Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:04

DÂVÛD (A.S.)

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

DÂVÛD (A.S.)


• Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
• Hz. Dâvûd’un (a.s.) Özellikleri
• Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
• Ekin Sahibinin Dâvâsı
• Tâlût ve Câlût
• Zebur; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
• Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
• Hadis-i Şeriflerde Dâvûd (a.s.)
• Tefsirlerden İktibaslar
• Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
• Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
• Başarı ve Zafer “Çok” ile Birlikte Olmakta Değil; “Hak” ile Birlikte Olmaktadı
• Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası
“Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.”2738
Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
İbrânîce’de “en çok sevilen kişi, göz bebeği” anlamına gelen bu ismin Kitab-ı Mukaddes’te Dâvid (Deyvid) veya Dâvîd şeklinde geçtiği ve sadece Hz. Dâvûd’a ad olarak verildiği görülmektedir. Dâvûd (a.s.), M. Ö. 1010-970 yılları arasında hüküm sürmüş, ikinci İsrâil kralı ve peygamberidir. Kaynaklar, onun on birinci dedesi olarak Ya’kub’u (a.s.) gösterir. Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde Hz. Dâvûd’un çeşitli özellikleri belirtilmekle beraber, gerek soy kütüğü ve gerekse hayat hikâyesiyle ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Bu konuda diğer İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler de İsrâiliyat türünden olup Ahd-i Atîk’teki mâlumatla büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.
Ahd-i Atîk’e (Tevrat’a) göre Dâvûd (a.s.), Yahuda sıbtının ileri gelenlerinden ve Büytülahm’de (Beytlehem) ikamet eden Yesse’nin oğludur.2739 Onun Hz. İbrâhim’e kadar varan şeceresi Kitab-ı Mukaddes’te ve İslâmî kaynaklarda şu şekilde verilmektedir: Dâvûd, Yesse, Obad, Boaz, Salmon, Nahşon, Aminadab, Ram, Hetsron, Perets, Yahuda, Ya’kub, İshak, İbrâhim.2740 Yesse’nin bir rivâyete göre
2738] 2/Bakara, 251
2739] Rut, 4/22; I. Samuel 16/13
2740] Rut, 4/18-22; Matta, 1/1-6; Luka, 3/31-35; Taberî, Tarih I/476
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yedi oğlu ve iki kızı,2741 başka bir rivâyete göre sekiz oğlu,2742 Taberî ve Sa’lebî’ye göre ise on üç oğlu vardır ve Dâvûd en küçükleridir.2743
Ahd-i Atîk’te “kızıl, kırmızı yüzlü, güzel gözlü ve hoş bakışlı”;2744 “iyi çeng çalan cesur bir yiğit, cenk eri, sözü tutarlı ve yakışıklı”2745 şeklinde nitelendirilen Dâvûd (a.s.), İslâmî kaynaklarda “bedeni ve saçı kızıl, mavi gözlü, az saçlı ve kısa boylu”;2746 “kısa boylu, sarı benizli ve mavi gözlü”;2747 “gür ve güzel sesli, iyi huylu, temiz kalpli, çok anlayışlı ve çok güçlü”2748 olarak tavsif edilir. Babasının koyunlarını otlatırken aslan yahut ayı geldiğinde bunları vurup kaptıkları kuzuyu ağızlarından kurtarmakta, onları tutup yere çalmakta,2749 sapanıyla attığı her şeyi vurmakta, rastladığı aslanın üzerine binip kulaklarından tutmakta, fakat aslan ona bir şey yapmamaktadır.2750
Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra, İsrâiloğulları, daha önceleri olduğu gibi yine isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği akîde ve şeriatı terk etmeye başladılar. Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti. Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra İsrâiloğullarının idaresi Yûşâ’ya (a.s.) kaldı. İsrâiloğulları çölden çıkarak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Ya’kub’un yaşadığı Ken’an bölgesi olup, İsrâiloğulları için mukaddes ülke sayılır. İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’dan sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrâiloğulları Amâlika ile yaptıkları bu ilk savaştan mağlûp çıktılar. İsrâiloğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu sandığa “tâbût” adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût’un (Golyat) eline geçmişti. İsrâiloğulları bunun acısını duyuyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Dâvûd’dan ilk defa Câlût’u (Golyat) öldürmesi münâsebetiyle şu şekilde bahsedilir: “Tâlût’un askerleri Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.’ Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü.”2751
Dâvûd’un (a.s.) Câlût’u öldürmesiyle ilgili olarak gerek Ahd-i Atîk’te, gerekse tefsir ve kısas türünden İslâmî kaynaklarda oldukça ayrıntılı ve benzer bilgiler vardır. Buna göre Tâlût’un (Saul) askerleriyle Câlût’un askerleri karşılaşıp Câlût meydan okuyunca hiç kimse ona karşı çıkmaya cesâret edemez. Bunun üzerine Tâlût, peygamber Şemuyel’e/İşmoyel’e (Samuel) başvurarak Allah’a duâ edip yardım dilemesini ister. Allah, “Câlût’u öldürecek olan İşâ’nın (Yesse) oğludur. Şu yağ boynuzu kimin başına konulduğunda kaynarsa Câlût’u öldürecek odur ve o Benî İsrâil’e kral olacaktır” buyurarak Câlût’u kimin öldüreceğine işaret eder.
2741] I. Tarihler 2/13-16
2742] I. Samuel 16/10-11; 17/12
2743] Taberî, a.g.e., I/476; Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 206
2744] I. Samuel, 16/12: 17/42
2745] I. Samuel, 16/18
2746] Taberî, Tarih I, 476-477
2747] Sa’lebî, s. 206
2748] Taberî, Tarih I/246
2749] I. Samuel, 17/34-36
2750] Taberî, a.g.e. I/472; Sa’lebî, s. 206
2751] 2/Bakara, 250-251
DÂVÛD
- 635 -
Bunun üzerine Samuel İşâ’nın yanına giderek, “oğullarını bana göster. Yüce Allah oğullarından birinin Câlût’u öldüreceğini bana vahyetti” der. İşâ da her biri boylu boslu on iki oğlunu birer birer onun huzuruna çıkarır, yağ boynuzu her birinin başına konulduğu halde hiçbir değişiklik olmaz. Başka oğlu olup olmadığı sorulunca İşâ önce gerçeği saklarsa da daha sonra, “Ey Allah’ın elçisi! Benim Dâvûd adında bir oğlum daha var, fakat halkın onun kısa boyluluğunu ve çelimsizliğini görmesinden utandığım için koyunların başında bıraktım” der. Samuel Dâvûd’un bulunduğu yeri öğrenerek oraya gider ve koyunları ikişer ikişer alıp sel suyundan geçirdiğini görünce, “İşte aradığım budur. Hayvanlara böyle acıyan kişi insanlara daha çok acır” diyerek yağ boynuzunu başına koyar ve yağ kaynamağa başlar. Böylece Dâvûd, daha Câlût’u öldürmeden önce Allah tarafından kral olarak seçilir.2752 Ahd-i Atîk’e göre,2753 henüz Saul kral iken ve Golyat’la karşılaşmadan önce Rab Samuel’e, Beytlehem’li Yesse’nin oğullarından birini kral olarak hazırladığını, yağ boynuzunu yanına almasını ve onu kral olarak meshetmesini emreder. Bu şekilde henüz Saul kralken Dâvûd da kral olarak meshedilir. Bir başka rivâyete göre Câlût’un karşısına kimsenin çıkmadığını göre Tâlût, onunla çarpışacak kişiye kızını ve malının yarısını vereceğini ilân eder. Bu sırada Dâvûd’un kardeşleri savaşmak için orduya katılmışlar, Dâvûd ise koyunların başında kalmıştır. Koyunları otlatırken, “Ey Dâvûd! Câlût’u sen öldüreceksin, haydi sürünü Rabbine emânet et ve kardeşlerine katıl” diye bir ses duyar. Bunun üzerine Dâvûd babasına gider ve cephedeki kardeşleri için hazırlanan azığı alıp yola koyulur. Ordugâha vardığında Tâlût ona, “Câlût’u öldür, sana kızımı vereyim ve seni hükümdarlığıma ortak edeyim” der. Sonra da zırhını ve silâhlarını verir. Dâvûd önce zırhı giyip silâhları kuşanırsa da fikir değiştirerek onları çıkarır ve sadece sapanını alıp Câlût’un karşısına dikilir. Dâvûd’un sapanla karşısına çıktığını gören Câlût kendisini küçümsediğini düşünerek çok kızar. Ancak Dâvûd sapanına koyduğu taşla Câlût’u iki kaşının arasından vurur ve Câlût ölür. Bunun üzerine Tâlût sözünü tutarak ona kızını verir; yönetimine de ortak eder.2754 Ahd-i Atîk’e göre ise Saul başka şartlar ileri sürer ve sonunda kızını verir.2755 Fakat halkın Dâvûd’u çok sevmesini kıskanarak ona düşman olur ve onu öldürmeye karar verirse de bunu başaramaz. Buna karşılık Dâvûd’un eline fırsat geçmesine rağmen Saul’u öldürmez. Nihâyet Saul katıldığı bir savaşta ölünce yerine Dâvûd kral olur.2756
Câlût; zâlim, güçlü, zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan zâhirde büyük üstünlüğü vardı. Fakat Allah Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zâhiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla Kendisinin isteği doğrultusunda vuku bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O’nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allah’a aittir. Zafer, zâhirî gücü elinde bulunduranın değil; Allah’ın yanındadır. “Zafer yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.”.2757 Zaten O’nun dışında, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi de yoktur. “Nice az topluluk vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara
2752] Taberî, Târih I/476-478; Sa’lebî, s. 206-207
2753] I. Samuel 16/1-13
2754] Taberî, Târih I/473
2755] I. Samuel, 18/27
2756] I. Samuel 31/6; II. Samuel, 2/4; Taberî, Târih I/475; Sa’lebî, s. 209-210
2757] 3/Âl-i İmrân, 126
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”2758 İnsanlar, görevlerini yerine getirmek, Allah Teâlâ’ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler. Bundan sonra Allah’ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların yok olmasını istediği zaman küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zâlim diktatörün ölümünü, çok genç bir delikanlı iken Hz. Dâvûd’un eline verdi. Câlût, sadece güçlü fizikî cüsseye değil; aynı zamanda o devre göre çok güçlü silâhlara da sahipti. Karşısındaki Dâvûd’un ise sadece sapan taşından ibaret bir silâhı. Ve şimdi aynı topraklarda Dâvûd’un (a.s.) torunları, Câlût’un rolünü üstlenmiş, onların düşmanları konumundaki müslümanlar da Dâvûd konumunda, silâhları da taştan, sapan taşından başka bir şey değil. Savaştıkları da Câlût’un Amalika’sına bedel Amerika veya onun piyonu İsrâil. Silâhları zâhiren güçlü, müslümanlar güçsüz gözükse de tarih tekerrür edecek, Allah’ın sünneti değişmeyecektir: Dâvûd imanlı gençler çok kısa bir süre içinde zorba düşmanlarını perişan edecektir. Müslüman; insanlardan değil, sadece Allah’tan korkmalı,2759 O’nun yolunda elindeki imkânlarla cihad etmeli, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Allah’a gönülden iman edip O’na tevekkül eden mü’minlerin zâlimleri nasıl yendiği Dâvûd ve Câlût olayında da gösterilmektedir. Mülk Allah’ındır, dilediğini ona mirasçı kılar, yerdeki ve gökteki her şey O’nun askeridir.2760 Bazen rüzgârıyla, bazen yağmuruyla, bazen ebâbil kuşları veya sivrisinekle zâlim düşmanlarını perişan eder; bazen de zayıf sanılan müslüman kullarıyla. Kendisi vâsıtasız olarak veya emrindeki tabiat güçleriyle kahredebileceği düşmanları, Allah, mü’min kullarının eliyle def etmek istiyor. Allah’ın bu arzusunu gerçekleştirmek için gayret eden mü’minler dünyada izzete ve devlete, âhirette de cennete hak kazanacaklardır.
Burada, Allah’ın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı. Allah, Tâlût’tan sonra mülkü Hz. Dâvûd’un (a.s.) almasını ve onun yerine oğlu Süleyman’ı (a.s.) vâris kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd’un gücü, Câlût’u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu. “Allah’ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti.”2761
Hz. Dâvûd’un yeryüzünde halîfeliği, hükümranlığı ve adâletle hükmetmesiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şu açıklamalar yer alır: “Dâvûd ile Süleyman’a da lutfettik. Hani onlara bir ekin hakkında -zarar tesbiti ve tazmini için- hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp zarar vermişti. Biz onların hükmüne şâhit idik.”2762 İslâmî kaynaklardaki rivâyete göre bu meselede Hz. Dâvûd bir çözüm yolu bulmuş, fakat oğlu Süleyman’ın getirdiği çözüm şekli daha mâkul olduğu için onu kabul etmiştir.
Hz. Dâvûd’un, halkın şikâyet ve dileklerini bizzat dinleyip çözüme kavuşturmasıyla ilgili olarak Kur’an’da verilen başka örnek de şöyledir: “(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri)
2758] 2/Bakara, 249
2759] 5/Mâide, 44
2760] 48/Fetih, 7
2761] 2/Bakara, 251
2762] 21/Enbiyâ, 78
DÂVÛD
- 637 -
‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.”2763
Bu kıssa Ahd-i Atîk’te de yer alır ve Dâvûd’un zinâ edişiyle ilgili bir misal olmak üzere zikredilir.2764 Ahd-i Atîk’e göre dokuz karısı ve pek çok câriyesi olan Dâvûd,2765 ordusu Ammonoğulları’na karşı sefere çıktığında bu savaşa iştirak etmez ve Kudüs’te kalır. Bir akşam kral evinin damında gezinirken yıkanmakta olan bir kadın görür ve kim olduğunu soruşturur. Orduda asker olan Hittî Uriya’nın karısı Bat-Şeba olduğunu öğrenip evine aldırır ve onunla zinâ eder. Daha sonra kocasını çağırtıp ordu kumandanına teslim edilmek üzere bir mektup vererek tekrar cepheye gönderir. Uriya kuşatma sırasında, Dâvûd’un mektupta yazdığı tâlimat doğrultusunda ön safa konulur ve ölür. Dâvûd da Uriya’nın karısını evine alıp eşleri arasına katar.2766 Rab Dâvûd’un bu davranışına çok öfkelenir ve peygamber Natan’ı ona gönderir. Natan Dâvûd’a gelerek şu kıssayı anlatır: Bir şehirde biri zengin, öbürü fakir iki adam yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunu ve sığırı vardı; fakir adamın ise küçük bir dişi kuzudan başka malı yoktu. Kuzu onun yanında kendisiyle ve çocuklarıyla beraber büyümüştü. Bir gün zengin adama bir yolcu geldi. Zengin adam bu yolcuyu ağırlamak için kendi koyunlarına ve sığırlarına kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve misafirine onu hazırladı. Bu olayı duyan Dâvûd’un öfkesi alevlenip Natan’a şöyle dedi: “Hay olan Rabbin hakkı için, bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir.” Natan Dâvûd’a şöyle dedi: “O adam sensin!”.2767 Daha sonra Dâvûd Rabbe karşı suç işlediğini itiraf eder. Rab onun suçunu bağışlar, fakat yine de cezâ olmak üzere zinâ neticesi doğan çocuk ölür.2768
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvûd’un (a.s.) tevbesine böyle bir zinâ suçunun sebep olduğundan söz edilmez. Diğer İslâmî kaynaklarda ise bu kıssa ile ilgili başlıca üç görüş ve izah tarzı yer almaktadır. Bunlardan birincisi, Hz. Dâvûd’un büyük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Dâvûd (a.s.) Uriya’nın karısına âşık olmuş, hile ile kadının kocasını öldürterek onunla evlenmiştir. Bunun üzerine birbirinden dâvâcı iki insan şeklinde iki melek gönderilmiş, bunlar söz konusu kıssayı naklederek Dâvûd’un suçlu olduğunu ima etmişler, Dâvûd da suçunu anlayıp tevbe etmiştir. Ahd-i Atîk’teki yoruma benzeyen bu değerlendirme kaynaklarda şu şekilde açıklanır: Hz. Dâvûd’un doksan dokuz karısı vardı. Rivâyete göre Dâvûd okuduğu kitaplarda ataları İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un fazîletteki üstünlüklerini görünce, “Yâ Rabbi! Görüyorum ki hayrın tamamını benden önceki atalarım almış. Onlara verdiğin gibi bana da ver, bana da onlara yaptığın gibi yap” diye duâ etmiş. Bunun üzerine Allah, “Ataların çeşitli şeylerle imtihan edildiler;
2763] 38/Sâd, 21-25
2764] II. Samuel, 12/1-6
2765] II. Samuel, 3/2-5, 13; 5/13-16; 11/27; I. Krallar, 1/3
2766] II. Samuel, 11
2767] II. Samuel, 12/1-7
2768] II. Samuel, 12/13-18
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sen o tür bir imtihan geçirmedin. İbrâhim oğlunu kurban etmekle, İshak gözlerini kaybetmekle, Ya’kub ise Yûsuf’a olan üzüntüsüyle imtihan edildi” buyurmuş. Dâvûd’un, “Beni de onlar gibi dene; onlara verdiğin gibi bana da ver” demesi üzerine, “Bekle, sen de deneneceksin” denilmiştir. Nitekim bir süre sonra şeytan altın bir güvercin şekline bürünerek namaz kılan Hz. Dâvûd’un önüne konar. Dâvûd onu tutmak istedikçe kaçar. Nihâyet güvercini kovalarken yıkanmakta olan bir kadın görür. Son derece güzel olan bu kadın Dâvûd’u farkedince saçlarıyla kendini gizlemeye çalışırsa da bu tutumu Dâvûd’un arzusunu daha da kamçılar. Kadına kim olduğunu sorar; kocasının asker olduğunu öğrenince ordu kumandanına mektup yazarak o askerin ön safa sürülmesini emreder. Adam cephede ölür, Dâvûd da bu kadınla evlenir.2769
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerin dışında tarih ve tefsir kitaplarında buna benzer pek çok rivâyet vardır ki çoğu Vehb bin Münebbih’e dayanmaktadır ve İsrâiliyattandır. Kur’an’daki kıssanın,2770 Ahd-i Atîk’te olduğu gibi Hz. Dâvûd’un kadınla evlenmek için kocasını öldürttüğünü gösterdiği iddiası ise hem gerçeklerle, hem de İslâm’daki nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan bir iftiradır. Zira peygamberlere zinâ isnâdı onların ismet sıfatlarına ters düşmektedir. Normal insan için bile haram olan, ayrıca Mûsâ şeriatında yasaklanmış bulunan bir fiilin bir peygamber tarafından işlenmesi mümkün değildir. Söz konusu kıssadan önce ve sonra Hz. Dâvûd’un birçok fazîleti zikredilmektedir. Dinî yaşayışta güçlü ve sağlam, Allah’a yönelen, O’nu çok zikreden, kendisine hikmet verilen, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti gelişmiş, Allah’a yakın olan ve güzel bir gelecek kazanmış bir kimsenin2771 zinâ gibi büyük bir günahı işlemiş olması düşünülemez. Sonuç olarak bazı İslâmî eserlere de geçen buna benzer rivâyetlerin İsrâiliyattan olduğu anlaşılmaktadır.
Bu haberlerin çoğu muharref Tevrat kaynaklı olmasına rağmen, pek çok müslüman yazar, müfessir bunları eleştirmeden, Kur’an’a uyup uymadığını gözden geçirmeden kitaplarında yer vermişlerdir. Bu yanlış rivâyetler, belli ki İslâm’ın ilk dönemlerinden beri anlatılmaktadır. Nitekim rivâyete göre Hz. Ali (r.a.); “Kim Hz. Dâvûd’la ilgili bu kötü haberleri anlatırsa, ona iki celde -yüz altmış sopa- vuracağım”2772 demiştir. Biz, Hz. Dâvûd’u ve diğer mâsum peygamberleri, onlara yakışmayacak sıfatlardan tenzih ederiz. Bizim inancımızın gereği budur. Onlar hakkında Kur’an’ın verdiği sağlam haberler ve övücü sözler bizim için yeterlidir.2773
Kıssa ile ilgili diğer bir yorum da Hz. Dâvûd’un küçük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Hz. Dâvûd, evli olan bir kadını almak için onun kocasını öldürmemiştir; zira kadın Uriya ile evli değil; nişanlı idi. Hz. Dâvûd nişanlı olan bu kadını almıştır. Onun hatası, birçok karısı olduğu halde bir mü’min kardeşinin nişanlısını elinden almasıdır. Bir başka açıklamaya göre de dönemin âdeti uyarınca Hz. Dâvûd’un Uriya’dan karısını boşamasını, onunla evlenmek istediğini söylemiş, Uriya da kralın isteğini reddetmenin uygun olmayacağını düşünerek
2769] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 213-214
2770] 38/Sâd, 21-25
2771] bk. 38/Sâd, 17-20, 25
2772] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 284; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 15/119; F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 26/192
2773] H. Ece, s. 51
DÂVÛD
- 639 -
bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bu davranış o dönemdeki şer’î hükümlere uygunsa da Dâvûd’un kemâliyle bağdaşmadığı için günah sayılmış, bu sebeple de Dâvûd tevbe etmiştir.
Hz. Dâvûd’u suçlu veya kusurlu gösteren yukarıdaki açıklamaları reddeden İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ilgili âyetlerde ilk bakışta Dâvûd’un günah işlediğini düşündüren, “Dâvûd, onu imtihan ettiğimizi zannetti de Rabbinden mağfiret diledi, tevbe etti; Biz de ondan bunu affettik” şeklindeki ifadeler gerçekte onun suç işlediğini göstermez. Olay şöyle olmuştur: Hz. Dâvûd’un düşmanlarından bir grup, onu öldürmek maksadıyla beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir yoldan onun bulunduğu odaya tırmanıp içeriye girmişler, Dâvûd onların asıl niyetini anlayınca nefsi kendisini onlardan intikam almaya zorlamış, ancak o bunu yapmamıştır. Zaten içeri girenler de Hz. Dâvûd’un yalnız olmadığını görünce korkarak yalan söylemişler ve söz konusu anlaşmazlığı gündeme getirmişlerdir. Dâvûd da bir an bile olsa intikam duygusuna kapıldığı için tevbe etmiş veya gerçek öyle olmadığı halde onların kendisini öldürmek için geldiklerini zannetmiş ve bu sûizan sebebiyle tevbe etmiştir.
Kıssa bu şekilde de açıklanabilir. Kurân-ı Kerim’de de belirtildiği gibi Hz. Dâvûd sadece dâvâcıyı dinleyip hüküm vermiş, dâvâlıyı dinlememiş, daha sonra bu tutumunun yanlış olduğunu düşünerek tevbe etmiştir. Olay yine Kur’an’da zikredilen, ekin tarlasına girip zarar veren sürü kıssasıyla da ilgili olabilir.2774 Zira iki kıssada da haksızlık, koyunlar ve Hz. Dâvûd’un hükmünde tam isâbet etmemesi söz konusudur. Sonuç olarak kıssa kesinlikle Hz.Dâvûd’un günah işlediğini göstermemektedir.2775
Ahd-i Atîk’e göre Hz. Dâvûd, otuz yaşında kral olmuş ve kırk yıl altı ay (yedi yıl altı ay Hebron’da, otuz üç yıl Kudüs’te) saltanat sürdükten sonra yetmiş bir yaşında vefat etmiş.2776 Dâvûd şehrine (Kudüs) defnedilmiştir.2777
Hz. Dâvûd’in (a.s.) Özellikleri
Hz. Dâvûd (a.s.) Hz. Nûh (a.s.)’un soyundandır2778 ve İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir.2779 İsrâiloğullarının tarihinde peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. (2780). Kur’an, Dâvûd (a.s.)’a peygamberliğin ve Zebur’un dışında bir lutuf ve mûcize olarak, diğer insanlara verilmeyen başka şeyler de verildiğini söylüyor. Hz. Dâvûd, bir Allah elçisiydi. Ona verilenler, hem onun peygamberliğinin delili, hem de gerçekten şükrün, hakkıyla kulluk yapmasının karşılığıydı. Şüphesiz Allah hakkıyla şükreden kullarını değişik şekillerde mükâfatlandırır.
2774] bk. 21/Enbiyâ, 78
2775] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb 26/188-198
2776] II. Samuel, 2/11; 5/4, 5; I. Tarihler, 29/27
2777] I. Krallar, 2/10; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 21-22; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 373-375
2778] 6/En’âm, 84
2779] 2/Bakara, 251
2780] İbn Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 248
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Dâvûd’a geniş bir hükümdarlığın yanında hikmet, ilim, anlayış, adâletle hükmetme, neyin nasıl yapılacağını bilme, yerli yerinde iş yapma, faydalı olana sarılma, güzellikler üretme gibi şeyler verildi. O, bu hikmetle hükümdarlığını süslüyor, sürekli Kur’an’ın sâlih amel dediği, güzel ve faydalı işleri yapıyordu.2781
Hz. Dâvûd’un Kur’an’da belirtilen özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Demiri işleyip zırh yapması: Allah, İsrâiloğullarını savaşın şiddetinden korumak için Hz. Dâvûd’a zırh yapmayı öğretmiş, demiri yumuşatmak sûretiyle ustaca işlenmiş geniş zırhlar yapmasını bildirmiştir.2782 İslâmî kaynaklarda, Hz. Dâvûd’un hükümdar olduktan sonra tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasına karıştığı, hükümdarın ve devletin icraatı hakkında onların düşüncelerini öğrendiği nakledilir. Bir defasında insan sûretine girmiş bir melek, Dâvûd (a.s.)’un hem kendisi hem de ümmeti için hayırlı bir insan olduğunu, ancak kendisinin ve ev halkının geçimini devlet hazinesinden karşıladığını söyleyince Dâvûd (a.s.) Allah’a yalvararak geçimini temin edecek bir kazanç yolu ihsan etmesini dilemiş, bunun üzerine kendisine zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Rivâyete göre zırh yapıp giyen ilk kişi odur. Hz. Peygamber bir hadisinde, “İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”2783 demiştir.
Kur’an açıkça ifade ediyor ki, Hz. Dâvûd, demircilerin pîridir ve bu sanatını daha çok, son derece saygın olan insan kanının akıtılmasını önlemek için zırh yapımında kullanmıştır. Dâvûd (a.s.) mahâretini kılıç imalinde de kullanabilirdi. Fakat o, hücum silâhı değil; müdâfaa silâhı yapmıştır.2784 Buradaki incelik ise gâyet açıktır: Bir peygamber ancak güzel ve faydalı işlerle meşgul olur. Hz. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle çalışmaya teşvik etmiş ve onlara peygamberler tarihinden örnekler vermiştir. Çalışmak, elinin emeğini ve alın terinin karşılığını yemek İslâm’da önemli bir yer işgal eder. Çalışmamak, gücü ve kuvveti yerinde olduğu halde tembel tembel oturmak, şuna buna el açıp dilenmek ayıp ve günahtır. Hz. Peygamberimiz, sosyal ve ekonomik önemi büyük olan bir hadisinde bunu dile getirmiştir.2785 Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Dâvûd (a.s.) kimseye yük olmadan kendi kazancı ile geçimini temin eden mâhir bir sanatkâr idi.
Dağlar ve kuşların onunla beraber Allah’ı tesbih etmesi: Allah dağları ve kuşları Hz. Dâvûd’un buyruğuna vermiş, onlar da akşam sabah onun tesbihine katılmışlardır.2786 İslâmî kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Dâvûd’un sesi hem çok gür hem de çok güzeldi. Dâvûd o gür ve güzel sesiyle Zebur’u okumaya başladığında kurt kuş durup onu dinler, sesinden dağlar yankılanırdı. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”2787 Ebû Mûsa’nın naklettiği bir başka rivâyette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i Dâvûd’un
2781] 2/Bakara, 251
2782] 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11
2783] Buhârî, Büyû’ 15
2784] Elmalılı, IV/3950
2785] Buhârî, Büyû’ 15
2786] 21/Enbiyâ, 79; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19
2787] Ahmed bin Hanbel, II/354
DÂVÛD
- 641 -
Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir.”2788 demiştir. Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”2789
Allah Teâlâ, Dâvûd’a (a.s.) eliyle demiri eritip işleme özelliği ihsân ettiği gibi, sesiyle de demir gibi kalpleri eritip yumuşatma mûcizesini mazhar kılar. Dağların Hz. Dâvûd ile birlikte tesbih etmesi Allah’ın ona fazlı ve geniş bir bağışı idi. Diğer kullardan hiçbirine böyle bir bağış yapılmamıştı.
İbâdete çok düşkün oluşu: Hz. Dâvûd’un günah işlemekten titizlikle kaçındığı, Allah’ı çok zikrettiği, ibâdete ve sâlih amele düşkün olduğu Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmektedir.2790 Hz. Peygamber de onun namazını ve orucunu şu şekilde övmüştür: “Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”.2791 Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”2792 demiştir. Öte yandan Hz. Peygamber, Dâvûd’un (a.s.) her gecenin yarısında uyuduğunu, üçte birinde namaz kıldığını, altıda birinde yine uyuduğunu haber vermiştir.2793
Dâvud Orucu: Gün aşırı oruç tutmak, yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın fazîletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında “En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” demiştir. Sahâbeden Abdullah bin Amr, “Ben daha fazlasını tutabilirim” deyince, Peygamberimiz bunun fazîletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir.2794 Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en fazîletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.
Kendisine Zebûr verilmiştir: Kur’ân-ı Kerim Hz. Dâvûd’a Zebur’un verildiğini bildirip,2795 muhtevâsına kısaca temas etmekle birlikte,2796 ayrıntılı bilgi vermemektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda ise Hz. Dâvûd’a verilen Zebur’un Ramazan ayında indirildiği, içinde mev’ıza ve hikmetli sözlerin bulunduğu, Davûd’un (a.s.) onu genellikle makamla ve bir mûsikî âleti eşliğinde okuduğu nakledilmektedir.
Hz. Dâvud, yeryüzünde halîfe kılınmıştır: Dâvûd (a.s.) yeryüzünde halîfe kılınmış, onun saltanatı güçlendirilmiş, adâletle hükmetmesi emredilmiştir. “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın
2788] Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 31
2789] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6
2790] 38/Sâd, 17
2791] Buhârî, Teheccüd 7
2792] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38
2793] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38
2794] Müslim, Sıyâm 187-192
2795] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55
2796] 21/Enbiyâ, 105
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.2797 Onun döneminde İsrâiloğullarının tam anlamıyla yerleşik medeniyete geçip devleti güçlendirdikleri, Hz. Dâvûd’un gerek kendi evini, gerekse krallığın idaresini belli bir düzene koyduğu, ibâdetleri sistemleştirdiği, sürekli bir ordu kurduğu Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Buna göre, Dâvûd (a.s.) Allah’tan aldığı görevi sadâkatle yerine getirmiş, krallığına Allah’ın İbrâhim nesline vaad ettiği genişliği kazandırmış, onun hükümranlığı Fırat sâhillerinden Kızıldeniz kıyılarına kadar yayılmıştır.2798 Hz. Dâvûd gerçek bir devlet başkanı ve ehliyetli bir yöneticiydi. Kudüs’ü başşehir yapmak sûretiyle iktidarı merkezîleştirmiş, askerî teşkilâtını geliştirmiştir. Devleti yönetirken adâleti öncelikle kendisi icrâ ediyor, dâvâlara bizzat bakıyordu.2799
Fasl-ı hitap verilmiştir: “Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve fasl-ı hitap/açık, güzel konuşma vermiştik.”2800. Hz. Dâvûd’a hikmetle beraber “fasl-ı hitap” yani, anlaşmazlıkları kesin ve âdil ölçülerle çözme, her maksadı sözle açıklama yeteneği2801 de bağışlandı. O, bu yetenekle kendisine gelen dâvâları çözüme kavuşturuyor, mülkünde adâleti sağlıyordu. Hikmet, hakka/gerçeğe uygun bilgi demektir. Fasl-ı hitap da: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama, dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvûd’un (a.s.) özelliklerinden birinin de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır.
Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
Hz. Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği Kur’an’da bildirilir.2802 Bu, iki özellik, yani peygamberlikle hükümdarlık İsrâiloğullarının tarihinde ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleyman’a, diğer insanlardan hiç birine verilmeyen nimetler verdi. Onları âlemlere üstün kıldı. Sonra da onlara “Şükredin ey Dâvûd âilesi. Çünkü kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır.”2803 buyurdu. Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.), Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı şöyle dediler: “Bizi mü’min kullarının birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.”2804
Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. Nimet verenin makamını, yüceliğini, emrini ve ölçülerini kabul ettiğini ilân etmektir. O makamdan gelen teklifleri benimsemektir. “Nankörlük” ile “küfür” Arapça’da aynı kelime ile ifade edilir. Allah’ın nimetlerini örtmek, görmezlikten gelmek demek olan nankörlük, Allah’ı örtmek, tanımazlıktan gelmek demek olan küfre basamaktır. Nankörlüğün zıddı olan şükür, öncelikli olarak imanla başlar, fiillerle ortaya konulur. Şükrün ilk yansıması Allah’ın Rabliğine teslim olmaktır. Sonra bütün bir hayatı nimet verenin
2797] 38/Sâd, 26
2798] I. Samuel 8/3; I. Tarihler 18/3
2799] II. Samuel, 8/15; 14/4-22; 15/2-6; I. Tarihler, 18/14; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 22-24
2800] 38/Sâd, 20
2801] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 15/107
2802] 2/Bakara, 251
2803] 34/Sebe’, 13
2804] 27/Neml, 14
DÂVÛD
- 643 -
ölçüleriyle yaşamaktır. Şükür, Allah’a kulluk, nimetlerine karşı teşekkürdür.
Hz. Süleyman, kendisine verilen nimetlerden sonra şöyle der: “Bu, Rabbımın fazlındandır, beni denemektedir; şükür mü edeceğim, nankörlük mü edeceğim?”.2805 Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.) kendilerine verilen nimetlerin hep imtihan için verildiğini, buna hakkıyla şükretmeleri gerektiğini bilen ve bunu uygulayan insanlardı. Allah, Hz. Dâvûd (a.s.) ve onun ailesine bol bol nimet ve diğer kullara verilmeyen kimi üstünlükler ve lutuflar bağışladığını haber verdikten sonra buyuruyor ki: “... Bundan dolayı şükreder misiniz?”.2806 Bir başka âyette yine onlara verilen birçok nimet sayıldıktan sonra deniliyor ki: “... (Artık) Siz de (bunlara karşılık) sâlih amellerde bulunun. Gerçekten Ben, sizin yapmakta olduklarınızı görenim (diye vahyettik).”2807
Dâvûd (a.s.) bu emirlerin gereğini yerine getiren, Rabbine bunca nimetten dolayı hakkıyla şükreden bir insandı. O, nimet vereni biliyordu. Kendisine bunca üstünlüğün, mülkün ve ilmin hangi kaynaktan ve niçin geldiğinin şuurunda idi. Nimete nasıl şükredileceğini biliyordu. Çünkü Rabbinden hikmet ve ilim öğrenmişti. Bu ilim ve hikmet ona şükrü, hamdi ve tesbihi öğretmişti. Kulluğu nasıl yerine getireceğinin, kulun Rabbi karşısındaki konumunun, insan olarak bulunduğu yerin farkında idi. Bu bilinçle nimetlere şükretti. Kendisine verilen peygamberlik görevini yerine getirdi. İnsanları, kendisine tâbi olanları hidâyete çağırdı, onlara Allah’ın hükümleriyle, ölçüleriyle hükmetti. Rabbinin; “Ey Dâvûd ailesi! Şükredin, sâlih amel işleyin” emri onun rehberi idi. Emrin yüceliğini idrâk edecek seviyede idi. İmanlı, bilinçli, Rabbinin emirleri karşısında boyun bükecek, büyüklük taslamayacak edepte idi. Kur’an onun bu tavrını şöyle övüyor: “Onların (imansızların) söylemekte olduklarına karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Dâvûd’u hatırla; Çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelip duran biri idi.”2808
Bu yöneliş içten ve samimi idi. Bilinçli ve iyi niyetli idi. Kimbilir belki de Allah onun bu ihlâsı sebebiyle dağların ve kuşların, gece gündüz, sabah akşam onunla birlikte tesbih etmelerini ona bir hediye olarak bağışlamıştı. Onun Allah’ı tesbihi o kadar içten idi ki, ona bu tesbihinde kuşlar ve dağlar bile eşlik ediyorlardı.
Bu onun Allah katında derecesini gösterdiği gibi, ihlâsla kulluk yapanların ulaşabileceği ödüllere bir örnektir. Allah’ın insanlara bağışı çoktur. Kul, Hz. Dâvûd örneğinde olduğu gibi şükreder, Rabbini içtenlikle tesbih ederse hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği karşılığa kavuşur. Bunun somut göstergesi, Dâvûd’a (a.s.) verilenlerdir.
Dâvûd (a.s.) ilim sahibiydi. O bu ilimle Rabbini tanıyor, O’nun nimetlerini algılıyor, nasıl şükredeceğini öğreniyordu. Bu ilimle, Rabbinin âyetlerini idrâk ediyor, bu âyetlerin ifade ettiği gerçeklere ulaşıyordu. O bu ilimle derin bir anlayışa, isâbetli bir görüşe, doğru karar verme yeteneğine kavuşmuştu. Onunla hüküm veriyor, onunla adâleti sağlıyor, onunla insanları hidâyete dâvet ediyordu.
O, aynı zamanda hikmet sahibiydi. Her işini sağlam yapıyor, sâlih amel işliyor, kulluğun en güzel örneklerini sergiliyordu. Demir onun için yumuşatılmıştı, yani
2805] 27/Neml, 40
2806] 21/Enbiyâ, 80
2807] 34/Sebe’, 11
2808] 38/Sâd, 17
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demir madeni emrine verilmişti. O, demirden savaş elbiseleri yapıyor, bunları giyen mü’min askerleriyle Allah yolunda müslümanlara saldıranlara karşı cihad ediyordu. Dâvûd (a.s.) aynı zamanda güçlü, kuvvetli, çok cesur bir kimseydi. Nitekim Tâlût’un ordusunda genç bir çoban iken, kendilerinden kat kat kalabalık düşman ordusunun komutanı Câlût’a karşı yiğitçe düelloya çıkmış ve onu öldürerek müslümanların zafer kazanmasına kapı açmıştı. Onun bu cesareti, akıllı hareketi, ilim ve hikmet sahibi oluşu, adâleti ve iyili ahlâkı İsrâiloğullarına başkan olmasını sağlamıştı.
Dâvûd (a.s.), bunun yanında takvâ sahibi bir kimse idi. Sürekli tesbih eder, Rabbini zikreder, kulluktan geri kalmazdı. Rabbine karşı bir hata yaptım zannıyla hemen tevbe istiğfar eder, Rabbine yönelirdi. O, Rabbinin huzurunda saygıyla rükûya ve secdeye varırdı. Allah da onu sâlih bir insan olarak seçti. Onun Rabbi katında bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.2809
Rivâyete göre Dâvûd’un (a.s.) çok güzel bir sesi vardı. Onun bu yakıcı sesiyle tesbih ve zikredişi o dereceye yükselmişti ki, o tesbih yaptığı zaman kendi varlığı ile kâinat varlığı arasındaki engeller ortadan kalkıyordu. Hz. Dâvûd’un hakikatiyle, dağların ve kuşların gerçeği, Rabbine olan ilgi ile birleşiyor, O’na ibâdetle tamamlanıyordu. Bundan dolayı kuşlar başına toplanıyor, dağlarla birlikte zikirlerin en güzelini terennüm ediyorlardı. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Rabbimiz dilediğini yaratmaya güç yetirendir. Sevdiği kullarına dilediği şeyi bağışlar. Yeryüzündeki her şey bir tek İlâhî gerçeğe dayanır. Hepsi de mutlak bir gerçekle birleşir. O da, her şeyi yoktan var eden Allah’ın Rabliğidir. Rabbiyle ilgisi ihlâs ve tam teslimiyet noktasına ulaşan kullar için soyut hakikatler apaçık olur. Farklı şekillerdeki varlıkların farklı biçimleri ortadan kalkar ve hepsi de aynı amaç etrafında tevhid/birlik olurlar. Güzel ve gür sesler için “dâvûdî ses” denmesi, Dâvûd’un (a.s.) sesinin güzel olmasındandır.
O, takvâsının bir eseri olarak senenin yarısını oruçlu geçirirdi. O bir gün iftar eder, bir gün oruç tutardı. Hükümdarlığa sahip olmasına rağmen elinin emeği ile geçinirdi. Demirden yaptığı zırhları satar, bununla rızkını kazanırdı.
Bütün insanlar, son nefeslerini verinceye kadar Allah’ın her çeşit ve sayılmayacak kadar nimetlerinden yararlanmaktadırlar. Bu yararlanma kimileri hakkında az veya çok olsa da farketmez. Haysiyetli kişi, velînimetini, kendine nimet vereni bilir ve ona teşekkür eder. Kulların Allah’a teşekkürü, O’na Rab olarak iman edip isyan etmemektir. Allah, şüphesiz ki şâkir (şükreden) kullarını sever, onlardan râzı olur, onlara hesapsız mükâfatlar verir. Sâdi-i Şirazî’nin dediği gibi, her bir nefes alış verişte bile insan Allah’a karşı iki defa şükretmek zorundadır. Nefes almazsa yaşayamadığı gibi, aldığı nefesi az sonra dışarı veremezse yine yaşayamaz. Eğer insanlar Allah’a şükrederlerse, Allah nimetlerini, nimetlerin bereketini arttırır, insanın mal karşısında kölelik tutkusunu, mala sahip olma izzetine döndürür. Eğer insanlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ederlerse, nimet sahibini tanımaz, inkârcı ve isyancı olurlarsa; şüphesiz Allah’ın azâbı şiddetlidir, dayanılır gibi değildir.2810
2809] 38/Sâd, 24-25
2810] 14/İbrâhim, 7; Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 194-195; 47-50
DÂVÛD
- 645 -
Ekin Sahibinin Dâvâsı
“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”2811
Hz. Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman (a.s.), Allah’ın onların hükmüne şâhit olduğunu açıklayarak, her ikisinin hükmünün doğru olduğunu, her ikisinin de yanlış yapmadıklarını vurgulamış oluyor. Ya da onların bu şekilde hükmetmelerine Allah izin vermişti, onlar da kendi görüşleriyle önlerindeki dâvâyı halletmeye çalışıyorlardı.
Kaynaklar bu âyetin tefsiri ile ilgili şöyle bir olay anlatıyorlar: “Anlatıldığına göre Hz. Dâvûd’a dâvâ için iki kişi geldi. Bunlardan biri ekin tarlası ya da bağ sahibi, diğeri ise sürü sahibi idi. Birisi ekin ekmiş veya bağ-bahçe yapmıştı. Tarla sahibi Hz. Dâvûd’a dedi ki: ‘Bu adamın sürüsü geceleyin benim tarlama/bağıma girdi ve hiçbir şey bırakmadı. (Aramızdaki meseleyi çözer misin?)’ Bu olayın doğru olduğunu anlayan Hz. Dâvûd (a.s.) sürünün, tarlaya verdiği zarar karşılığı tarlanın veya bağın sahibine verilmesine hükmetti. Bunun üzerine sürünün sahibi Hz. Süleyman’a gitti ve durumu anlattı. Hz. Süleyman babasının yanına gelerek: ‘Ey Allah’ın peygamberi! Hüküm senin verdiğin gibi değildir’ dedi. Hz. Dâvûd, ‘nasıldır?’ diye sorunca Hz. Süleyman şöyle dedi: ‘Sürüyü geçici olarak faydalanması, yavrularından ve sütlerinden yararlanmaları için tarla/bağ sahibine ver. Tarlayı/bağı da sürü sahibine ver. Ta ki sürü sahibi ekin tarlasını/bağı eski haline getirsin. Sonra da herkes kendine ait olanı tekrar geri alsın.’ Bunun üzerine Hz. Dâvûd; ‘isâbetli hüküm, senin dediğin gibidir’ deyip, oğlunun görüşünü karar olarak benimsedi.”
Kaynaklar Hz. Süleyman’ın o zaman on bir yaşlarında bir çocuk olduğunu da ilâve ediyorlar.2812 (En doğrusunu yalnızca Allah bilir.)
Her iki peygamberin hükmü de kendi ictihadlarına/görüşlerine göre idi. Hz. Dâvûd (a.s.) ekin/bağ sahibinin zararının büyüklüğünü göz önünde bulundurarak o zararı karşılamak istemişti. Şüphesiz bu adâletin gereği idi. Ancak Hz. Süleyman’ın görüşü ise adâletin de ötesinde daha yapıcı, daha uygun bir hüküm idi. Allah (c.c.), Hz. Dâvûd’un hükmünün yanlış olduğunu söylememekle birlikte, Hz. Süleyman’a onun hükmünü öğrettiğini haber veriyor, sonra da her ikisine de hüküm ve ilim verdiğini bizlere duyuruyor. Her iki peygamber de vahyin getirdiği ölçülerden hareket ettiler. Kendilerine bağışlanan ilim ve hükmetme yeteneğine dayanarak kendi ictihadlarıyla karar verdiler. Böyle bir hüküm, vahyi ölçü almakla beraber, bir vahiy değildi. Hz. Dâvûd’un kararı vahiy olsaydı Hz. Süleyman’ın ona karşı görüş beyan etmesi düşünülmezdi.
2811] 21/Enbiyâ, 78-80
2812] Taberî, Tarih 1/344, Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 17/38; F. Râzî, M. Gayb, 22/195; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/26; İbn Kesir, Muh. Tefsir, 2/516; Zemahşerî, el-Keşşâf, 3/125; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 11/203; Âlûsî, Rûhu’l-Beyan, 17/75; Süfyân es-Sevrî, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 160, S. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2389
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu kararı anlatan pek çok kaynak, Hz. Dâvûd’un (a.s.) yukarıdaki kararı açıklamasından sonra dâvâcıların Hz. Süleyman’a gittiklerini, bir de onun bu dâvâya bakmasını istediklerini söylüyorlar. Onlara göre Hz. Süleyman, babasının kararını doğru bulmayarak kendisi daha uygun bir başka görüş ileri sürdü ve önceki kararın değişmesini sağladı. Buradan hareketle de peygamberlerin ictihadı, ictihad-vahiy ilişkisi, âlimlerin ictihadı ve nesih gibi konular gündeme getirilmekte ve uzun uzun açıklamalar yapılmaktadır.
Bu olayı anlatan yukarıdaki âyet, her iki peygamberin de verdikleri karara/hükme değinmiyor. Ancak “iz yahkümâni” diyerek, bir dâvâ konusunda her iki peygamberin beraberce hüküm verdiklerine veya bu konuda istişâre ettiklerine dikkat çekmektedir. Çünkü burada kullanılan fiil kalıbı tesniye, yani iki kişinin birlikte iş yaptığını ifade eden bir kalıptır. Bilinen bir şeydir ki, iki bağımsız hâkim bir olayda iki ayrı hüküm verseler, bunun bir anlamı olmaz. Âyette kast edilen anlam; her iki peygamberin de bu dâvâ konusunda istişâre etmeleri veya karşılıklı bu dâvâyı görüşmeleri olabilir. Burada “hükmettiler” değil de; “iz yahkümâni ; karşılıklı hükmettikleri zaman” gibi bir ifadenin yer alması bu görüşü güçlendirmektedir.2813 Buna göre, Hz. Dâvûd’un görüşü tamamlanmış ve uygulamaya konulmuş hukukî bir karardan çok, kesin bir çözüm aramaya yönelik bir görüş açıklama, ya da istişâre etmeye ehil görülen Hz. Süleyman’ın bu meselenin cevabını bulmaya yönelik bir ictihadı gibi görünmektedir.
Hz. Süleyman da (a.s.), babasının verdiği kesin hükme karşı çıkmamış veya babasının verdiği kararı yanlış bulmamış, konuyla ilgili olarak görüşünü açıklamış ve bu görüşü de isâbetli bir karar olarak uygulamaya konulmuş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kaldı ki, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre hükmetme makamında olan bir hâkim, ictihad eder (doğru kararı vermede bütün gücünü kullanır) ve isâbet ederse iki sevap alır. Hâkim bütün gücünü kullandığı halde ictihadında isâbet edemezse bir sevap/ecir alır.2814
Her iki peygambere de İlâhî bir bağış olarak uygun ve yerinde hükmetme, isâbetli karar verme yeteneği ihsan edilmiş, ancak âyetin ifadesine göre Allah (c.c.), Süleyman’a (a.s.) bazı konularda daha derin bir anlayış vermiştir. Şüphesiz Allah fazlını istediğine verir ve O’nun gücü her şeye yeter. 2815
Tâlût
Tâlût; İsrailoğullarının Dâvûd (a.s.) zamanındaki meliki/kralıdır. Esas adı Saul’dür. Kelime olarak “Tâlût” İbranice bir lakabdır. Arapça “Tûl” kelimesi ile alâkalı olup, aşırı derecede boylu ve kudretli anlamına gelir.2816
Kur’an’da iki yerde Tâlût kelimesi geçmektedir.2817 Birkaç yerde de, ona işaret eden zamirler bulunmaktadır. Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika adlı bir kavim vardı. Başlarında Câlût adında bir kral bulunuyordu. Bunlar İsrailoğullarına saldırıp onları perişan ettiler. İsrailoğulları da, kendi peygamberlerinden,
2813] M. H. Tabatabai, el-Mîzân, 14/340
2814] Ebû Dâvûd, Akdiyye 2, hadis no: 3574; Buhârî, İ’tisâm 21; Tirmizî, Ahkâm 2, hadis no: 1326; Nesâî, Kadâ 3
2815] Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 100-103
2816] Goldziher, Der Mythosbei den Hebraern, 162 vd.
2817] 2/Bakara, 247, 249
DÂVÛD
- 647 -
düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir kumandan tâyin etmesini istediler. Onların bu peygamberi, Mûsâ’dan (a.s.) sonraki peygamberlerden biriydi. Onların bu talebi üzerine, peygamberleri onların başına, nesli Ya’kûb (a.s.)’un oğlu Bünyâmin’e dayanan Tâlût’u hükümdar olarak tâyin etti.2818 Bu durum Kur’an’da söyle ifâde edilmiştir: “Peygamberleri onlara: ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi’ dedi. Bunun üzerine (onlar): ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. (Peygamberleri:) ‘Allah sizin üzerinize onu seçti. İlimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir’ dedi.” 2819
İsrâiloğulları onun krallığını tasvip etmek istemediler; işi zenginlik ve kısır kavmiyet noktasından ele almaya çalıştılar. Oysa âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah, Tâlût’a ilimde ve cisimde, maddî ve mânevî yönden bir üstünlük vermişti. Maddî yönden iri cüsseli, güçlü, kuvvetli ve güzel olarak yaratmıştı. Mânevî yönden de, dinî, siyasî, fen, teknik ve savaş ilimlerinde ona üstün bir başarı ve mahâret vermişti. Aynı zamanda o, fakirlere karşı merhametli ve şefkatliydi, yoksulların dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Bir de, Yüce Allah âmirliği dilediğine verir. Komutanlık ve âmirlik için bunlar önemlidir. Yoksa verâset, soy-sop, ayrı nesepten gelme şartları geçerli ve önemli değildir.2820
Tâlût komutanlığı ele aldıktan sonra, askerleriyle Câlût’a karşı cihada çıkıyor ve önce askerlerini deniyor. Askerlerinden ihlâslı ve samimi olanlar belirlendikten sonra, düşmanlarıyla cihada devam ediyor. Yüce Allah bu hususta Kur’an’da şu açıklamada bulunmuştur: “Tâlût, ordusuyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç avuçlayanlar hâriç- onu tatmazsa, o bendendir.’ Onlardan az bir bölümü dışında ondan içtiler. O, kendisiyle beraber iman edenlerle onu (ırmağı) geçince, onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Allah’a kavuşacaklarına kesin gözü ile bakanlar: ‘Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”2821
Tâlût ve askerlerinin, Câlût ve askerlerine karşı cihada hazırlandıklarında, Allah’a karşı yaptıkları niyâz ve duâları, Kur’an’da şöyle haber verilmiştir: “Onlar, (Tâlût ve ordusu) Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”2822
Tâlût ile askerlerinin zaferini ve Câlût ile askerlerinin de yıkılışını haber veren bir âyetin meâli ise, şöyledir: “Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmiyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”2823 Âyette de ifâde edildiği gibi,
2818] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1954, II, 595 vd.
2819] 2/Bakara, 247
2820] el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 55
2821] 2/Bakara, 249
2822] 2/Bakara, 250
2823] 2/Bakara, 251
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dâvûd (a.s.), Tâlût’un komutasında toplanmış bulunan İsrailoğullarının arasındaydı ve karşı ordunun başında bulunan Câlût’u öldürdü. Böylece İsrailoğulları bu savaşta gâlip çıktı. Filistin ordusu yenildi. Dâvûd (a.s.) bilâhare Tâlût’un kızı ile evlendi ve onun ölümünden sonra da onun yerine kral oldu.2824
Câlût
Câlût; Hz. Dâvud (a.s.) zamanında, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde yaşamış, “Amâlika” kralının adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Câlût olarak adlandırılan bu kişinin ismi Ahd-i Atîk’te Golyat şeklinde geçmektedir. “Amâlika” kavmi Akdeniz’in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Câlût, iri cüssesi sebebiyle âdeta dev gibi tasvir edilmekte, onun Refaîm denilen ve devâsâ cüsseleriyle meşhur olan ırkın bir bakiyesi olduğuna inanılmaktaydı.2825 Golyat’ın boyu İbrânîce Ahd-i Atîk’e göre 6 arşın 1 karış, yani 2,93 m., Ahd-i Atîk’in Yunanca tercümesine ve yahûdi tarihçisi Josephus’a göre ise 4 arşın 1 karış, yani 2.03 m.dir.2826 Kuşandığı zırhın ağırlığı 5000 şekel tunç (yaklaşık 60 kg.), mızrağının ucundaki demirin ağırlığı ise 600 şekeldir.2827
Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Mûsâ’nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının birçok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları’na da ağır vergiler koymuştu. Hatta Tevrât’larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları’nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah’a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti.2828
Nihâyet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine peygamber olarak gönderilen Eşmuil veya Şâmuil’e başvurarak, kendilerine dirâyetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sâyesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesâret sahibi bir zâtı hükümdarı tâyin etti. Fakat İsrailoğulları tâyin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tâyinine râzı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut’un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibarıyla bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir.2829 Yine Peygamber, İsrailoğulları’na, Tâlut’un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait birtakım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tâbutu, meleklerin getirmesi mûcizesini göstermiştir.2830
Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları’nın başına geçip, Câlut’a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda
2824] Taberî, Camiu'l-Beyân, II, 627 vd.; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut 1969, 1, 303; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110
2825] Tesniye, 2/11; II. Samuel, 21/19-20); I. Tarihler, 20/8
2826] I. Samuel, 17/4
2827] I. Samuel, 17/5-7
2828] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828
2829] 2/Bakara, 246-247
2830] 2/Bakara, 248
DÂVÛD
- 649 -
kalmıştı.
Fakat Tâlut bu kutsal mücâdelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Hâlbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut’un ordusunu görünce: “Bugün Câlut’un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok” demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mü’min ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût’a karşı savaşa çıkmıştır.
Kral Saul döneminde İsrail toprağını işgal eden Filistî ordusunda yer alan Golyat, zorlu bir savaşçıdır. İsrâil ordusu ile Filistî ordusu karşı karşıya geldiğinde başında tunç başlık, üzerinde pullu zırh, baldırlarında tunç zırhlar, omuzları arasında tunç kargı ve elinde mızrağı ile İsrâil ordusuna meydan okuyarak onları mübârezeye dâvet eder. Bu meydan okuma kırk gün sürer, fakat İsrâil ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkmaya cesâret edemez. Orduya katılan büyük kardeşlerini ziyâret için karargâha gelen genç yaştaki Dâvûd bu durumu görünce Golyat’ın karşısına çıkmak ister ve sapanıyla attığı taş ile onu alnından vurur, sonra da kılıçla başını keser.2831 Tâlut’un ordusunda bulunan Hz. Dâvud’un Câlut’u öldürmesiyle büyük moral kazanan Tâlût ve askerleri, Câlût’un ordusuna karşı savaşı kazanır.
Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb’de Dâvûd’un (a.s.) Câlût ile, Ürdün’ün aşağı vâdisi Gor’daki Baysan’da dövüştüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Aynu Câlût adını taşıyan bir yer bulunmaktadır.2832
Ahd-i Atîk’te Golyat’ın öldürülmesiyle ilgili olarak çelişkili bilgiler vardır. Bir yerde Golyat’ın Dâvûd tarafından öldürüldüğü belirtilirken,2833 başka bir yerde Gatlı Golyat’ı Elhanan’ın öldürdüğü2834 bildirilmektedir. Öte yandan Kitab-ı Mukaddes’in İbrânîce nüshası ile Batı dillerine yapılan çevirilerinde, “Beytülahm’li Elhanan Gatlı Golyat’ı vurdu” denilirken, Türkçe tercümesinde, “Beytülahmli Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşini vurdu” denilmektedir. Bu son ifade, Ahd-i Atîk’in başka bir bölümünde de yer almaktadır.2835
Ahd-i Atîk Golyat’ı Filistî (peliştî-peliştîm) diye takdim ederken; İslâmî kaynaklarda Bâbilli2836 veya Âd ya da Semûd kavimlerinin ahfâdından bir kişi olarak gösterilmekte,2837 hatta Berberîlerin kralı olduğu da nakledilmektedir.2838 Tarih ve tefsir kitaplarında Câlût’un kimliği ve Dâvûd’la mücâdelesine dâir İsrâiliyat türünde çeşitli rivâyetler yer almaktadır ki bunlar Ahd-i Atîk’teki kıssaya benzer mâhiyettedir.
Hz. Dâvud (a.s.), Tâlut ve Eşmuil’in (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları’nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti.2839 Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Samuel bölümünde geçmektedir.
2831] I. Samuel, 17
2832] Bk. Meydan Larousse, 2/739
2833] I. Samuel, 17/50-51
2834] II. Samuel, 21/19
2835] I. Tarihler, 20/51
2836] Mes’ûdî, I/54
2837] Taberî, I/467
2838] Mes’ûdî, I/56-58
2839] 2/Bakara, 249-252
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’ın anlattığı bu hâdise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları’nın azgınlığını gözler önüne sermektedir. 2840
Zebûr; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
Zebûr; Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s.)’a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitabın ismidir. Lügatte Mezmur, “Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud’a inen Zebur’un sûrelerinin her biri” anlamlarına gelir. Aynı zamanda Mezmur “yazılmış” mânâsına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur’un “Hikmetli kitap” mânâsına geldiğini; 3/Âl-i İmran, 184 âyetindeki “Zebûr” kelimesinin “men etmek” manasına gelen “Zebr” kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da Hakkın hilâfına olan hususlardan halkı meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır.2841
İlâhî kitapların ikincisi olan Zebur, Kur’ân-ı Kerîm’in üç ayrı âyetinde2842 geçmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Nûh’a, O’ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yakub’a, İsa’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârun’a ve Süleyman’a vahy eylediğimiz ve Dâvûd’a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik Biz”2843; “Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun ki, Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Dâvûd’a da Zebur verdik”2844; son olarak Enbiyâ sûresinde de Cenâb-ı Hak: “Andolsun, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yazmışızdır ki, arza ancak sâlih kullarım mirasçı olur”2845 buyurmaktadır.
Bu âyet meâllerinden ilk ikisi, dört İlâhî kitaptan biri olan Zebur’un Hz. Dâvud (a.s.)’a verildiğini açıklamakta, üçüncü âyet de Zebur’un Tevrat’tan sonra nâzil olduğunu, yeryüzüne ancak sâlih kişilerin mirasçı olacaklarını bildirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde, ehl-i kitaptan bir fırkanın Zebur okuduklarını beyan buyurmuşlardır.2846
İmanın şartlarından olan “Allah’ın kitaplarına iman” ilkesi bir müslümanın, diğer İlâhî kitaplarla birlikte Zebur’a da inanmasını gerekli kılar. Ancak yine İslâm, bugün eldeki mevcut Zebur’un tahrife uğradığını da özellikle belirtir.
Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan “Mezmurlar” diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmur vardır. İlk Mezmur “Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz” cümleleriyle başlamakta, 150. Mezmur da, “Bütün nefes sahipleri Rabbe hamdetsin, Rabbe hamdedin” sözleriyle son bulmaktadır.2847
Hz. Dâvud’a indirilmiş olan Zebur’da genellikle, O’nun Allah’a yakarışları ve ilâhîleri yer almaktadır. Zebur’un İbranice asıl metni manzumdur. Allah’ın birliği (tevhid) temeline dayanan dinler döneminin ilk İlâhî kitaplarından olan Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen
2840] Talat Sakallı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 271; Abdurrahman Küçük, TDV İslâm Ans., c. 7, s. 38
2841] Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417
2842] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105
2843] 4/Nisâ, 163
2844] 17/İsrâ, 55
2845] 21/Enbiyâ, 105
2846] Buharî, Teyemmüm, 6
2847] Kitab-t Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1954
DÂVÛD
- 651 -
Yahûdi kavmine Allah’ın yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı olarak Yahûdilerin, “Tevrat’tan sonra kitap gelmeyecektir” yolundaki iddiaları Hz. Dâvûd’a Zebur verilmesiyle nakzedilmiş bulunmaktadır.2848
Günümüzde Zebur hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Zebur’da geçen konular, daha sonraları Batılı ressam, şâir ve heykeltıraşlara ilham kaynağı olmuş ve sanatkârların eserlerinde çeşitli şekillerde işlenmiştir. Bilindiği üzere Zebur’la müstakil bir şeriat vazedilmemiş, Hz. Dâvûd Hz. Mûsâ’nın şeriatı ile amel etmiştir. Hz. Dâvûd sesinin güzelliği ile de bilinmektedir. O, Mezmur denilen Zebur sûrelerini güzel sesi ile okurdu. Nitekim kalın, gür, pek hoş ve tesirli sesler için “Dâvûdî” tâbiri kullanılır.2849 Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde de2850 çeşitli vesilelerle Hz. Dâvud’un adı geçmektedir.
Zebur önceleri İbrânîce idi ve İbrânî-Ârâmî alfabesiyle yazılmıştı. Hristiyanlığın yayılmasından sonra da Lâtinceye çevrilmiştir. Ancak günümüzde orijinal bir Zebur nüshasının mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün yeryüzünde Zebur’a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek yahûdiler, gerek hristiyanlar ibâdet ve âyinlerinde duâ niyetiyle Zebur’dan parçalar okumaktadırlar. Özellikle hristiyanların pazar âyinlerinde Mezmur’dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur. 2851
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar?! Kendileri için gönderilmiş bir peygambere ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.
Peygamberleri onlara ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar gönderdi’ dedi. Bunun üzerine ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. ‘Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eder ve her şeyi bilendir’ dedi.
Peygamberleri onlara, ‘Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut’un size gelmesidir. Onun içinde Rabbinizden size bir sekîne/ferahlık ve sükûnet, meleklerin taşıdığı, âl-i Mûsâ ve âl-i Hârun’un bıraktıklarından bir miktar bakıyye vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için onlarda mutlaka bir âyet ve alâmet vardır’ dedi.
Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az
2848] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, IV/3081
2849] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 179 vd.
2850] 2/Bakara, 251; 5/Mâide, 78; 6/En'âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10-13; 38/Sâd, 17
2851] Osman Cilacı; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 439-440
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.
Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesâret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et’ dediler.
Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.
O söylenenler, Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerden birisin.” 2852
“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kub’a, torunlara, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” 2853
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyanları/söz dinlememeleri ve haddi aşmalarıdır.”2854
“Biz ona (İbrâhim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Ya’kub’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Nitekim daha önce de Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz muhsinleri/iyi ve güzel davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”2855
“Rabbin göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten Biz, peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” 2856
“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”2857
“Andolsun ki Biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir. Onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun’ dediler. Süleyman Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.” 2858
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin’ dedik. Ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvûd hânedânı!) Sâlih ameller/iyi işler yapın. Çünkü Ben, yaptıklarınızı görmekteyim’
2852] 2/Bakara, 246-252
2853] 4/Nisâ, 163
2854] 5/Mâide, 78
2855] 6/En’âm, 84
2856] 17/İsrâ, 55
2857] 21/Enbiyâ, 78-80
2858] 27/Neml, 15-16
DÂVÛD
- 653 -
diye (vahyettik).” 2859
“... Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.” 2860
“Onların söylediklerine sabret, kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla. Çünkü o, daima Allah’a yönelendi. Doğrusu Biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik. (Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir helâk vardır. Yoksa Biz, iman edip de sâlih ameller yapanları, yeryüzünde fesatçılar/bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya müttakîleri/Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız? (Ey Muhammed!) Sana bu mübârek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” 2861
Hadis-i Şeriflerde Dâvud (a.s.)
“İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Hiçbir kişi asla kendi elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”2862
Hz. Peygamber (s.a.s.) geceleyin geçerken Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin Kur’an okuduğunu duyar. Okuyuşunu, güzel sesini beğenir, durup Kur’an’ı dinler ve: “Bu adama, Dâvûd âilesine verilen mizmarlardan bir mizmâr verilmiş” der. Ebû Mûsâ: ‘Yâ Rasûlallah, eğer senin dinlediğini bilseydim, daha güzel okurdum’ der.2863
Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde şöyle der: “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”2864
2859] 34/Sebe’, 10-11
2860] 34/Sebe’, 13
2861] 38/Sâd, 17-30
2862] Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ, 37; İbn Mâce, Ticâret 1; Ahmed bin Hanbel, II/314, III/466; Muvattâ, Sadaka 1; Dârimî, Büyû’ 6
2863] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 31; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 34, hadis no: 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitah 83; İbn Mâce, İkame 176
2864] Ahmed bin Hanbel, II/354
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”2865
“Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”2866
Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”2867 demiştir.
“En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”2868
“Allah Teâlâ’ya en sevimli oruç, Dâvûd’un orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur, üçte birinde (nâfile) namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.”2869
Ebû’d-Derdâ (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Hz. Dâvud’un (a.s.) duâları arasında şu da vardır: “Allahım! Senden sevgini ve Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.” Ebû’d-Derdâ der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Dâvud’u zikredince, onu “insanların en âbidi (yani çok ve en ihlâslı ibâdet yapanı)” olarak tavsif ederdi.”2870
Berâ bin Âzib’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: “Biz Muhammed (s.a.s.) ashâbı olarak derdik ki: Bedir ashâbı (Bedir Savaşına katılan) ashâbın sayısı; Tâlût’la beraber nehri geçenlerin sayısı kadardır, o nehri sadece 310 küsür mü’min geçmişti.”2871
Tefsirlerden İktibaslar
2/Bakara, 246:
Mele’: Bakara sûresi, 246. âyetinde geçen ve çeşitli vesilelerle Kur’an’da çok yerde tekrarlanan Mele’ kelimesi; Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki, toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrâfına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. İbn Atiyye demiştir ki; Mele’ kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.
İleri gelenlere mele’ denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere,
2865] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6
2866] Buhârî, Teheccüd 7
2867] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38; Müslim, Sıyâm 187-192
2868] Müslim, Sıyâm 187-192
2869] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38; Müslim, Sıyâm 183, 189, 190; Nesâî, Sıyâm 69; Ebû Dâvud, Savm 66; İbn Mâce, Sıyam 31
2870] Tirmizî, Da'avât 74, hadis no: 3485
2871] Buhârî, Meğâzî, 5; İbn Mâce, Cihad 25
DÂVÛD
- 655 -
bütün bir kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele’ denir. Onun için ileride göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ açıklıyor ki, Kur’an’daki bütün mele’ kelimeleri erkekler için kullanılmaktadır, bu anlamın içinde kadın yoktur.
“Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa’dan sonra İsrail oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine bize kumanda edecek bir emîr (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O peygamber, ‘size savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz’ dedi, damarlarına bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, ‘biz niye Allah yolunda savaş etmeyelim? Hâlbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan olduk’ dediler.”2872
İntikam duygusu ve Allah’tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika’nın başında Imlîk oğullarından Câlût adında zorba bir hükümdar bulunuyordu. Bunlar İsrâiloğullarına gâlip gelmişler, vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını, hatta şehzâdelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlardı. Bu sırada İsrâiloğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihâyet Allah’a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sâyede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada der ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlat endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle İlâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine uymamıştır.
Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riâyet etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesnâ bir makam kazandılar ki, yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.
Bir hadis-i şerife göre bu azınlıkta olanlar, “Bedir” ashâbının sayısı kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta halkı harbe coşturdular da savaş alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zâlimleri bilir, dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilâve) cümlesi, sözlerinde durmayan ve özellikle savaşa tâlip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı içermektedir. Burada “Benim ahdim (vaadim) zâlimlere ulaşmaz.”2873 İlâhî sözünü hatırlamak gerekir.2874
2872] 2/Bakara, 246
2873] 2/Bakara, 124
2874] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı H. Yazır
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu olay burada mü’minlere cihadın zorluklarını anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalika’lılar İsrailoğulları’na saldırdılar ve Filistin’in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğulları’nın işlerine bakan Peygamber Samuel (a.s.) çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğulları’nın büyükleri Samuel’e gittiler ve “Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral) tayin et” dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral istiyorlardı.
Böyle bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin etkisi ile İlâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu istek “Samuel’i kızdırdı” ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada Samuel I’in 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: “Ve Samuel bütün hayatı boyunca İsrail’e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları toplandı, Rama’ya, Samuel’in yanına geldiler ve şöyle dediler: ‘Bak, sen yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize hükmedecek bir kral tâyin et.’ Fakat onlar ‘bize hükmedecek bir kral tâyin et’ deyince, bu söz Samuel’in hoşuna gitmedi. Ve Samuel Rabb’a dua etti. Rabb Samuel’e seslendi: ‘Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar...’ Daha sonra Samuel Rabbin söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: ‘Sizin oğullarınızı alacak ve kendi atları, arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak, onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek, savaş araçlarını, arabalarını yaptıracak. Ve kızlarınızı terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak. Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak. İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab sizi duymayacak.’ Buna rağmen kimse Samuel’in sözlerine aldırmadı. ‘Hayır, dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak.’ Ve Rabb Samuel’e onları dinle ve onlara bir kral tâyin et dedi...”
“Ve Samuel tüm İsrail’e şöyle dedi: ‘Sizin sözünüzü dinledim... ve size bir kral tâyin ettim... Siz Beni Amun soyundan gelenlerin kralı Nahash’ın üzerinize saldırdığını gördüğünüzde, Rabbiniz olan Allah sizin melikiniz iken, bize bir kral gerek dediniz. O halde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Rabb’ın seçtiği kral. Eğer Rabb’dan korkar, O’na hizmet eder, O’nun sözüne itaat eder ve O’nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral Rabbiniz olan Allah’ın yolundan gitmeye devam edersiniz. Fakat, Rabbin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Allah’ın kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Allah sizin için duâ etmeyi terketme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman siz ve kralınız mahvolursunuz.”2875
Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığına göre Allah ve Peygamberi onların bir kral (melik) isteyişlerini hoş karşılamamıştır. “Allah Kur’an’da neden kral tâyin etmeyi yasaklamamıştır?” sorusunun cevabı ise basittir. Burada bu hikâye sadece
2875] Ahd-i Atîk, Samuel I/7, 8, 12
DÂVÛD
- 657 -
müslümanların ders alması için ele alınmıştır. Bu nedenle krallığın yasaklanması veya desteklenmesi gibi bir mesele söz konusu değildir ve bu isteğin haklı mı, haksız mı olduğu konusuna değinmek anlamsız olacaktır. Burada tek amaç İsrailoğulları’nın dejenerasyonuna neden olan şeyleri, onların korkaklıklarını, nefse tapınmalarını ve disiplinsizliklerini ortaya koymaktır. Böylece mü’minler, bu tip zayıflıklara karşı uyanık olabileceklerdir.2876
2/Bakara, 247:
Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince: Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Tâlût’u emir (hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Hâlbuki biz, hükümdarlığa ondan daha lâyığız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi birçok gelişmeler ve güç verdi. Vücutça iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy, asıl şart değildir.
Deniliyor ki İbrâni olan “Tâlût” ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret olsa da Kur’ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde tarif ve tesbit etmiştir. Tâlût’un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil bin Kays imiş. Demek ki Tâlût lakaptır.
Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O’nundur. Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekâleten kavuşurlar. Allah’ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, “Biz dururken mülkünü Tâlût’a niye verdi?” denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğrâ) olan seçme meselesini (kaziyye), “ne mâlûm?” diye reddedip, delil isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:
2/Bakara, 248:
Tâlût’un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.
Tâbût: Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan “tevb” maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat sandığıdır ki Hz. Mûsâ’dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, (Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: “Allah
2876] Mevdudi, Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Teâlâ, Hz. Âdem’e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin sûretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış. Âdem’in (a.s.) vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras yoluyla devralmışlar, nihâyet Yakub’a (a.s.) intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının elinde kalmış, Musa’ya (a.s.) kadar gelmiş. Hz. Mûsâ, Tevrat’ı buna kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri bununla huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hâkim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümit ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah, başlarına Amalika’yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir tuvalete bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Tâlût’u hükümdar yapmak isteyince Amalika’ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş, sürmüşler, Tâlût’un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Tâlût’un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş...”
Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki “haç” gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem’den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere bunun zayi olmuş “Tevrat sandığı” olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Mûsâ yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb’ın naklettiği gibi, “Tabut, kalp; sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir.” de denilmiş. Çünkü kalbe: “İlmin düşüp biriktiği yer”, “hikmet evi”, “ilim tabutu”, “ilim kabı”, “ilim sandığı” isimleri de verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli iş’arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkâr edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah’ın ona verdiği kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve bâtınî (gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekîne, Mûsâ ailesiyle Hârun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
Sekîne: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir
DÂVÛD
- 659 -
işarete, bir alâmete “sekine” denir. Meselâ bir ordu için sancak bir sekinedir. Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır ki bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgâr, konuşan ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalpleri yıkanır, rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır:
1- Sekîne, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.
2- Hz. Ali: İnsan yüzüne benzer yüzü olan bir “rîh-i haffâfe; hoş, hafif bir rüzgâr.”
3- Sekine, Hz. Mûsâ ve Hârun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah’ın, Tâlût ve askerlerine yardım ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.
4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
Bakiyye: Bakıyyeye gelince; Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Mûsâ’nın asası ve Tevrat’tan bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut’un, bir sakinlik sebebi olduğu da rivâyet edilmiştir.
Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Hârun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). “Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras bırakmışlardır.”2877 hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.
Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler, Allah’ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Tâlut hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu inkâr edilmemelidir.2878
2/Bakara, 248: “Peygamberi, onlara (şöyle) dedi: “Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut’un gelmesi (olacaktır)...” Kitab-ı Mukaddes Tabut’un ayrıntıları konusunda Kur’an’dan farklıdır, fakat buna rağmen ondan çok şeyler öğrenmemiz mümkündür.
İsrailoğulları Tabut’u, yani Tabut ahdini çok kutsal sayıyorlardı. Onlar bu Tabut sayesinde “Allah’ın gelip kendilerini düşman güçlerinden kurtaracağına” inanıyorlardı. Bu nedenle onun geri gelmesi İsrailoğulları’nı bu denli sevindiriyor ve cesaretlendiriyordu.
2877] Ebû Dâvud İlim 1; Tirmîzî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32
2878] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tabut, Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Hârun’un (a.s.) evinin kutsal emanetlerini ihtiva ediyordu. Bunlar Hz. Mûsâ’ya (a.s.) Sina dağında verilen levhalardı. Bunun yanısıra Hz. Mûsâ’nın (a.s.) rehberliğinde yazılan ve Levilere verilen Tevrat’ın orijinal bir nüshası da vardı.
Tabut’ta, gelecek İsrail nesillerinin atalarına çölde lütfettiği nimetler için Allah’a şükretmelerini sağlamak üzere bir şişe de (kudret helvası) vardı. Büyük bir ihtimalle Allah’ın bir mucizesi olan Hz. Mûsâ’nın (a.s.) asası da bunlarla birlikteydi.
“Onu (tâbûtu) melekler taşımaktadır...” Burada Kur’an, muhtemelen I Samuel’in 4, 5, 6. bölümlerinde ele alınan olaya değinmektedir.
Rabbin Tabut’u İsrailoğulları’nın yaptığı bir savaşta Filistîlilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: “Tabut’un elden çıkmasıyla İsrailoğulları’nın şerefi kayboldu” diye bağırıyorlardı. Tabut yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat “Allah onlara büyük bir yük yüklediği” için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: “İsrail Tanrısı’nın Tabut’u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız” diye bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut’u İsrail’e geri göndermeye karar verdiler. “İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Ve sığırlar Beyt-Şemes yönüne doğru yol aldı.”
Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail’e doğru götürülüyordu.
2/Bakara, 249:
“... Pek azı hâriç, hepsi o nehirden içtiler...” Bu nehir, Tâlût’un İsrail ordusu ile geçmek zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Tâlût toplulukta disiplin eksikliği olduğunu bildiği için, korkağı cesurdan, yetenekliyi yeteneksizden ayırtetmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır. Aynı sınamayı Tâlût’tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada (249. âyet) Saul (Tâlût) ile Gideon’un karıştırılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Bununla, aslında Kur’an’ın vahyî bir kitap değil Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. Eğer iki benzer olaydan sadece biri Kitab-ı Mukaddes’te yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Kitab-ı Mukaddes’in İsrailoğulları’nın tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Kitab-ı Mukaddes’te değinilmeyen birçok olayın Talmud’da yer alması bunu ispatlamaktadır.
“Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı gücümüz yok’ dediler.” Bu sözü söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi.2879
2/Bakara, 249: Ne zaman ki bunlar tamam olup, Tâlût askerleriyle hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç içenler müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Tâlût bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken
2879] Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi
DÂVÛD
- 661 -
ırmağa gelince askerlerin birazı hâriç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivâyet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Tâlût ile iman eden beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Câlût ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan mü’minlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü mü’minlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah’a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihâyet Allah’ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gâzi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah’ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.
2/Bakara, 250:
Ne zaman ki Tâlut ve beraberindeki bu mü’minler, Câlut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi birden kalp kuvvetiyle Allah’a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Bize sabır yağdır, bizi sâbit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân et.
2/Bakara, 251:
Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah’ın izniyle bozdular ve Dâvud, Câlût’u öldürdü ve Allah ona -yani Dâvud’a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Tâlût kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Dâvud’dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuşdilini, güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar ihsan etti.
Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücahitlerle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkâr ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihâyet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenâb-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün bir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah’ın istediği düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk’ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşrû kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışanları korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdasıyla yeryüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, “Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın”2880 hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene ve İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.
2/Bakara, 252: Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Dâvud kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah’ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.2881
2/Bakara, 251:
“Dâvud Câlût’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.” Kitab-ı Mukaddes’e göre Dâvud o zaman genç bir delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistîlerin şampiyonu olan Câlut İsrailoğulları’nı tehdit ettiğinde Tâlût’un ordusu içindeydi. Câlût şöyle diyordu. “İsrail kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim.” Bunu duyan İsrailoğulları’nın cesareti kırılmıştı; fakat Dâvud, Tâlut’a: “Onun böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve Filistînlilerle savaşsın” dedi. Tâlût izin vermedi, fakat Dâvud ısrar edince kabul etti. Câlut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: “Gel de senin etini gökteki kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim” dedi. Buna cevap olarak Dâvud şöyle dedi: “Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail’in bir Allah’ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah’ın kılıç ve mızrakla korunmadığını öğrenecekler... Savaş O’nun
2880] 2/Bakara, 195
2881] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır
DÂVÛD
- 663 -
elindedir; O, seni bize teslim edecek.” Daha sonra Dâvud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur oldu. Tâlut kendi kızını onunla evlendirdi. Ve Dâvûd Tâlût’tan sonra İsrail’in meliki (kral) oldu.2882
“Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def’i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.” Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Eğer Allah bir milletin veya bir grubun sonsuza dek hâkimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman Allah’ın arzı karışıklık ve düzensizliklerle dolardı.2883
Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
“Görmedin mi?...”2884 Sanki şu anda olmakta olan bir olaydan ve gözler önünde cereyan eden bir manzaradan söz ediliyor. Yahudi ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden bir grup aralarında toplanıp peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu peygamberlerin adı belli değil. Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber değil. Onun adının söylenmesi kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey katmıyor. İsrâiloğulları’na uzun tarihleri boyunca birbirinin peşi sıra çok sayıda peygamber geldi. İşte sözünü ettiğimiz seçkin yahûdi önderleri, aralarında toplanıp bu peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası altında “Allah yolunda” savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına getirmesini istediler.
Onların ağzından çıkan bu savaşın karakterini tanımlayıcı “Allah yolunda” sözü kalplerindeki inanç coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman uyanıklığını, kendilerinin haklı bir inancın savunucuları, düşmanlarının ise batıl yanlısı, sapık kâfirler olduklarının bilincinde olduklarını, Allah yolunda cihad etmek için önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu kanıtlar.
Bu algı belirginliği, bu idrak kesinliği zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre kendisinin hak yolda, buna karşılık düşmanın batıl yanlısı olduğu, mü’minin zihninde belirgin bir biçimde yer etmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu gerçeğinin kafasında mutlaka soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri nereye gittïğini bilmesini engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği altında olmamalıdır.
Peygamberleri de onların azimlerinin gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır görevi yerine getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup olmadıklarından emin olmak istemişti: “Peygamberleri onlara; ‘Ya eğer size savaşmak farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz?’ diye sordu.” Acaba savaşmak size farz kılınırsa bundan kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan serbest ve rahatsınız. Ama eğer isteğiniz kabul edilir de savaşmanız karara bağlanırsa, o zaman savaş, hesabınıza yazılmış bir farz olur ve artık bu karardan dönemezsiniz.
Bu, peygambere yaraşacak bir konuşma tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama peygamberlere lâyık bir vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve
2882] Daha ayrıntılı bilgi için bk. I Samuel, 17-18 bölümü
2883] Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi
2884] 2/Bakara, 246
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emirlerinin tereddüt, oyalanma ve erteleme konusu olması câiz değildir.
Bu noktada ayaklanma coşkusunun derecesi yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye gelen heyetin mensupları kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında savaşmayı tereddüt edilmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler bulunduğunu belirtiyorlar: “Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım ki?” dediler.
Meselenin zihinlerinde belirgin olduğunu, vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz. Düşmanlar, Allah’ın ve O’nun dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları yurtlarından çıkarıp evlâtlarını tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde tek yol vardır ki, o da savaşmaktır. Bu karardan ve bu mücadeleden geri dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.
Fakat düşmanın ortada görünmediği tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun süre sebat edemediler, zira savaşla yüz yüzeydiler artık; “Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca az bir kısmı hâriç, çoğu sözlerinden döndüler.” Gerçi burada yahûdilerin öteden beri bilinen köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz. Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı olarak bozarlar, verdikleri sözlerden cayarlar, liderlerine itaat etmezler, düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden yüz çevirirler. Fakat bu tutum imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş bütün toplumların, hatta bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy ancak imana dayalı, yüksek düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle değiştirilebilir. Bundan dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda son derece dikkatli olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü hesaba katmalıdırlar. Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz olarak karşılarına çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin tutsaklığından kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı unsurlardan arınamamış toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur. Ancak hakkı ortada bırakıp geri dönenler Allah’ın şu uyarı ve tehdidini de göze almadılar: “Hiç kuşkusuz Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir.”
Bu cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha bilfiil savaşa girişmeden önce bu görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları zalimlikle suçlar niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem peygamberlerine ve hem de gerçek olduğunu bile bile onun batıl yanlarının boyunduruğu altında kalmasına göz yumdukları hakka karşı zâlimlik etmiştir.
Bir grup insan düşünelim ki, bunlar kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının batıl, eğri yolda olduğunu biliyorlar. Tıpkı burada sözkonusu olan yahudi heyeti gibi. Arkasından bunlar peygamberlerinden “Allah yolunda” savaşmak amacıyla başlarına bir komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da cihaddan kaçarak gerçek olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında kendilerine yüklediği savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin cezasına çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. “Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir.”
“Peygamberleri onlara; Allah size hükümdar olarak Tâlût’u gönderdi’ deyince, ‘O bize nasıl hükümdar olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır. Çünkü ona bol servet verilmiş, değildir’ dediler. Peygamberleri onlara; Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücut gücü bakımından üstünlük bağışladı’ dedi.
DÂVÛD
- 665 -
Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir, Allah’ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.”2885
Burada görülen ısrarlı karşı koyma, İsrâiloğulları’nın bu sûrede sık sık değinilen bir özelliğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları bir hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça “Allah yolunda” savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.
Fakat aynı kişiler hararetle istedikleri ve onayladıkları Allah’ın kendileri için uygun gördüğü ve Peygamberleri aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah tarafından başlarına getirilen Tâlût’un hükümdar olmasını içlerine sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin? Çünkü onların düşüncelerine veraset gerekçesiyle hükümdarlığa kendileri daha layıktır. Çünkü Tâlût eski yahudi hükümdarların soyundan gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki kendisine verilen liyakat önceliğine göz yumsunlardı. Bütün bunlar, yahûdilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri bilinen karakteristik huyları olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini ve kavram kargaşası içinde olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.
Peygamberleri onlara, Tâlut’un liyakat önceliğine sahip olduğunu ve Allah’ın ne hikmetle onu tercih ettiğini açıklıyor: “Peygamberleri onlara; ‘Allah onu hükümdar seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağladı’ dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.” Tâlut, doğrudan doğruya Allah’ın seçtiği bir kişidir. Bu onun için bir liyakat gerekçesidir. Bunun yanı sıra Allah ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağlamıştır. Bu da onun için bir başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca Allah “Mülkünü, egemenlik yetkisini dilediğine verir.” Çünkü mülk, O’nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi kendisine aittir, buna göre kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine Allah “engin kerem sahibi ve her şeyi bilen”dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne de bağışlayıcılığının sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu ve işleri nasıl düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.
Bu uyarılar ve öğütler, aslında insan kafasındaki kavram kargaşasını düzene koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı ortadan kaldıracak nitelikte ve yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın eşiğinde olan yahûdilerin karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce gerçekler tek başına düzeltmeye yetmez. Onların karakter yapısındaki bu olumsuzlukları peygamberleri de biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak, güvene ve kesin kanaate vardıracak açık bir mucize göstermek gerekir:
“Peygamberleri onlara dedi ki; ‘Tâlût’un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Hârun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır. Eğer mü’min kimseler iseniz, bu sizin için kesin bir belirtidir.”2886
Yahudiler, çöldeki perişanlık dönemlerinden ve Hz. Mûsâ’nın ölümünden sonra peygamberleri Hz. Yuşa’nın (Allah’ın selâmı her ikisi üzerine olsun) liderliği altında mukaddes topraklara egemen olmuşlardı. Fakat bir süre sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmış ve bu arada Hz. Mûsâ ve Hz.
2885] 2/Bakara, 247
2886] 2/Bakara, 248
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hârun’un oğullarından gelen peygamberlerinin geride bıraktıkları değerli eşyaları içeren bir sandıkta somutlaşan kutsal emanetlerine de el koymuşlardı. Bir rivâyete göre bu sandıkta yüce Allah’ın Tur dağında Hz. Mûsâ’ya vermiş olduğu levhaların kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara, belirti olarak Allah’tan kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi ve bu amaçla sandukanın, üstelik “melekler tarafından taşınarak” önlerine getirilmesini uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine getirilmesi onların kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da onlara “Eğer mü’min kimseler iseniz, bu mucize, Tâlût’un Allah tarafından seçilmiş olduğunu kanıtlamaya yeterli bir delildir” diyecekti.
Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu olağanüstü olay, gerçekten meydana gelmiş ve yahûdi ileri gelenlerinin kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin sözlerine kesinlikle inanmalarını sağlamıştı.
Daha sonra Tâlut, cihad farzını terk etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur’an-ı Kerim, kıssa anlatımında kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada iki tablo arasında bir boşluk bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki tabloyu sunuyor. Bu tabloda Tâlût, ordusu ile sefere çıkmıştır: “Tâlut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki; Allah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir. Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minlerle birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı “Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok.” dediler. Fakat Allah’ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar “Allah’ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır.”dediler. “Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir.”2887
Burada yüce Allah’ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak. O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa irâdede bulunabilir. Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı.
O halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce, ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden rivâyetlerin verdikleri bilgiye göre Tâlût, askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı: “Askerlerinin az bir kısmı hâriç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler.”
2887] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 667 -
Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar. Çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüz yüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür.
Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanı sıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.
Gerçi bu tecrübe, Tâlût’un ordusunu faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı, ancak aşılması gereken tecrübeler henüz sona ermiş değildi: “Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minler ile birlikte o ırmağı geçince askerlerin bir kısmı; ‘Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok’ dedi.”
Sayıları çok azalmıştı. Üstelik Câlût komutasındaki düşmanlarının güçlü ve sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı. Yukarıdaki sözü söyleyenler mü’mindi, peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi bozmamışlardı. Fakat burada gözleri ile gördükleri somut realite ile karşı karşıya idiler ve bu realiteye karşı koyacak güçleri olmadığını algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici tecrübeye, nihai sınava sıra gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut realiteden daha büyük bir gücü üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz imana sahip olarak kalpleri ile Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların somut durumlarından edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının realitesi sayesinde edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!
İşte bu denemede bir avuç mü’min grup ortaya çıktı. Sayıca az, fakat seçkin grup. İlâhî ölçülere sahip olan küçücük grup: “Fakat Allah’ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar; ‘Allah’ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Allah sabırlılarla beraberdir.’ dediler.” İşte böyle... “Nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır.” Dikkat edilirse çokluk ifade eden bir üslup ile karşı karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük görülen, istisnai bir durum değil söz konusu olan. İşte Allah’a kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları kural budur. Kural bu mü’min grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük grup, sıkıntı merdiveninin basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve kalburüstünde kalma mertebesine ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki halindedir; çünkü üstün ve galip gücü, Allah’ın gücünü temsil ediyor. O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları üzerinde kesin egemenliğe sahip, zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu yere sürten ve kendini beğenmişleri kahredendir.
Onlar “Allah’ın izni ile” derken elde edecekleri bu zaferi Allah’a dayandırıyorlar ve “Allah sabırlılar ile beraberdir” derken de bu zaferi gerçek sebebine
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlıyorlar. Böylece de hak ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak hak savaşının Allah tarafından seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış oluyorlar.
Kendimizi hikâyenin akışına bırakıyoruz. Ve... Allah’a kavuşacağına kesinlikle inanan, tüm sabırlılığını bu buluşmanın kesinliğine dair beslediği imandan alan, tüm gücünü Allah’ın izninden alan, tüm inanç kesinliğini Allah’a güveninden ve Allah’ın sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden alan bu bir avuç grup...
İşte az sayılı ve zayıf olmasına rağmen, düşmanın sayılı üstünlüğünün ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu güvenle, sabırlı, kararlı küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin güç oluyor. Bu inanılmaz başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileştirdikten, kalbi ile O’nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç dehşeti karşısındayken zaferi sırf O’ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:
“Tâlût ve askerleri, Câlût ve ordusu ile karşılaştıklarında; ‘Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle’ dediler. Derken, Allah’ın izni ile onları bozguna uğrattılar ve Dâvud, Câlût’u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi; kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti. Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı. Ama Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”2888
İşte böyle... “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır.” Bu ifade sabır tablosunu Allah’tan gelen feyze benzeterek tasvir ediyor. Allah, bu feyzini o kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak kendilerini onunla çepeçevre kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini huzur, güven, dehşete ve sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor “Ayaklarımızı sâbit kıl.” Bu, Allah’ın elinde olan bir şey. Dilerse onların yere basan ayaklarını sabit tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. “Kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle.” Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti. Ortada küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak; mü’min dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer nasip etsin diye Allah’a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt; düşüncelerde karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden şüphe yok.
Savaş, bu kahramanların bekledikleri ve inandıkları gibi sonuçlandı. “Derken, Allah’ın izni ile onları bozguna uğrattılar.” Âyet “Allah’ın izni ile” diyerek bu cümleciğin ifade ettiği gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor. Bu gerçeği mü’minlere öğretmek, ya da buna ilişkin bilgilerini güçlendirmek istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri meydana getiren gücün kimliğine ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice belirginleştirmeyi amaçlıyor.
Mü’minler bu gücün önündeki perdedirler. Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor, tercihini yürürlüğe koyuyor. “O’nun izni ile”; olup bitenlerde aslında onların bir rolü yok. Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil. Allah onları meramını yürütmek için seçiyor, aslında O’nun dilediği, O’nun izni ile onların eli ile oluyor. Bu gerçek, mü’minin kalbini barış, güven ve kesin imanla dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah’ın kuludur. Onun, Allah’ın seçtiği rolü oynaması, Allah’ın karşı durulmaz takdirini uygulama alanına geçirmesi, Allah’ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır. Sonra da onu -istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah’ın
2888] 2/Bakara, 250-251
DÂVÛD
- 669 -
lütfu olmasaydı o bir şey yapamazdı, eğer Allah’ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül kazanamazdı. Bunun yanı sıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından ve yolunun temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir art maksadı yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah’ın hayırdan ibaret olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti ile, itaat etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah’a yönelişi ile hak etmiştir.
Âyetin devamında Hz. Dâvud’un (a.s.) rolü belirtiliyor: “Dâvud, Câlût’u öldürdü.” Dâvud, İsrailoğulları’ndan genç bir delikanlı, buna karşılık Câlût, güçlü bir hükümdar, herkesin yüreğine korku salan bir komutan idi. Fakat o sırada yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları olayların, dış görünüşlerine göre değil, asıl mahiyetlerine göre geliştiklerini, yakından görsünler. Olayların asıl mahiyetlerini yalnız Allah biliyordu, bunların akibetlerini belirlemek sadece O’nun elinde idi. Buna göre kullara sadece görevlerini yerine getirmek, Allah’a verdikleri sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah neyi diledi ise O’nun dilediği biçimde oluyordu.
Nitekim Yüce Allah Câlut adındaki kan içici zorbanın ölümünün -ileride Hz. Dâvud olacak- bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece yüreklere korku salan zalimlerin, Allah öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar tarafından yere serilecek derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek istemişti.
Bu olayın arkasında Allah tarafından amaçlanan, murad edilen bir başka gizli hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz. Dâvud’un, Tâlût’tan sonra hükümdar olmasını, arkasından da yerine oğlu Hz. Süleyman’ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin, yahudilerin uzun tarihleri içinde “Altın dönem”leri olmasını takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir sapıklık, Allah’a karşı verilen taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin arkasından yahudilerin vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç gerekçeli ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu: “Arkasından Allah, Dâvud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti.”
Hz. Dâvud aynı zamanda peygamber olan bir hükümdardı. Kur’an-ı Kerim’in başka sûrelerinde verilen ayrıntılı bilgilere göre yüce Allah ona başta zırh olmak üzere çeşitli savaş araçları yapmayı öğretmişti. Burada ise âyetlerin akışı, yukardaki kıssanın tümünde güdülen bir başka amaca yöneliyor. Hikâyenin bu şekilde son bulduğu, yani nihaî zaferin maddi güç yerine Allah’a güvenen inanç tarafından, sayı çokluğunun oluşturduğu kuru kalabalık yerine özüne saygı besleyen irade tarafından kazanıldığı ilân edilince, tam bunun arkasından bu kuvvetler arasındaki çatışmanın yüce amacı açıklanıyor. Bu yüce gaye savaş ganimetleri, yağmalar, ünvanlar ve görkemli törenler değildir. Bu yüce gaye, yeryüzünde dirlik ve huzur sağlamak, kötülüğe karşı kavga vererek iyiliği, hayırlıyı egemen kılmak, iktidara getirmektir: “Eğer Allah bazı insanların şerlerini, diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı.”
Âyetin bu kısacık bölümünde yeryüzünde hüküm süren kuvvetler çatışmasının, güç odakları arasındaki yarışın; insan çabasının coşkun, dalgalı ve çağıltılı hayat selinin akıntısına kapılarak sürüklenişinin gerisindeki ilâhi hikmetin iyice belirgin hale gelmesi için kişiler ve olaylar sahneden çekiliyor, gözlerden kayboluyor. Burada üzerinde karınca sürüleri gibi insan kaynayan uçsuz-bucaksız
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayat alanı gözler önüne seriliyor. Bu insan kalabalıkları kesintisiz bir karşılıklı savunma, yarışma ve aralarında itişerek hedefleri peşinde koşuşma halindedirler. Bütün bu olup bitenler süreci içinde o yüce, hikmet sahibi ve önceden tasarlayıcı (mudebbir) el, bu kalabalıkların tümünün iplerini elinde tutarak aralarında çatışan, yarışan, itişen insan yığınlarını son aşamada hayra, dirliğe, yapıcılığa ve gelişmeye doğru yönlendiriyor.
Eğer Allah kötü insanların kötülüğünü, başka birtakım insanlar aracılığıyla savıp önlemeseydi hayat bozulur ve yaşanmaz hale gelirdi. Bunun yanı sıra eğer insanlar arasında Allah tarafından öyle yaratılan fıtrî yapılarının gereği olarak menfaat ve kısa vadeli, yüzeysel amaçlar çatışması olmasaydı, bütün enerji birimleri özgür biçimde yarışmaya, yenişmeye ve karşılıklı meşru savunmaya girişir, böylece insanlar tembelliği ve aylaklığı üzerinden silkeleyip atar, potansiyel enerji kaynaklarım tam kapasite ile harekete geçirir, sürekli biçimde uyanık, faal, yeryüzünün üstündeki ve altındaki kaynakları ortaya çıkarma, onun çeşitli güçlerini ve gizli hazinelerini keşfedip kullanma çabasını harcar durumda olurdu.
Gerçi son aşamada dirlik, huzur, hayır ve gelişme gerçekleşir. Fakat bu olumlu gelişmelerin görülebilmesi için iyilik yanlısı, doğru yol yolcusu ve fedakâr bir cemaatin, sıkı dayanışmalı bir insan topluluğunun ortaya çıkması gerekir. Bu cemaat, yüce Allah’ın kendisine açık açık anlattığı hakkı, kendisini Allah’a ulaştıracak yolu kesin bir şekilde bilir. Yine bu cemaat batılı ortadan kaldırarak yeryüzünde hakkı egemen kılmakla yükümlü olduğunu, bu soylu görevi yerine getirmedikçe, bu uğurda sırf Allah’ın emrini yerine getirmek ve O’nun hoşnutluğunu elde etmek amacı ile dünyada önüne çıkacak her sıkıntıya katlanmadıkça yüce Allah’ın azabından asla kurtulamayacağını da bilir.
Bu çatışmalı hengâmede yüce Allah hükmünü yürütür, takdirini pratiğe uygular; hakka, hayra, dirliğe ve huzura söz üstünlüğü kazandırır; bu çatışmanın, bu yarışın ve bu karşılıklı savunmanın olumlu birikimini, hayır yanlısı ve yapıcı olan gücün avucuna koyar, kazanç hanesine yazar. O hayır yanlısı ve yapıcı güç ki, giriştiği bu çatışma sırasında içindeki en soylu, en onurlu, kendisini hayatta erişebileceği en yüce kemal düzeyine yükseltecek itici yetenekler harekete geçmiş, ortaya çıkmıştır.
“Bunlar Allah’ın âyetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.”2889 Bu yüksek düzeyli, geniş amaçlı âyetleri “sana okuyoruz.” Yani bu âyetleri okuyan, bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Eğer insan bu olayın, bu açıklamanın içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti yeterince düşünebilse bunun ne kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu kavrardı. “Bu âyetleri sana hakka bağlı olarak okuyoruz.” Yani bu âyetler beraberlerinde “hakkı” taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah’tır bu âyetleri okuyan. Bu yetki Allah’tan başka hiç kimsenin elinde değil.
O halde Yüce Allah dışında kullar için sistem düzenlemeye yeltenen herkes haddini aşarak Allah’ın yetki alanına dalan bir mütecaviz, kendine ve kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi beklemeye hakkı olmayan bir batıl yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah’ın buyruklarına ve bir de Allah’ın gösterdiği yoldan ayrılmayan
2889] 2/Bakara, 252
DÂVÛD
- 671 -
hak kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine değil.
“Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.” Onun için sana bu âyetleri okuyoruz. Onun için seni bütün geçmiş yüzyıllarda yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman kervanının deneyim birikiminin bütün aşamaları ile donatıyor ve bütün peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.
Ve tecrübe hazineleri ile dolu olan bu bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman cemaati çeşitli alanlarda çeşitli yönlerde gezintiye çıkaran ve bu gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu eğiterek son derece önemli görevine hazırlayan bu cüz de burada noktalandı. O önemli görev ki, Allah onu müslüman cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu bu görevin başına dikti, yine onu zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar bu ilâhi sistem uyarınca insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak ortaya çıkardı.
Genel Bir Değerlendirme: Bu cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, Bakara sûresinin geride kalan kısmı, ikinci bölümü ise Âl-i İmran sûresinin ilk yarısıdır. Şimdi burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet niteliği taşıyan birkaç söz söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin söyleyeceklerimizi ise inşallah, Âl-i İmran sûresinin giriş yazısında dile getireceğiz.
Bakara sûresinin bu kalan bölümü, birinci cüzün başında açıkladığımız ve ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi sürdürdüğümüz sûrenin tümüne ilişkin ana konunun devamı niteliğindedir. Bu ana konu, müslüman toplumu, Medine’de, İslâm ümmetinin yükümlülüklerini omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, sözkonusu emaneti taşıyabilsin diye daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti: İmana ilişkin doğru düşünceye kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mü’min ümmetlerinin yaşadıkları tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı engeller ve gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve imanın düşmanı olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece yolunun her aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.
Bütün araçları, azığı, tarihî tecrübeleri ve amaçları ile bu hazırlık süreci, Kur’ân-ı Kerim’in tarih boyunca ilk müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman kuşaklara aynen uyguladığı bir eğitim programıdır. Bu program, bu ümmetin her kuşağında müslüman bir cemaat oluşturmak ve İslâmî hareketi yönetmek için uygulanması gereken değişmez, belirgin ve istikrarlı bir programdır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, canlı, hareketli ve etkin bir eğitim aracı, her dönemde uygulanabilir, geniş kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka bir deyimle Kur’ân-ı Kerim, olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihati âyetlerinde arayan herkes için, her durumda her adımda ve her kuşakta fonksiyonunu yerine getiren ideal bir kılavuzdur.
Bakara sûresinin bu son kısmı, ikinci cüzün sonunda yer alan Yüce Allah’ın Peygamberimize yönelik “Bunlar Allah’ın âyetleridir. Onları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.” şeklindeki seslenişinin arkasından geliyor.2890 Bu sesleniş de “Hani onlar, Peygamberlerine; ‘Başımıza bir hükümdar getir de, onun emri altında Allah yolunda savaşalım’’ diye başlayıp2891 “Ve Dâvud, Câlût’u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hik2890]
2/Bakara, 253
2891] 2/Bakara, 246
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
met) verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti.” diye noktalanan”2892 Hz. Mûsâ’dan sonra yaşamış bir yahudi heyetine ilişkin kıssayı izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz. Mûsâ’nın kavmi olan yahudilerden ve Hz. Dâvud’dan söz ederek, bu konuda Peygamberimizin de peygamberlerden biri olduğuna ve kendisinin “daha önceki peygamberler”in tecrübeleri ile donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.
İşte bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı gözetip peygamberlerden, onlardan bazılarının diğerlerine üstün kılınışından, bazılarına bağışlanan özel imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından yükseltilişinden, bunların yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen bir kısım bağlıları arasında anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının birbirlerini öldürmelerinden sözederek başlıyor: “İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik, O’nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar.”
İkinci cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz üçüncü cüzün baş tarafı arasında konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir bütünlük vardır. Çünkü her iki yerde de peygamberlerden söz ediliyor. Bunun yanında sûrenin geride kalan âyetleri arasında da yine açık bir konu uyumu, bir bütünlük göze çarpar. Bu bölümün ağırlık noktasını Medine’de yeni yeni gelişmekte olan müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur. Nitekim ilk iki cüzde de bu konu bütünlüğü vardır.
Bundan dolayı burada, peygamberlerin ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren görüş ayrılıklarından, bu bağlıların bir kısmı mü’min ve diğer bir kısmı kâfir olduktan sonra aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş ayrılıklarının ve inanç kökenli savaşların gündeme getirilmesi gâyet yerindedir. Böylece müslüman cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve gerekse yahudi olmayanlara eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren gerçek durumu gözönüne alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını birbirinden ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli mücadele vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.
Tabiat Kanunları Karşısında Peygamberlerin Durumu: Bu bölümde karşımıza çıkan ilk incelik peygamberlere ilişkin şu özel ifade tarzıdır: “Şu peygamberler...” Dikkat edersek “Bu peygamberler..” denmiyor, bunun yerine güçlü ve belirgin bir mesaj içeren yukarıdaki ifade tarzı ile peygamberlerden sözetmeye giriyor. Bu kısmın âyetlerini incelemeye geçmeden önce bu incelik hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
Evet, “Şu peygamberler...” Gerçekten “bunlar” karakteristik özelliği olan, kendine özgü bir grup, orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar onlar da teker teker bir insan iseler de bu böyledir. Peki, kimdir bunlar? Peygamberlik (Risâlet) nedir? Nasıl bir karakteristik özellik taşır? Nasıl gerçekleşir? Niçin sadece “bunlar”
2892] 2/Bakara, 251
DÂVÛD
- 673 -
peygamber oldular ve neyin sayesinde peygamberlik mertebesine ulaştılar?
Bunlar uzun süre kendilerine cevap bulmaya çalıştığım sorulardır. Bu konuda için için algı alanım öyle duygular ve anlamlar ile dolu ki, bunları ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün olduğu oranda kelimelere ve cümlelere yüklemek gerekir!
İçinde yaşadığımız ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğumuz bu evrenin dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır. Bu ilkeler yüce Allah’ın bu kâinata sunduğu evrensel kanunlardır. Evren sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini sürdürür, bu kanunlar gereğince hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.
İnsan bilgi merdiveninin basamaklarını çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder. İnsanoğlu bu kanunların sınırlı idrak kapasitesine sığacak kadarını belirli bir süre zarfında keşfeder -ya da bu kadarı kendisine keşfettirilir.- İdrâk kapasitesi ise yeryüzü halifeliği görevinin üstesinden gelmesine yetecek oranda yaratılmıştır.
İnsan evrensel kanunların bu sınırlı bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından- temel araca, şu iki bilgi edinme yöntemine dayanır: a) Akıl yürütme b) Deney. Bunlar öz nitelikleri itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir; nihaî, kesin ve mutlak sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla birlikte uzun bir zaman sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (küllî) evrensel kanunların bir kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler de göreli olma niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü bütün evrensel kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne ahenkli bir bütünlük kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz kalır; ne kadar uzun zaman geçerse geçsin göreli (izâfî) ve göreceli (nisbî) insan aklı, insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz. Çünkü zaman bu alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir. Zaman, insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın kendisi için konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki rolü de göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün insan soyuna sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın bu araçlar yolu ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz görelilik (izâfîlik) ve görecelik (nisbîlik) dairesinin sınırları içinde kalır.
İşte bu noktada peygamberliğin, yani Allah tarafından bağışlanan, ledünnî (Allah’ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı genel geçerli ana ilke ile derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel ve karakteristik yapının rolü, fonksiyonu gündeme gelir.
İşte vahyi alan, almaya güç yetiren harika cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır. Çünkü bu karakteristik yapı vahyi karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı evren bütününün aldığı ilahi işaretin aynısını alır, çünkü bu evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile dolaysız biçimde ilişkilidir. Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti nasıl alıyor, onu hangi cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap verebilmek için Allah’ın (c.c.) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu karakteristik yapıya bizim de sahip olmamız gerekir. Oysa “Allah, peygamberliği kime vereceğini
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok iyi bilir.”2893 Bu mesele, aklımızın ucundan geçebilecek büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve ölçüler üstü derecede önemli bir meseledir.
Bütün peygamberler “Tevhid” gerçeğini kavramışlar ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak için gönderilmişlerdir. Çünkü hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin ilhamı, onları bu ilhamın tek olan, birden fazlası söz konusu olmayan kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi halde gerek evrensel ana ilkenin ve gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden aldıkları ilhamın da birden fazla olması gerekirdi. Bu idrak, insanlık tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl yürütme ve deneye dayalı nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid) ilkesine işaret eden evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de vardı.
Bütün peygamberler insanları bir olan Allah’a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları ve duyurmakla görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu ilkeyi, aynı evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik ilhamının doğal mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi insanlara duyurma görevini üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine tek olan Allah tarafından iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu idi. Onlar, fıtratlarında yer eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı ilhama göre birden fazla ilahın olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında hissediyorlardı.
Peygamberlerin fıtratlarının bilincinde yer eden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların Kur’ân-ı Kerim’de nakledilen sözlerinde ya da kimi âyetlerde onları tanıtmak için kullanılan ifadelerde ortaya çıkar.
Biz bu içten gelen bilinci, meselâ Hz. Nuh’un (a.s.) kavmine yönelik sözlerini nakleden şu âyetlerde buluyoruz: “Nuh dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ve siz de bunun farkında değilseniz, siz istemediğiniz halde biz size onu zorla mı benimseteceğiz? Ey kavmim, ben buna karşı sizden bir mal istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah’tır. İman edenleri yanımdan kovmam söz konusu değildir, onlar Rabb’leri ile buluşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz cahilce davranan bir topluluksunuz. Ey kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan kovarsam Allah’a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?”2894 Aynı ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih’in (a.s.) sözlerini nakleden âyette de görebiliriz:
“Salih onlara dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ise, Allah’a karşı geldiğim takdirde O’na karşı beni kim savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz.”2895 Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz. İbrahim’in (a.s.) hayatını anlatan şu âyetlerde de bulabiliriz:
“Kavmi onunla (İbrahim’le) tartışmaya girişince onlara dedi ki; ‘Beni doğru yola iletmiş olan Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır. Acaba ders almaz mısınız? Allah’ın size, ilâh olduklarına ilişkin hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan
2893] 6/En’âm, 124
2894] 11/Hûd, 28-30
2895] 11/Hûd, 63
DÂVÛD
- 675 -
niye korkayım? Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah’a inananlar ile O’na ortak koşan iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?”2896
Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz: “Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana kendi katından güzel bir nasip bağışlamış ise? Size yasakladığım şeyi kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Benim istediğim şey, gücümün yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım sadece Allah’a bağlıdır. Sırf O’na dayanır, O’na yönelirim.”2897
Aynı ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz. Yakub’un oğullarına söylediği şu sözlere de yansımıştır: “Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah’a açarım. Allah ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyler biliyorum.”2898
Gerek bunlarda ve gerekse bunlara benzer nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına yönelik bu derin ve ısrarlı mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı niteliklerinde görürüz. Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının derinliklerinde bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.
Gün geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler alanında şu evrendeki birlik ilkesine uzaktan işaret eden birçok bulgular keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız evrende yaratılış (yapı) ve hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır. İnsanoğlunun bilgi edinme kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının temel taşının atom olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin atomun yapısında bütünleştiği ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji arasında varolduğu sanılan ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü ki, atomlar yığınından oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki atomlar parçalanınca enerji türlerinden birine dönüşmektedir.
Yine insanın bilme kapasitesinin elverdiği ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında sürekli hareket halindedir, kalbini oluşturan (merkezinde yer alan) çekirdekten ya da çekirdeklerin çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Bu hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom, vaktiyle ünlü müslüman şâir Feridüddin Attar’ın dediği gibi, çevresinde yıldızların döndüğü bir güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde döndüğü şu bizim güneşimiz gibi.
Evrendeki yapı ve hareket birliği insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine eklediği iki evrensel kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik ilkesine uzaktan birer işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin sağladığı imkân oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin kendine has ve Allah vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya kadar o geniş kapsamlı ve büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu yapı, o ilkenin mesajını direkt olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız odur.
Peygamberler bu evrensel birliğe ilişkin belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu ile toplamadılar. Fakat onlara mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir cihaz bağışlandığı için aynı ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile direkt olarak
2896] 6/Enâm, 80-81
2897] 11/Hûd, 88
2898] 12/Yusuf, 86
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
almışlar ve bu tek tip mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramışlardır. O özel ve karakteristik yapılara bağışlanmış olan bu ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece duyarlı, mükemmel ve geniş kapasiteli idi. Çünkü söz konusu mesaj birliğinin arkasındaki kaynak birliğini, şu evrene egemen olan irade ve etkinlik birliğini anında fark ederek şu evreni çekip çeviren yüce Allah’ın “birliği”ni iman olarak belirlemiştir.
Şu noktayı hemen vurgulayalım ki, modern bilim, evrensel birliğin kanıtlarından birini ya da ikisini kavradığını görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim. Çünkü bilim, kendi alanında bazı şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman da reddeder. Onun ulaştığı “gerçekler”in tümü göreli (izâfî), göreceli (nisbî) ve kayıtlıdır, o hiçbir zaman tek, nihaî ve mutlak bir gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler, değişkendir, birbirini yalanlar ve değiştirirler.
Ben evrenin yapı ve hareket birliği hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin algısına yansıyan evrensel birliğe ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda bulunmak amacı ile anlatmış değilim. Asla. Benim amacım başka. Ben bu anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru düşünce oluştururken dayanılacak algı kaynağını belirlemeyi hedefliyorum.
Bilimsel keşifler, büyük evrensel birliğin özüne ilişkin bazı kanıtların bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa peygamberlerin algılama gücü bu birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir düzeyde ve direkt bir şekilde somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı bu ilkeyi mükemmel, yaygın ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel nazariyeler, bu ilkeye ilişkin bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa da peygamberlere bahşedilen ledünni ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü bilimsel teoriler, bizzat bilimin araştırma ve gözden geçirme girişimlerine açıktırlar. Onlar işin başında değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî ve mutlak değildirler. O halde bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını belirleyecek kriterler olmaya elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin, kriterlerin değişmez ve mutlak doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı peygamberlik kurumu, değişmez ve mutlak tek kriterdir.
Bu gerçekten, son derece önemli bir başka gerçek çıkar ki, o da şudur: İnsanlığa geniş kapsamlı biçimde yön verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı ile, değişmez kanunları ile ve sürekli geçerliliğe sahip ilkeler sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek olan, sadece varlık âleminin ilkeler sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş olan bu özel karakteristik yapılardır. Dolaysız biçimde Allah’tan vahiy alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar, sapıtmazlar, yalan söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekan faktörleri kendileri ile gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği zamandan ve mekândan münezzeh olan yüce Allah’tan alırlar.
Yüce irade, zaman aralıkları içinde peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa mutlak gerçeği iletmektir. O mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve deney yolu ile bunun bir kısmını ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler ve gelecekteki çağlar boyunca bu araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları adımları evren ile paralel hale getirmek, evrenin hareketi ile kendi hareketleri arasında yön birliği sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi fıtrî yapıları arasında uyum temin
DÂVÛD
- 677 -
etmektir.
İşte bundan dolayı insanın gerek tüm varlıklar âlemine gerekse kendi öz varlığına gerek tüm varlık âleminin ve gerekse öz varlığının amacına ilişkin eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı düşünce sistemini alabileceği tek kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve doğrultusu ile uyumlu, insanları topyekün varlıkları ile “barış”a kavuşturabilecek tek doğru ve dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat sistemi ïnsan ile evren arasında, insanla evrenin yaratılışının doğal uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında; dünyada insan soyu için imkânları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme, gelişme ve ilerleme alanlarında insanların kendileri arasında “barış” sağlar.
Tek kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla iletişim halinde değildirler, ondan mesaj almamaktadırlar. İnsana sunulan diğer bilgi edinme araçları, evrenin bazı görüntülerini, bazı kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki halifelik görevinin üstesinden gelmesine, hayatı geliştirip evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı olarak keşfedebilmesi için kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu alanda gerçekten ileri adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, insanı hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar. O mutlak gerçek ki, insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar ve şartlar uyarınca değil, varlık âleminin dayandığı değişmez ve sürekli evrensel kanunlar ve topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek için ona muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekân şartlarından münezzeh olan yüce Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı olan insan bunu göremez.
Ancak bir yolu baştan sona kadar kavramış olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa insanın önünde bu yolun bütününü görmesini engelleyen perde var. Hatta bir saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir. İnsanın önünde ve içinde yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine imkân tanımayan yere kadar uzanan bir perde gerilmiştir. Buna göre insan, kendisi için meçhul olan bir yolu aşmak üzere nasıl plân yapabilir?
Ya çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da evrenin yaratıcısından alınmış yaşama sistemine, peygamberliklerin ve peygamberlerin sistemine, varlıklar âlemi ve bu âlemin yaratıcı ile ilişki halinde olan fıtratın sistemine dönüş...
Ard arda gelen peygamberler insanlığın elinden tutup onu hidâyete ulaştıran aydınlık yolda ileriye doğru yürütüyor. Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor, kılavuzun yol gösterici çağrısını umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine kadar sapıtmışlığını sürdürüyor. Her defasında biricik gerçek, yenilenen tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde daha olgunlaşmış olarak zihninde belirginleşiyor.
Böylece son peygamberlik dönemine sıra gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor. Bu gerekçe ile son peygamber, insan aklına genel geçerli (küllî) gerçeklerin tümü ile sesleniyor. İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda sürekli adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık yeni bir peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir. Sadece yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bundan sonra insanlık ya her zaman gerek kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına yetecek genişlikte olan bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan, başka hiçbir yolla ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden uzak düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir biçimde taban tepecektir!2899
Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
Kur’an’daki tüm kıssalar, tarihî bilgi vermekten ve geçmişte yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak bir olayı anlatmaktan çok öte bir hikmete dayanır. Kur’anî kıssaların tümü, her devirde ve her yerde yaşayacak insanlara mesajlar ve pratik örnekler taşır. Bu kıssalarda esas mesele, ayrıntılarla uğraşmak, Kur’an’da anlatılmayan olayları İsrâiliyattan devşirmek değil; söz konusu kıssanın verdiği fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Örnek insanı, örnek olay ve davranışı yakalamaya çalışmak, kötü örneklere karşı tedbirli olmak Kur’an’ı ve dolayısıyla bu kıssayı okuyan insanın gâyesi olmalıdır. Bu kıssada da, insanın pratik hayatındaki eğilimleri eğitilmek istenmektedir. Hayatta Allah’a kulluk ve O’na dâvet yolunda bu Kur’ânî kıssadan çıkaracağımız yararlı hisselerin önemlileri şunlar olmalıdır:
1) İsrâiloğullarının risâletlerinde bu aşamada ve bundan önceki aşamalarda roller peygamberlik ile hükümdarlık ve kumandanlık arasında (bu toplumun isteği doğrultusunda) paylaştırılmıştır. Bundan dolayı âyetlerde zikri geçen bu kavim, peygamberlerinden savaşta kendilerine savaş için bir hükümdar ve kumandan tâyin etmesini istemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da büyük savaşlarda peygamber veya Onun vârisi imam bizzat ordunun başına geçerek savaşır.
2) Allah yolunda çalışanlar, savaş sloganları atanlara ve “başımıza bir komutan geçse, topyekün savaşırız” diye hamâsî nutuklar çekenlere karşı dikkatli olmak durumundadırlar. Çünkü böyle insanların birçoğu bu beklenen kumandanın gelmeyeceği düşüncesiyle ileri geri konuşabilirler. Bunun için Allah yolunda çalışanlar, bu iddiâlarla ortaya çıkan insanları deneyip ciddî ve samimi olup olmadıklarını, bunların şahsî etkenlerle mi, yoksa inanca dayanan kalbî güdülerle mi böyle iddiâları ortaya attıklarını belirgin bir şekilde ortaya koymak durumundadırlar.
3) Zafer ve hezimet meselesi, azlık veya çokluk ile ilgili değildir. Aksine bu mesele, tamamıyla iman, teşkilat, program, eğitim ve itaatle ilgilidir. Çünkü teşkilatlı mü’min bir azınlık, imanını ve teşkilatını yitirmiş kâfir bir çoğunluğa karşı kahredici bir zafer elde edebilir. “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.”2900
4) Bu âyetlerde anlatılan geçmiş bir kavmin hikâyesi, kesinlikle sonradan yaşayan müslümanların ibret alması içindir. Yani bu, geçtiği yer ve zamanla sınırlı bir tarihî hikâye değildir. Bu âyetlerde bizden, kıssada karşılıklı olarak anlatılan iki insan örneğinden sağlam olanına yapışmamız istenmektedir.
5) Mücâhid mü’min zayıf da olsa, çok büyük güçlere de sahip olsa, Allah’tan yardım istemek ve O’na muhtaç olduğu şuurunu yaşamak konumundadır. Çünkü
2899] Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub
2900] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 679 -
onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında sabra ve sebâta ihtiyacı vardır. Zafer de eninde sonunda Allah’ın tarafındadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri, kendisini Allah’ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmemelidir. Yine, zayıflık hissi de onu Allah’ın sonsuz gücüne bağlayıp O’na dayanmaktan alıkoymamalıdır. Savaşta mü’min ile kâfir arasındaki fark, mü’minin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan mânevî, rûhî, İlâhî kuvvetten alması; kâfirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetlerinden almasıdır.
6) Âyette anılan “Allah’ın mülkü dilediğine vermesi”2901 yeryüzünde çeşitli çevrelerin ellerinde bulundurdukları otoritelerin meşrûluğu anlamına gelmemektedir. Yoksa, bu sultaların, yöneticilerin kâfiri de vardır, zâlimi de, sapığı da. Aksine, bunun anlamı; yerde ve gökte her şeyin Allah’ın dilemesiyle meydana geldiğini ve O’nun idaresinde olduğudur. Allah dilerse tekvinî idaresi ile eşyayı ve olayları doğrudan doğruya yaratır, kâinatı yarattığı gibi. Dilediğinde de onları kendi İlâhî sünnetleri olan tabiî kanunlarla dolaylı olarak yaratır. Süregelen tabiat olayları, toplumsal olaylar ve tarihin seyrinde olduğu gibi. Hayatı ve olayları olumlu ve olumsuz yönlerde sürükleyen insan irâdesi de Allah’ın kevnî kanunlarındandır ve O’nun küllî irâdesinin hâkimiyeti altında işler.
7) Âyet-i kerîmenin te’kid ettiğine göre; İnsanların diğer insanlar veya topluluklar tarafından yurtlarından çıkarılması, mallarından mülklerinden ve çocuklarından uzaklaştırılması bu haksız eylemleri yapanlara karşı bir saldırı ve savaş sebebidir. Bu durumdaki insanın saldırmak ve savaşmak hakkı vardır. Bu itibarla böyle bir savaş müdafaa savaşıdır, meşrûdur. Yani savaşın meşrûiyeti için doğrudan imanlarına karşı bir saldırı bulunması şart değildir. Hem zaten daha önce geçen âyet-i kerimelerde bildirildiği üzere, bu insanlar yalnızca “Rabbimiz Allah’tır ve biz yalnız O’na kulluk ederiz” demekten başka suçları olmadan yurtlarından çıkarılmış, mallarından mülklerinden, çoluk çocuklarından ve yakınlarından uzaklaştırılmışlardır.
8) “Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmese/savmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir.”2902 Âyet-i kerîmenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah’ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun (sünnetullah) vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmeyip istemediği, red ve inkâr ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta karşı fikirler ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.
İşte Allah Teâlâ bu âyette, hayatın onun üzerine kurulu olduğu ve üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatındaki rolüne işaret etmekte, bu sünnetullah olmasaydı, yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah’ın âlemlere bir lutfu olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı büyük güçlere sahip olduğunda diğer insanlara, onları kendi irâdeleri altında toplamak yolunda baskı yaparlar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları son derece artar ve yeryüzünü fesâda uğratır, yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer
2901] 2/Bakara, 247
2902] 2/Bakara, 251
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adâlet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî kanunu sebebiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, bâtılın hak ve zulmün adâlet üzerindeki baskılarını, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu da Allah’ın âlemlere olan bir lütfu ve ikrâmıdır. 2903
Başarı ve Zafer “Çok” ile Birlikte Olmakta Değil; “Hak” ile Birlikte Olmaktadır
Amalika kavminin kralı olan Câlût (Golyat) İsrâiloğullarını defalarca bozguna uğratır. İsrâiloğulları, içlerinde bulunan Samuel peygamberden kendilerine ille de bir kral tâyin etmesini isterler. O güne kadar, saltanat ve istibdat idâresiyle değil, meşverete dayalı nübüvvet idâresiyle yönetilmekteydiler. Samuel peygamber, Allah’ın emriyle onlara Tâlût’u (Saul) kral atadı. İlginçtir ki Tevrat, İsrâiloğullarının bu isteğini Allah’ın hoş karşılamadığını ihsas ederek, kral atamayı âdeta bu talebe verilmiş bir cezâ olarak takdim etmektedir.2904 Tevrat’ın bu bölümündeki ifadeler, saltanatla nübüvvet arasındaki farkı güzel bir şekilde açıklıyor. Aslında gerek monarşik, gerek teokratik ve demokratik, gerek dikta ve cunta, tüm saltanat çeşitleri Allah’ın nübüvvet yolundan ayrılan toplumlara verdiği bir belâdır. Bu kral istemelerini ve bunun ardında yatan anlayışı, “yahûdileşme temâyülü” bağlamında değerlendirirsek, saltanat, bir “yahûdileşme alâmeti”dir. Peygamberleri, onları saltanattan sakındırıp onun getireceği zulüm ve sefâhati bir bir saydığı2905 halde, onlar yine de ısrarla kendilerine bir kral seçmesini istemişler, istişâreye dayalı sivil yönetime, zorbalığa dayalı monarşiyi tercih etmişlerdir.
İşte bu istek üzerine Samuel Peygamberin atadığı Tâlût ile Amalika kralı Câlût arasında geçen savaşta olanlardan bir kesit Kur’an’da şöyle verilir: “Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”2906
Burada iki grup var: a) Allah’a hüsnüzan edenler, b) Allah’a sûizan edenler. Allah’a hüsnüzan edenler, komutanlarına itaat ediyorlar. Başarıyı kelle sayısında değil; öncelikle Allah’ın izninde, sonra da disiplin ve itaatte görüyorlar. Allah’a hüsnüzan edenler, O’na kavuşacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de ölümden korkmuyorlar. Şehâdetin bir bayram olacağının farkındalar. Allah’a sûizan edenler ise, hem itaat ve disiplinden yoksunlar, hem de başarıyı kelle sayısında, çoklukta arıyorlar. Onların derdi “hak” ile birlikte olmak değil; “çok” ile birlikte olmak. Çünkü “ekseru’n-nâs/insanların çoğu” böyledir. Onun için de Allah’ı hakkıyla takdir edemiyorlar.
2903] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, c. 4, s. 209-212
2904] Bk. I. Samuel, 8/7-17
2905] Bk. I. Samuel, 8/7-17
2906] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 681 -
Allah’a hüsnüzan edenler diyorlar ki: “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.”2907 Ve sonunda bilinçli, inançlı, disiplinli ve itaatli azınlığın, çoğunluğa gâlip geldiğini yine Kur’an’dan öğreniyoruz.
Günümüz müslümanlarının düştüğü bu çokluk ve güç tuzağı, temelde bir Allah’a itimatsızlık ve sûizan olayıdır. İnsanlık tarihini doğru okuyanlar iyi bilirler ki, insanlığın kaderini değiştiren büyük devrimler, şuursuz kalabalıklar sâyesinde değil; iyi eğitilmiş bir avuç şuurlu kadrolar sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunun en canlı örneği yeryüzünün en büyük inkılâbı olan Saâdet Asrı inkılâbıdır. Bu inkılâp şuursuz kitlelerin, câhil kalabalıkların elleriyle değil; inandığı değerler uğruna ölmeyi bilen bir avuç iyi yetiştirilmiş insan eliyle gerçekleştirilmiştir.
Günümüzdeki hareketlerin en büyük zaafı kitleleri şuurlandırmaya çalışmaktır. Kitleler tarihin hiçbir döneminde şuurlandırılamamış, ancak şartlandırılmıştır. Şuurlandırılması elzem olan çekirdek kadrolardır. Çağdaş İslâmî yapılanmalar ise bunun tam tersini yapmaya çabalıyorlar: Kitleleri şuurlandırmak, kadroları şartlandırmak... Çünkü, eğer kadrolar şuurlandırılırsa belki elden kaçabilir. Bu korkuyla onları şuurlandırma yerine, şartlandırma mantığı güdülmektedir. 2908
Çoklukla Övünenler: “(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri.”2909 İlk âyette geçen ve aynı zamanda sûrenin de adı olan “tekâsür”, çokluk yarışı yapmak, çoklukla övünmek anlamındadır. Kur’an’da bu deyim, insanın niteliğe karşılık niceliği öne çıkarışını kınamak için kullanılmaktadır. Seviyesiz, onuru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlât çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle bir çoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar. İnsanoğlunun bu yarışı, mezarlıkları ve ölüleri sayacak kadar ileri götürdüğünü söyleyen Kur’an, bunun en büyük aldanışlardan biri olduğuna dikkat çeker.
Tekâsür, çokluk anlamına gelen “kesret” teriminden türetilmiştir. Onun üç anlamı vardır: Birincisi, insanın en fazla kesret/çokluk elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbiri üzerine çıkmaya çabalamasıdır. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır. Tekâsür, yani “çoklukla yarış” insanların yaşamını öylesine derinden etkilemiştir ki, onlar, daha önemli şeylerden gâfil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah’ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felâketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünmezler. Kısaca “tekâsür”, insanları ve toplumları içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık gece gündüz dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.
İkinci âyette geçen “sonunda kabirleri ziyâret ettiniz” deyiminde üç anlam
2907] 2/Bakara, 250
2908] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 367-369
2909] 102/Tekâsür, 1-2
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muhtemeldir: İlkine göre, “siz ölünceye kadar mal ve evlât çoğaltmakla meşgul oldunuz” demektir. Kabirleri ziyâret etmek, ölüp kabre gömülmek anlamındadır. İkincisine göre, “kabirleri ziyâret etmek”, kabirlerdeki ölüleri anmaktır, kabirlerde olan ölülerle övünmek, onları ziyâret etmek şeklinde ifade edilmiştir. Bazı kimseler ölen atalarıyla övünürler. Âyetin anlamı, çokluk övünme sizi o kadar oyaladı ki, ölüleri anacak, onlarla övünecek kadar ileri gittiniz. Üçüncüsüne göre, “kabirleri ziyâret ettiniz” deyimi, fiilen kabirlere gittiniz, demektir. Bazı kimseler övünmek için kabirlere gider, adamlarının kabirlerini göstererek “işte şu, şu bizim kabirdir” demek sûretiyle oradaki ölülerle övünürlerdi. Bir rivâyete göre Ensar kabilelerinden Hârise oğullarıyla, Hâris oğulları birbirine karşı övünmüşler, biri diğerine: “Sizin içinizde falan, falan gibisi var mı?” demiş, ötekiler de böyle söyleyip her kabile, ötekine karşı sağ olan adamlarıyla övündükten sonra sıra mezarlıktaki ölüleri saymaya kadar gelmiş: “Haydi kabristana gidelim” demişler. Mezarlıktaki ölüleri göstererek: “Sizde falan, falan gibi var mı?” diye birbirlerine karşı övünmüşler, Allah bu âyeti indirmiş.
Âyette gerçekten kabirleri ziyâret kast edilmiş olsa da, burada kötülenen ziyâret, ölülerle övünmek için yapılan ziyârettir. Ölüleri rahmetle anma ve âhireti düşünmek için kabirleri ziyâret kötü değil; tam aksine, sünnettir. Çünkü kınanan kabir ziyâreti, kişiyi âhiretten gaflete düşüren ziyârettir. Özetle, âyetlerde insanların mal ve evlât çoğaltmak için birbirleriyle yarışa girmeleri ve ölünceye kadar ömürlerini bu tutku ile geçirmeleri kınanmakta ve yakında, kendilerine haber verilen âhiret sorumluluğunun gerçek olduğunu kesin olarak bilecekleri ve o gün, kendilerine verilmiş olan dünya nimetlerinin hesabının sorulacağı vurgulanmaktadır.
Sanki bir uyarış çığlığı, yüksek bir yerden olanca sesiyle ve sesinin keskinliğiyle bağırmaktadır: “Ey uykuya dalmış olan mahmur gözlüler, ey mallarıyla çocuklarıyla ve dünya hayatıyla aldananlar, ey bulundukları duruma kapılıp kalanlar, ey böbürlenip gururlandıkları şeyleri her ikisinin de bulunmadığı dar bir çukura atıp gidenler... Uyanın, kendinize gelin!” 2910
Çokluk, Çoğunluk: İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akletmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile şişindiğini, bu yüzden mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde, kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını, âyetler sıralanamayacak kadar çoklukta ve ısrarla söz etmektedir. Çokluğun ancak Allah’ı zikirde, şükretmede, zikretmede, kulluk etmede işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur’an’da üzerinde durulan gerçek olarak belirtilmektedir. “Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez.”2911 Evet, gerçekten/haktan bir şeyin ifadesi bulunmayan zanna uyanlar ister çoğunluk, ister azınlık olsun, haktan bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demektir. Gerek çokluğun, gerek çoğunluğun, gerekse çoğulculuğun temelinde kendini bile bilmeyen insan ve onun zanna uyan aklı yatmaktadır.
2910] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, s. 339-342
2911] 10/Yûnus, 36
DÂVÛD
- 683 -
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah’a mı teslim olmalıdır, sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın önünü açacaktır. Açılan ufku insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim, elbette daha isâbetli olacaktır. Hayat, ona hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilire teslim olmakla ancak tatmin olabilir. 2912
Kur’an’da Ekseriyet/Çokluk:
“...Nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”2913
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”2914
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.”2915
“Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”2916
“Onların (insanların) çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.”2917
“İnsanların çoğu şükretmez.”2918
“İnsanların çoğu fâsıktır.”2919
“İnsanların çoğu bilmezler.”2920
“İnsanların çoğu iman etmezler.”2921
“Onlardan çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!”2922
“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.”2923
2912] Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 149-150
2913] 2/Bakara, 249
2914] 6/En'âm, 116
2915] 9/Tevbe, 25
2916] 12/Yûsuf, 103
2917] 12/Yûsuf, 106
2918] 2/Bakara, 243
2919] 5/Mâide, 59
2920] 7/A'râf, 187
2921] 11/Hûd, 17
2922] 5/Mâide, 62
2923] 5/Mâide, 80
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İblis dedi ki: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!”2924
“Andolsun Biz cinler ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratmışızdır...”2925
“Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilir.”2926
“İnsanların çoğu, âyetlerimizden ğâfildir.”2927
“Onlar (insanlar) Allah’ın nimetini bilirler (itiraf ederler). Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir.”2928
“Yoksa O’ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab’ı ve benden öncekilerin Kitab’ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüzçevirirler.”2929
“... İnsanlardan birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.”2930
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktırlar.” 2931
“Şüphesiz bunlarda (Allah’ın kudretine) bir alâmet vardır; ama çoğu iman etmezler.”2932
“Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.”2933
“Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”2934
“Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”2935
“Doğrusu bunda büyük bir ibret vardır; ama çokları iman etmezler.”2936
“Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.”2937
“Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”2938
“Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüzçevirdi. Artık dinlemezler.”2939
“(Cehennem bekçisi Mâlik, cehennemliklere şöyle der:) Andolsun Biz size hakkı
2924] 7/A'râf, 17
2925] 7/A'râf, 179
2926] 10/Yûnus, 36
2927] 10/Yûnus, 92
2928] 16/Nahl, 83
2929] 21/Enbiyâ, 24
2930] 22/Hacc, 18
2931] 25/Furkan, 44
2932] 26/Şuarâ, 8
2933] 26/Şuarâ, 67
2934] 26/Şuarâ, 103
2935] 26/Şuarâ, 121
2936] 26/Şuarâ, 139
2937] 26/Şuarâ, 223
2938] 36/Yâsin, 62
2939] 41/Fussılet, 4
DÂVÛD
- 685 -
getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.”2940
Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası
Hz. Mûsâ ve Hârun (a.s.), İsrâiloğullarına hakkı tebliğ vazifelerini ifa eder ve her fâni gibi, bir gün bu dünyadan ayrılırlar. Onlardan sonra, Benî İsrâil’e Yûşa (a.s.) gibi başkaca peygamberler gönderilir. Onlar da vazifelerini yapar ve bu dünyadan ayrılırlar. Bu arada, İsrâiloğulları gün gün nebevî aslı nefsânî tevillerle saptırırlar. Yalanla doğruyu, hakla bâtılı birbirine karıştırırlar. Bunun âcil bir cezâsı olarak Rableri onları zillet ve esârete dûçar kılar. Gün be gün bu kötü durumdan kurtulma çaresi ararlar. En sonunda, o an peygamber olarak kendilerine hakkı tebliğle görevlendirilmiş kişiye giderler. Bu zilletten kurtulmak için, Rablerinin içlerinden ehil birini melik ve komutan olarak seçmesini isterler. Rableri, bu mürâcaatı yapanların ummadığı birini, Tâlût’u seçer. Ama bu tercih, İsrâiloğullarının kahir ekseriyetini memnun etmez. Önde gelenleri, bu İlâhî tercihe açık açık dil uzatma küstahlığını sergilerler. Bu küstahlığa cür’et ederken dayandıkları iki gerekçe vardır:
1- “Biz melik olmaya ondan daha lâyık iken...” 2941
2- “...Ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken.”2942 Vaziyet bu iken krallık makamı nasıl Tâlût’a verilir, bir türlü anlamazlar.
İtirazın her iki gerekçesi de mânidardır. Bu gerekçeler, İsrâiloğullarının düştüğü nefisperestliğin (hevâya tapınmanın) ve esbâbperestliğin (sebepleri putlaştırmanın) açık bir habercisidir. En başta”Biz daha lâyık iken” sözü, açık bir nefsânîliği yansıtır. Kendini hep temize çıkarır nefis; âdeta Mâbûd’a lâyık bir sûrette kendini över. Kendini kusursuz ve mükemmel görür. Akıl adlı vericisini nefis istasyonundan gelen mesajı dinler şekilde ayarlayan birinin, kendisini daha lâyık görmesi, kendini en üstün bilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Bu liyâkat için öne sürülen ikinci delil ise, “zenginlik”tir. Kim zenginse, melik olmaya o daha lâyıktır, tavrı mevcuttur. Bu tavırda da, Karun gibi kişilerden miras kalan bir esbabperestliğin izini sürmek kesinlikle mümkündür.
Oysa, peygamberleri onlara, “üstünlük” ölçüsü olarak, şu doğru adresi göstermiştir: “Allah onu üstünüze beğenip seçmiştir.”2943 O Allah ki, Hakîmdir, abes iş yapmaz. Tâlût’u da, hâşâ, lâf olsun diye beğenip seçmiş değildir. Onda, komutan ve melik olma noktasında, iki özelliği görüp gözetmiştir: “İlm” ve “cism.” Bu iki özelliğin ilki, Tâlût’un mânevî kemâline, diğeri de maddî kemâline işaret eder. Bu iki özellik, onun gerek mânevî cihadı, gerek maddî cihadı Rabbi adına liyâkatle ifa edebilme ehliyetini göstermektedir. Rableri, Tâlût’un melik oluşunun hakkaniyetini tasdik için, bir alâmet de göndermiştir: “Tâbût.”2944 Bu, sıradan bir sanduka değildir. İçinde, Hz. Mûsâ ve Hârun’dan kalan Tevrat levhaları bulunmaktadır. Tâlût’un melik oluşuna bir hüccet olarak, bu tâbût hiçbir sürücünün gütmediği iki öküz tarafından, Benî İsrâilin bulunduğu yere sâlimen getirilmiştir. Bu tâbûtun yitip gitmesi nasıl İsrâiloğullarındaki bozulmanın, Hz. Mûsâ’nın
2940] 43/Zuhruf, 78
2941] 2/Bakara, 247
2942] 2/Bakara, 247
2943] 2/Bakara, 247
2944] 2/Bakara, 248
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tebliğ ettiği istikametten sapmanın bir alâmetiyse, Tâlût’un melik oluşuna hüccet olarak geri gelişi de, Tâlût’un iman ve ubûdiyet yolunda bir çığır açarak kavmini Mûsâ ve Hârun’la gelen vahye yeniden muhâtap kılacağının alâmetidir. Bu olay, Tâlût’un Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği vahye aynıyla teslim olduğunun, ona nefsânîlikler ve dünyevîlikler bulaştırmadığının da tescilidir.
Tâlût kıssası, Tâbûtun gelişiyle bitmiyor. Ama devamına geçmeden, bir ara verip biraz düşünmemiz gerekiyor. Kur’an bu kıssayı elbette “şu yahûdiler de ne adamlarmış!” dememiz için anlatmıyor. Bu kıssa, diğer tüm kıssalar gibi, doğrudan bize bakan, doğrudan şu asra konuşan, doğrudan bizim iç dünyamıza hitap eden mesajlar da taşıyor. Tâlût zamanının insanları örneğinde, hepimize, düşebileceğimiz ama düşmememiz gereken çukurlar gösteriliyor.
Nitekim dönüp kendimize ve şu güne baktığımızda, o günkü Benî İsrâilin sergilediği tavrın bir benzerini, belki farkına bile varmaksızın, bizim de sergilediğimiz maalesef kolaylıkla görülüyor. Bırakalım ehl-i dünyayı, ehl-i dinin dünyası dahi, buna benzer bir manzara ve düşünce tarzı sunabiliyor. Meselâ, hepimizin gözünde zenginlik bir değer ölçüsü olmuş ki, eğer zengin isek öne çıkmamız gerektiğini düşünüyoruz. Uhrevî hizmet alanlarında bile, bize öyle davranılmasını istiyoruz. Eğer zengin değilsek, zenginlere o şekilde davranıyor ve aynı hale biz de ulaşalım diye, bütün hayatımızı zenginleşme projelerine göre kuruyoruz. Kezâ hepimizin içinde “sen daha iyisin, sen daha akıllısın, sen daha lâyıksın, senden iyisi yok” diye durmaksızın fısıldayan biri bulunuyor. Çoğu davranışımızı bu üflemelerine göre yönlendirmeyi pekâlâ beceriyor. Öte yandan, gerek “zenginlik” ölçüsünün habercisi olduğu esbabperestlik, gerek “ben daha lâyıkım” anlayışının açıkça belgelediği nefisperestlik, hayatımızın başka birçok noktasında da hükmünü icrâ ediyor. Oysa, Tâlût’un yanında yer almak için, bu hallerden sıyrılmak, bu asılsız düşüncelerin yerini imanî asıllarla doldurmak gerekiyor.
Nehrin Öte Yakası: Tâlût kıssası, bunları anlatmakla bitmez. Takip eden âyetlerde, nazarını imanî ölçülerden sıyırıp nefsânî ve dünyevî ölçülere yönelten İsrâiloğulları değerini anlamasa; özellikle o makama kendilerini lâyık gören “önde gelenler” hiç beğenmese de, Tâlût, Rabbinin emri gereği, başlarına melik olur. Ve, İsrâiloğullarını tâciz eden zâlim ve müşrik hükümdar Câlût’un ordusuna karşı cihad etmekle görevlendirilir. Benî İsrâilden bir ordu toplar. Yola koyulurlar.
Tâlût, bu arada, ordusuna, Rablerinin onları bir nehir ile imtihan edeceğini söyler. Yolda, karşılarına bir nehir çıkacaktır: “Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de ondan içmezse o bendendir. Ancak eli ile alıp (azıcık) içenler müstesnâ.”2945 Bir müddet sonra, nehrin yanına varılır. Az bir kısmı hâriç, kana kana içerler. Tâlût ve sudan içmeyen diğer mü’minler, nehrin öte yakasına geçer. Sudan kana kana içen güruh ise, beri tarafta kalır. Gerekçeleri şudur: “Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı koyacak tâkatimiz yoktur.” 2946
Tâlût’la beraber nehrin öte yakasına geçen mü’minler ise, Allah’ın huzurunda âciz, O’nun mağrur kulları karşısında aziz insanlar olarak, dergâh-ı İlâhîye yönelirler. Nice az bir topluluğun, Allah’ın izniyle nice çoklara galebe çaldığını hatırlatırlar birbirlerine. Duâ ederler: Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır.
2945] 2/Bakara, 249
2946] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 687 -
Ayaklarımıza sebat ver, kâfirlere karşı bize yardım et.”2947 Sonuç, Tâlût ve az sayıdaki askerinin, Câlût’un güçlü ve donanımlı ordusuna karşı zafer kazanmasıdır. Üstelik, Câlût da öldürülmüştür. Hem de Dâvûd isimli bir çocuk tarafından ve de, sapan taşıyla!
Rabbimizin Benî İsrâili imtihan ettiği nehrin, her gün bizim de önümüzden akıp durduğu düşünülmelidir. Evet, maddî anlamda, kimi rivâyetlerden Ürdün nehri olduğu anlaşılan nehirle hemhâl değiliz, onun yanında yaşamıyoruz, belki onu hiç görmedik ve görmeyeceğiz. Ama bir yönden, “sebepler ırmağı”dır o nehrin adı. Ne zaman bir hakikate râm olmaya kalksak, nefis (hevâ) ve şeytan ikilisi, önümüze o nehri sürer. Ne zaman sebeplere mürâcaatı yalnız “fiilî bir duâ” olarak bilip sonuç Allah’tandır diyecek olsak, o sebepler ırmağından kana kana içip kandırılmamızı; sonucu âciz, kör ve sağır sebeplerden bilmemizi ister. Önümüze maddiyatı getirir; dünya malını, şöhreti, iktidarı, parayı, makamı getirir. Bunları en başta mânevî cihad, gereğinde maddî cihad için bir engele dönüştürür.
Benî İsrâilin çoğunluğu, “susuzluktan ölecek durumda iken, düşmanla nasıl harbederiz?” diye düşünmüştür. O sebeple, kuvvetli olmayı sudan bilerek, İlâhî yasağa rağmen o suyu kana kana içmişlerdir. İnsanı düşmana karşı muzaffer kılan sanki su imiş gibi davranmışlardır. Aynı şekilde, her ne zaman imanî bir cehde girip ubûdiyete uygun bir tavırla donanmak isteyelim, karşımıza “sudan sebepler”in durmaksızın akıp durduğu bir “sebepler ırmağı” çıkarılır: “Bizde o imkânlar olsa...” “Evet, yapacak çok şey var, ama para yok.” “ Bunu yapmak isterdim, ama maddiyat gerekiyor...”
Sonuç, bu gerekçelerle, sebepler ırmağının suyunu kana kana içmektir. İçtikçe, insan, umduğunun aksine güçlenmez ve gayreti artmaz; bilakis, Rabbinin esmâ ve sıfatını, rahmet ve kudretini görmekten bir adım daha uzaklaşır, en sonunda hiç mi hiç savaşım veremez, hiç mi hiç cihad cehdini kuşanamaz hale gelir. Artık, olsa olsa, sebepler ırmağının gerisinde, o ırmağı aşamamış bir vaziyette, bir zamanlar bizi hakikat yolculuğuna ve hakikat yolunda enfüsî ve âfâkî engellerle cihada çağıran öncülerle çıktığımız ama yarı yolda döndüğümüz seferin hâtıralarıyla avunuruz. Serzenişler eder, ama hemen peşi sıra, sebepler karşısındaki yılgınlığımızı ele veren cümleler sarfeder; bir adım ötede, durumumuzu mâzur göstermeye yönelik “maslahat” izahları geliştiririz.
Kezâ bu anlayışa göre nicelik de önemlidir. Sayı önemlidir. Bakışlar keyfiyete değil, kemmiyete; niteliğe değil, niceliğe dönüktür. Çünkü nehrin bu tarafında, nicelik geçerlidir. Nehrin öte yakasına geçilmediği sürece, niceliğin egemenliği yakamızı bırakmayacaktır. Oysa, melekûtî bir nazarla bakan, eşyanın hakikatine nazar eden, sebeplere değil, Müsebbibu’l-Esbâb olan Allah’a yapışan için, niteliktir önemli olan. O bilir ki, herşey Rabbimizin izin, havl ve kudretine bağlıdır. O isterse ve hikmeti iktizâ ederse, küçük bir sinek Nemrud’u gebertir, küçücük karıncalar Firavun’un sarayını yıkar, elektron mikroskobuyla dahi görülemeyen bir hepatit virüsü kendini dünyaya bedel sayan bir müstekbiri alteder. Ve bir çocuk, donanımlı ordusunun başındaki heybetli Câlût’u tek bir sapan taşıyla cehenneme gönderir. Esbâb ırmağının öte yakasına geçebilenler, Tâlût’u terk etmeyen az sayıda mü’min gibi, görürler ki, “Allah’ın izniyle, nice azlar, nice çokları yenmiştir.
2947] 2/Bakara, 250
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah sabredenlerle beraberdir.” 2948
Yeter ki, bizi daima sebepler batağına çekmeye çalışan hevâ ve şeytan ikilisine karşı Allah’a iman ve emrine itaatle sabır gösterilsin. Ayaklarımız iman üzere olsun ve bu halde sebat bulsun. Sonucu Allah’tan değil; sebeplerden bilme gibi tavırlara kaymasın. Bugün ehl-i dünyanın maddî başarıları ve niceliğin egemenliği karşısında yılgın ve ezik olan ehl-i din için, Rabbimizin zikrettiği bu mânidar kıssa öyle şifâlı, öylesine nûrânî bir reçete sunuyor ki... 2949
2948] 2/Bakara, 249
2949] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, s. 72-78
DÂVÛD
- 689 -
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Dâvud (a.s.)’ın İsminin Geçtiği Âyetler (16 Yerde): 2/Bakara, 251; 4/Nisâ, 163; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 84; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10, 13; 38/Sâd, 17, 22, 24, 26, 30.
Dâvud (a.s.) ile İlgili Konular:
Dâvud (a.s.)’a Allah, Peygamberlik ve Saltanat Vermiştir: 2/Bakara, 251; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78-79; 27/Neml, 15; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 20.
Dâvud (a.s.)’a Zebur Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55.
Dâvud (a.s.)’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 79; 27/Neml, 15; 34/Seber’, 10; 38/Sâd, 18.
Dâvud (a.s.) Hüküm ve Hikmet Sahibidir: 38/Sâd, 20-26
Dâvud (a.s.)’ın İbâdeti: 38/Sâd, 17-18.
Dâvud (a.s.)’ın Bazı Özellikleri: 21/Enbiyâ, 78-80; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19.
Dâvud (a.s.)’ın Zırh Sanatını Bilmesi: 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11.
Dâvud (a.s.)’ın, Tâlut’un Ordusunda İken Câlut’u Öldürmesi: 2/Bakara, 251.
Tâlut’un İsminin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 2/Bakara, 247, 249.
Câlût’un İsminin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 2/Bakara, 249, 250, 251.
Zebûr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 545-554
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 164-171
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 137-146; Eser Y. c. 2, s. 825-838
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 495-501
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 976-988
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 443-456
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 333-375
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 475-518
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 444-468
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 435-438
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 277-282
12. El-Esâs Fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y. c. 2, s. 110-125
13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 74-76
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 288-294
15. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 205-212
16. Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 254-262
17. Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y. c. 1, s. 195-199
18. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. 303-321
19. Ruhu’l Furkan, M. Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 751-792
20. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Ömer Faruk Harman,) T.D.V. Y. c.9, s. 21-24; c. 7, s. 38 (Câlût: Abdurrahman Küçük)
21. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 373-375; Câlût: c. 1, s. 271 (Talat Sakallı); Tâlût: c. 6, s. 110 (Nureddin Turgay), Zebur: Osman Cilacı, c. 6, s. 439-440)
22. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 25-35; Tâlut: c. 20, s. 11-14
23. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 72-78
24. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 179-215
25. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 367-369
26. Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. c. 3, s. 7-44
27. Hz. Süleyman, Hüseyin K. Ece, H. Ece Y. s. 43-51, 100-103, 194-195
28. Hz. Dâvud (a.s.), Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi XIV/6, 1975, s. 342-360; XV/1, 1976, s. 24-39
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
29. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 143-150
30. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 339-342
31. Peygamberler ve Halifeler Tarihi, Ahmet Cevdet Paşa, Akit Gazetesi Y. c. 1, s. 29-30
32. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş-Mehmet Dikmen, Yeni Asya Y. 463-479
33. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T. D. Vakfı Y. s. 151-185
34. Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 225-230
35. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, Akçağ Y.
36. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
37. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
38. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
39. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
40. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın
41. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
42. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
43. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
44. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
45. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
46. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
47. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslamoğlu Y.
48. Peygamberlerin Hayatı, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
49. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
50. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
51. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
52. Kur’an’da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.
53. Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
54. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
55. Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
56. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
57. Âdem’den Hâteme Kişilik, A. Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
58. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 12, s. 353-354
59. Müşriklerin Vahye ve Rasûllere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)

 
Okunma 1173 kez
Bu kategorideki diğerleri: DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR) »