmur gözlüler, ey mallarıyla çocuklarıyla ve dünya hayatıyla aldananlar, ey bulundukları duruma kapılıp kalanlar, ey böbürlenip böbürlendikleri şeyleri her ikisinin de bulunmadığı dar bir çukura atıp gidenler... Uyanın, kendinize gelin. Ve bakın...”1810
Kur’ân’daki meselleri, en mûteber tefsir ve emsal kitaplarından istifâde ederek kısa kısa vermeye çalıştık. Kur’ân-ı Kerîm’in edebî şekillerinden biri olan meseller, görüldüğü gibi Kur’ân’da genişçe yer almaktadır. Allah insanların doğrudan doğruya idrak edemeyeceği hakikatleri, duygularla anlaşılacak misallerle tasvir ve temsil ederek anlatmıştır. Bundan dolayı mesellerdeki maddî teşbihlere vukuu mümkin hakikat diye bakmalı ve onların ötesindeki hakikati da sezmeye çalışıp,1811 gereğince amel etmelidir.1812
Hadis-i Şeriflerde Meseller/Örnekler
Hadis’te Mesel: Hadis literatüründe Hz. Peygamber’in meselleri “emsâlü’l-hadîs” tâbiriyle ifâde edilir. Resûlullah, Arapça’yı mükemmel konuşan bir toplumda doğup büyüdüğü için bu dilin inceliklerine vâkıftı. Zaman zaman meseller söyler, gereğinden fazla konuşmaktan ve yapmacık tavırlardan hoşlanmazdı.1813 Abdullah b. Amr b. Âs’ın Rasûl-i Ekrem’den 1000 mesel öğrenip ezberlediğini söylemesi1814 bu mesellerin çokluğunu göstermektedir.
Hadislerde meseller başlıca iki şekilde kullanılmıştır. Bunlardan biri, anlaşılması zor konuların Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi mukayeseye dayanan temsille anlatılmasıdır. Meselâ Allah Teâlâ’nın Peygamber’i vasıtasıyla gönderdiği ilim ve hidâyetin toprağa düşen bol yağmura benzediğini ve bu yağmur karşısında insanların üç kısma ayrıldığını, bazılarının yağmur suyunu emen ve bol nebat bitiren iyi cins toprağa, bazılarının suyu içine çekmeyip başkalarının istifâdesi için tutan killi toprağa, bazılarının da yağmur suyundan kendisi faydalanmadığı
1810] N. Şahinler, s. 339-342
1811] Elmalılı, V, 3523; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 177
1812] V. Ulutürk, s. 89
1813] Tirmizî, “Birr”, 71
1814] Müsned, IV, 203
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 405 -
gibi başkalarının da istifâdesine imkân vermeyen kaygan toprağa benzediğini ifâde etmesi1815 bu şeklin en tanınmış örneklerinden biridir. Genellikle “Meselü...” kelimesiyle başlayan ve Kur’an’ın maksat ve hedeflerine uygun olan bu tür emsâle bir başka örnek olarak hastalık ve sıkıntılar içindeki mü’mini rüzgârın estiği tarafa kolayca yatan, fakat kırılmayan yeşil ekine, Hak’tan yüz çeviren kötü kimseyi de şiddetli rüzgârın bir defada söküp attığı dağ servisine benzeten hadis zikredilebilir.1816 Bu tür hadisler Kütüb-i Sitte’de ve diğer hadis kaynaklarında dağınık halde bulunmaktadır. Tirmizî bunlardan on dördünü “Ebvâbü’l-emsâl an Rasûlillâh” başlığı altında bir araya getirmiştir.1817
Hadislerde görülen ikinci tür meseller veciz konuşma özelliğine sahip olan Hz. Peygamber’in darb-ı mesel halinde yaygınlaşan özlü sözleridir. Onun Huneyn Gazvesi’nde savaşın şiddetlendiği anda söylediği, “Bu, tandırın kızıştığı zamandır” sözü ile1818 “İktisat eden muhtaç olmaz”;1819 “Öyle söz vardır ki dinleyene sihir gibi tesir eder”;1820 “Mü’min aynı yılan deliğinden iki defa sokulmaz”;1821 “Utanmadıktan sonra istediğini yapabilirsin”1822 mealindeki hadisleri bu türün belli başlı örnekleridir. Rasûl-i Ekrem’in söylediği emsâlin bir kısmının mefhum olarak daha önce Araplar tarafından bilindiği düşünülebilir. Onun zaman zaman ünlü Arap şâirlerinin dillerde dolaşan bazı beyitlerini veya bu beyitlerin bir bölümünü mesel yerinde kullandığı da görülmektedir. Tarafe b. Abd’in, “Azık vermediğin kimse sana haberler getirir” mısraı1823 bu tarz kullanımın örneklerinden biridir.
Sahâbe ve tabiînden bazılarının mesel haline gelmiş sözleri bulunmakla beraber1824 bunlar Câhiliye devrinde söylenen mesellere nisbetle oldukça azdır. Bu durum, müslümanların Kur’an ve hadislerdeki mesellere büyük önem verip onlarla yetinmesi ve ancak nâdir hallerde mesel kullanma ihtiyacı duyması ile açıklanabilir. Hulefâ-yi Râşidîn içinde en çok meseli bulunan Hz. Ali’dir. Muallim Naci onun mesellerinden 280 kadarını derleyerek Emsâl-i Ali adıyla Türkçe’ye çevirmiştir.1825 Hz. Ali’nin bazı meselleri şöyledir: “Kanaatkârda gam olmaz”; “İlmin kemâli hilim iledir”; “Dindar olan kurtulur”; “İlim her rütbenin üzerinde bir rütbedir”. Bunun yanında, “Bülbülün çektiği dili belâsıdır” atasözünün bir nevi karşılığı olmak üzere Hz. Ebû Bekir’in söylediği, “Belâ söz söylemeye dayalıdır”; Hz. Ömer’in, “Sevgin yük olmasın, öfken yok etmesin” ve evini kuşatan âsiler yüzünden ıstırabının son dereceye vardığını anlatmak üzere Hz. Osman’ın Hz. Ali’ye yazdığı mektuptaki, “Kolan sıyrılıp devenin memelerini geçti” sözleri meşhur birer mesel olmuştur. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ûd, Muâviye b. Ebû Süfyân ve Amr b. Âs gibi sahâbîlerin de emsâl tarzında sözleri vardır. 1826
1815] Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâ’il 15
1816] Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Sıfâtü’l-münâfıkin 59, 60
1817] Tirmizî, Edeb 76-82
1818] Müslim, Cihâd 76
1819] Müsned, I, 447
1820] Buhârî, Tıb 51; Müslim, Cum’a 47
1821] Buhârî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63
1822] Buhârî, Enbiyâ 5, 54
1823] Müsned, VI, 31, 146; Tirmizî, Edeb 70
1824] İbn Düreyd, s. 36-55; Seâlibî, s. 28-35; Abdülmecîd Katâmiş, s. 169-174
1825] İstanbul 1303; yeni baskısı: Rağbet Y., İst. 2005
1826] M. Yaşar Kandemir, TDV İslâm Ans. c. 29, s. 299
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âlimler, Kur’an’ın meselleri ile ilgilendikleri gibi, aynı şekilde Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ait meseller ile de ilgilenmişlerdir. Hz. Peygamber’in mesellerinden örnekler görelim:
Nevvâs b. Sem’an el Kilâbî’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah dosdoğru yoluna dair bir örnek sundu yol boyunca iki duvar, duvarlarda açık kapılar ve kapılar üzerinde de örtüler vardır. Yolun başında ve üzerinde bir çağırıcı daima şöyle çağırır: ‘Allah insanları huzur ve güvenlik ortamına yani Cennete çağırmakta ve isteyen kimseleri de dilediği şekilde doğru yoluna yöneltmektedir.” 1827
Açıklama: Yolun iki kenarındaki kapılar Allah’ın yasaklarıdır. Bir kimse örtüyü açmadan Allah’ın yasaklarına düşmez. Kişinin üzerindeki çağıran kişi Rabbinin insanları içerisine koyduğu vicdan denilen şeydir. 1828
Saîd b. ebî Hilâl (r.a.)’den rivâyete göre; Câbir b. Abdullah el Ensârî dedi ki: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.), yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: “Rüyamda gördüm Cibrîl başucumda Mikâil’de ayak ucumda durmuş biri diğerine şöyle diyordu: Bu kimse için bir örnekleme yap! O’da şöyle dedi: Dinle kulağın duysun kalbin anlasın senin durumunla ümmetin durumu bir hükümdarın durumuna benzer ki o hükümdar bir köşk yaptırmış o köşkün içerisinde de bir salon hazırlayıp orada bir sofra kurdurmuş ve bir dâvetçi göndererek halkı yemeğe dâvet etmiştir. O insanlardan kimi dâvetçiye uymuş, kimisi de uymamıştır.”
Açıklama: Bu örneklemede, Hükümdar Allah’tır, köşk İslâm’dır, salon Cennettir. Sen ise Ey Muhammed o dâvetçisin. Sana uyan; İslâm’a girmiş olur. İslâm’a uyan Cennete girmiş olur, Cennete giren de oradakilerden yer. 1829
İbn Mes’ûd’dan (r.a.) rivâyete göre, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.), akşam namazını kıldırdıktan sonra kalktı Abdullah b. Mes’ûd’un elinden tuttu, onu Mekke’nin Batha denilen yerine kadar çıkardı. Sonra onu oturttu ve çevresine bir çizgi çizerek şöyle buyurdu: “Bu çizgiden dışarıya asla çıkma! Sana bazı kimseler gelecekler onlarla konuşma! Çünkü onlar seninle konuşmayacaklardır.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) istediği yere çekip gitti. Ben çizginin içersinde oturmakta iken cisimleri ve saçları sudanlılara benzeyen bazı kişiler yanıma geldiler ne avretlerini görüyor nede üzerlerinde bir elbise... Bana kadar geliyorlar fakat çizgiyi geçemiyorlardı. Sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına doğru yöneliyorlardı. Gecenin son kısmı olunca onlar gelmediler fakat Rasûlullah (s.a.s.) geldi. Ben oturmaya devam ediyordum, şöyle buyurdu: Gece boyu ayaktayım sonra benim çizgimin içersine girdi uyluğumu yastık yapıp uyudu. Rasûlullah (s.a.s.) uyuduğunda hafif horultu ile uyurdu. Ben oturuyor, Rasûlullah da (s.a.s.) dizimi yastık yapıp uyurken üzerlerinde beyaz elbiseler olan bazı kimseler gözüme ilişti. Onlardaki güzelliği ancak Allah bilir. Bana kadar geldiler bir kısmı Rasûlullah (s.a.s.)’in başucunda bir kısmı da ayak ucunda oturdular ve aralarında şöyle konuştular: “Hiçbir kul görmedik ki bu peygambere verilen şeyler ona da verilmiş olsun, onun gözleri uyuyor fakat kalbi uyanıktır. O’na dair bir örnekleme yapın. ‘O bir büyük lider durumunda olup bir saray yaptırmıştır ve bir sofra kurarak insanları yemeye ve içmeye çağırmıştır. Kim onun dâvetine uyarsa yemeğinden yer ve içeceğinden içer. Kim
1827] 10/Yûnus, 25
1828] Tirmizî, Emsâl, 1, h. no: 2859 (3018); Müsned: 16976; Tirmizî: Bu hadis garibtir.
1829] Buhârî, İtisam 27; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2860 (3019)
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 407 -
de icabet etmezse ona ceza vardır -veya azab vardır-’ Sonra onlar dağılıp gittiler bu sırada Rasûlullah (s.a.s.) uyandı. “Bunların söylediklerini işittin mi? Kimdir onlar bilir misin?” Ben de Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Rasûlullah (s.a.s.) “onlar meleklerdir” buyurdu. “Getirdikleri örnekleme nedir biliyor musun?” Ben de Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Bunun üzerine buyurdular ki: “Rahman olan Allah Cenneti yaptı kullarını Cennete dâvet etti. Kim bu çağrıya icâbet ederse Cennete girer, kim de çağrıya kulak asmazsa Rahman onlara azâb eder ve cezalandırır.” 1830
Câbir b. Abdullah’dan (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: Benimle benden önceki Peygamberlerin örneği, bir konak yapan adama benzer ki bu konağın her yanını yapıp süslemiş sadece bir kerpiç yeri boş kalmıştır. İnsanlar konağa giriyorlar hayret ediyorlar ve bu bir kerpiçlik boş yer olmasa konağa diyecek yok diyorlar. (İşte ben o kerpiç gibiyim).” 1831
Harîs el Eş’arî’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah, Zekeriyya’nın oğlu Yahya’ya beş şeyi yapmasını ve bunun İsrail oğullarına da yaptırılmasını emretmesini buyurdu; Yahya bu beş konuda biraz yavaş davranır gibi oldu. Bunun üzerine İsa ona şöyle dedi: Allah sana bu beş konuda yapman gerekenleri ve İsrail oğullarına da yaptırmanı emir buyurmuştu. Ya sen emredersin veya ben emredeceğim dedi. Yahya şu cevabı verdi: Bu beş konuda beni geçersen yere batırılmamdan ve azaba uğramaktan korkarım. Sonra Yahya, halkı Beyti Makdis’te topladı mescid doldu, insanlar her tarafı doldurdular. Yahya şöyle dedi: Allah beş konuda benim yapmam gerekenleri ve sizin de yapmanız gerekenleri size emretmemi emir buyurdu. Bunlardan ilki kulluğunu sadece Allah’a yapıp ona hiçbir şeyi ortak koşmanızdır. Allah’a ortak koşan kimsenin örneği şöyledir: Bir kimse ki, kendi öz malından altın ve gümüşle bir köle satın alan ve sonra o köleye işte malım, işte evim, çalış ve bana hakkını öde diyen kişinin örneği gibidir. O da çalışmakta ve kendi efendisinden başka birine ödeme yapmaktadır. Hanginiz kölesinin bu durumda olmasına râzı olur?
Allah size namaz kılmanızı emretti. Namaz kılarken yüzünüzü sağa sola çevirip bakmayınız. Çünkü Allah, kulu namazında yüzünü sağa sola çevirmediği sürece yüzünü kulundan ayırmaz.
Ve Allah size orucu emretti. Bunun örneği ise şöyledir. Bir gurup arasında olup beraberinde bir misk kabı bulunan kişinin durumuna benzer hepsi ona hayran olur veya o koku onların hepsini hayran eder. Oysa oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoştur.
Ve Allah size sadaka vermeyi de emretti. Bunun örneği de düşmen güçlerinin esir ettiği ellerini boynuna bağladıkları ve boynunu vurmak üzere ileri sürdükleri kimsenin durumuna benzer. Kişi vereceği sadakalarla az veya çok bu boynu sizden kurtaracağım der ve canını onlardan kurtarmış olur.
Allah size kendisini daima hatırlamanızı emretti. Bunun örneğini de düşman tarafından süratle takip edilen ve sonunda kendisini sağlam bir köleye atıp kendisini onlara karşı koruyan kimsenin durumu gibidir. Kul da böyledir. Allah’ı hatırlamakla kendisini şeytana karşı korumuş olur.”
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ben de size Allah’ın bana emrettiği beş şeyi
1830] Dârimî, Mukaddime 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2861 (3020)
1831] Buhârî, Menakıb 27; Müslim, Fedâil 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2862
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emrediyorum: “Dinlemek, İtaat, Cihâd, Hicret ve cemaati” kim cemaatten bir karış ayrılırsa İslâm bağını boynundan çıkarmış olur ancak cemaate tekrar dönerse o zaman başka... Kim câhiliyye davası iddia eder ve câhilî sistemleri müdâfaa ederse Cehennemlik kimselerdendir.” Bunun üzerine bir adam Ey Allah’ın Rasûlü bu kimse oruç tutsa da namaz kılsa da aynı mıdır? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Namaz kılsa da oruç tutsa da (durum aynıdır).” buyurdu. “Siz Müslümanlar olarak Allah’ın davasını ve sistemini tutunuz. Çünkü o size Müslümanlar ve mü’minler ve Allah’ın kulları ismini vermiştir.” 1832
Ebû Mûsâ el Eşarî’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân okuyan mü’min kimsenin örneği tadı da kokusu da güzel ağaç kavununa benzer. Kur’ân okumayan mü’minin örneği ise kokusu olmayan fakat tatlı bir meyveye benzer Kur’ân okuyan münafığın misali ise Reyhan’a benzer ki kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münafığın misali ise Ebû Cehil karpuzuna benzer ki kokusu da tadı da acıdır.” 1833
Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Mü’min aynen bir ekine benzer rüzgâr devamlı olarak onu hareket ettirir durur ve böylece mü’min belâdan kurtulmaz ve bu belâlar onun günahlarına keffâret olur. Münâfık ise sağlam bir ağaca benzer bir rüzgârla devrilip yok olur gider. 1834
İbn Ömer’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ağaçlardan bir ağaç vardır ki onun yaprağı hiç düşmez, mü’min o ağaca benzer. Söyleyin bakâlim o ağaç hangisidir?” Herkesin kafası çöldeki ağaçlara takılmıştı. Benim kafamda da o ağaç hurma ağacı olmalıdır dedim. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “O ağaç hurma ağacıdır” buyurdu. Ben o ağacı bildiğimi, söylemekten utanmıştım. Sonra gönlüme düşeni Ömer’e anlattım, O’da şöyle dedi: ‘Senin o doğruyu söylemiş olman, şunun-bunun, benim olmasından daha hayırlıydı’ dedi.” 1835
Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Söyleyin, sizden birinizin kapısının önünden her gün beş sefer yıkandığı bir nehir aksaydı o kimsede kir adına bir şey kalır mıydı?” Ashâb ‘onun üzerinde kirden bir şey kalmaz’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “İşte beş vakit namaz aynen böyledir. Allah o namazla kulunun hatalarını siler süpürür.” 1836
Enes’ten (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ümmetimin örneği, yağmur örneği gibidir; öncesi mi yoksa sonrası mı hayırlı bilinmez.”1837
Büreyde’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Peygamber (s.a.s.) iki taş attı ve “Bunlar neye benzer, bilir misiniz?” buyurdu. Ashâb: ‘Ancak Allah ve Rasûlü bilir’ dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Uzağa düşen taş insanın emelidir. Yakına düşen taş ise ecelidir.”1838
İbn Ömer’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Geçmiş toplumlara nazaran sizin bu dünyadaki yaşama süreniz ikindi namazı ile güneş batması arasındaki zaman kadardır. Sizinle Yahudî ve Hıristiyanların hali ise; işçi çalıştıran bir
1832] Tirmizî, Emsâl, h. no: 2863; Müsned 16042
1833] Buhârî, Fedâilü’l Kur’ân 27; Müslim, Salât-ül Müsâfirîn 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2865
1834] Buhârî, Merdâ 27; Müslim, Sıfatu’l-Kıyâme 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2866
1835] Buhârî, İlim 27; Müslim, Sıfatu’l-Kıyâme 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2867
1836] Buhârî, Mevâkît 27; Müslim, Mesâcid 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2868
1837] Tirmizî, Emsâl, h. no: 2869; Müsned 11878
1838] Tirmizî, Emsâl, h. no: 2870
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 409 -
kimsenin haline benzer. Bu işveren bir kırat karşılığında günün yarısına kadar kim bana çalışır demiş. Yahûdiler birer kırat karşılığında çalışmışlar sonra günün yarısından ikindi namazına kadar bir kırat karşılığında bana kim çalışır demiş, Hıristiyanlar birer kırat karşılığında çalışmışlar. Sonra sizler ikindi namazından sonra gün batımına kadar ikişer kırat karşılığında çalışıyorsunuz. Bunun üzerine Yahûdi ve Hıristiyanlar kızdılar, bizim işimiz daha çok ücretimiz daha az dediler. O işveren kimse de: Sizin hakkınızdan bir şeyler kestim mi? dedi. Onlar da hayır dediler, o halde bu benim ikramındır onu dilediğime veririm buyurdu.” 1839
İbn Ömer’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İnsanlar yüz tane deve topluluğu gibidir. Kişi onların içinden binebilecek bir binit bulamayabilir.”1840 Diğer bir rivâyette: “Sen onların içerisinden kullanabileceğin elverişli bir binek bulamayabilirsin” dedi. 1841
Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Benimle ümmetimin hali bir ateş yakan kimsenin haline benzer ki böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar işte sizler ateşe atılıyorsunuz ve ben de sizi eteklerinizden (kemerlerinizden) tutmuş bulunmaktayım.” 1842
1839] Buhârî, Mevâkît 27; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2871
1840] Buhârî, Rıkak 27; Müslim, Fedâil 17; Tirmizî, Emsâl, h. no: 2872
1841] Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fedâil 17
1842] Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fedâil 17; Tirmizî, 2872
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mesel/Misal Konusuyla İlgili Âyetler
Mesel Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 169 Yerde): 2/Bakara, 17, 17, 23, 26, 26, 106, 113, 118, 137, 171, 171, 194, 214, 228, 233, 261, 261, 264, 264, 265, 265, 275; 3/Âl-i İmrân, 13, 59, 59, 73, 117, 117, 140, 165; 4/Nisâ, 11, 140, 176; 5/Mâide, 31, 36, 95; 6/En’âm, 38, 93, 122, 124, 160, 160; 7/A’râf, 169, 176, 176, 176, 177, 194; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 24, 27, 38, 102; 11/Hûd, 13, 24, 24, 27, 89; 13/Ra’d, 6, 17, 17, 18, 35; 14/İbrâhim, 10, 11, 18, 24, 25, 26, 45; 16/Nahl, 60, 60, 75, 76, 112; 26, 74; 17/İsrâ, 48, 88, 88, 89, 99; 18/Kehf, 32, 45, 54, 109, 110; 19/Meryem, 17; 20/Tâhâ, 58, 63, 104; 21/Enbiyâ, 3, 52, 84; 22/Hacc, 60, 73; 23/Mü’minûn, 24, 33, 34, 47, 81; 24/Nûr, 17, 34, 35, 35; 25/Furkan, 9, 33, 39; 26/Şuarâ, 154, 186; 28/Kasas, 48, 79; 29/Ankebût, 41, 41, 43; 30/Rûm, 27, 28, 58; 34/Sebe’, 13; 35/Fâtır, 14; 36/Yâsin, 13, 15, 42, 78, 81; 37/Sâffât, 61; 38/Sâd, 43; 39/Zümer, 27, 29, 29, 47; 40/Mü’min, 30, 31, 40; 41/Fussılet, 6, 13; 42/Şûrâ, 11, 40; 43/Zuhruf, 8, 17. 56, 57, 59; 46/Ahkaf, 10; 47/Muhammed, 3, 10, 15, 38; 48/Fetih, 29, 29; 51/Zâriyât, 23, 59; 52/Tûr, 34; 56/Vâkıa, 23, 61; 57/Hadîd, 20; 59/Haşr, 15, 16, 21; 60/Mümtehıne, 11; 62/Cum’a, 5, 5, 5; 65/Talak, 12; 66/Tahrîm, 10, 11; 74/Müddessir, 31; 76/İnsan, 28; 89/Fecr, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Temsilî Anlatım velî Ulutürk, İnsan Y.
2. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y.
3. Emsâlû’l-Kur’ân, Hasan Keskin, (yüksek lisans tezi, 1986), M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
4. Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y., s. 391-404
5. Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, T. Diyanet Vakfı Y., s. 174-177
6. Kur’an’ın Evrenselliği Kur’an Sembollerinin Dili, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y., s. 321-323
7. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. 29, s. 293-301
8. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 13, s. 279-323
9. 20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y., s. 66-74
10. Kur’an İlimleri ve Tefsir Istılahları, Cüneyt Eren, Ekev Y., s. 26
11. Tefsir ve Hadis Usûlünün Bazı Meseleleri, M. Tayyib Okiç, Nûn Y., s. 124-126
12. Emsâlü’l-Kur’an, Ahmet Bulut, Uludağ Ün. İlâhiyat Fk. Dergisi, 1991, III/3, s. 41-49
13. Emsâlü’l-Kur’an, Ahmet Bulut, İslâmî Edebiyat, 1991, sayı 11, s. 14-16
14. Arap Dil ve Edebiyatında Emsâl, Ahmet Bulut, İst. Ü. Ed. Fak. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Anabilim Dalı, (Basılmamış doktora tezi), Yöneten: Prof. Dr. Nihat M. Çetin, İstanbul, 1984.
15. Kur’ân-ı Kerim’de Meseller (Emsâlü’l-Kur’an) velî Ulutürk, At. Ün. İlâhiyat Fk. Dergisi, 1993, sayı 11, s. 74-110
16. Kur’an’ı Anlamada Deyimsel İfâdelerin Rolü ve Önemi, Dücane Cündioğlu, II. Kur’an Sempozyumu (Fecr, Ankara, 1996), s. 51-77
17. Kur’ân-ı Kerim’de Mesellerin Düşündürdükleri, İsmail Cerrahoğlu, Hakses, 1983, XIX/220, s. 18-19
18. Türk Din Bilgini Mâturidi’ye Göre Kur’an’daki Kıssa ve Mesellerin Epistemolojik Amaç ve Önemi, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 1995, sayı 3, s. 8-35
19. el-’Abdelî, eş-Şerîf Mansûr bin ‘Avn’, el-Emsâl fıl-Kur’âni’l-Kerîm, Cidde, 1406/1985.
20. el-Âlûsî, Şihâbuddîn Mahmûd, Rûhu’l-Ma’ânî fi Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.
21. Âsım Efendi, Ebu’l-Kemâl Ahmet, Kamus Tercemesi Okyanus, Dersaâdet, 1305 baskısından ofset.
22. el-’Askerî, Ebû Hilâl, Cemheratü’l-Emsâl, Kahire, 1384/1964.
23. Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, Ankara, 1977.
24. el-Bekrî, Ebû Ubeyd Abdullah b. Ebî Mus’ab el-Endelûsî, el-Faslu’l-Makâl fi Şerhi Kitâbi’l-Emsâl (Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm’ın Kitâbu’l-Emsâl’inin şerhidir), Hartûm, 1958.
25. el-Beyzâvî, el-Kâzî Nâsiruddîn, Envaru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Mısır, 1388/1968 (Tefsîru’l-Celâleyn ile birlikte).
26. Bulut, Ahmet, Arap Dil ve Edebiyatında Emsal, İst. Ü. Ed. Fak. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Anabilim Dalı, (Basılmamış doktora tezi), Yöneten: Prof. Dr. Nihat M. Çetin, İstanbul, 1984.
EMSÂLU'L KUR'AN / KUR'AN'DAKİ MESELLER, MİSALLER
- 411 -
27. el-Cârim ‘Ali, Mustafa Emin, el-Belâğatü’l-Vâzıha, Mısır, 1966.
28. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1976.
29. el-Cevheri, İsmail b. Hammâd, es-Sıhâh, Mısır, ts.
30. el-Cürcânî, Abdü’l-Kâhir, Esrârul-Belâğa, H. Ritter neşri, İst. 1954.
31. Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hâkim ve Meâl-i Kerîm, İst., 1957.
32. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, İst. 1959.
33. el-Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Mişkâtü’l-Envâr, Kahire, 1970.
34. İbn Abd Rabbih, el-’Ikdu’l-Ferîd, Kahire, 1372/1952.
35. İbn Fâris, Ebu’l-Huseyn Ahmed, Mu’cemu Mekâyis’l-Luğa, Mısır, 1972.
36. İbn Kesîr, Ebu’1-Fidâ İsmail, Tefsîrul-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut,1969.
37. İbn Kuteybe, Te’vilu Müşkilü’l-Kur’ân, Kahire, 1393/1973.
38. İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1968.
39. el-İsbahânî, Hamza b. Hasan, ed-Dürretü’l-Fâhira fi’l-Emsâli’s-Sâira, Mısır, 1972.
40. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
41. el-Meydânî, Ebu’1-Fazl Ahmed b. Muhammed, Mecma’u’l-Emsâl, Mısır, ts.
42. er-Râğıb el-İsfahâni, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Beyrut,ts.
43. er-Râzî, Fahruddîn, et-Tefsîru’l-Kebîr, Tahran ts.
44. Sâmî, Şemseddîn, Kâmûs-i Türkî, Dersaâdet, 1317 baskısından ofset, İstanbul, 1978.
45. es-Se’âlibî, Ebû Mansûr, Abdülmelik b. Muhammed, et-Temsîl vel-Muhâdara, Kahire, 1381/1961.
46. Selheimm, Rudolf, el-Emsâlu’l-Arabiyyetü’l-Kadîme, Arapçaya Çev. Dr. Ramazan Abdüttevvab, Beyrût-Lübnân, 1391/1971.
47. es-Süyûtî, Celâluddîn ve el-Mahallî, Celâluddîn, Tefsîru’l-Celâleyn, Beyzâvî tefsiri ile birlikte.
48. es-Süyûtî, Celâluddîn, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1973.
49. et-Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmi’u’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, Kahire, 1373/1954.
50. et-Tirmizî, el-Hakîm Kitâbu’l-Emsal mine’l-Kur’ân ve’s-Sünne, tahkik: Selâhaddin Yılmaz, (Metin kısmı), yöneten: Doç. Dr. M. Nazif Şahinoğlu, Yüksek İslâm Enstitüsü, Erzurum, 1980 (Basılmamıştır).
51. Ulutürk veli, Kur”ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? İzmir, 1985.
52. el-Vahidî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed, el-Vasît fı’l-Emsâl, Kuveyt, 1395/1975.
53. ez-Zebîdî, M. Murtaza, Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, Beyrut, 1386/1966.
54. ez-Zemahşerî, Mahmûd b. Umer, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl, Beyrut, ts.
55. ez-Zemahşerî, el-Fâik fi Ğarîbi’l-Hadîs, Mısır, ts.
56. ez-Zerkeşî, Bedruddîn, el-Burhân fi Ulumi’l-Kur’ân, Kahire, 1392/1972.

 
Okunma 1924 kez