بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Sadece dâvâ insanı muvahhid mü’min olduğu,
dindar olduğu için eşini seçip dâvâ evliliği yapan,
evlerin mescid ve okula çeviren ya da
henüz evlen(e)mediği için bu ölçüleri uygulayacak
ortamı bekleyen şuurlu mü’min ve mü’minlere...
İfhaf
Kitabın Adı
Yazar
Yayınevi
Dizgi
Tasih
Mizanpaj
Kapak
Baskı
Müslümanın Evliliği ve
Aile Hayatı
Ahmed KALKAN
KALEMDER
Ahmed KALKAN
Ahmed KALKAN
Asım ŞENSALTIK
Hasan YILMAZ
Step Ajans Matbaa Ltd. Şti
Göztepe Mah. Bosna Cad. No: 11
Bağcılar/İstanbul
Tel. 0212 446 88 46
Sertifika No: 12266
Kalemder Yayınları
İstiklal Mah. Kavaklı Dere Cad.
Doğruyol Sok. NO 17 Ümraniye/ İstanbul
Kitap Temin Bilgileri
0(216) 520 25 80 / 0(554) 542 28 10
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. / Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Müslümanın
Evliliği ve Aile Hayatı
AHMED KALKAN
AHMED KALKAN
1955 Yılında Kütahya’da doğdu. İlkokuldan sonra hâfızlık ve Arapça eğitim aldı. Konya İmam Hatip Lisesi (1974), At. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1978) mezunu. 1979-1983 yıllarında Sakarya Karasu’da Edebiyat öğretmenliği yaptı. İki yıl Fransa’da, altı yıl da Hollanda’da cemaat çalışmaları ve serbest öğretmenlik yaptı. 1992 Yılından bu yana İstanbul’da fahrî/özgür öğretmenliğini sürdürmekte olan Kalkan, evli ve dört çocuk babasıdır.
Avrupa’da Hicret, Tebliğ, Haksöz, Umran, Yeryüzü, Eğitim Yazıları, Berfin, Vuslat, Basiret, İktibas gibi dergilerde yazarın 200’ün üzerinde makalesi yayınlandı. Ahmed Kalkan, Yurt FM ve Özel FM adlı radyoda Kur’an Kavramları ve Tefsir programları yaptı. Bu programlar, Anadolu’nun çeşitli illerindeki radyolarda CD aracılığıyla yayınlanmaktadır. Kalkan, Ümraniye ve çeşitli semtlerde Kur’an Tefsiri ve Akaid gibi dersler yapmakta, değişik konularda seminerler vermektedir.
Yazarın yayınlanmış 41 eseri vardır
1.Ansiklopedik Kur’an Kavramları, (2. Baskı Kalemder Yay. 10 cilt, 2015)
2.Müslümanın Akaidi (11. Baskı, 2 Cild. Kalemder, Y. 2015)
3.Gençler İçin Akaid (11. Kalemder Y. 2015)
4.Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi (Kalemder Y. 2014)
5.Müslümanın Müslümanlaşması (2 Baskı, Kalemder Y. 2015)
6.Müslümanın Güzelleşmesi (2 Baskı, Kalemder Y., 2015)
7.Müslümanın Evliliği ve Aile Hayatı (4. Baskı, Rağbet Y. 2006)
8.Müslümanın Evlilik ve Aile Hayatı (7. Baskı, Kalemder Y. 2013)
9.Sanat Bilinci (2. Baskı, Denge Y., İst. 1997)
10.Müslümanın Sanat Anlayışı (Rağbet Y. 2008)
11.Tevhid Bilinciyle Canlanmak (2. Baskı Kalemder Y. 2015)
12.Kur’an’ın Gör Dediği Kur’an’ın Kör Dediği (2. Baskı Kalemder Y. 2015)
13.Daru’l Harp mi Daru’l Harap mı? (2. Baskı, Kalemder Y. 2015
14.Din ve İslâm, Özel Y. 2011
15.Akîde ve Şeriat, Özel Y. 2011
16.İman ve Amel, Özel Y. 2011
17.Tevhid, Rab ve İlâh, Özel Y. 2011
18.Kitap, Kur’an, Okuma ve Yazma, Özel Y. 2011
19.Peygamber, İmam ve Halife, Özel Y. 2011
20.Âhiret ve Cennet-Cehennem, Özel Y. 2011
21.Kıyâmet, Özel Y. 2011
22.İbâdet, Hidâyet, Hayır ve Şer, Özel Y. 2011
23.Dostluk ve Düşmanlık, Velâ ve Berâ, Özel Y. 2011
24.Şirk, Özel Y. 2011
25.Tâğut ve Mürted, Özel Y. 2011
26.Put ve Puta Tapma, Özel Y. 2012
27.Küfür, Kâfir ve Tekfir, Özel Y. 2012
28.Nifak ve Münâfık, Özel Y. 2012
29.Hıristiyanlık ve Yahûdilik, Özel Y. 2012
30.Atalar Yolu, Özel Y. 2012
31.Câhiliyye, Özel Y. 2012
32.Zulüm ve İstikbar, Özel Y. 2012
33.Bel’am, Özel Y. 2012
34.Sevgi, İtaat ve İsyan, Özel Y. 2012
35.Melek, Cin ve Şeytan, Özel Y. 2012
36.Ecel ve Ölüm, Özel Y. 2012
37.Hesap ve Hesaba Çekilme, Özel Y. 2012
38.İman, Özel Y. 2011
39.Eğitim, Özel Y. 2011
40.Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır, Özel Y. 2011
41.Şehâdet ve Şehid, Özel Y. 2012
42. Ahlâk Suresinin Tefsiri Maruf Y. 2016
43. Kalem Suresinin Tefsiri Maruf Y. 2016
44.Müddesir Suresinin Tersiri Maruf Y. 2016
45.Müzemmil Suresinin Tefsiri Maruf Y. 2016
46. Fatiha Suresinin Tefsiri Maruf Y. 2016
İ Ç İ N D E K İ L E R
Önsöz 8
Aile: Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizama,
Günahlardan İbâdete Geçiş 12
Evliliği Kolaylaştırın! 13 Evlilik; Ev Denilen Özel Sarayda Kral ve Kraliçe Olup
Prensler Yetiştirmek 15
Nikâh; Evlilik Sözleşmesi 18
Nikahın Önemi 21
Kur’ân-ı Kerim’de Nikâh Kavramı 22
Hadis-i Şeriflerde Nikâh 32
Evliliğin İmanla Kopmaz Bağı 39
Evlilik ve Aile hayatı Bir İbâdettir 44
Dâvâ Evliliği 48
İhmal Edip Mezar Haline Getirdiğimiz Evlerimiz 52
Çocuk: Cennet Kokusu, veya... 53
Nimetten Belâya; Çocukların Fitne Olması 56
Ailede Haklar ve Görevler 68
Karşılıklı Hak ve Sorumluluklar 70
a- Kadının Ailedeki Görevleri 73
b- Kocanın Ailedeki Görevleri 75
c- Kardeşlerin birbirlerine Karşı Görevleri 77
d- Evlâtların Görevleri (Ebeveynin Çocukları
Üzerindeki Hakları) 78
Evlât İçin Farz Bir Görev: Ana-Babasına İhsân 81
e- Ana-Babanın Görevleri (Çocuğun Ana Baba
Üzerindeki Hakları) 94
Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar,
Çocuklar, Çocuklar! 98
Çocuk Eğitimi Konusunda Ana-Baba Neler Yapabilir? 98
Bugünkü Ortamda Yapılabilecek Şeyler 104
Çocuk Eğitiminde Dikkat Edilecek Özellikler 108
Kadının En Saygın, En Mübârek Konumu: Annelik 114
Müslüman Hanımların Tesettürü 115
Kadın-Erkek İlişkileri ve Ailede Geçim 129
Hadis-i Şeriflerle Eşlerin Geçimi 130
Ailede Sağlıklı İletişim 136
Sağlıksız Kurallar Sağlıksız Âileyi Doğurur 140
Eşler Arası İletişim ve İlişki 141
Sağlıklı İletişim 144
Kadınlarla; Özellikle Ev ve Çocuklar Konusunda
İstişarenin Önemi 146
Yozlaşan Geleneksel Tavır; Kadını Aşağılayan
Uydurma Hadisler 155
Kadının Fitne ve Fesat Unsuru Kabul Edilmesi 163
Kadının Müslümanca Okumasını Câiz
Görmeyen Zihniyet 167
Toplumsal Hayatta Müslüman Kadın 169
Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı 176
Haremlik-Selâmlık; İhtiyattan Bid’ate 188
İslâmî Harekette Kadın 192
Aile Hayatıyla İlgili Haramlar 196
Evlenme Sürecinde ve Aile Hayatında Çokça
Karşılaşılan Yanlışlar 199
Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi 203
Kadın-Erkek Eşitliği mi; Yoksa Adâlet, Uyum ve
Birbirini Tamamlama mı? 214
Kadın; Kimliği ve Âiledeki Yeri 224
Kur’ân-ı Kerim’de Kadın Konusu 226
Tesettür İle İlgili Ayet-i Kerimeler 237
Hadis-i Şeriflerde Kadın 238 Kadınlarla İlgili Bazı Vecizeler 244
Kadın Hakkında Meşhurların Yanlış ve Çarpık Sözleri;
Saçmalardan Seçmeler 247
Aile ve Geçimle İlgili Kulaklara Küpeler 254
8
AHMED KALKAN
ÖNSÖZ
Şirkin, isyanın, haramın bin bir türlüsünün sergilendiği okullarda, caddelerde ve iş hayatında insanımızın inancı, ibâdeti ve ahlâkı büyük yaralar alıyor. Modern câhiliye tüm boyutlarıyla topluma hâkim durumda. Dışarıdaki câhiliye yaşantısına alternatif çözüm üretilecek ve karantina yuvası olacak mekânlar, öncelikle evlerimizdir. Tuğyânın tûfâna dönüşüp değerlerimizi yok edip bizi de helâke götürdüğü bir ortamda evlerimiz kurtuluş gemimizdir. Aile hayatı, can simidimizdir. İmanın, ahlâkın, terbiyenin öğrenilip uygulandığı ortamdır aile yuvası. Sevgi, dayanışma ve fedâkârlık en üst seviyede aile hayatında ortaya çıkar. İnsanlık ve müslümanlık adına, mutluluk ve huzur adına ne varsa aç bir canavar gibi yutan câhilî ortama direnme ve ona tavır alma için lojistik destek alanımızdır evlerimiz. Huzur ve mutluluğun, içinde yaşayan bütün bireyleri kuşattığı alanlardır aile hayatı. Daha doğrusu böyle olmalıdır. Kendimizi ve yaşadığımız ortamı müslümanca sorgulamak zorundayız. Günümüzde evlilik ve aile yaşantısı bu işlevleri ne kadar yerine getiriyor?
Şu veya bu oranda batılılaşan insanımız, artık evliliği genç yaşta değil, geç yaşta düşünmeye başlıyor. Eş seçiminden, nişan ve düğün törenlerine varıncaya kadar her konuda gösterilmesi gereken müslümanca hassasiyetin ortaya konulabildiğini söylemek çok zor.
Evlerimizi ihmal etmenin cezasını çekiyoruz. İşe evlerden başlamak gerekiyor. Elimizde kalan son kalemiz, son sığınağımız, son cephemiz olan evlerimizi de işgalden kurtaramazsak, helâkimiz kaçınılmaz olacak ve âciliyet kazanacaktır. Evleri kahvehane, otel ve
9
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
lokanta halinden çıkarmamız gerekiyor. Nefsin hevâsını tatminden
önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yolu, evlerimizi mescid ve
mektebe dönüştürmekten geçiyor.
Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine
uyulmak için gönderilmiş olan Kuran’a yönelmektir. Müslümanlar,
işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran’dan
ve Kuran eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran’ı hayatlarının
dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine
seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın ve ashâbın temel
kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı;
eğitim, öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde sinema
havası değil, mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve
çocuklarımız için Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evine İslâm’ı
hâkim kılamayan, sokağına, işine, toplumuna İslâm’ı hiç hâkim kılamaz.
Evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı
ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah,
onlarda bulunanı değiştirmez.” [1] Bu sünnetullahın nebevî ifadesi de
şöyle: “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.”
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın
uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız,
nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Evlerimizi ihmal etmenin
cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe evden başlamak gerekiyor.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders
kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler
üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü
imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan,
zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise,
mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda
da yardımlaşacaktır.
Münâfık karakter(sizliğ)inden uzak bir mü’minin dışı da içi de
aynı olmalı; ev dışında da, ev içinde de müslümanca yaşanmalıdır.
[1] 13/Ra’d, 11
10 AHMED KALKAN
Kalıbıyla kalbi, ameliyle inancı çelişmemelidir. İnsanın çifte standartlı
olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi
için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir.
Evimize ve özel yaşayışımıza şahit olan insanlar, bizde İslâm’ın
güzelliklerini görmeliler; sürüye uyan tavırları değil. En etkili tebliğ
yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır; iş hayatı, özellikle
özel hayatı, ev hayatıdır. Kişi, inandıkları ve söyledikleriyle uyumlu
bir yaşantı içindeyse, evi ve işi onu yalanlamıyorsa onun çok söz söylemesine
ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır.
Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü
durumundadır.
İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın,
eğitimimizin, hayat görüşümüzün iş ve ev hayatımızın tümünü
kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm[2] . Müslüman da bu ilkelere severek,
isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının
bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır.[3] Yoksa Allah ve
Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü
yoktur müslümanın[4] . Tabii, evdeki özel hayatımız da O’nun
çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde evde ve
her yerde müslümanca güzellikler sergilememiz gerekecektir.
Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için
evlerini Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir.
Evlerden iyi alternatif mi olur?
Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, aynı zamanda İslâm’ı öğrenip
öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır. Evlerimizi, sadece
kendi eş ve çocuklarımızın okulu haline getirmek bile dâvâ için
yeterli değildir. Evlerimizi cemaat çalışmalarına açmak zorundayız.
Evlerimizi dâvet için bir üs, karantina ve güç depolama yerleri haline
getirmeliyiz. Evlerimizi cemaat çalışmalarına açmak zorundayız.
[2] 6/En’âm, 162
[3] Bak. 8/Enfâl, 24
[4] 33/Ahzab, 36
11
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Evlerimizi dâvet için bir üs, karantina ve güç depolama yerleri haline
getirmeliyiz. Evlerimizi merkez kabul edip güzellikleri çevreye dalga
dalga yaymayı başardığımızda hem biz kurtulacağız hem insanlık.
Elinizdeki kitap, sizi anlatıyor. Evinizi, ehlinizi, sorunlarınızı,
çözüm yollarını… “Âyinesi iştir (ev hayatıdır) kişinin, lâfa bakılmaz.”
Aynaya bakmaya hazırsanız, buyrun geçin aile boyu aynanın
karşısına, kendinizle yüz yüze gelmek için girin kitabın içine; kendinizi
düzeltmek ve güzelleşmek için.
Ahmed KALKAN
Şubat 2016, Ümraniye
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.ahmedkalkan.net
12 AHMED KALKAN
AILE: BIREYDEN CEMAATE, DÜZENSIZLIKTEN
NIZAMA, GÜNAHLARDAN İBÂDETE GEÇIŞ
Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları,
ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman
için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî
bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde
bir araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin
de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin
edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur.
Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni
sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi
yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat,
fedakârlık ve birlik ocağıdır.
Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır.
Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan,
onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan
bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları
için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.
Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir.
Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye
geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır.
Ailelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine,
toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez.
Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük
örneği ve aşaması evliliktir. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek;
liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara
saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir.
Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin,
merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur
aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu
13
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir;
minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir,
çok ama çok değerler kazandırır.
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası
kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak
değerlendirir.
Kur’ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi,
bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk,
insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını
hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca,
toplumda hiç yaşanmaz.
Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye
birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki,
İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş
ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. “İçinizden, kendileriyle
huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet
var etmesi, Allah’ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen
topluluk için ibretler vardır.” ;[5] “Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi
yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben
kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim.”[6]
EVLILIĞI KOLAYLAŞTIRIN!
İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine
yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve
babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış
ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini
öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını
ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda
[5] 30/Rûm, 21
[6] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
14 AHMED KALKAN
tatmin olacaktır.
Bugün Batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun,
çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm
olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler
20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta
evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla
kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece
ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.
Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları
süsleyip kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına,
maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil
ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli
gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifâde edilen düğün ve
eğlence masrafları gibi İslâm’ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar
da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor.
Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır.
İslâm, şer’î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve
yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği
övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek
ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde
gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile hayatı,
korunmak isteyen mü’minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm’ın
bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi
teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu
gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere
şu tavsiyede bulunuyor: “Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine
güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları
haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun.”
15
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
EVLILIK; EV DENILEN ÖZEL SARAYDA KRAL
VE KRALIÇE OLUP PRENSLER YETIŞTIRMEK
“Bekârlık sultanlıktır” sözüyle teselli bulmak ister, eş denilen
ciğere yetişemeyen bekâr kediler. Aslında onlar da bilirler tebaasız,
saraysız sultanlığın olmadığını. Miyavlamaları biraz ağlamaklı, biraz
teselli, biraz davet içeriklidir.
İnsan açısından fıtratın sesi de haykırmaktadır ki; sultanlık ancak
Allah’a kulluk yapmak üzere kurulan yuvalarda bu ibâdet bilinciyle
kavuşulan en önemli bir dünya nimetidir. Bir erkekle bir kadın
arasında Allah’ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muâmeleye
evlenme denir. İslâm nazarında bir ibâdet kabul edilen evlilik
ile ilgili olarak, İslâm Hukuku’na dair yazılan kitaplardan bazısında;
“Bizim için Hz. Âdem’den bu güne kadar, meşrû olarak devam ede
gelen ve Cennette de devam edecek olan iki şey vardır; bunlar, iman
ve evlenmedir” şeklinde kaydedilmektedir.[7] Evlenmenin yani nikâhın
çeşitli sebepleri vardır. Nikâhtaki şer’î, akli ve tabii sebeplerin
başka bir şer’î hükümde bu şekilde bir arada toplandığı az görülmüştür.
Evlenmenin şer’î delilleri, Kur’ân-ı Kerîm, hadisler ve ümmetin
icmâı ile sâbittir.
Kur’ân-ı Kerîm’den evlenmenin meşrûluğuna şu âyetler delildir;
“Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder adet nikâh edin”;[8]
“Sizden bekârları ve kölelerinizle câriyelerinizden sâlih olanları
nikâh edin. Eğer fakir olurlarsa Allah onları Fazl ve keremiyle zengin
kılar. Allah vâsi’dir, âlimdir.” [9]
Cihad ve evlilik İslâm’ın insanın hayatına hâkim olmasının nedenlerinden
biridir. Evlenmede ise bunların her ikisi de mevcuttur. Bu
nedenle “Evlilikle meşgul olmak kendini nâfile ibadetlere vermekten
daha faziletlidir. Çünkü evlilikte nefsi haramdan koruma ve çocuk
[7] İbn Âbidin, III/3
[8] 4/Nisâ, 12
[9] 24/Nûr, 32
16 AHMED KALKAN
yetiştirme gibi önemli hususlar vardır” kanâatine varılmıştır.[10]
İslâm şerîatının temel esaslarından biri de evliliğin fıtrî bir olgu
olduğudur. İslâm dini ruhbâniyetle (dünyadan elini eteğini keserek
yalnız başına yaşama, evlenmeme); insanın yaratılışı ile çatıştığı,
onun nefsi isteklerini ve karakterine ters düştüğü için savaşmaktadır.
Bir hadis rivâyetinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Evlenmeye
gücü yetip de evlenmeyen benden (benim ümmetimden) değildir.’’
[11] Bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi İslâm kişiyi, sırf Allah’a
yaklaşmak, ruhbanlıkta bulunmak ve ibadet edeyim diye bir köşeye
çekilmekten alıkoymaktadır.
Allah Rasûlü’nün hayatını göz önüne aldığımızda onun, toplumun
fertlerini kontrol altında bulundurmak, insanın nefsini düzeltmek
hususunda ne denli titizlik gösterdiğini açıkça görürüz. Onun bu
konuda titizlik göstermesinin temelinde, insan gerçeğinin anlaşılması
ve onun arzu ve isteklerine cevap verme duygusunun yattığını görürüz.
Öyle ise evlilik vb. İslâmî prensipler sayesinde toplumun hiçbir
ferdi yaratılışının ötesine geçemeyecek, gücü ve imkânının dışında
gayret sarf edemeyecek; tam aksine orta yolda, sağa sola sapmadan
yürüyecektir.
Evlilik konusunda Rasûlullah (s.a.s.)’ın şu davranışı, insanın
nefsi duygularına gem vurması ve insan hakikatine ne denli vâkıf
olduğunun en büyük delillerinden kabul edilir; şöyle ki: Buhâri ve
Müslim’in Enes (r.a.)’den rivâyet ettikleri bir hadiste şunları görmekteyiz:
Üç heyet, Rasûlullah’ın yanına gelerek, onun ibâdetini sordular.
Kendilerine Allah Rasûlü’nün ibâdeti hakkında bilgi verilince,
-Onun ibadetini az bulacaklar ki- şöyle dediler: “Rasûlullah ile biz
bir olabilir miyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır.
İçlerinden biri tüm geceyi namaz kılmakla geçireceğini,
diğeri devamlı oruç tutacağını ve üçüncüsü de kadınlara yaklaşmayacağını
ifade ettiler.” Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) bu durumu öğrenince
onları çağırıp şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki ben sizin
[10] İbn-i Âbidin, III/3
[11] Beyhakî; Taberanî
17
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Allah’tan en çok korkanınız ve O’ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman
zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak
istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden
yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir.”[12]
Evlilik sosyal bir maslahatı beraberinde getirir. Evliliğin genel
yararları yanında bir de sosyal yararları vardır. Bu yararların basında
insan varlığının korunması gelmektedir. Zira evlilik sayesinde, insan
neslinin devam etmesi ve çoğalması, nesillerin birbirini izlemesi ve
böylelikle Allah’ın insanı yeryüzüne mirasçı kılması söz konusudur.
Evliliğin insan üzerindeki sosyal, ahlâkı ve bedensel yararlarını inkâr
etmek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim bu sosyal hikmete parmak
basarak şöyle demektedir: “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı,
eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı...”[13]
Evliliğin diğer önemli yararlarından biri de, nesebin korunmasıdır.
Meşrû evliliğin bir an için yokluğunu düşünürsek toplumların nesepsiz
ve hiçbir fazilete sahip olmayan çocuklarla ne denli sıkıntılara
girdiklerini hemen görürüz. Evliliğin sağladığı yararlardan biri de
toplumun ahlâkı çözülme ve bozukluktan beri kalmasıdır. Evlilik sayesinde
kişiler sosyal bozukluklardan emin kalırlar. Hz. Peygamber
(s.a.s.), evliliğin sağladığı yararları, bir grup gence hitapları sırasında
şöyle dile getirmişlerdir; “Ey gençler, sizden evlenmeye gücü yeten
kimse hemen evlensin; zira evlilik gözü haramdan en iyi koruyan ve
tenasül uzvunun en sağlam kalesidir. Evlenmeye imkânı olmayan ise
oruç tutsun; zira oruç şehveti kırmaktadır...”[14] Yine evliliğin faydaları
arasında toplumun hastalıklardan uzak kalmasını, kişinin rûhî ve
nefsi bir rahatlığa kavuşmasını zikredebiliriz. Bu tedbirler sayesinde
toplumun fertleri zinânın bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan bulaşıcı
hastalıklardan kurtulmuş; hayâsızlığın yayılması önlenmiş ve
harama giden yollar kapanmış olur.
“Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranız-
[12] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79
[13] 16/Nahl, 72
[14] Buhârî, Savm, 1, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd Nikâh, 1, İbn Mâce, Nikâh, 1
18 AHMED KALKAN
da sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun varlığının delillerindendir.
Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”[15]
Allah (c.c.), evlilikte müslümanın kimi tercih edeceğini açıklamıştır:
“(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin.
Mümin bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır.
(Mü’min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin.
Mümin bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır.
Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve
mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, ayetlerini
insanlara böyle açıklar.”[16]
Hz. Peygamber de Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir
hadisinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyla evlenildiğine
işaret ederek, bunların; kadının malı, soyu-sopu güzelliği ve bir de
dini olduğunu belirtmiş, sonra da, “sen kadının dindar olanını al”[17]
buyurmuştur.
İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir:
“Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri
onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin;
olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla
dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahî (zenci) bir câriye, diğerlerinden
üstündür” [18]
NIKÂH; EVLILIK SÖZLEŞMESI
“Nikâh” sözlükte, akit yani anlaşma yapmak demektir. Bundan amaç
evlenmedir. İslâm’a göre birbirleriyle evlenmeleri yasak olmayan
erkekle kadının beraber hayat sürdürmek ve çocuk yetiştirmek için
[15] 21/Rûm, 21
[16] 2/Bakara, 221
[17] Buhârî, VI/123; Müslim, II/1086
[18] İbn Mâce, Sünen, I/572; Dursun Ali Türkmen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 128-129
19
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
yaptıkları bir akittir/anlaşmadır.
Nikâh, evlilikle beraber meşrû cinsel ilişkiyi de içerisine alan
bir akittir, bir beraberliktir. Nikâhlanma, nikâh yapma, yani evlenme
insan için fıtrî (yaratılışa uygun) bir faâliyettir. Tıpkı konuşma,
yeme-içme, giyinme ve benzeri işler gibidir. İlk insan Hz. Âdem’den
bugüne kadar insan nikâh olayını tanımaktadır. Çünkü evlenme,
hem kişinin maddî ve mânevî olarak korunması, ihtiyaçlarının karşılanması;
hem de neslin devam etmesi için gereklidir.
Kıyafetsiz bir insanlık olamayacağı gibi, nikâhtan soyutlanmış
bir insanlık da düşünülemez.[19] Bazı modern toplumlardaki artan
evlilik dışı ilişkilerin ve bu ilişkilerin normal sayılması insanlık ailesinde
bir ârızadır, bir hastalıktır. Bu hastalığın geçici olduğunu ve
tedâvi edilebileceğini ümit ediyoruz. Çünkü nikâhsızlık temiz yaratılışa
uymamaktadır.
İslâm’a göre nikâh, kadın ve erkek arasında yapılan çok önemli
ve hayatî bir anlaşmadır. Bu akitle beraber bir aile yuvası kurulur,
eşler beraber yaşamaya başlar, eşlerde bulunan pek çok özellik kaynaşır,
yeni nesiller bu yolla meydana gelir. Ailedeki beraberlik, ne
işyeri beraberliğine, ne okul arkadaşlığına, ne de asker arkadaşlığına
benzer.
İki karşı cins hayatlarını, sevgilerini, varlıklarını, eksik ve mükemmel
yönlerini, sahip oldukları güzellikleri, ellerindeki imkânları,
duygularını ve isteklerini paylaşırlar. Ortaklaşa bir aile yuvası kurar,
beraberce hayat sürdürürler, hem de yeni nesiller yetiştirirler.
Nikâh, yalnızca neslin devamını sağlayan veya cinsel arzuları
doyurup gideren bir olay değildir. Nikâh bunlarla beraber daha önemli
işlevi olan toplumsal bir kurum oluşturmaktır. Nikâhta, insanlar
için çok bereketli ve faydalı başka amaçlar da vardır. İnsan, yaratılışı
gereği yalnız yaşayamaz. Zâten “insan” kelimesi de ünsiyet kuran,
başkalarıyla beraber yaşayan anlamındadır. Her insanın ana-babaya,
[19] Bak. 2/Bakara, 187
20 AHMED KALKAN
aile kurumuna, sevgiye, ilgiye, konuşmaya, alış-veriş yapmaya, hatta
kimi zaman diğer insanlarla mücâdele etmeye ihtiyacı vardır. Kişi,
bazı insanların yardımına muhtaç olduğu gibi, hayatını ve duygularını
başkalarıyla bölüşmeye, hatta başkalarına yardım etme arzusuna
bile ihtiyacı vardır. Bunun ilk örneğini ailede buluyoruz.
İnsanların ön önemli özelliklerinden birisi de organize olmalarıdır.
Yani bir arada yaşayıp toplum oluşturmalarıdır. Fertler aileleri,
aileler kabileleri, kabileler/sülâleler kavimleri, kavimler de insanlık
ailesini meydana getirir. Bu toplumların en küçük birimi ailedir.
Kur’ân-ı Kerim’de insanların bir erkekle bir kadından yaratıldığı,
sonra da kabileler ve kavimler haline getirildikleri açıklanmaktadır.[
20]
Allah (c.c.), evlenen eşler arasındaki sevgiyi ve birbirlerine olan
merhameti “âyet” olarak nitelemektedir: “Kaynaşmanız (sükûnete ve
tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda
sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve
birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim
için âyetler/ibretler vardır.”[21] Öyleyse evlilikte öncelikli amaç nesil
yetiştirmedir, yalnızca cinsel doyum değildir. İnsanın rahat edebileceği,
huzur duyabileceği bir ortama ihtiyacı vardır. Aile içerisinde bu
huzur ve rahatlığı kişi eşinde bulabilir. Kur’an bunu “sükûnet” bulma
diye tanımlıyor. Bu kelime hem huzuru, hem de bir yerde rahat edip
kalmayı ifade etmektedir.
Nikâh bu huzura kapı açmaktadır. Bu huzur, yalnızca gece rahatı
veya diğer maddî ihtiyaçların karşılanması değildir. Bu aynı zamanda
duyguların, arzuların, hedeflerin, sevgilerin ve yeteneklerin paylaşılmasından,
karşılıklı merhamet ahlâkının işletilmesinden, başkası
adına yapılan fedakârlıktan doğan bir huzurdur.
İslâm evlenmeyi yüceltiyor, tavsiye ediyor, evliliğin şartlarını
ortaya koyuyor ama bunu “nikâh” akdine bağlıyor. Yani evlilik mut-
[20] 49/Hucurât, 13
[21] 30/Rûm, 21
21
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
laka “ağır/kuvvetli bir akit olan”[22] nikâhla başlayabilir. Nikâh, evliliğe
adım atmak ve bunu insanlara duyurmak; aynı zamanda evlilik
sorumluluğunu yüklenmektir. Çünkü yapılan evlilik akdinde (anlaşmasında)
evliliğe ait, aileye ilişkin görevleri yüklenme şartı vardır.
İslâm, nikâh dışı bütün beraberlikleri gayrı meşrû saymakta
ve haram demektedir. Evlilik dışı ilişkiler İslâm’a göre iffetsizlik ve
hayâsızlıktır. Zinâ haram olduğu gibi, zinâya götüren sebepler de haramdır.
Nikâh olmaksızın evlilik öncesi cinsel ilişkiler, dost hayatı
(anlaşarak zinâ etmek); bir ihtiyacı karşılama değil, nefsin/hevânın
arzusuna uyup suç işlemektir. Şüphesiz Allah’a ve O’nun koyduğu
ölçülere inanan mü’minler, imanlı gençler bu noktada duyarlı olurlar.
NIKÂHIN ÖNEMI
Evlilik, yaratılışın gereği bir duygudur. Her insanın buna ihtiyacı
vardır. Hayatın güzel bir şekilde devam etmesi buna bağlıdır. Aile
kurumunu koruyan toplumların birçok yönden daha sağlıklı olduğu,
bu toplumlarda yetişen insanın daha kaliteli, sosyal ilişkilerde daha
düzeyli olduğu ve özellikle çocukların daha huzurlu ve nitelikli yetiştiği
bilinmektedir.
Ailesi çöken toplumlar, her açıdan çökmeye mahkûmdur. Aileyi
oluşturan ve yücelten de nikâh bağıdır. Nikâh sosyal bir faydadır. Nesiller
bu yolla çoğalır, devam eder. İnsan türü aileyle korunur. Nesiler,
ancak nikâh akdi ile korunmaya alınır. İslâm’ın amaçlarından biri de
nesli korumaktır. Kişiyi aile daha iyi eğitip terbiye eder. Her toplum
kendi kültürünü aile kurumunda yeni nesillere daha iyi öğretir.
Fuhuş (gayrı meşrû ilişkiler) birçok bedensel ve ruhsal hastalıklara
yol açar. Bunu aile hayatı azaltabilir. Kişi aile hayatıyla ruhsal
[22] 4/Nisâ, 21
22 AHMED KALKAN
huzura kavuşur. Başkasını sevmenin, çocuk yetiştirmenin, onlara
fedakârlık yapmanın, beraberce hayatın güçlüklerine katlanmanın,
birçok şeyi birlikte paylaşmanın zevkini yaşayabilir. Babalık şefkati,
analık merhameti ancak aile hayatıyla tadılabilir. Analık kurumunun
yüceliğini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. İslâm’da anaya, analık
kurumuna ve anaya iyilik etmeye ne denli önem verildiğini düşünürsek
aile kavramını daha iyi anlamış oluruz.
Nikâhla beraber insanın hayatında önemli değişiklikler olur. Kişinin
sorumluluğu artar, hayatını ve sevgisini paylaşabileceği bir insanla
yaşamaya başlar. Bölüşmeyi, sevmeyi, merhamet etmeyi, iyilik
yapmayı, cömertliği öğrenir. İnsanlarla beraber yaşamayı ve onlarla
geçinmeyi bilir. Ancak aile hayatı insana bu anlayışı uygun bir şekilde
verebilir. Nikâhla beraber insan, bir zorluğun bir güçlüğün altına
girer, sorumluluğu artar; bu bilinen bir şeydir. Bütün evliliklerin de
çok güzel ve huzurlu olduğu söylenemez. Ancak bunlar aile kurumunun,
nikâhın önemini azaltmaz. Şüphesiz nikâhın verdiği lezzet,
getirdiği acıdan kat kat fazladır.
Özellikle Avrupada gelişen nikâhsız beraberlikler ve cinsel hürriyet,
nikâhı ve aile kurumunu, dolayısıyla da giderek insanlığı tehdit
ediyor. Onların da en doğal olan yola, yaratılışa dönmelerini umuyoruz.
“Nikâhta kerâmet vardır!” diyenler ne güzel söylemişler.[23]
KUR’ÂN-I KERIM’DE NIKÂH KAVRAMI
Kur’ân-ı Kerim’de “nikâh” kelimesi, türevleriyle birlikte 23 yerde
geçer.[24] Karı-koca -eş-anlamındaki “zevc-zevce” kelimeleri ise
[23] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 499-501
[24] ”Nikâh” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/
23
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Kur’an’da 81 yerde zikredilir.[25] Bütün bunlar, Kur’an’ın nikâha, aile
hayatına verdiği önemi gösterir. Nice konuları kısaca izah eden, bazı
farz ve haramları bir-iki âyetle belirten Kur’an, aile hayatı, geçim,
eşlerin birbirine ve çocuklarına karşı haklarını, görevlerini, birbirleriyle
ilişkilerini uzun uzun ele almış ve yuvanın huzuru için gerekli
prensipleri tafsilâtlı şekilde açıklamıştır.
Kur’an nikâh/evlenme tâbirini, erkek ve dişi olarak yaratılan insan
türünün aralarındaki âhenk ve uygunluğu açıklamak için kullanmaktadır.
Zira evlilikte huzur havası, karşılıklı sevgi ve merhametin
gelişme ortamı mevcuttur. Kur’an, aile hayatının huzur ve sükûnet
ortamı için gerekli olduğunu, kadınla erkek arasında Allah’ın sevgi
bağları oluşturmasında büyük hikmetler olduğunu vurgular: “Kaynaşmanız
(sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden
eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden,
(varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi
düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.”[26]
Evlilik fıtrattır. Evlenmeyen erkek veya kadın elbisesiz, yani
çıplak sayılır.[27] Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi,
kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.[28] K ur’an, e rkeklere
hanımlarıyla iyi geçinmelerini emreder. Eşlerinden hoşlanmamış
olsalar bile, mümkün ki hoşa gitmeyen şeyde Allah’ın birçok
hayır takdir etmiş olabileceğini hatırlatır. [29] Evlenmeyi tavsiye eden
Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne,
10.
[25] ”Zevc-Zevce” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234,
240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En’âm, 139, 143; 7/A’râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24;
11/Hûd, 40; 13/Ra’d, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/
Hacc, 5; 23/Mü’minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman,
10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/
Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/
Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/
Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe’, 8;
81/Tekvîr, 7.
[26] 30/Rûm, 21
[27] 2/Bakara, 187
[28] 2/Bakara, 228
[29] 4/Nisâ, 19
24 AHMED KALKAN
Kur’an,[30] bekârları evlendirmeyi de (başta yöneticiler, bekârların
velîleri ve diğer müslümanlar üzerine) görev olarak belirtir. Eğer
bunlar fakir iseler, Allah’ın onları kendi lutfu ile zenginleştireceğini
müjdeler.[31]
Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen Kur’an, erkeklere
birden fazla kadınla evlenme izni verir.[32] Bu izin, öteden beri,
daha çok gayrı müslimlerce ve İslâm düşmanlarınca, tenkit ve itiraza
konu edilmiştir. Ancak, İslâm’ın bu iznini, diğer tâlimatları ve hayatın
değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zinâ
kesin olarak haramdır. Bu büyük kötülük olan zinâya giden yolları
tıkamak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz
olması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin
azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda erkeğin
bir’den fazla kadınla evlenmesi zarûrî olabilir. Böyle durumlarda
erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi, bir emir değil; bir izindir.
İkinci, üçüncü veya dördüncü eş olacak hanım da buna mecbur değildir.
Ayrıca, bu izin kayıtsız şartsız olmayıp adâlet şartına bağlanmış,
buna riâyet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir.
Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman,
İslâm’ın bu iznini, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma
bakımından en müsâit yol olduğu açıkça anlaşılacaktır.
Din, câhiliye döneminde ve o günkü dünyada üst sınırı olmayan
çok evlenmeye bir ölçü getirmiş, en çok dörtle sınırlandırmıştır.
Ayrıca, metres hayatı gibi çirkinliklere geçit vermemek için bazı gereklilikler
varsa, evlenecek kadının şerefi ve geçimini temin etme
yükümlülüğünü, masraflarının üstünden kalkabilecek ve de eşleri
arasında adâlete riâyet edebilecek erkeğe yüklemiştir. Kur’an, aile
hukukunun en önemli alanı olan nikâh konusunu değişik yönleriyle
ele alır ve hükümler koyar.[33]
[30] 4/Nisâ, 3
[31] 24/Nûr, 32
[32] 4/Nisâ, 3
[33] Nikâh Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Evlenmenin Fazileti: 24/Nûr, 32.
25
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer
elbisesiniz...” [34]
“İman etmedikçe müşrik/putperestk adınlarla nikâhlanmayın/evlenmeyin.
Beğenseniz bile, müşrik bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle
daha hayırlıdır/iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri
de (kızlarınızla) nikâhlamayın/evlendirmeyin. Beğenseniz bile,
müşrik bir kişiden mü’min bir köle kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar
(müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete
ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara
açıklar.” [35]
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle
varın. Kendinizi (temasa) önceden (iyi davranışlarla) hazırlayın. Her
davranışınızda Allah’tan korkun. Bilin ki siz O’na mülâkî olacaksınız.
Mü’minleri müjdele!”[36]
“Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da
erkekler üzerinde belli hakları vardır.”[37]
b- Bekârları Evlendirmek: 24/Nûr, 32.
c- Evlenmede Bolluk ve Bereket Vardır: 16/Nahl, 72; 24/Nûr, 32.
d- Evlenmeye Güç Yetiremeyenler: 24/Nûr, 33.
e- Nikâhı Helâl Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 24; 5/Mâide, 5.
f- Yetim Kızların Nikâhı: 4/Nisâ, 3, 127.
g- Evlâtlıkların Boşanmış Hanımlarıyla Nikâh: 33/Ahzâb, 37.
h- Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.
i- Ehl-i Kitabın Nikâhı: 5/Mâide, 5.
j- Vefat İddeti Bekleyen Kadını Nikâhlama İsteği: 2/Bakara, 235.
k- Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 228, 231-232.
l- Üçüncü Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 230.
m- Münâsebet Helâl Olan Kadınlar: 70/Meâric, 29-30.
n- Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 22-24.
o- Müşriklerin Nikâhı: 2/Bakara, 221.
p- Zinâ Eden Erkeklerin ve Zinâ Eden Kadınların Nikâhı: 5/Mâide, 5; 24/Nûr, 3, 26.
r- Mut’a Nikâhı (Geçici Nikâh): 23/Mü’minûn, 7; 70/Meâric, 29-31.
s- Nikâhın Şartları: 33/Ahzâb, 50.
t- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
u- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.
[34] 2/Bakara, 187
[35] 2/Bakara, 221
[36] 2/Bakara, 223
[37] 2/Bakara, 228
26 AHMED KALKAN
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten,
salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen
zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar,
dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.”
[38]
“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına
riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan)
kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adâletsizlik/haksızlık
yapmaktan korkarsanız, bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (câriyele)
ile yetinin. Bu adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.”[
39]
“(Evlendiğiniz) Kadınlara mehirlerini gönül rızâsı ile (cömertçe)
verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa
onu da âfiyetle yiyin.”[40]
“Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız,
olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır
takdir etmiş olur.”[41]
“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz,
onlardan birine kantar kantar, yüklerle mehir vermiş olsanız dahi,
hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek
onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz
ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri
alırsınız?”[42]
“Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiğei kadınlarla
evlenmeyin; çünkü bu bir hayâsızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü
bir yoldur. Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halala-
[38] 3/Âl-i İmrân, 14
[39] 4/Nisâ, 3
[40] 4/Nisâ, 4
[41] 4/Nisâ, 19
[42] 4/Nisâ, 20-21
27
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
rınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları,
sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri,
kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey
kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-,
öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bu arada olmak suretiyle
evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar geçmiştir. Doğrusu
Allah bağışlar ve merhamet eder. (Harp esiri olarak sahip olduğunuz)
câriyeler müstesnâ, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram
kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, nâmuslu ve
zinâ etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size
helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan
mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar kesinti için)
karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet
sahibidir.”[43]
“İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse,
ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) câriyelerinizden
alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı
köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli
yaşamaları şartıyla sahiplerinin izni ile onları (câriyeleri) nikâhlayıp
alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir
fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezâsının yarısı (uygulanır).
Bu (câriye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar
içindir. Sabretmeniz ise siz in için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan
ve merhamet edendir.” [44]
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle
ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler
kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha
kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi
(kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından
(nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında
yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat
ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah
[43] 4/Nisâ, 22-24
[44] 4/Nisâ, 25
28 AHMED KALKAN
yücedir, büyüktür.” [45] (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile
ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını
tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur; toplum düzenle
yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet
başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket
etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir.
Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya
edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse
yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir.
Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra
da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber
(s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi
dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey
midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı
takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak
şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde
-ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak
gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız
bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir
yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından
şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama
imkânı vardır.)
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin
âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar
barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her
şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” [46]
“Senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Onlara âit
hükmü size Allah açıklıyor: Kitab’da, kendileri için yazılmışı (mirası)
vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar
ve yetimlerin işleriyle meşgul olmanız hakkında adâleti yerine
getirmeniz için size okunan âyetler (Allah’ın hükmünü apaçık ortaya
koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmekte-
[45] 4/Nisâ, 34
[46] 4/Nisâ, 35
29
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
dir.”[47]
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden
yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında,
onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık
hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” [48]
“Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında âdil davranmaya
güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini
askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız
Allah şüphesiz çok bağışlayan ve merhamet edendir.” [49]
“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini
zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş,
hikmeti büyüktür.”[50] (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa,
ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu
ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.)
“…Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine
kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zinâ etmemek
ve gizli dostalr tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size
helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette
de ziyana uğrayanlardandır.” [51]
“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini
(Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif
bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hâmileliği
ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen
muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.”[52]
[47] 4/Nisâ, 127
[48] 4/Nisâ, 128
[49] 4/Nisâ, 129
[50] 4/Nisâ, 130
[51] 5/Mâide, 5
[52] 7/A’râf, 189
30 AHMED KALKAN
“Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik bir kadından başkası ile
evlenemez; zinâ eden kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan
erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.”[53]
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara;
temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...”
[54]
“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih
(iyi davranışlı) olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları
kendi lutfu ile zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve (her şeyi)
bilendir.” [55]
“Evlenme imkânı bulamayanlar ise, Allah lutfu ile kendilerini varlıklı
kılıncaya kadtar iffetlerini korusunlar...”[56]
“(Şuayb’ın) İki kızından biri, ‘Babacığım, onu ücretle (çoban) tut.
Çünkü o ücretle çalıştırabileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir
adamdır’ dedi. (Şuayb) dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık
şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan,
artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem.
İnşâallah beni iyi kimselerden bulacaksın.’ Mûsâ şöyle cevap verdi:
‘Bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam
doldurayım, demek ki bana karşı husûmet yok. Söylediklerimize Allah
vekîldir.” [57]
“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)
nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da
O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu
bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” [58]
[53] 24/Nûr, 3
[54] 24/Nûr, 26
[55] 24/Nûr, 32
[56] 24/Nûr; 33
[57] 28/Kasas, 26-28
[58] 30/Rûm, 21
31
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Ey Peygamber! Ücretlerini (mehirlerini) verdiğin hanımlarını,
Allah’ın sana ganîmet olarak verdiği ve elinin altında bulunan (câriye)
leri, seninle beraber hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını,
dayı ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz)
olarak Peygamber’e hibe eden ve Peygamber’in de kendisini almayı
dilediği mü’mine kadını, diğer mü’minlere değil; sırf sana mahsus
olmak üzere (helâl kıldık). Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan
(câriyeleri) hakkında mü’minlere neyi farz kıldığımızı bildirdik (onların
bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir
zorluk olmasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[59]
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından üstündür. Eşleri, onların
analarıdır...” [60]
“...Sizin Allah’ın Rasûlünü üzmeni ve kendisinden sonra onun hanımlarını
nikâhlamanız asla câiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında
büyük (bir günah)tır.”[61]
“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği
zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir.
Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları
kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da
bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri)
geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde
size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın,
sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın
hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.” [62]
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman
olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına
kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışla-
[59] 33/Ahzâb, 50
[60] 33/Ahzâb, 6
[61] 33/Ahzâb, 53
[62] 60/Mümtehıne, 10
32 AHMED KALKAN
yan, çok merhamet edendir.”[63]
“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl
verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara
hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı.
Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah,
iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim!
Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde
çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını
korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz,
ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik
etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” [64] (Âyetlerde bahsedilenlerden
Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi
kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da,
kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz
de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya
çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman
etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından
dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece
yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken
rûhu kabzedilmiştir.)
HADIS-I ŞERIFLERDE NIKÂH
“Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin.
Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde
korunmak için oruç tutsun.”[65]
“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için,
güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul/mutlu ol.”[66]
[63] 64/Teğâbün, 14
[64] 66/Tahrîm, 10-12
[65] Buhâri, Savm 10
[66] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce,
33
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri
onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin;
olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla
dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir câriye, diğerlerinden
üstündür.”[67]
“Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir.
Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümme min çokluğu
ile iftihar edeceğim.”[68]
“Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine
gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok (harama bakmaktan)
korur ve iffeti daha fazla muhâfaza eder. Kimin evlenmeğe gücü
yetmezse, oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.”[69]
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça
malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa
da!”buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir,
miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı
olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa
da!” buyurdu.[70]
“Üç kişiye yardım etmek, Allah’ın üzerine borçtur: Nâmuslu
kalmak için evlenen, efendisine söz verdiği parayı ödemek isteyen
mükâteb (anlaşmalı köle), Allah yolunda çarpışan gâzî.”[71]
“Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır.”[72]
Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428
[67] İbn Mâce, I/572
[68] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
[69] Buhârî, Savm 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvud, 1; Tirmizî, Nikâh, 1; Nesâî,
Sıyâm, 43, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Dârimî, Nikâh, 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425
[70] Kütüb-i Sitte, 15/515
[71] Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 20; Nesâî, Nikâh 5, Cihad 12; İbn Mâce, Itk 3; Ahmed bin Hanbel,
II/251, 437
[72] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû’ 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
34 AHMED KALKAN
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun
bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.”[73]
“Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.”
“Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.”[74]
“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan
emanet olarak aldınız.”[75]
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.”[76]
“Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme
en iyi olanınızım.” [77]
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel
olan ve âilesine nâzik davranandır.” [78]
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar
değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” [79]
“... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın
da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.”[
80]
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en
hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda
[73] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329
[74] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
[75] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
[76] Müslim, Birr 149
[77] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214
[78] Nesâî, Işretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
[79] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
[80] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
35
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
(müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” [81]
“Bir velî ve iki adâletli şâhit olmadıkça nikâh olmaz.” [82]
“Şâhitler bulunmadıkça nikâh olmaz.”[83]
“Allah’a yemin olsun ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve
O’ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar
ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla
da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim
ümmetimden) değildir.” [84]
Üç kişi Allah Elçisinin eşlerine onun gece ibadetini sormuşlar;
belki azımsayarak birincisi “Sürekli gece namazı kılmaya”, ikincisi
“sürekli oruç tutmaya”, üçüncüsü de “kadınlardan sürekli ayrı kalmaya
ve hiç evlenmemeye” karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber
şöyle buyurur: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat
ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım
da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi
terkederse, o benden değildir.” [85]
“Mümin, Allah korkusundan ve O’na itaatten sonra, iyi bir kadından
yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü
ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine
yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı
sırada namusunu ve malını korur.” [86]
“Dünya bir metâ’dır/geçimdir. Dünya metâının en hayırlısı sâliha
[81] Tirmizî, Birr 13
[82] Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11
[83] Buhârî, Şehâdât 8
[84] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79
[85] Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, II/158, III/341, 359,
V/409
[86] İbn Mâce, Nikâh, 5
36 AHMED KALKAN
bir kadındır.” [87]
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu
korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen
oradan cennete gir’ denilir.” [88]
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar
hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti
diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız.
Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları,
sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey
yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini
sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.”[89]
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve
gözümün bebeği kılınan namaz.” [90]
“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise
namazda kılındı.”[91]
“Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır.” [92]
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye
tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar
mı?”[93]
“Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.” [94]
[87] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
[88] Ahmed bin Hanbel, I/191
[89] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
[90] Müslim, Talâk 31, 34
[91] Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
[92] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû’ 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
[93] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn
Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
[94] Buhari, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
37
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir.”[
95]
“Dul kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur.” [96]
“Bâkire kız, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir.”[
97]
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire
kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır.”[98]
“Herhangi bir kadın, velîsinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı
bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır.”[99]
“Kadın kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez.”
[100]
“Nikâh ancak velî ile olur.” [101]
Ukbe b. Âmir (r.a)’den rivayete göre, Hz. Peygamber bir adama
“Seni filanca kadınla evlendirmeme râzı mısın?” diye sordu. Adam
“Evet” dedi. Kadına da “Seni filanca erkekle evlendirmeme râzı mısın?”
diye sordu. Kadın da; “Evet” deyince, onları birbiri ile evlendirdi.[
102]
“Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından ger-
[95] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
[96] Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed bin Hanbel, I/334
[97] Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13
[98] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
[99] Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14; Dârimî, Nikâh 11; Ahmed bin Hanbel, VI/166
[100] İbn Mâce, Nikâh 15
[101] Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh, 14
[102] Ebû Dâvud, Nikâh 31
38 AHMED KALKAN
çekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.” [103]
“Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk
günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur.”[104]
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının
açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve
kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse,
Allah onların aralarını buldurur.”[105] âyetinde temas edilen iki hakem
hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki
hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur.[106]
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum...
Onlara hayırlı şekilde davranın.”[107]
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda
avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir
hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer
işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün.
Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz
ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin
üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize
çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır.
Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek
ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” [108]
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde,
zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen,
giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etme-
[103] Buhârî, İkrâh 4
[104] İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159
[105] 4/Nisâ, 35
[106] Muvattâ, Talâk 72 -2, 584
[107] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî,
Talâk 12
[108] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
39
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
men, evin içi hâriç onu terk etmemen.”[109]
Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir.[
110] Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir.
EVLILIĞIN İMANLA KOPMAZ BAĞI
“Allah’ın emri, Peygamber’in kavli/sünneti” diye başlanan hayırlı bir
iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda
şeytanın emrine göre değil; Allah’ın emrine, Peygamber’in
sünnetine uygun olmalıdır. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği
zaman, mü’min erkek ve mü’mine hanıma o işi kendi isteklerine göre
seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne
karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[111]
Nikâh, bir ibâdettir. Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır.
Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah’ın
hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz
ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı
ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında,
doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan
kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü’min. Nikâhın
imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan
nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana
zıt bir söz, zihninde belirginleşen bir küfür düşüncesi sebebiyle de
nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü’min olmak,
belki o kadar zor değil; ama mü’min kalmak, müslüman olarak ölmek,
bizim gibi İslâm’ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda
yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.
Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine
[109] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
[110] Tirmizî, Nikâh 6
[111] 33/Ahzâb, 36
40 AHMED KALKAN
karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp
her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır;
mü’minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna,
mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına,
devletine... karışmayan bir Allah’a inanmak, kişiyi mü’min yapmaz.
Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir
Allah’a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil’ler de inanıyordu.
Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp
oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip
onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah’a mahsus olan
sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin
Allah’ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları,
gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti
ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek)
değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere
kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir
yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla
Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın dinini onların
istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir.
Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve
yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın dinine tümüyle
zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini
tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik
değil de; mü’min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin
nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.
Tevhidî iman, dünyada huzur ve mutluluğun, âhirette sonsuz nimetlerin
temel sebebi olduğu için, eşlerden biri veya her ikisi, içine
şirk karıştırılmamış bu imandan yoksun ise, her çeşit felâkete adım
atılmış demektir.
Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk
ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/
sevap olması için Kur’an’ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/
hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları,
41
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya
çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin,
bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin
nikâhla, talakla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri;
karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama
bütün bu bilgilerden de önce; imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu
hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye
çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.
Evli (zannedilen) karı-kocanın zinâsı; ef’âl-i küfür, elfâz-ı küfür
ve elfâz-ı talâk sebebiyle olmaktadır. Tevhidi, şirki, kendini, toplumun
ve düzenin konumunu, nikâhın nasıl sahih olacağını, mihri,
talâkı, hayızı, nifası… bilmek, büluğa ermiş ve evlenme çağına gelmiş
her müslümanın öncelikli görevidir. İslâm’ı, hayatı, geleceği tanımayan,
daha kötüsü yanlış tanıyan bugünün genci soracak elbette:
“İlköğretim temel bilgilerinden, Atatürk’ü tanıyıp tüm hayatını her
yıl döne döne öğrenmekten, İngilizce’den, diplomadan, romandan,
diziden, popçuların soy kütüğünden, topçuların hangi mevkide oynadıklarından,
iyi sayılabilecek maaş ve makamdan, babaların hayatî
önem atfettiği çok para kazanmaktan, anaların olmazsa olmaz gördüğü
çeyizden de mi önemli?” diye. Elbette en önemli ve öncelikli
uğraş, İslâm’ı doğru olarak bilmek ve gereğini yapmaktır; zâten yaratılış
amacı da bu değil mi insanın? “Bunca iş-güç arasında (faydasız
bilgi ve davranıştan) zaman mı kalıyor?” diyen kimse bilsin ki, hayra
zaman bırakmayan vakit katili boş şeyler, faydasız olmaktan çıkmış,
en zararlı olmaya başlamıştır.
Zinâkâr olma ihtimali küçük olmayan ve hangi zihniyete/inanca
sahip olduğu meçhul (veya olumsuz olarak mâlum) olanlar, müslüman
kız babasının kapısını çalar, dünürcü olur. Kız babasının ilk
sorusu dâmat adayının maddî durumudur, işidir, maaşıdır. Sağlam
bir akîdeye sahip olup olmadığını önemsemez, önemsemiş olsa bile
bunu ortaya çıkaracak araştırmalar yapmaz. Tabii, bu erkek tarafı
için de geçerlidir; gelin adayı bunca kız içinde niçin tercih edilmiştir,
bu seçimde dinin tavsiyesine ne kadar uyulmuştur? Gerçi artık
dünürcülük, görücü usûlü kız isteme tarihe karışmak üzere. Artık
gençler (hatta başörtülü ve namazlı olanlar) sokakta, işte, okulda, ya
42 AHMED KALKAN
da internette tanışma, hatta çıkma ve flört gibi altyapıyı tamamladıktan
sonra ailelerini lütfen haberdar ediyorlar artık. Bu tavır da, erkek
ya da kızın karşı cinste ne aradığını zaten tümüyle ortaya koyuyor.
Tevhidî imana sahip olmayan bir erkekle evlenmek, müslüman
bir bayan için kesin bir yasak olduğundan cehennemi tercih etmek
ve dünya hayatını da cehenneme çevirmek olduğu kadar, böyle bir
evliliğin İslâm’da ibâdet kabul edilen geçerli bir nikâh kapsamına da
girmeyeceği unutulmamalıdır. Müşrik, putperest, ateist ya da İslâm
düşmanı bir kadınla evlenmek de erkek için aynı kapıya çıkar. Sıradan
herhangi bir hıristiyan ve yahûdi ile, ya da “ben hıristiyanım”, ya
da “yahûdiyim” diyenle evlenmek de İslâm’ın onayladığı bir hüküm
değildir; Ancak bazı şartlara sahip olan ehl-i kitap bir bayanla evlenmek,
-tavsiye edilmemekle birlikte- ruhsata bağlanmıştır. Öncelikle
bilinmelidir ki; Kur’an’daki “ehl-i kitap” ve “kendilerine kitap verilenler”
ifâdesi, tahrif edilmiş de olsa Kitab’a (Tevrat ve İncil’e) vurgu
yapmaktadır. Bu da, başta inanç ve düşünce sistemi olmak üzere
hayatını (atmalar ve katmalarla tahrif edilmiş ya da şirke götüren
yorumlara kurban edilmiş de olsa) vahyin şu veya bu oranda yönlendirdiği
kişidir. “Ehl-i Kitab” Kitab’ın dışına çıkmayan, ona teslim
olan, dünya görüşü ve yaşama biçimini, inandığı kutsal kitabının
yönlendirdiği bir insandır ki, günümüz Batı dünyası böyle hıristiyan
ve yahûdiler nasıl olmuş da hâlâ kalabilmişse dinozor kalıntısı muâmelesi
yapıp müzelere yerleştiriyor, kendinden saymayıp dışlıyor.
Batıyı yeterince tanımayanlar için bu değerlendirme tuhaf gelebilir,
ama “elhamdü lillâh müslümanım!” diyen nice insanın bile bu
iddiasında yalancı olduğunu, İslâm düşmanlarının bile gerektiğinde
bu iddianın arkasına sığındığını görmesi ya da Kur’an’ın şu hükmünü
bilmesi, bu karşılaştırmayı yapmasına yeterli gelir: “İnsanlardan
bazıları vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler, hâlbuki
onlar mü’min değildir!”[112] Elbette “hıristiyanım” diyenlerin de
önemli bir kesimi hıristiyan (ehl-i Kitap) değildir. Gerçekten kutsal
kitabına her şeyiyle teslim olup onu yaşamaya çalışan Kitap ehli bayanın,
müslüman bir erkekle evlenmesi için ekstra şartlar da vardır.
[112] 2/Bakara, 8
43
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Bunları tahriften tümüyle uzak Kitab’ımızdan okuyalım:
“…Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine
Kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zinâ etmemek
ve gizli dostlar tutmamak üzere, mehirlerini vermeniz şartıyla (onları
nikâhlamanız) size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli
boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” [113]
Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur: “Tertemiz hanımlar, tertemiz
erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır.”[
114]
Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde
şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz,
stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya
gelir. “İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin.
Beğenseniz bile, müşrik/putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle
kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de
(kızlarınızla) evlendirmeyin.” ;[115] “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya
müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez...” [116] Sadece evlenecek
kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir.
Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil;
bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir.
Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur.
Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk
vasıf olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de âile ve hukuku ile ilgili çok sayıda âyet-i kerime
vardır. Âile anlamına gelen “ehl” kelimesi Kur’an’da toplam
[113] 5/Mâide, 5
[114] 24/Nûr, 26
[115] 2/Bakara, 221
[116] 24/Nûr, 3
44 AHMED KALKAN
127 yerde geçer.[117] Karı-koca, eş, çift anlamına gelen “zevc-zevce”
kelimeleri ise toplam 81 yerde kullanılır.[118] Âile bağını oluşturan
“nikâh” kelimesi de Kur’an’da toplam 23 yerde zikredilir.[119] Â ile
bireyleri arasındaki ilişkiler, Kur’an’da çok ayrıntılı şekilde ele alınıp
hükme bağlanır.[120]
EVLILIK VE AILE HAYATI BIR İBÂDETTIR
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası
kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak
değerlendirir. İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele,
hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm
belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları
açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: “Nikâh,
ibâdetlere daha yakındır. Hatta evlenmek, devamlı nâfile ibâdet et-
[117] Âile Anlamına da Gelen “Ehl” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (127 Yerde): 2/Bakara, 105, 109,
126, 192, 217; 3/Âl-i İmrân, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 121, 199; 4/Nisâ, 25, 35, 35,
58, 75, 92, 92, 123, 153, 159, 171; 5/Mâide, 15, 19, 47, 59, 65, 68, 77, 89; 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 83, 94,
96, 97, 98, 100, 123; 9/Tevbe, 101, 120; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 40, 45, 46, 73, 81, 117; 12/Yûsuf, 25,
26, 62, 65, 88, 93, 109; 15/Hicr, 65, 67; 16/Nahl, 43; 18/Kehf, 71, 77, 77; 19/Meryem, 16, 55; 20/Tâhâ,
10, 29, 40, 132; 21/Enbiyâ, 7, 76, 84; 23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 27; 26/Şuarâ, 169, 170; 27/Neml, 7,
34, 49, 49, 57; 28/Kasas, 4, 12, 15, 29, 29, 45, 59; 29/Ankebût, 31, 31, 32, 33, 34, 43, 46; 33/Ahzâb, 13,
26, 33; 36/Yâsin, 50; 37/Sâffât, 76, 134; 38/Sâd, 43, 64; 39/Zümer, 15; 42/Şûrâ, 45; 48/Feth, 11, 12,
26; 51/Zâriyât, 26; 52/Tûr, 26; 57/Hadîd, 29; 59/Haşr, 2, 7, 11; 6/Tahrîm, 6; 74/Müddessir, 56, 56; 75/
Kıyâme, 33; 83/Mutaffifîn, 31; 84/İnşikak, 9, 13; 98/Beyyine, 1, 6.
[118] Karı-Koca, Eş, Çift Anlamlarına Gelen “Zevc-Zevce” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde):
2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En’âm,
139, 143; 7/A’râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra’d, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72;
20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü’minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/
Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır,
11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/
Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52;
56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric,
30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe’, 8; 81/Tekvîr, 7.
[119] ”Nikâh” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/
Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne,
10.
[120] Âile Yuvası Konusunda Âyet-i Kerimelerden Bazıları:
a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.
45
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
mek kasdıyla bekâr kalmaktan daha faziletlidir.”[121] S on d evir İ slâm
hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddü’l-Muhtar adlı
ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: “Bizim için Hz.
Âdem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam
edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur.”[122] N ikâhın
câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması
müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir.[123]
Şâfiîlerin dışında cumhûr, yani çoğunluk fakihler evliliğin ibâdet
olduğu konusunda hemfikirdir. Zâten, insanın yaratılış sebebi
olan ibâdet, hayatın tümünü kapsar, insanın tüm davranışlarını kuşatır.
Genel ve geniş anlamda, Allah’ın hoşnut ve râzı olduğu her iş,
müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre
yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi
haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı
gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) “Sizden birinizin
evliliğinde sadaka sevabı vardır” [124] buyurmuştur. Allah’a ibâdetin
öncelikli temel şartı, sahih bir imandır. İmanı tam olmayanın ibâdeti
de geçerli olmaz. Eş seçmek, büyük ve küçük imam seçmekten pek
farklı değildir. Tâğutları reddetmeyen ve her çeşit şirkten kaçınmayan
kimsenin imamlığı nasıl geçerli değilse, nikâhı da geçerli değildir.
İmanına şirk karıştıran bir kimsenin nikâhı da olmaz. Böyle bir
kimsenin karşı cinsten biriyle beraberliği de (genel anlamda her şey
ibâdet/kulluk/tapınma ile irtibatlı olduğundan) ibâdet sayılır; ama bu
Allah’a değil; hevâsına, hevesine, keyfine, zevkine yapılmış bir ibâdet/
tapınmadır.
Müslüman karı kocanın onu yaparak ibâdet (sadaka) sevabı kazandığı
şeyi, nikâhı geçerli olmayan evli kimsenin eşiyle yapması
zinâ sayılacak, bu beraberlikten de “meşrû olmayan nesil” meydana
gelecektir. Günümüzde fesâdın bin bir çeşidinin, kapkaçın, terörün,
ahlâksızlığın… hızla yaygınlaşmasının sebeplerinden biri de bu ne-
[121] İbnül-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340
[122] İbn Abidîn, II, 258
[123] İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm, Sönmez Y., 1967, III, 229
[124] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû’ 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
46 AHMED KALKAN
seb-i gayri sahih zinâ ürünleri olsa gerektir. O yüzden aile, hem dünya
hem âhiret açısından ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.
Aile, iman ve kulluk bilincine dayanır. Toplum, devlet ve dünya
büyük bir aile; aile de küçük bir ümmet ve minyatür bir devlettir.
Ailelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine,
toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. İslâmî
değişim ve dönüşümü dillendirenlerin samimi olup olmadıkları, evlerine
ve evlerinde uyguladıkları davranışlara bakarak kolayca test
edilebilir. İslâm’ın ibâdet kabul ettiği nikâh/evlilik, “ev” adı verilen
Allah’ın indirdiğiyle hükmedilecek İslâm devletine halife ve vezir tâyin
etmek demektir. Doğacak çocuğunun temel eğitim göreceği “ev”
adlı baba ve ana okulunun öğretmenini seçmektir nikâh. Hatta doğacak
çocuğunun dinini tâyin etmektir. Çünkü İslâm fıtratıyla doğan
çocuk, ana ve babası aracılığıyla hıristiyanlaşacak, yahûdileşecek,
mecûsileşecek, müşrikleşecektir.[125] Dindar ve güzel ahlâklı bir eş
seçmeye çalışmayan kimse, doğacak çocuklarının da bu özelliklere
sahip olmamasını istemiş olmaktadır. Kendisi için de dünyada huzur
ve mutluluğu, âhirette cenneti; ya da dünyada fitne, stres, kavga ve
huzursuzluğu, âhirette de sonsuz azâbı seçmek demektir eş seçimi.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar
olan ateşten koruyun…”[126]
Kadın ve erkeği dünya huzuruna, saâdete ve sonsuz âhiret ödülüne
ulaştıran, çocukları da müslümanca yetişip hayata ve âhirete hazırlayan
“aile”nin, en hayatî kurum olmasından dolayı, dinimiz yuva
kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını
emretmiştir. Tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle
yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak
sağlam bir imanı şart görmelidirler. Evliliğin ve eş seçiminin imanla,
ibâdet ve sünnetle ilgisi bakımından şu hadis-i şerifler hayli önemlidir:
[125] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22 - 25
[126] 66/Tahrîm, 6
47
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için,
güzelliği için, dini için. Sen dindar olanını seç de huzur bul/mutlu
ol.”[127]
“Kadınlarla (sadece) güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir
ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları için de evlenmeyin;
olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla
dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahî/zenci bir câriye, diğerlerinden
daha üstündür.”[128]
“Nikâh, benim sünnetimdir. (Bu) Sünnetimi uygulamayan benden
değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin
çokluğu ile iftihar edeceğim.” [129]
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en
hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda
(müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.”[130]
“Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır.” [131]
“Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.”[132]
Erkekle kadın, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın
iki yarısı gibidirler. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa
diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı
ne kadar sağlam olursa olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır.
Müşrik insan, çürümüş, kurtlanmış meyveden farksızdır.
“Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir
[127] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce,
Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428
[128] İbn Mâce, I/572
[129] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed İbn Hanbel, II/72
[130] Tirmizî, Birr 13
[131] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû’ 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
[132] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
48 AHMED KALKAN
elbisesiniz.”[133] Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek
dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu
gibi, takvâ ile de ilişkilidir.[134] Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak
olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır. Geciktirilmeden
yıkanmak şartıyla elbisenin bazen tozlanıp kirlenmesi olağan görülse
bile; pislikten, necâsetin kendisinden elbise olmaz. Müşrikler de
(necis/pis değil), birer necestir/pisliktir.[135] T evhidle, c ennet a dayı
müslümanın temizliğiyle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün
olmayan pislikle nasıl iç içe yaşanabilir, pislik nasıl hoş görülebilir,
Allah düşmanına nasıl sevgi beslenebilir? Müşrik, hayvandan daha
aşağıda olduğuna göre,[136] en şerli yaratıkla beraber aynı yemlikten
yemlenmek için çirkin ahırda yaşamayı, güzel bir müslüman huzurlu
bir yuvaya nasıl tercih edebilir?
DÂVÂ EVLILIĞI
Türkiyeli eski komünist erkeklerin çoğu, evlenecekleri, ya da beraber
olacakları kişi için, başkalarının “komünistler çirkinlik yarışmasında
birinci olmasını eş adayları için şart koşuyorlar” dedirtecek bir tercih
yaparlardı; ideolojik evliliği, yoldaşlığı eşte aranacak her şeyin önüne
geçirirler, gerçekten güzel-çirkin aramadıklarını, iyi bir komünist
aradıklarını ispat ederlerdi. Şimdi ortalıkta komünist de kalmadığı
için bu dâvâ evlilikleri pek gözükmüyor. “Hiçbir şey önemli değil;
sadece benim dâvâmın en iyi askeri olsun yeter!” diyen gençler tarihe
karışıyor. “Ben güzellik yarışmasında ilk sıralarda yer alan birinden
başkasıyla evlenmem; ama yüz ve deri güzelliği değil aradığım, takvâ
güzelliğine vurgunum ben, tevhidî iman bilinci yönünden zengin
arıyorum, aradığım asâlet güzel ahlâk cinsinden, diploma ve makam
değil istediğim, ilim ve cihad âşığı dâvâ adamı/hanımı biriyle evleneceğim
ben, başkasıyla değil!” diyenler (küçük istisnâlar dışında) yok
[133] 2/Bakara, 187
[134] Bkz. 7/A’râf, 26
[135] 9/Tevbe, 28
[136] 7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 22, 55
49
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
artık bu ülkede.
Kişinin, eş adayında aradığı özellik, kendi iman ve takvâsını ele
veren bir ölçüdür aslında. Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta
değil; aynı zamanda aranan kişi olmaktadır. Aradığı ve araması
gereken vasıfların kendisinde ne kadar yer ettiğini düşünmeden
bencilce ve hevâsını öne çıkararak tercihde bulunuyor insanlar. Bir
tarafta Hz. Peygamber’in “dindar olanını tercih et!” tavsiyesi, diğer
tarafta hevâsının istekleri. Hangi taraf ağır basıyorsa kendi safını da
belirlemiş oluyor delikanlı. Yüz milyondan fazla müslümanı barındıran
Endonezya ve Malezya, sırf İslâm’ı yaşamak ve yaymak için
oralarda dâvâ evliliği ile, bu bilinçle evlenen tüccarlar sebebiyle müslümanlaştı;
hiç silâhlı cihada başvurulmadan.
Bu güzellikler, sadece eski zamanlar için sözkonusu değil; bir de
şimdiki zamandan örnek verelim: Cihadın olanca sıcaklığını yaşayan
bir ülkede genç kızlar, uzun kuyruklar oluşturup resmî makamlara
müracaat ediyor. Yaralı bir mücâhide en iyi eşinin bakabileceğini,
onlar gibi cihad sevâbına ulaşma nimetinden mahrum olmamak için
gâzilerden biriyle evlenmek istediklerini belirtiyorlar, bu seçimin
de kendi beğenilerine bırakılmayıp yetkililer tarafından bakıma en
muhtaç, gerekirse ağzı yüzü en çok hasar görmüş kişinin uygun görülmesi
ve yüzünü, yaralı vücudunu görmeden bir mücâhid gâzi ile
evlenmeye hazır olduklarını belirtiyor kızlarımız. Mangalda kül bırakmayan
günümüz müslüman genci, “çok şuurlu bir müslüman, ama
sözgelimi bir gözü kör kızı”, diğer vasıflara sahip olan ama şuursuz
ve dâvâ insanı olmayan kıza tercih edebilir mi dersiniz? Ya da “bekâr
ama dindar olmayan kız mı, dul ama şuurlu, çok seviyeli biri mi?” bu
ikisinden birini tercihle baş başa kalan erkek, hangisini tercih eder?
Günümüzde erkek olsun, kız olsun, eş arayanların aradıkları özellikleri
duyunca, insanın “dâvâ nire, günümüz müslümanı nire?” diyesi
geliyor. Hacı amcalar çocukları için, başörtülü ya da sakallı gençler
de kendileri için dâmat ve gelin adayında aradıkları şeyler arasında
sahih, güçlü, şirke bulaşmamış, amel ve eylemlerle ispatlanmış iman,
kaçıncı sırada yer alıyor dersiniz? “Olmazsa olmaz” mıdır bu özellikler
günümüz müslümanı için; yoksa “olsa güzel olur, ama onlardan
daha önemlileri var” değer(sizliğ)inde midir?
50 AHMED KALKAN
Kâfirlerin velâyet hakkı yoktur.[137] Velâyet, hem yöneticiliği
hem de dostluk ve sevgi ilişkisini kapsar. “Ey iman edenler! Mü’minleri
bırakıp da kâfirleri velî/dost kabul edinmeyin; (bunu yaparak)
Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?”[138]
“Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (dostları
ve yardımcılarıdır). Onlar (birbirlerine) iyiliği emreder, kötülükten
alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne
itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah azîzdir/
güçlüdür, hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).” [139] Âyetler, gerçek
iman sahibi birisi dururken, tevhidî inanca sahip olmayan birini sevip
dost kabul etmeyi şiddetle kınamakta, aynı zamanda kadın mü’minlerle
erkek mü’minlerin birbirlerinin gönül dostları (evliyâ) olduğunu
belirtmekle, hayat ve imanın sorumluluğunu taşımada iki cinsi eşit
görmüş olmaktadır. Kadın erkeğin hayat arkadaşıdır, eşidir. “Arkadaşını
söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünü diğer arkadaşlıklardan
önce hayat arkadaşı için, ömür boyu beraber olacağı birini
seçmek için değerlendirmeliyiz: “Eş adayını, eşini, dâmât ve gelinini
söyle, kim olduğun belli olsun!”
“…Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.”;[140] “Takvâ sahipleri
(Allah’a saygı duyup sorumluluk bilincine sahip, kötülükten
sakınanlar) hâriç, (dünyada) dost olanlar o gün birbirlerine düşman
kesilirler.”;[141] “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan
size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının…”;[142] “Doğrusu
mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir/imtihandır. Büyük
mükâfat ise Allah’ın yanındadır.”[143] Bunlar sakınılması gerekenler.
Yapmamız gerekenlerden biri olarak sâdıklarla berâber olmamız emredilmiştir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla/doğru-
[137] 4/Nisâ, 141
[138] 4/Nisâ, 144
[139] 9/Tevbe, 71
[140] 4/Nisâ, 101
[141] 43/Zuhruf, 67
[142] 64/Teğâbün, 14
[143] 64/Teğâbün, 15
51
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
larla beraber olun.” [144] Peki, kimdir sâdıklar? “Gerçek mü’minler,
ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye
düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir.
İşte sâdıklar ancak onlardır.” [145]
Evliliğe, namuslu ve iffetli yaşamaya, Allah’a hakkıyla ibâdet
ve kulluk yapmaya engel olmak için dört değil; on dört taraftan saldırıyor
şer güçler. Düzen ve başta eğitimle ilgili olmak üzere tüm
kurumları ile, kitle imha silahı konumundaki medya ve özellikle TV
ile sürekli bombardımana tutuluyor insanımız. İslâm’ı hayat biçimi
olarak kabullenmiş olan şuurlu müslümanlara karşı topyekün savaş
açan Batıya ve her çeşit bâtıla karşı direnebilecek seviyede güçlü bir
iman gerekiyor.
Eşine müslümanca destek verip onu cihada hazırlayacak hanımlara,
hanımını cennet yolculuğuna çıkarmaya çalışırken dünyada
da huzur veren erkeklere ihtiyaç var bu yolda. Çocuğunu, eşini ve
kendini ateşten koruyacak davranışlara yapışan, âhiret yolculuğuna
beraber hazırlanıp imtihanı kazanmada eş ve çocuklarına yardımcı
olacak güçlü bir iman ve cihad eri olmaları gerekiyor eşlerin. Yol
çetin, yol arkadaşı güçlü gerek.
Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet günü azaptan kurtulacak mü’minlerin
vasıfları anlatılırken şöyle buyrulur:“Ve onlar ki, ‘Rabbimiz!
Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ
sahiplerine önder kıl!’ derler.”[146] Göz aydınlığı olacak eş ve zürriyetlerin,
takvâ sahibi olması, hatta Allah’tan hakkıyla sakınan ve
sorumluluk bilincine sahip muttakîlere önderlik yapacak dâvâ adamı
olmaları gerekiyor. Âyetteki vurguya göre, bu özelliğe sahip eş ve
çocuklar, Allah’ın bağışıdır; kavlî ve fiilî duâ ile bu vasıftaki eş ve
çocuk talep edilmelidir.
Unutmayalım, insan ömrünün hak dini seçip ona uymaktan son-
[144] 9/Tevbe, 119
[145] 49/Hucurât, 15
[146] 25/Furkan, 74
52 AHMED KALKAN
ra en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir. İyi bir eş de iyi bir mü’minden
olur.
İHMAL EDIP MEZAR HALINE
GETIRDIĞIMIZ EVLERIMIZ
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî
cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız,
nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak
parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti
şöyle değiştirebiliriz: “Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip
çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!” Evlerimizi ihmal etmenin
cezâsını çekiyoruz. İşe evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o
mekânları mezar haline getirmenin tam zıddına, evi ihyâ edip hucre-i
saâdete benzetmenin ve evde dirilip yenilenmenin, güçlenmenin yolunu
bulmalıyız. Evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını
tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yolunu bulmalıyız
önce. Evlerimizi kurtaralım ki evlerimizle kurtulalım. Biz orayı
diriltelim, orası bizi diriltsin.
“Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”[
147] Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler
için samimiyet testi ailedir. Evlerden iyi alternatif mi olur? Evlerimiz,
yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim
kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır,
cephelerimizdir, kalelerimizdir.
Kitle imhâ silâhları konumundaki medya ile evler devamlı bombardımana
tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini
televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve
okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya,
stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin
evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günü-
[147] 13/Ra’d, 11
53
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
müzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu
çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle
sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın
başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen
insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.
ÇOCUK: CENNET KOKUSU VEYA...
Aile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek
ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî
ve mânevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî
zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız
önemlidir. Önemlidir, ama yeterli değildir. İslâm’da evlenmenin, ailenin
teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Ailenin esas sebep ve
hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek
ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine
sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut
değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten
elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için
evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani
evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram
ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu
minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O
küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için
bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.
Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah’ın bu narin,
nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için,
aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın
kendi çocuğu olunca, eve ve aileye büyük bir huzur, mutluluk ve
neşe katıyor, ailenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte,
çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka
oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek
ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile,
çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevabına nail olur.
54 AHMED KALKAN
Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip
nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce
anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O
çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay
alırlar, sevabına ortak olur. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren
ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan,
sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o
İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince
dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu
tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini
tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs
etmelerinden dolayı evlatla sınavı kaybedebilir. “Ey iman edenler!
Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun
yakıtı insanlar ve taşlardır.” ;[148] “Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız
bir fitne/sınavdır.”[149] Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi
ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasûlü’nün bu
konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz
çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden)
sorumlusunuz.” [150]
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile
içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile
içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği
ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hakim
olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez.
Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu
toplumlar, dünya ve âhiret azâbının davetçileridir.
Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına
ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört
yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir gün-
[148] 66/Tahrîm, 6
[149] 64/Teğâbün, 15
[150] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
55
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
lük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı.
Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin
bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir”
diyor.
İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. “Allahu
Ekber = En büyük Allah’tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin
“en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları,
ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olmadığını dünyaya
adım attığı gün idrak etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz.
Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu
Ekber’le veda edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her
konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı
üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecusi (hatta
müşrik) yapar.” [151] buyuruyor. “Müslüman yapar” demiyor. Çünkü
çocuk zaten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün
çocukları müslüman kabul eder.
Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Bizim,
sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz
gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden
de çocuğumuzu korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi,
aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam
eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu
eğitimi en köklü şekilde ailede kazanılabilir. Günümüzde okullarda
öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca
değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk
mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız
ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese
de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
İslâm’da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir
durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutlu-
[151] Buhâri, Cenaiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
56 AHMED KALKAN
luğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde
durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede
babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç
düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk
alanına girmektedir.[152] Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu,
onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır.
NIMETTEN BELÂYA; ÇOCUKLARIN
FITNE OLMASI
Evlât, yani çocuklar Allah’ın lutfu, fânî dünyanın süsü, âilenin çimentosu,
ana ve babanın gözbebeğidir.;[153] “Mal ve oğullar, dünya
hayatının süsüdür...”[154]
Dünyada ana-babası için en değerli nimet ve mutluluklardan
olan hayırlı çocuklar, âhirette de ebeveynleriyle beraber olacaklardır:
“Kendileri iman edip zürriyetleri de imanda kendilerine uyan
kimselerin zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi sevaplarından
da hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına bağlıdır.”[
155]
Yüce Allah, âhirette sâlih mü’minleri cennete sokacağı gibi,
kendileri gibi iman eden çocuklarını da kendileriyle beraber cennete
sokacaktır. Böylece dünyada inanç ve gönül birliği içinde olanlar,
âhirette de beraber olacaklardır. Şayet kendileri orada çocuklarından
ayrı olsalar, yerleri ne kadar cennet olsa da yine ayrılık hasreti çekerler.
Oysa orada üzüntü olmaz. Sefâ yerinde cefâ yoktur. Onun için
Allah Teâlâ, orada mü’minleri yalnız bırakmaz, çocuklarını da yanlarına
verir. Ancak bunun şartı, çocuklarının da kendileri gibi iman
etmiş ve sâlih ameller işlemiş kimseler olmasıdır. Aksi takdirde sâlih
[152] Bak. Buhâri, Rikak 17; Müslim, İmâre 5
[153] 3/Âl-i İmrân, 14; 42/Şûrâ, 49-50
[154] 18/Kehf, 46
[155] 52/Tûr, 21
57
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ile fâcir, baba-oğul da olsa bir araya gelmiş olur ve rûhî bağ kalkar.
Nitekim Nûh’un (a.s.) oğlu kendi âilesinden sayılmamıştır.[156] İ şte
Tûr sûresindeki âyetin sonunda “Herkes kendi kazandığına bağlıdır.”
Ifâdesi, âhiret ödülünün, babaların/ataların salâhıyla değil; herkesin
kendi imanı ve güzel eylemleriyle kazanılacağına işâret etmektedir.
Ra’d sûresinde de bu durum şöyle açıklanır:“Adn cennetlerine girerler.
Babalarından, eşlerinden ve çocuklarından olan sâlih/iyi olanlar
da kendileriyle beraber olur. Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar.”[
157] âyetinde de sâlih mü’minlerin sâlih olan baba, eş ve çocuklarının
da kendileriyle beraber olacağını vurgulamaktadır.
Bütün bunlarla birlikte; insana emânet olarak verilen mallar ve
çocuklar da onlar için bir fitnedir, deneme ve sınama aracıdır. Mala
ve çocuğa olan tutku ve aşırı ilgi, kişiyi Allah yolundan, O’na kulluk
ve ibâdetten alıkoyabilir. İnsan mal ve dünyalıklar peşinde koşarken
Rabbine karşı görevlerini unutabilir. Hatta malla şımarabilir, kibirlenir
ve haddi aşabilir. Malın helâlinden kazanılması ve yine helâl yollarda
harcanması, mal üzerinde hakkı olanların haklarının verilmesi
İslâm’ın getirdiği ölçülerdir. Bu açıdan mal insan için denemedir. Evlâtların
fitne/sınav olması da buna benzer. Allah’ın çocuk nasip ettiği
anne ve babalar için, çocuklarını fıtratlarına uygun olarak terbiye etmek,
onları sâlih insan olarak yetiştirmek, en önemli görevlerdendir.
Mala ve çocuklara karşı olan tutku, onları ve âileyi koruma ve
kollama duygusu, insanı bazen adâletten uzaklaştırabilir, haddi aşıp
haksızlık yapmaya sürükleyebilir. Böyle yapmak da ilâhî ölçülerden
sapma sonucunu doğurur. Bu da insan için bir fitnedir. “Ey iman
edenler! Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allah’a
gelince; büyük mükâfat O’nun yanındadır.” [158]
İnsanları, çoğu zaman Allah’ı anmaktan, O’nun yolunda cihad
etmekten alıkoyan en önemli iki dünya meyvesi; birincisi servet, di-
[156] 11/Hûd, 46
[157] 13/Ra’d, 23
[158] 8/Enfâl, 28; Ayrıca Bak. 64/Teğâbûn, 14-15; Malların ve çocukların deneme sebebi olduğunu
“belâ” kelimesiyle ifâde eden âyetler için Bak. 3/Âl-i İmrân, 186; 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 165
58 AHMED KALKAN
ğeri de sahip olunan evlâttır. Bu iki varlığı elden kaçırmama uğruna
pek çok fedâkârlığa katlanır insan. Meşrû çizgide olduğu sürece buna
zorunludur da. Fakat Allah’a ait sorumlulukların terkedilmesine sebep
olursa elbette ebedî mükâfatı kaybetmiş olur. Allah için sevme
ile Allah’a rağmen sevmenin açığa çıktığı, Allah rızâsı için sevme ve
bunları emânet ve imtihan bilme ile, Allah’ı sever gibi sevme ve Allah’ın
rızâsına onları tercih etme sınavı, en net biçimde bu iki şeyde
ortaya çıkar.
Mal ve evlât birer sınavdır; bunlar insanın bozulmasına, doğru
yoldan şaşıp sapmasına neden olabilir. Kur’an’da mal ve evlât tutkusunun,
yani hep çocuklarının geleceğini, bunun için mal çoğaltmayı
düşünmenin, insanı doğru yoldan saptırabileceği; malı ve evlâdı olduğu
halde doğruluktan ayrılmayan kimselerin ise ödüllendirileceği
belirtiliyor.[159] Mal ve evlât düşkünlüğü, kendisini doğru yoldan çıkarıp
haksızlığa düşürüdüğü kimse, sınavı kaybeder, büyük ziyana
uğrar.
Günümüzde bu durumu nice ana-babada görüyoruz. Adam, ibâdetlerine
bile zaman ayıramayacak kadar geçim için çalışırken, nice
haram kazanca dalarken çoğunlukla gösterdiği sebep “çocuklar için,
onlar yüzünden”dir. “Ne yapalım, arkada evlâd u ıyâl var” denilir.
Aslında bunlar sebepten ziyâde, şeytanın mâzeret gibi, hatta güzel
fedâkârlık olarak gösterdiği bahanelerden ibârettir. Evlenmeden, çoluk-
çocuk sahibi olmadan dâvâ adamı olan nice gençler, bir bakıyorsunuz
kaybolmuş, evleri kendilerine mezar haline gelmiş. Ya da fakir
veya orta halli iken dâvâ bilincine sahip fedâkârca gayretler içindeki
nice müslüman, paralanınca paramparça paralanmış. Parayı sadece
cebine değil, kalbine de koymuş, dâvâyı da bir kenara bırakmış, hatta
nice haramlara dalmış. Mal, eş ve evlât imtihanları, insanın mayasındaki
yapıyı ortaya çıkaran önemli testlerdir.
Kur’an, insanları Allah’tan korkmaya, babanın çocuğu için,
çocuğun da babası için fidye verip onu cezâdan kurtaramayacağı;
hiç kimsenin, başkasına bir yarar sağlayamayacağı, başkasını ateş
[159] 8/Enfâl, 28
59
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
azâbından kurtaramayacağı âhiret gününden çekinmeye çağırır.[160]
Herkes, âhirette hak ettiği cezâyı çekeceği için, Kur’an mü’minleri
bu geçici dünyaya aldanmamaları husûsunda uyarır: “Dünya hayatı
sizi aldatmasın, o çok aldatıcı sizi aldatmasın!” [161]Bu “ğarûr -çok
aldatan-”, ya insana çekici görünen dünyadır, yahut şeytandır. Müfessirlerin
genel kanısı bunun şeytan olduğu yönündedir. Tabii şeytan
da insanı dünya tutkusuna, mal ve evlât hırsına düşürerek, fakirlikten
korkutup cimriliği sevdirerek aldatır.
Allah, iman edenlere, dünya malının ve çocuklarının, kendilerini
Allah’ı zikretmekten (hatırlayıp anmak ve kulluk yapmaktan)
alıkoyup mahvetmemesine dikkat etmelerini emrediyor ve Allah’ı
düşünmeyenlerin, ebedî ziyana uğrayacaklarını vurguluyor. [162]Teğâbün
sûresinde de mü’minlere, eşlerinden ve çocuklarından bazılarının,
kendilerine düşman olduğu, onlardan sakınmaları, onlara karşı
dikkatli davranmakla beraber hoşgörülü olmaları; onları bağışladıkları
takdirde Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bildiriliyor.[163] Bu
âyetin devamında da, malların ve çocukların birer fitne/sınav olduğu,
ödülün ise Allah katında bulunduğu vurgulanır.
Burada[164] dikkat edilecek husus; “min” cer harfinin, “bazı” anlamına
geldiğidir. Yani âyette eşlerin ve çocukların hepsinin değil;
bazılarının insana düşman olduğu bildirilmektedir. Gerçekten bilerek
veya bilmeyerek kocasına veya karısına çok kötülük eden, onun
üstüne dost tutan, hatta dostuyla birlik olup kocasını öldüren kadınlar
veya karısını kesen, öldüren kocalar vardır. Burada hitap geneldir;
kadını da erkeği de kapsar. Bütün iman edenlere hitap edilmektedir.
Kasıt sadece erkekler değil; tüm mü’minlerdir. Bundan dolayı
âyeti sadece erkekler açısından anlayıp öyle değerlendirmek yanlış
olur. Kocasına çok kötü davranan kadınlar olduğu gibi; karısına çok
kötülük yapan erkekler de vardır. Fakat aile reisi koca olduğu ve ço-
[160] 31/Lokman, 33, 3/Âl-i İmrân, 10
[161] 31/Lokman, 33
[162] 63/Münâfıkun, 9
[163] 64/Teğâbün, 14-15
[164] 64/Teğâbün, 14’de
60 AHMED KALKAN
cukların durumundan daha çok baba sorumlu olduğu için Arapça’nın
tağlîb buralı gereği, erkeklere hitap kipi seçilmiş ise de bu hitap kadınları
da kapsar. Aynen “Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz
zaman yüzlerinizi yıkayınız...”[165] âyeti ve benzeri erkek hitap
kipiyle kullanıldığı halde kadınları da kapsayan hüküm, vaad ve vaîd
âyetleri gibi. Bu bakımdan her iki cinsi ifâde etmesi için âyet metninde
geçen “zevc” kelimesinin çoğulu “ezvâc” kelimesini, “eşler”
olarak meallendirmek daha doğru olur kanaatindeyiz. Arapçadaki
“zevc”in karşılığı olan “eş”, hem kadını, hem erkeği kapsar. Erkek
kadının zevci (eşi), kadın da erkeğin zevci (eşi)dir.
Çocuklardan da öylesi var ki, ana-babasının doğru yolundan ayrılır;
onları üzer, mallarını yer, ihtiyarladıklarında onları kapı dışarı
eder, kendi evlerinde huzuru yok edeceğini düşünerek huzurevlerine
terk eder, ya da değişik zorluklar içinde bırakır. İşte bunlar, insana
düşman olan çoluk çocuktur. Kişi kendisine dikkat etmeli, yolunda
olmayan eş ve çocuklarının kötülüklerinden sakınmalıdır. İnsan,
eşinin ve çocuklarının hareketlerine dikkat etmelidir, ama onlardan
bütün bütün de uzaklaşmamalıdır. Onların hatalarını affetmelidir.
Yoksa âilede dirlik ve düzenlik kalmaz. İşte bunun için âyetin sonunda
“Eğer affeder, hoşgörür, bağışlarsanız, Allah da bağışlayan,
merhamet edendir (affedenleri O da affeder).” [166] buyurmaktadır.[167]
Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak, dikkat edin, mallarınız ve çocuklarınız
sizi meftûn edip Allah yolundan saptırmasınlar demektedir. Bunlar
sizin için birer imtihan sebebidir. Onlarla ilişkilerinizi Allah’ın
istediği şekilde mi ayarlıyorsunuz, başka ölçü(süzlük)lere göre mi?
Denenmekte, sınanmakta olduğunuzu unutmayın. Mal ve çocuklarla
ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde ayarlayın da imtihanı kaybetmeyin.
Sakın mal tutkunuz, çoluk-çocuk derdiniz sizi Allah’a kulluktan
ayırmasın.
Fitne; herhangi bir madeni içindeki katkı maddeleri, curufları
[165] 5/Mâide, 6
[166] 64/Teğâbün, 14
[167] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, 5/543-545
61
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ayrılsın diye potaya atmak ve eritmek, arıtmak demektir. Demek ki,
bizler de çoluk-çocuk sahibi olmakla, malk-mülk sahibi olmakla bir
potadan geçiriliyoruz. Bunlarla ilgili Allah’ın yasalarına, bunların
hukukuna riâyet edip etmeyeceğimiz konusunda denenmekteyiz.
“Madem ki bunlar bizim için bir imtihan konusudur, öyleyse bunlara
hiç sahip olmayalım da imtihanda başarılı çıkalım” demeye, Allah’ın
imtihanından kaçmaya da hakkımız yoktur. Bazı insanlar, “bu devirde
dosdoğru çocuk yetiştirmek zor, hatta mümkün değil” diyerek
çocuk imtihanından kaçıyorlar; bu doğru değildir. Bu hayatı eşle, çocukla,
malla yaşamamız da bir Allah yasasıdır. Yani müslüman helâl
bir şekilde rızık peşinde, evlâd u ıyâl peşinde olacak, ama âhireti
unutmayacak, kırmızı çizgileri ihlâl etmeyecektir.
64/Teğâbün sûresi, 14. âyette de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın
bize düşman olma ihtimali olduğu, bazılarının böyle olduğunu
vurgular. Eğer mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allah’a
kulluk yolundan alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir
noktaya gelmişlerse, onlar yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve
cenneti kaybetmeye doğru gidiyorsak, işte o andan itibaren anlayoruz
ki onlar bizim düşmanımız olmaya başlamışlardır. Eğer kadınsa
kocası, kocaysa karısı, babaysa evlâdı, evlâtsa babası insanı Rabbine
kulluktan, onu cennete gitmekten engelleyecek bir noktaya gelmişlerse
kesinlikle bilelim ki onlar o kişinin düşmanıdırlar. Eğer insan,
kendi kendini hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme
doğru götürmeye başladıysa, hevâsına/keyfine tâbi oluyor, hatta
hevâsını tanrılaştırmaya kalkıyorsa, insan kendi kendisinin düşmanı
olmaya başlamış demektir. Kur’an buna insanın kendine zulmetmesi,
kendine yazık etmesi der.
Kimi insanlar ana-babalarıyla, kimileri çocuklarıyla, bazıları
eşleriyle, bazıları da malın yokluğu veya çokluğuyla imtihan olmaktadır.
Allah’a kulluk yolunda yürüyen mü’min bir kocaya, aksi istikamette
yürüyen karısı ve çocukları veya Allah’a itaate yönelmiş
mü’mine bir kadına, aksi istikamette yürüyen kocası ve çocukları
büyük engeller ve problemler çıkarabilmekdir. Müslüman olduklarını
iddia ettikleri halde bu toplumdaki bireylerin çoğu, Allah’a kulluğu
birinci plana almış, dünya zevk ve sefâsını ikinci plana atmış
62 AHMED KALKAN
bir erkeğe karşı hanımı ve çocukları, yakın akrabaları, büyük bir talihsizlik
olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme
gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik
içinde bir dünya sunmasını beklerler. Nice adamlar, bu beklenti ve
ısrarlı talepden dolayı Allah’ın hududunu çiğnemekte, eş veya çocuk
fitnesinden dolayı haramlara bulaşmaktadır. Yine, Allah’a kulluğu
birinci plana çıkarmış pek çok mü’mine hanımın, kocaları ve çocukları
tarafından hayatları zindan edildiği görülmektedir. Allah için cihada
çıkacak, infak edecek, dâvâ için koşturacak, tebliğ edecek nice
adamın önünde en büyük engel, ilk gençliğinde babaları, sonra da
hanım ve çocuklarıdır.
Sadece imtihan olunan eşler ve çocuklar tarafından istikametten
saptırılmamakla da iş bitmemektedir. Aynı zamanda kişiye emânet
olarak verilmiş eş ve çocuklarına karşı tavırlarıyla da insan imtihan
olmaktadır. Onlarla hukukunu Allah’ın istediği tarzda yapıp yapmadığı,
onları Allah’ın çizgisine çekmeye çalışıp çalışmadığı, onları
müslümanca eğitip kulluk programına çekmeye çalışıp çalışmadığıyla
da insanlar sınanmaktadır.
Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla, bilelim ki mallarımız,
mülklerimiz, oğullarımız, kızlarımız bir imtihandır. Rabbimiz
bu verdikleriyle bizi sürekti denemektedir. Mallarımız, paralarımız
konusunda, oğullarımız ve kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin
hesabını doğru yapmalıyız. Bunlarla ilişkilerimizi Allah’ın istediği
şekle koyamazsak, biz mala değil, mal bize sahip olursa, sahip
olduğumuz dünya nimetleri ve âilemiz bize Allah’ı, âhireti, Allah’ın
hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik demektir.
Bize verilen nimetlerin esas sahibini unutup, Karun gibi, bunları sadece
kendi yeteneklerimizle elde ettiğimizi düşünürsek, emânet bilincine,
sorumluluk şuuruna sahip olmazsak, sahip olduklarımızı imtihan
sebebi değil de gâye olarak görmeye başlarsak sınavı kaybettik
demektir. Ama biz onlara karşı yapabileceğimiz tüm görevlerimizi
yapar da buna rağmen onlar yola gelmezlerse, o zaman elbette bin
onlardan sorumlu tutulacak değiliz. Meselâ Nûh (a.s.) hanımı ve oğlu
ile imtihana tâbi tutuldu. Bu büyük peygamber, hanımını ve oğlunu
müslümanlaştırabilmek için çok uğraştı, tüm yapabileceklerini yap63
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
tı, ama hidâyet Allah’ın yanında olduğu ve bazı insanlar peygamber
yakını olduğu halde bile irâdelerini kötüye yönelik kullandıkları için
Rabbimiz onu hesaba çekmeyecektir. [168]
İnsan, içinde bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan
edilir. Bu denemeler, genelde insanın zayıf yönlerine yöneliktir.
Çünkü düşkünlük, zâfiyet/zayıflık, irâdenin en çok zorlandığı husustur.
İnsan, bazen bu zayıf yönlerinden mala olan düşkünlüğüyle, onu
elinde tutmanın hırsı ile deneniyor. Bu deneme de iki yönlüdür. Bir
yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır. İnsanın sabrının ölçüldüğü bu
hususlarda insanların başarılı olması ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden
daha fazladır. Bu ikinci yönü, zenginlik, servet veya varlıktır.
Bu nimetlere sahip olan insan, diğerine oranla daha zor durumda
kalır. Meşakkat daha çoktur. Servetin ve varlığın insanda meydana
getireceği rehâvet, insan direncini ve sabrını kemirebilir. Yoklukta
yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı, varlıkta varlığın gitme endişe
ve telâşı içerisinde gösteremeyebilir. İnsan düşüncesinde mal
hırsı ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu zaafı
telâfi etmesi çok zor olur. Olayın zorluğundan dolayıdır ki, verdiği
mücâdelenin karşılığında, âyetin devamında belirtildiği gibi “ecir”
değil; özellikle altı çizilerek vaad edilmiş olarak “büyük ecir” vardır.
İnsanlar, genellikle zorlukların bir sınav olduğunu, varlığın ise sadece
lütuf olduğunu zannederler. Halbuki, varlık, sağlık, nimet bolluğu
ile yapılan sınav, diğerinden çok daha zordur.
Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler
birer deneme (fitne) aracıdır.[169] İ nsan nimetlere karşı şükürle; zorluk,
darlık ve belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman
nankörlük yapar. Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca
hemen Rabbine yalvarır. Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe kavuşunca
da kibirlenir, malını kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini
zanneder. Böyle bir tavra karşı Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...
Hayır o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları bunu bilmiyorlar.”[170]
[168] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, 7/298-300
[169] 21/Enbiyâ, 35
[170] 39/Zümer, 49
64 AHMED KALKAN
Rabbimizin dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı
güzellikleri insanların hizmetine sunması, bir deneme sebebidir.
Ancak inanan kişi bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı.
Çünkü Allah’ın katındaki güzellikler, ya da iman edip sâlih
amel işleyen kulları için hazırladıkları daha çok ve daha kalıcıdır.[171]
Dünya nimetlerinin fitne/deneme olarak nitelendirilmesi insan için
eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç kuvvetlerini geliştirir, dikkatini
keskinleştirir, yaşadığı realitenin boyutlarını kavramasına yardımcı
olmak üzere onu uyarır. Kur’an, varlığı âyetler (ibret ve işaretler) olarak
değerlendirir ve nimetleri bile bu bağlamda fitne olarak nitelendirir.
Fitne, gerçek olanı sahte olandan, iyi olanı kötü olandan, kirliyi
temiz olandan ayırmak olduğuna göre, hayatın akışında olumlu ve
olumsuz tarafıyla ortaya çıkabilir. Kur’an’ın işaret ettiği gibi insan
bazen risk taşıyan, mal, mülk, evlât ve sağlık gibi nimetlerle, bazen
de yokluk, hastalık, şeytan ve düşman saldırısı gibi şeylerle denemeye
uğratılır. Bu bakımdan çekilen zorluk, mal, zulüm, kadın, çocuk,
saptırma, azap, silâhlı çatışma, kalbe gelen vesvese gibi şeylerin hepsi
de fitnedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onlardan bazı zümrelere,
kendilerini denemek (fitneye uğratmak) için verdiğimiz dünya
hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha
süreklidir.”[172]
Kur’an, insanın imandaki samimiyetini denemek için hayır ve
şer ile imtihan olunduğunu haber veriyor.[173] İnsan, hayatın geçici
güzellikleriyle de sınava çekilir.[174] Mal ve evlât, insan için bir fitnedir,
deneme aracıdır.[175] Bol rızık ve verilen nimetler birer fitne olduğu
gibi,[176] başa gelen üzüntü ve kederler, [177]belâ ve musîbetler de
[171] 20/Tâhâ, 131
[172] 20/Tâhâ, 131
[173] 21/Enbiyâ, 35
[174] 20/Tâhâ, 131
[175] 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15
[176] 39/Zümer, 49
[177] 20/Tâhâ, 40
65
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
birer fitnedir.[178] İnsanlardan bazılarına Allah’tan gelen rızık, iman
ve mağfiret gibi iyiliklerin sebebini bilmek mümkün olmayabilir. Allah
(c.c.) bu şekilde insanları birbiriyle deniyor ve şükredenlerin belli
olmasını istiyor.[179]
Dinde iki yüzlü davranan münâfıklar, çeşitli olaylarla, ibret almaları
ve hatalarını terk etmeleri için sürekli denenirler. Ancak onlar
çoğu zaman bu fitnenin (denemenin) farkında olmazlar. [180]Allah
(c.c.) doğru yola giren kimseler için rızkı bollaştırır. Bunun sebebi de,
onların şükredip şükretmeyeceklerini, takvâ sahibi olup olmayacaklarını
denemektir.[181]
Kur’an şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) Biz senden önce de
yiyip içen, çarşıda pazarda dolaşan (ölümlü) insanların dışında kimseyi
elçi olarak göndermedik. (Böyle yaparak ey insanlar), kiminizi
kiminiz için fitne/sınama vesilesi kıldık (ki), sabredecek misiniz?
(Bunu kendiniz de göresiniz; yoksa) Allah zaten her şeyi olduğu gibi
görmektedir.” [182] Bu âyet; yalnızca peygamberlerin değil; her insanın
toplumsal varlığı ile diğer kimseler için, onların ahlâkî tercih ve
kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir deneme aracı olduğuna
işaret etmektedir. Buna göre âyete şu anlamı vermek yanlış olmayacaktır:
“Sizin hepinizi birbiriniz için bir imtihan vesilesi kıldık.”[183]
Hayat, tekâmül yolunda ilerlemek ise, fitnelerin peş peşe sıralanması
doğaldır. Her toplum bir başkası için, her insan bir başka kimse
için, onun durumunun ve tercihlerinin ortaya çıkması açısından bir
fitne aracı olabilir.
Kur’an’ın bildirdiği fitneye dair tespit edilen temel hususları
özetlersek; baskı ve şiddet, zulüm, güvenliği tehdit eden veya güven-
[178] 9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11
[179] 6/En’âm, 53
[180] 9/Tevbe, 126
[181] 72/Cinn, 16-17
[182] 25/Furkan, 20
[183] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2/730
66 AHMED KALKAN
liği olmayan ortam, küfür, şirk ve tuğyan, iç kargaşa ve karışıklık, idrâk
yeteneğinin kaybolması, toplumu kuşatan belâ ve musîbet, bazen
varlık ve servet ve bazen de yokluk ve sıkıntılarla denenme gibi bazı
durumlarda ferde, bazı durumlarda da topluma yönelik olayları fitne
olarak vasıflandırırız. Ancak bir de bunların tümünü kapsayan fitne
var ki, o da soyut anlamı ile “sınav”dır; yani özellikle insanın varlık
sebebi olan fitne. Allah’ın dışında ve O’nun yarattığı bütün eşya,
canlı cansız, akıllı akılsız varlıklar bir denemedir; insana yönelik bir
deneme. Diğer fitne türleri ise bu denemenin başarılı olup olmamasından
doğan olaylardır.[184]
İnsanlardan bazıları gerçek bir şekilde değil de, iman-küfür sınırındaymışcasına
ibâdet eder. Kendisine Allah’tan bir ‘hayr’ dokundumu,
bununla sevinir. Ancak, başına hikmetin gereği bir fitne (belâ
veya deneme) geldiği zaman yüz üstü döner gider. Böyleleri dünyayı
da âhireti de kaybederler.[185] Peygamber’in dâveti sıradan bir insanın
dâveti gibi değildir. Onun dâvetine uymamazlık edilemez, emrine
karşı gelinemez: “...Rasûl’ün emrine aykırı davrananlar, kendilerine
bir belânın (fitnenin) çarpmasından, yahut onlara acı bir azâbın uğramasından
sakınsınlar.” [186]
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara
isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder).
Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[187] Fitne, imtihan, ya da belâ...
İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine hoşgörü
ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna
engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak
eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken,
insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm
asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren
bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve
Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildi-
[184] Geniş bilgi için bkz. Sâlih Asğar, Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, s. 45-90
[185] 22/Hacc, 11
[186] 24/Nûr, 63
[187] 8/Enfâl, 25
67
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber
Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir
arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır.
Mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan
bütün nimetler ve imkânlar birer fitne/deneme sebebidir. Günümüzde,
eskiye oranla insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya
var, daha fazla nimetlere sahipler. Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar
ve darlıklar, yerini kolaylık ve konfora bıraktı. İşte bütün bu
imkânlar ve nimetler birer fitnedir/imtihandır. Bazı müslümanların
karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar birer fitnedir.
Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler
veya zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitnedir. Onurlu
mü’minlerin bu zorbalarla ve zâlimlerle mücâdele zorunda kalmaları,
kendileri hakkında bir fitnedir, sınav sebebidir. Özellikle modern
toplumlarda ortaya çıkan ve giderek bütün dünyaya yayılan; şirk,
ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, isyan ve günah rüzgârları birer fitnedir.
Müslüman nesillerin karşı karşıya kaldığı inkârcılık, dünyalıklara
aşırı derece bağlanma, Din’in emirleri karşısındaki duyarsızlıklar
birer fitnedir. Müslümanların bölünmüşlüğü, fırka fırka olmaları,
aralarındaki çekişmeler, müslüman ülkeler arasındaki yapay sınırlar
birer fitnedir. Her bir müslüman; içinde bulunduğu şarta, elindeki nimete
ve karşılaştığı güçlüğe göre fitneye uğratılıyor, denemeye tabi
tutuluyor.
Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve
karşılaştığı fitne ve denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen fitneyi
kazanmaya çalışması ve bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır.[
188]
Fitne konusunda söylenmesi gereken bir durum da, bunu itham
olarak kullanmaktır. “Fitne çıkarıyor”, “fitneci” gibi suçlayıcı ifâdeler
kullanırken, muhâtabın inancına ve yaşayışına çok dikkat edilmeli,
bu ifâdeleri cihad eden samimi müslümanlara karşı -hatta onlar,
[188] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 216-218
68 AHMED KALKAN
beğenmediğimiz ve farklı metodlar benimsemiş olsalar bile- kullanmaktan
şiddetle kaçınmalıdır. Hakkı haykırmak, tâğutlara ve tâğûtî
düzenlere karşı çıkmak için gayret gösteren mü’minleri fitne çıkarmakla
suçlayanlar; gerçek fitnecilerin ta kendileridir. Tüm fitnelerin
kaynağı olan İslâm dışı sistemler içinde rahat ve refah içinde, ümmetin
derdiyle dertlenmeden ve köklü değişim ve dönüşüm için uğraş
vermeden gününü gün edenlerin bu tavırları, fitneye uğradıklarının
göstergesidir. Fitne kazanını kaynatanlar, müşrikler, yahûdiler,
münâfıklar ve bu sınıflardan birine destek verip onlara âlet olanlardır.
İnsanı Allah yolundan alıkoyan ideoloji, düzen, yönetim, mal,
evlât, âile, çevre, medya ve tâğutî kurumlar hep fitne unsurlarıdır.
Tüm dünyadan fitneyi kaldırma, fitnenin kökünü kurutma
hayali, planı, gayreti, cihadı ve savaşı içinde olanlara selâm olsun!
“Ey mü’minler! Öyle bir fitneden sakının ki, o, sizden yalnızca
zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması
pek şiddetli olandır.” [189]
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helâk eder
misin (Allah’ım)? Bu senin fitnen/sınavından başka bir şey değildir.
Bu imtihan aracılığıyla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola
iletirsin. Sen bizim velîmiz/dostumuzsun, bizi bağışla ve bize merhamet
et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” [190]
AILEDE HAKLAR VE GÖREVLER
Aile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir.
“Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise
durumundasınız.”[191] Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır,
eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır.
Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine
[189] 8/Enfâl, 25
[190] 7/A’râf, 155
[191] 2/Bakara suresi, 187
69
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
getirmeleri gerekmektedir. “İyilikte ve takvâda (Allah’ın yasaklarından
sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık
üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”[
192]
Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti,
Kur’ân-ı Kerim’de “ibâdet” olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk
yapmak, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gayenin
gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini
ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle
son bulmasın; ebediyyen devam etsin.
Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip
İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine
yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine
sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki,
bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, aile hayatından bu dünyada
alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek,
gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saadet ağacı olacak ve en
mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne
kadar yüce ise, o âlemde mü’min kadın ve erkeklerin bir arada ailece
bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o
kadar mükemmeldir.
Ailenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak
gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını
emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden,
fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin
ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir.
Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı
düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir
imanı şart görmelidirler.
Evliliğin gerçekleşmesinden itibaren karı-koca, Allah önünde
birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar
[192] 5/Mâide, 2
70 AHMED KALKAN
âile reisliği hâriç, eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini
ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını
gölgelemez. Kadın kendi âile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar
üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.
KARŞILIKLI HAK VE SORUMLULUKLAR
Aile, sevgi ve fedâkârlık üzerine kurulan bir küçük devlettir. Eşler,
evlâtlarını ve birbirlerini Allah’ın emaneti olarak görmek zorundadırlar.
Emânete ihânet etmek, mü’minin değil; münâfığın özelliğidir.
Mü’minler, sorumluluk bilincini kuşanarak kendi haklarından önce
mes’uliyetini taşıdıkları kişilerin haklarını öncelikler. Zâlim olmayı
büyük bir suç gördükleri gibi, mazlum olmaya da rızâ göstermez,
onurlarına sahip çıkarlar. Ama zâlimlik ve mazlumluktan birini az da
olsa tercihle karşı karşıya kaldıkları zaman mazlumluğun daha ehven
olduğunu bilirler. O yüzden mü’min için sorumluluk ve görev bilinci,
özgürlüğünden ve haklarından da önemlidir. Aile bireylerinin tartışma
ve geçimsizliğinin temelinde, bu önceliği nefsin hevâsı doğrultusunda
ters çevirmek ve böylece şeytana kapı açmak yatmaktadır.
Sorumluluk bilinciyle davranmayan bireylerden oluşan aile, içinde
yaşayanlara huzur yuvası ve mutluluk ocağı olmaktan çıkacak; zindana,
yarış pistine, boks ringine, despot ve faşist devlete dönüşecektir.
Kur’ân-ı Kerim’de gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar
yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir.
Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir;
dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir.[193]
Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır.
“İyileriniz, âilesine karşı iyi olandır...”[194] Ufak tefek huysuzluk,
geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için
tahammül göstereceklerdir: “...Kadınlara normal ve iyi davranın;
[193] 3/Âl-i İmrân, 195; 9/Tevbe, 71
[194] İbn Mâce, Nikâh 50
71
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa, belki bir şey hoşunuza
gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur.”[195] Anlaşmazlık
büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını
sağlayamazlarsa son çare olarak, usûlüne uygun “tedricî boşanma”
sistemi uygulanacaktır.
Kocanın karısı üzerindeki yetkileri de âile birliğini devam ettirme
esâsına yöneliktir ve bununla sınırlıdır. İslâm’da kadın, kocası
karşısında bağımsız bir kişiliğe sahip olduğu gibi, iktisâdî bakımdan
da bağımsızdır.
“Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde
hakları vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece vardır”[
196] buyurulmaktadır.
Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belirli bir para veya
mal öder veya ödeme borcu altına girer. İslâm hukukunda mehir, evlenecek
kadının âilesine değil; bizzat kendisine verilir ve kadın diğer
mallarında olduğu gibi onda da dilediği gibi tasarrufta bulunur.
Mehrin amacı kadına iktisadî bir güç kazandırma ve boşanmanın
sûiistimal edilmesini önlemektir. Özellikle boşanmalara sıkça başvurulduğu
dönem ve bölgelerde yüksek tutulan ve çoğu kere boşanma
ânında ödenmesi kararlaştırılan mehrin bu nevî sebepsiz boşanmalara
önemli ölçüde engel olduğu bir gerçektir.
İslâm’da âile esas itibarıyla tek evlilik (monogomi) üzerine kurulmuştur.
Fakat belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine
izin verilmiştir. Ancak bunun bir emir değil; belirli şartlarla başvurulan
bir ruhsat olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir evliliğe izin veren
Nisâ sûresinin 3. âyetinin devamında: “...Şâyet adâleti gözetmekten
korkarsanız o zaman bir tane ile veya câriyenizle yetinin. Doğru yoldan
ayrılmamak için bu daha elverişlidir”[197] buyrularak tek evlilik
teşvik edilmiştir. Uygulamada müslüman toplumların genellikle tek
[195] 4/Nisâ, 19
[196] 2/Bakara, 228
[197] 4/Nisâ, 3
72 AHMED KALKAN
evliliği tercih ettikleri, bazı zengin kimselerin ve tarımla uğraşanların
çok evliliğe belirli ölçüde başvurdukları görülmektedir.
İslâm dini, belirli şartlarla âile birliğinin bozulmasına müsâade
etmiştir. Boşanma konusunda kabul edilen sistem, boşanmayı
yozlaştıran yahûdi uygulamasıyla onu asla kabul etmeyen hıristiyan
tatbikatı arasında yer alan orta bir yol görünümündedir. Hz. Peygamber’in,
eşlerin birbirlerine iyi davranmaları ve âile birliğini devam
ettirmeleri hakkında çeşitli emir ve tavsiyeleri vardır. Birbirleriyle
uyuşamayan eşlerin en son başvuracakları çözüm şekli boşanmadır.
Bundan önce uyuşmazlığın eşler arasında çözülmesi, bu mümkün olmazsa
iki tarafın âilelerinden seçilecek birer hakeme havâle edilmesi[
198] başvurulacak usullerdendir. Eğer bunlar bir fayda vermezse son
çâre olarak boşanmaya izin verilmektedir. Ne var ki bu izinle birlikte
boşanma yine de hoş görülmemiştir. Bir hadis-i şerifte: “Allah’ın
helâl kıldıklarının en kötüsü boşanmadır”[199] buyrulmuştur. Özellikle
sebepsiz boşanmalar hiçbir şekilde hoş karşılanmamıştır. Bununla
beraber, artık bir arada bulunmasına imkân kalmayan eşlerin genel
olarak boşanma hakları kabul edilmiştir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi
eşlerin evlenmekle artık ayrılmaz bir bütün teşkil ettikleri anlayışı ve
dolayısıyla âile birliğinin her durumda devamının istenmesi lüzumsuz
bir ifrat kabul edilmiştir.
İslâm, kuruluşunu düzenlediği aile yuvasının mutluluğu için,
eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu
görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibâdet olduğunu
bildirmiştir. Ailenin temel hikmeti neslin devamını sağlamak
ve müslüman bireyler yetiştirmek olduğu için çocuklara karşı görevler
de anne ve babanın birbirleriyle yardımlaşarak yerine getireceği
ortak sorumluluklarıdır. Kur’an, erkek ve kadının aile içinde birbirlerine
karşı görevlerini ve haklarını değişik âyetlerinde açıklar.[200]
[198] Bak. 4/Nisâ, 35
[199] Ebû Dâvud, Talâk 3
[200] A- ERKEK VE HAKLARI:
a- Erkek, Kadın İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Erkek, Kadın Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
c- Erkeğin Sorumluluk Yönünden Üstünlüğü: 2/Bakara, 228; 4/Nisâ, 34.
73
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Aile bireylerinin görev ve haklarını şöyle özetleyebiliriz:
a- Kadının Ailedeki Görevleri
İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi aile kurumunda
da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması
itibariyle, aile içinde de bir düzenin hakim olması gerekir ki,
bu da ailede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve
sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, aile
düzeninin huzur ve saadetinin sağlanması için, her otorite sahibine
olduğu gibi, aile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen ailevî
sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının
hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine
getirmiş olmaz.”;[201] “... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden
sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden
sorumludur.” ;[202] “Kocasını memnun bırakmış olarak ölen
d- Kadının Her Türlü İhtiyacı Erkeğin Üstünedir: 2/Bakara, 233.
e- Erkek Kadın Üzerine Kavvâmdır/Sorumlu-Yöneticidir: 2/228; 4/Nisâ, 34.
B- KADIN VE HAKLARI:
a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.
c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.
f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.
g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.
h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.
i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.
j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.
k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.
l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.
m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A’râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.
n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.
o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.
p- Peygamber Hanımlarına Kur’an’ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.
r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.
s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.
t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talak, 6.
u - M ekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/
Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39;
[201] İbn Mâce, Nikâh 4
[202] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmaret 20
74 AHMED KALKAN
kadın, cennete girer.”[203]
Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından aile reisliğine
getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir.
Kocasının malını, aile sırlarını, namusunu ve çocuklarını da korumak
mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye
çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı
tesettürüyle, davranışlarıyla namusunu muhafaza etmek: Müslüman
hanımın ailedeki en önemli üç vazifesi bunlardır. “Sâliha (iyi) kadınlar,
itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar
da öylece gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyanlardır.[204]”
Peygamberimiz’in müjdesi de şöyledir: “Kadın, namazını kıldığı,
orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman,
cennet kapılarının dilediğinden girsin.”[205]
Kadının en başta gelen görevi, iffet ve namusunu korumasıdır.
Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine
müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek
bu görevini yerine getirir.[206] Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip
büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken
câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır.[207] Câhiliyye çıkışı, yabancı
erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak
sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece
kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların
yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet
bilmeli, onu doyurabilmelidir.
Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece
fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü
yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da
uygulayabilmelidir.
[203] Tirmizi, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
[204] 4/Nisâ, 34
[205] Ahmed bin Hanbel, I/191
[206] Bak. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59
[207] Bak. Ahzab suresi, 33
75
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Hanımların bu aile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de
görevleri vardır.
b- Kocanın Ailedeki Görevleri
“Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler
üzerinde belli hakları vardır.”[208] Hanımını, Rabbinin emâneti
olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da,
karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden
giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz
söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm’ın
aile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı,
ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira,
bu konuda vârid olan âyet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/
avukatı olmak suretiyle İlâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir.
Yüce Rabbimiz, aile reisliğinin mutlak bir hâkimiyet demek olmadığını
açıklayarak şöyle emreder: “Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer
kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez
de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur.”[209] Anlayışlı ve
şefkatli bir eş olmanın en güzel örneklerini sunan Peygamberimiz
(s.a.s.) şöyle buyurur: “Bir mü’min, mü’mine hanıma buğz etmesin.
Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenir.” ;[210] “Sizin
en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.” “Kadınlarınıza
karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.”; [211] “Kadınlarınız
konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emânet
olarak aldınız.”[212]
Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve namusunu zina
yapmaktan koruyacaktır.[213] Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten
koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir gereği
[208] 2/Bakara, 228
[209] 4/Nisâ, 19
[210] Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329
[211] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
[212] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
[213] Bak. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30
76 AHMED KALKAN
olmaktadır.
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle
ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınlar
üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır.”[214]
Âyette geçen “kavvâm” kelimesini ‘hâkim’ diye tercüme etmek yanlıştır.
Eğer Allah’ın muradı bu olsaydı, yine Arapça olan “hâkim”
kelimesini kullanırdı; ama “kavvâm” kelimesini kullanmış. Bu kelime,
Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin
edildiği kurumu keyfine göre yönetmez. Hâkimin gösterdiği doğrultuda
yönetir. İşte evi üzerinde “kavvâm” olan erkek de aileyi kendi
keyfine göre yönetemez; Allah’ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar.
Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah’ın hükümleri çerçevesinde
onların yöneticisi ve koruyucusudur.
Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak Allah’ındır.[215] A ilede uyulması
gereken İlâhî kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye
sahiptir. Ailede Allah’ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma
yetkisi kocaya verilmiştir. Evin reisi, Allah’ın koyduğu kurallara göre
aileyi yönetecek ve Allah’ın hükmüne zıt bir emir ve yasak koymayacaktır.
Eğer İlâhî emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa,
hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. “Allah’a isyanı emreden kişiye
itaat olunmaz.”[216] Kadının kocasına itaati, mutlak değil; helal ve
meşrû konularda, Allah’ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha
çok kocanın cinsî konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla
ilgili olarak değerlendirilmelidir.
Her konuda İslâm’la câhiliyye arasında büyük farklar vardır.
İslâm, vahiy kaynağından ilham almayan kanunlar ve geleneklerden
farklı olarak aile kurumunu değerlendirir. Aileyi, içinde Allah’a
ibâdet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki, orada yapılan
her müsbet iş, ibâdettir. Erkeğin, ailesinin nafakasını temin etmesi,
hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi büyük bir ibâdet olarak
[214] 4/Nisâ, 34
[215] 12/Yûsuf, 40
[216] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
77
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
vasıflandırıldığı gibi; kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibâdet
olarak takdim edilmiştir. En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler
dahi, hayırlı bir amel, yani bir sevap olarak kabul edilmiştir. Hele
çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları İslâm’ın istediği gibi güzel
terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve mükâfatla karşılık verilecek
olan büyük bir ibâdettir.
Aile yuvası kuran nice insan, Batı tarzı bir yaşayışın ve propagandanın
etkisiyle çocuk istememekte veya bir, ya da ikiden fazlasını
yanlış görmektedir. Bu davranış, meşrû bir mâzerete dayanmadıkça
dinimizin hoş görmediği bir anlayıştır. Çocuk, dünya nimetleri içinde
çok önemli bir yer tuttuğu, evin neşe ve huzurunu temin ettiği gibi,
âhiret saâdetine de sebep olabilir. Yuvanın temelini sağlamlaştırdığı
gibi, özellikle anneleri evine bağlar. Ev kadınının ulu orta çarşı-pazarı
sıkça dolaşıp, başkalarını fitneye düşürmesine engel olur. Batılı
ve Batıya özenen hanımlar, eğlenceye engel olduğu, gönüllerince
gezip tozmaya, lüzumsuz işlerle veya televizyon karşısında vakit öldürmeye,
nefislerini azgınlaştıran başı boşluğa engel olduğu için çocuk
istememektedir. Yine Batılılar, kendi ülkelerinde vatandaşlarına
çocuk başına ekstra para verip çocukların artmasını teşvik ederken;
özellikle müslümanların yaşadığı ülkelere doğum kontrolünü ve az
çocuğu teşvik etmektedir. Azıcık aklı olanlar, bunun emperyalizmin
bir oyunu olduğunu hemen anlarlar ve oyuna gelmezler. Boşanmanın
ve geçimsizliğin önüne geçmede çocuğun rolünü dikkate alırlar.
Hanımların eve bağlanıp hayırlı işlerin en önemlilerinden olan insan
yetiştirmeye çalışmalarının kıymetini ve ecrini bilirler.
c- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri
Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere
itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile
davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir.
Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği,
âhengi bozmamalıdırlar.
Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevk etmemelidir.
Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi
78 AHMED KALKAN
olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin
olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı karakter ve
yetenekte olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır.
Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak,
birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar.
Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Âilevî
huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.
d- Evlâtların Görevleri (Ebeveynin Çocuk Üzerindeki
Hakları)
Evlâtların ana ve babalarına karşı nasıl davranmaları gerektiğine
ait çok sayıda âyet-i kerime vardır.[217] Çocukların ana ve babalarına
karşı görevlerini özet olarak belirtelim: Meşrû isteklerine itaat
etmek, onlara ihsânla mûamele etmek, yani güzel ve iyi davranıp
saygısızlıkta bulunmamak, onları incitecek kötü bir söz söylememek,
onların rızâlarını almaya çalışmak, maddî ihtiyaçlarını gidermek, öldüklerinde
hayırla anmak ve arkalarından duâ etmek
Evlât/yavru sevgisi, bütün hayvanlarda da görülen bir içgüdüdür,
Allah’ın onların yaratılışlarına yerleştirdiği bir sünneti, kanunudur.
İnsanda da evlât sevgisi, yaratılıştan gelen fıtrî bir sevgidir.[218] H z.
Âdem ve Havvâ’dan itibaren tüm anne babalardaki bu fıtrî meyilden
dolayı, çocuklarının bakım ve geçimini hemen her ana baba yerine
getirir. O yüzden “evlâtlarınızı sevin, onlara merhametle muâmele
[217] Ana-Babaya Davranış Konusunda Âyet-i Kerimeler:
a- Ana Babaya İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23-24; 29/
Ankebût, 8; 46/Ahkaf, 15.
b- Ana Babaya Vermek: 2/Bakara, 215.
c- Ana Babaya Karşı İyi Niyetli Olmak: 17/İsrâ, 25.
d- Ana Babaya Kötü Söz Söylemekten Sakınmak: 17/İsrâ, 23.
e- Ana Babaya Güzel Söz Söylemek: 17/İsrâ, 23.
f- Ana Hakkı: 31/Lokman, 14; 46/Ahkaf, 15.
g- Ana Babaya İtaat: 31/Lokman, 14.
h- Ana Babanın İman Dâvetine katılmayanlar: 46/Ahkaf, 17-18.
i- Allah’a Şirk Koşma Konusunda Ana Babaya İtaat Yoktur: 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15.
j- Ana Babayı ve Akrabayı Allah’tan ve Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24.
k- Kâfir Ana Babanın Dostluğu: 9/Tevbe, 31/Lokman, 15.
l- Ana Baba İçin Duâ: 14/İbrâhim, 41
[218] 3/Âl-i İmrân, 14
79
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
edin” gibi emir Kur’an’da yer almaz, zaten fıtratta olduğundan sevmemesi,
ilgisiz kalması pek düşünülemez. Hz. Âdem’le Havva’nın
ana babası olmadığından olsa gerek, insanın ana babasına sevgi ve
saygısı fıtratın mecbur ettiği hususlardan değildir. Fıtrattaki güzelliklere
ters düşmediği ve vicdanın, mantığın, kadir bilmenin, teşekkür
etme ihtiyacının gereği olan sevgi ve saygıyı, ihsanı, aynı zamanda
tüm kutsal kitaplar gibi Kur’an da ısrarla emretmiştir.
Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı
tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini
Allah’a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul
etmek gerekir. Her işte onların rızâsını almaya çalışmalıdır. Onların
hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de
onları rahmetle anmak, onlar için hayır duâ etmek, hayır yapmak,
vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.
Allah’a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir.
Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada
titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba
olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara
Allah’a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi
davranmak gerekir.
Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar:
“Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik.”[
219] Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı,
anne ve baba gösterir. Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı
ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun
etmelidir. “Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O’na ibâdet
edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında
ihtiyarlarsa sakın onlara “öf” bile deme, onlara darılma ve yüzlerine
bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. İkisine de merhamet
besleyerek tevâzu göster ve de ki: ‘Rabbim ikisine de merhamet et,
onlar beni küçükken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet
et.” Rabbiniz gönlünüzdekini daha iyi bilir. Ana-baba hakların-
[219] 31/Lokman, 14
80 AHMED KALKAN
da iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü O, günaha tevbe
edenleri muhakkak affedicidir.”[220]
Abdullah bin Mes’ud diyor ki: “Peygamber (s.a.s.) Efendimize:
“Allah’ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber
(s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazlardır” buyurdu. “Namazdan
sonra hangisi daha sevgilidir?” dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir”
buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular.[
221]
Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara
saygılı davranmalı, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda
bulunmalıdırlar: “Ey Rabbimiz kıyâmet günü, beni, anne-babamı
ve bütün mü’minleri mağfiret eyle.”[222] diye duâ etmelidir.
Bâliğ olan çocuklar ana-babalarının yatak odalarına her zaman
izin alarak girmelidirler. Bâliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte
ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah
namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle
uykusu sırasında ve yatsı namazından sonra yatılacağı zaman. Çünkü
bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün
mü’minlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir.[223]
Hz. Peygamber, “kime iyilik edeyim?” diye soran bir sahâbîye
şu karşılığı vermiştir: “Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra
babanıza, sonra en yakın olanlara.”[224] Yine Peygamber Efendimiz
“Anne Cennet kapılarının ortasındadır.”;[225] “Cennet annelerin ayakları
altındadır”[226] buyurmuştur.
[220] 17/İsrâ, 23-25
[221] Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr
2; Nesâî, Mevâkît 51
[222] 14/İbrâhim, 41
[223] 24/Nûr, 58
[224] Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 120
[225] Ahmed bin Hanbel, V/198
[226] Nesâî, Cihad, 6
81
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Evlât İçin Farz Bir Görev: Ana-Babasına İhsân
İhsân: “İhsân” kelimesi, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün
güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme,
güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel
olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet
sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip,
gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve
noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir
şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana
baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı emreder.
Ebeveyne İhsân: Kur’an’da, tek olan Allah’a ibadet edip O’na
hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana babaya itaat etme ve
onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki:
“Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza ihsanda bulunmanızı
(onlara iyi davranmanızı) kesin bir şekilde emretti...” [227]
Bu âyetten, ana babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır.
Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
“De ki, gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım:
O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik
edin...”[228] Burada Allah, ana babaya itaati terk etmenin kötülüğünü
beyan için haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana babaya ihsan/
iyilik farz; terki haramdır.
Ana babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında
onlara gereğince infak etmek suretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın
yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için,
onlara ihsân etmek gerekir. Allah’ın, ebeveyne ihsânı kendi tevhidi
ve ibadeti yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının
büyüklüğüne işarettir. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi
şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara...
ihsânda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran
[227] 17/İsrâ, 23
[228] 6/En’âm, 151
82 AHMED KALKAN
kimseyi sevmez.”[229] Buradaki ebeveyne ihsân, evlâtların onların
hizmetlerini yapması, onlara nâzik konuşması ve onların meşrû isteklerini
gerçekleştirmesi için çalışmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu
konuda şöyle buyurur: “Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün;
burnu yerde sürtülsün.” “Kimin yâ Rasûlallah?” denildi. Hz.
Peygamber: “Yaşlandıklarında ana babasına, onlardan birine, yahut
her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen
kimsenin...”[230]
Ana baba, çocuğunu Allah’a isyana teşvik etmedikçe, evlâtların
onların meşrû her emrine uyması gerekir. Ana baba için mağfiret talebinde
bulunmak, iyiliklerine duâ etmek, bizzat Kur’ân’ın emridir.
“Ey Rabbimiz! Hesaba çekileceği gün beni, ana babamı ve (bütün)
mü’minleri bağışla!”[231] Ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsân, aslında
insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki mükâfatının
sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal bir
olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan
göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana baba, -Allah korusun-
müşrik de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz,
müşrik anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda
bulunmayı emretmiştir.[232]
Kur’ân-ı Kerim’de Ana Babaya İhsan: Kur’ân-ı Kerim, ana
babaya ihsan konusuna büyük önem vermiştir. Bunun yanında, kâfir
bir babayı ve kardeşi, küfrü imana tercih ediyorlarsa, velî (dost) edinmenin
yasaklığı;[233] anne-baba, evlâdını Allah’a şirk koşmak için
zorlarlarsa, onlara itaat edilmemesi, ama, onlarla (şirke zorlayan ebeveynle)
dünyada iyi geçinilmesi gerektiği emredilir.[234] İbrahim’in
(a.s.) putperest babasına karşı konuşmasına “babacığım” diye hitap
ederek başladığını ve bu “babacığım” ifadelerinin konuşmada sürekli
[229] 4/Nisâ, 36
[230] Müslim, Birr 10
[231] 14/İbrahim, 41
[232] Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34
[233] 9/Tevbe, 23
[234] 31/Lokman, 35
83
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
her cümlede tekrarlandığını[235] Kur’an, ders alınsın diye belirtir.
17/İsrâ sûresi 23. âyetinde, ana-babaya “of!” demenin yasaklığı
vurgulanırken, 46/Ahkaf sûresi, 17’de ana-babasına “of be size!”
diyen kâfir evlâttan örnekler verilir. “Of!” ifadesinin, her türlü kaba
ve yakışıksız söz için örnek olduğu tüm tefsirlerin ortak açıklaması
olarak belirir.
Ana Babaya İhsanı Emreden Âyetlerde Dikkat Çeken Hususlar:
Bakara sûresi, 83. âyetten anlaşılıyor ki, Allah’a kulluk ve ana
babaya iyilik, sadece Muhammed ümmetinin değil; aynı zamanda
eski şeriatlerin de ortak yasasıdır. Benî İsrâilden de bu konuda mîsak/
söz alınmıştır. İlâhî Kitaplarda Allah’a kulluk emrinden sonra ana babaya
iyiliğin vurgulanması, ana baba hakkının önemini gösterir. Ana
babaya itaat, yahûdilikteki temel emirleri içeren meşhur “on emir”den
biridir. Bunların içerisinde, Allah’a şirk koşmanın yasaklanmasından
hemen sonra ikinci olarak emredilmiştir. Çıkış 20/1-17’de on emir
sayılırken şöyle denir: “Babana ve anana hürmet et. Tâ ki Allah’ın
Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.” Allah’tan
sonra insanın üzerinde en çok hakkı olanlar, ana babasıdır. Allah’ı bir
bilip sadece O’na ibâdet ve kulluk nasıl önemliyse, ana babaya ihsanla
muâmele etmek de öyle önemlidir. Çünkü Allah insanın yaratıcısı,
ana baba da yaratmanın sebepleridir. İnsanı besleyen, rızıklandıran
Allah; yetiştiren, eğiten, şefkatle koruyup büyüten ana babadır. Bu
bakımdan her şeyin başında Allah’ın birliğini tanıyıp sadece O’na
ibâdet ve kulluk etmek, sonra da ana babaya iyilik etmek şarttır.
Kur’an’da ve hadislerde Allah’a ibâdetten hemen sonra ana babaya
iyilik görevinin zikredilmesinin sebepleri şunlardır: a) İnsanın
maddî ve mânevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah’ın nimetlerinden
sonra ana babanın fedâkârlıklarıdır. Çünkü ana baba, çocuğun
hem varlık sahnesine çıkmasının sebebidirler, hem de yetiştirilip terbiye
edilmesini, eğitimini sağlayan kişilerdir. b) Çocuğun varlık alanına
çıkmasının asıl ve gerçek sebebi Allah, zâhirî ve hukukî sebebi
ise ana babadır. c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi; ana baba
[235] 19/Meryem, 42-45
84 AHMED KALKAN
da çocuklarının ihtiyaçlarını hiçbir karşılık beklemeden seve seve
yerine getirirler. d) Allah kuluna günahkâr bile olsa nimetler verdiği
gibi; ana baba da âsi bile olsa çocuklarına desteklerini sürdürürler. e)
Allah, kullarının iyiliklerinden râzı olduğu, karşılığını fazlasıyla verdiği
gibi; ana baba da çocuklarının sahip olduğu imkân ve değerleri
korumaya ve geliştirmeye çalışırlar.
İsrâ sûresinin 23-24. âyetlerinde Allah’a ibadetle yan yana emredilen
ana babaya ihsanın/iyiliğin, hiçbir şarta bağlanmadığı dikkat
çekmektedir. Bundan da, ana babanın müslüman veya gayr-i müslim,
faziletli veya fâsık/günahkâr olup olmadığına bakılmaksızın onlara
itaat etmenin gerekli olduğu sonucuna varılır. Nitekim Mümtehıne
sûresinin 8 ve 9. âyetleri de bunu desteklemektedir.
İsrâ sûresinin 23. âyetinde, ana babaya karşı saygısızlığın en basit
ifadesi olmak üzere, “onlara öf bile demeyin” buyurulmuştur. Tefsir
âlimleri, iç sıkıntısını ifade eden bu kelimenin, her türlü kabalık,
saygısızlık ve isyankârlığı içerdiğini belirtirler. 24. âyette, merhamet
duygusundan kaynaklanan bir tevâzu anlayışıyla ebeveynin himaye
altına alınması istenmiş ve “de ki: Rabbim! Onlar bana küçükken
nasıl şefkat ve merhamet gösterdilerse Sen de onlara merhamet et”
buyurulmuştur. Burada ana babaya saygının en temel sebebi olarak
merhametten söz edilmesi ve böylece ebeveyn ile çocuklar arasındaki
duygusal bağın öneminin vurgulanmış olması hayli anlamlıdır. Çünkü
merhamet duygusu, çocuklarla ana baba arasında bulunan maddî
ve mânevî ilginin temelidir. Allah’ın nimet ve ikramları da O’nun
merhametine bağlı olduğu için, Allah’tan ana babaya merhamet dilemek,
diğer bütün ilâhî lütufları dilemek anlamına gelir.
Lokman sûresinin 14. âyetinin sonunda ana babaya iyilik etmeyenin,
Allah huzurunda sorumlu olacağını belirtmek için “Dönüş
banadır!” buyuruluyor. Yani dünyada Allah’a ve ebeveynine karşı
yanlış davrananların, Allah huzurunda hesaba çekilecekleri hatırlatılıyor.
Aynı şekilde 15. âyetin sonunda da benzer ifade tekrar ediliyor
ve dünyada yapılan her şeyin kendilerine âhirette haber verileceği
belirtiliyor. Böylece insan, âhiret hesap ve sorumluluğunu düşünerek
Allah’a ve ana babasına karşı davranışlarına dikkat etmesi için
85
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
uyarılıyor.
Ana Babaya İtaatin Sınırı: Allah’a şirk konusunda ailelerin
bir zorlaması oluyorsa, duygusal bağlardan dolayı, tevhidin çiğnenmesine
Kur’an kesinlikle müsaade etmez. Bu yüzden olmalı ki, ana
babaya ihsanı emreden âyetlerin çoğunda, ilk emir olarak, Allah’a
ibâdet/kulluk hatırlatılır.[236] Ana babaya itaat, Allah’a rağmen değildir;
İtaat konusunda herhangi bir kimse Allah’a tercih edilirse, kişi
şirk bataklığına dalmış olur. Ya Allah’a ya başkasına itaat etme seçeneklerinden
biri karşısında tercih, imanla küfür arasında bir tercihtir.
“Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer
onlar, seni, hakkında bilgin olmayan şeyi (körü körüne) Bana şirk/
ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak
Banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.”;[237]
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir... Eğer
onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/
ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada
iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak
Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” [238]
Bu âyetlerde ana babaya ihsanla/iyilikle davranma emredilmekle
birlikte, şirk koşma, İslâm’dan uzaklaşma gibi Allah’a açık isyan
konusunda onlara itaat edilmemesi istenir. Ama putperest ve müşrik
ana babayla, dünyevî ilişkiler konusunda yine iyi geçinilmesi emredilir.
Allah’ın Hakkı, Her Hakkın Üzerindedir: “(Kâfir olarak
ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra,
akraba dahi olsalar (Allah’a) şirk koşanlar için af dilemek ne peygambere
yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü Allah müşrikleri bağışlamaz.)
İbrahim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden
dolayı idi. Yoksa onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca,
(af dilemekten vazgeçip) ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok
[236] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 2/Bakara, 177; 4/Nisâ, 1
[237] 29/Ankebût, 8
[238] 31/Lokman, 14-15
86 AHMED KALKAN
yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.”[239]
Sa’d bin Ebî Vakkas, 17 yaşında bir gençken müslüman olmuştur.
İslâm’a girdiği ilk günlerde annesiyle yaşadığı bir mâcerâyı şöyle
anlatır: “Ben anneme karşı çok saygılı bir kimseydim. Müslüman olduğum
zaman annem bu saygımdan istifade ile beni İslâm’dan döndürmek
istedi ve: ‘Ey Sa’d! Bu yaşamaya başladığın yeni din de ne?
Ya bu dinini terk edeceksin, yahut açlık grevi yapacağım, ölene dek
yiyip içmeyi bırakacağım!’ dedi. Ben kendisine: ‘Anneciğim sakın
böyle bir şey yapma. Zira ben kesinlikle dinimi bırakmam!’ dedim.
Yine de o yemeyi içmeyi bıraktı, ölüm orucuna başladı. Bu hal bir
gün bir gece devam etti (diğer bir rivâyette üç gün sürdü). Sa’d’ın
bütün ısrarına rağmen annesi, ağzına bir şey koymadığından yıpranmağa
başlamış, gittikçe erimiş, bitkin düşmüştü. Kendisine: ‘Anne,
Allah’a yemin olsun ki, senin yüz tane canın olsa, her gün birer birer
çıkmaya başlasa, ben bu dinimi terk etmem!’ dedim. Benim bu
azmimi, kesin kararımı görünce, protestosunu bırakarak yiyip içmeye
başladı. Bu olay üzerine şu âyet indi: “Eğer onlar seni, hakkında
bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için
zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin
yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman
size, yapmış olduklarınızı haber veririm.”[240] Sa’d bu âyetin kendisiyle
ilgili olarak nâzil olduğunu söylerdi.[241] Tabii ki, nüzul sebebi bu
hâdise olsa da, âyetin hükmü geneldir, her müslümanı kapsar.
İslâm, tevhid gibi temel ilkeler söz konusu olduğunda, hiçbir ilişki
biçimini, bu ilkelerin çiğnenmesi konusunda mâzeret olarak kabul
etmez. “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa,
babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları
dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız
meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden
[239] 9/Tevbe, 113-114
[240] 31/Lokman, 15
[241] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, 12/477; S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. 12/
87
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini
getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[
242]
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun, babaları,
oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve Rasûlüne
düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin...”[243]
Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk
ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Ashâb-ı
Kirâm, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın
en güzel örneklerini vermişlerdi. Meselâ Ebû Ubeyde bin Cerrah,
Uhud savaşında babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de oğlu
Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, Hz. Peygamber izin vermemiş,
Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü.
Aynı şekilde Hz. Ömer bin Hattab, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı,
Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde, amcazâdeleri, Utbe, Şeybe ve
Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
Babaya Karşı İbrahimî Tavır: Hz. İbrâhim’in bir istisnâ ile tüm
davranışları ve bu arada babasına karşı tavrı, bütün müslümanlar
için emredilen bir tavırdır. “Sonra sana hanîf olan İbrâhim’in dinine
tâbi olmanı vahyettik.”[244] Kur’an, örnek alınması gereken şahsiyet
olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)[245] dışında, isim olarak sadece Hz.
İbrâhim (a.s.) ve onunla beraber olanlardan bahseder: “İbrahim’de
ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir
örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, ‘Biz sizden
ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz.
Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim
aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız,
İbrahim’in babasına, ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim.
Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önle-
[242] 9/Tevbe, 23-24
[243] 58/Haşr, 22
[244] 16/Nahl, 123
[245] 33/Ahzâb, 21
88 AHMED KALKAN
meye gücüm yetmez’ demesi hâriç, ‘Rabbimiz!’ dediler, ‘Sana
dayandık, Sana yöneldik. Dönüş Sanadır... Andolsun, onlarda
sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel
bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah, zengindir,
hamde lâyık olandır.”[246]
Bu âyetler, Hz. İbrahim’in her konuda ve özellikle kâfirlere karşı
sert tavrında örnek alınması gerektiğini vurgularken, bir konuyu
örneklik konusunda hâriç tutar. O da, Hz. İbrâhim, iman etmemiş
babasına, onun için istiğfar edeceğini, bağışlanma dileyeceğini söylemesi,[
247] imanı için mühlet vermesidir. Kur’an’ın çok yumuşak huylu
ve pek sabırlı olarak vasfettiği İbrahim (a.s.)’in, babası için af dileme
vaadini eleştirir Kur’an. İbrahim (a.s.), müşrik babası için istiğfardan
men edilmişti. Çünkü kâfirler için istiğfar câiz değildir. Zaten babasının
Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, bundan vazgeçti
ve babasından uzaklaştı.[248]
“Kitapta İbrahim’i an. Zira o, sıddîk/sıdkı bütün bir peygamberdi.
Bir zaman o, babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen
ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım!
Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyleyse bana uy ki,
seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü
şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından
sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.
(Babası:) ‘Ey İbrahim! dedi, ‘sen benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir
zaman benden uzak dur.’ İbrahim: ‘Selâm sana, dedi. Rabbimden senin
için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdır. Sizden
de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime
yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht
olmam.’ Nihayet onlardan ve Allah’ın dışında taptıkları şeylerden
uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman Biz ona İshak ve Yâkub’u bağış-
[246] 60/Mümtahine, 4, 6
[247] 19/Meryem, 47
[248] 9/Tevbe, 114
89
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ladık ve her birini peygamber yaptık.”[249]
Evlât-baba ilişkilerinde (müşrik babanın mağfireti için duâ hâriç)
örnek gösterilen Hz. İbrâhim’le ilgili bu âyetlerde iki şey dikkatimizi
çekmektedir. Birincisi, Hz. İbrâhim’in babası ile konuşur ve ona
İslâm’ı tebliğ ederken üslûbun yumuşaklığı. Öyle ki, her cümlenin
başında “babacığım!” kelimeleri tekrar edilir. Kelimeler, özenle seçilir
ve kırıcı ya da kaba kabul edilecek en küçük bir hitap görülmez.
Babasının taşa tutma tehdidine karşı bile; selâmla, duâ vaadi ile tatlılıkla
cevap verir. İkincisi, babasına yumuşak hitabı, mesajın içeriğini
değiştirmemektedir. Hz. İbrahim’in çok yumuşak huylu olması,[250]
babasına karşı da olsa, dâvânın net bir şekilde tebliğinden tâviz vermesini
gerektirmemiştir. Üslûbun yumuşaklığı ve sözün güzel söylenmesi,
mesajı aktarırken muhâtabın nefsini galeyana getirmemek,
kaba ve yanlış üslûpla mesajın güzelliğini gölgelememek içindir.
Dolayısıyla tevhidî doğruları saklamak, ya da bulandırmak, dâvâdan
veya dâvânın içeriğini gerektiği netlikte tebliğden tâviz vererek anlatmak,
ne İbrâhimî bir tavırdır, ne de güzel üslûptur.
İbrahim’le (a.s.) babası arasındaki diyalog örneği, oğlunu
kendi bâtıl dinine girmeye çağıran putperest bir müşrikle bir
müslüman evlât arasındaki konuşma tarzıdır. Açık bir şirk içinde
olmayan, hele müslüman bir anne babayla ilişkilerin nasıl olması
gerektiğini kolaylıkla değerlendirebiliriz. Müslüman bir anne
babayla, müslüman bir evlâdın ilişkisi, istenilen güzellikte değilse,
suçun büyüğünün evlâda ait olduğunu; kültürü sınırlı anne
babanın mâzur görülebilecek çok yönleri bulunabileceğini söyleyebiliriz.
İstisnaların da elbette olabileceğini düşünebiliriz. Aile ilişkilerinde
herkesi bağlayıcı, genel geçer formüller sunmak, pek kolay
değildir. Ama ana babaya ihsan, iyilik, “of!” bile demeyen tahammül
ve kibarlık evlât için Kur’an’ın emrettiği genel tavırlardır. Bunlarla
birlikte ailesini en iyi tanıyan, kişinin kendisidir. Nerede, nasıl tavır
alınacağını, ailesinin yapısını da göz önüne alarak ailenin ferdi belirleyecektir.
İfrat, ihsanla davranmamak; tefrit ise, ana babaya
[249] 19/Meryem, 41-49
[250] 9/Tevbe, 114
90 AHMED KALKAN
-isyanı emretseler bile- mutlak itaat ve gerektiğinde aileye karşılık
Allah ve Rasûlünün tercih edilmemesidir. Müslüman genç
ise orta yolu, i’tidali/dengeyi bulmak zorundadır. Zor da olsa, bu
denge olmadan dünyada huzur, âhirette ödül beklemek yanlıştır.
Bu konudaki âyetlerde dikkat çeken şey, müşrik ana babaya
itaatin yasaklanması değil; şirk konusundaki emirlerine itaatin
yasaklanmasıdır. Müşrik anne babası insanı Allah’a ortak koşmaya
sevk etmek istedikleri takdirde Kur’an bu konuda onlara itaati yasaklarken,
müşrik de olsalar dünya işlerinde onlarla iyi geçinmeyi
emretmektedir. Yani onların meşrû emirlerine itaat edilmeli, Allah’a
isyanı emreden hususlarda itaat edilmemelidir. Ebeveyne itaat gerekir.
Ancak, ana babanın emirleri, Allah’ın emirlerine ters düşerse bu
konuda onlara itaat gerekmez. Çünkü Yaratan’a isyan olacak işlerde
yaratılmışlara itaat edilmez. “Allah’a isyan sayılan bir konuda kula
itaat edilemez.”[251] Yaratan’ın hakkı, ana babanın hakkından elbette
üstündür.
Bazı Genç Müslümanların Üslûp ve Yöntem Yanlışlıkları: Geleneksel
anlayışı sorgulama sürecine giren müslümanlardan belki de
ilk nasiplerini aileleri alır. Kur’an’la tanışan, müşrik-mü’min kavramlarının
ne anlama geldiğini öğrenen, ama henüz yeterli birikimi olmadığından
Kur’an’a bütüncül yaklaşamayan müslümanlar, aileleriyle
girdikleri tevhidî mücadelede çok kırıcı ve tedrîcîlikten ve ahlâkîlikten
uzak bir söylem geliştirebilmektedirler. Kişinin en az çevresiyle
ilgilendiği kadar ailesi ile diyaloga girmesi gerekliliği göz ardı edilerek,
İbrâhimî tavır alma gerekçesiyle, İbrâhimî üslûp gözetilmediği
için bazen ailelerle bütün ilişkiler koparılır. Hatta bazı müslümanlar,
aileleriyle aralarındaki problemin büyüklüğü oranında kendilerine
İslâmîlikten (daha doğrusu radikallikten) pay biçmektedir.
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet edip çağır
ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[252] “Allah’tan bir rahmet ile
onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç
[251] Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 8; Müslim, İmâre 39
[252] 16/Nahl, 125
91
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi.”;[253] “İnsanlara güzel söyleyin.”[
254] Bu âyetler, kim olursa olsun, hangi inanca sahip bulunursa
bulunsun; muhâtaplarına karşı müslümanların dâvet usûl ve üslûplarını
belirler. Bırakın hatalı müslümanlara veya İslâm’a karşı savaşmadığı
halde cehaletinden dolayı bazı şirk davranışlarında bulunanlara
nasıl güzel üslûp kullanılmasını; en azılı tâğut ve kâfirlerden biri olan
Firavun’a tebliğ için gönderilen Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a, üslûplarının
nasıl olması gerektiğini Kur’an şöyle emreder: “Firavun’a gidin.
Çünkü o, tuğyân etti/azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını
başına alır veya korkar.”[255]
Muhâtabımız olan her insana, İslâm’ı sunarken, Kur’an’ın emrettiği
güzel üslûp özellikleriyle hitap etmek zorunda olduğumuzu
unutmamalıyız. Özellikle, bizden yaşlı akrabalarımıza, hele ana babamıza
karşı daha hassas, daha tatlı ve yumuşak üslûplu, daha sevgi
ve saygı dolu olmalı, bu nezâketimizi muhâtabımızın da anlayacağı
şekilde, kelimeleri özenle seçip kullanmalıyız. Hz. İbrâhim’in örnek
alınması bunu gerektirir. Allah’a açıkça düşman olan bilinçli müşrikler
hariç; ana babalar, hatta yakın akrabalar, insanın doğal
müttefikleridir, yardımcıları ve dostlarıdır. Kur’an, “Kötülüğü en
güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık
bulunan kimse, seninle sanki yakın bir dost olur.”[256] buyurur.
Bazı genç müslümanlar ise, âyetteki ifadenin tam tersini uygulayıp,
aralarında dostluk bulunan kimseleri düşman etmek için kötülüğü
güzel olmayan bir tavırla önlemeye çalışıyorlar. Tabii, böylece olaya
nefisler karışıyor, iş inada biniyor, hayra giden yol, -iyi niyetle de
söylenmiş olsa- yanlış üslûptan dolayı tıkanmış oluyor.
Eğer ailelerimizin hayra doğru değişimleri, dalâlette iseler hidâyetleri
isteniyorsa, tedrîcîlik, zamana yayılmış uzun ve samimi diyalog
ve de en önemlisi, psikolojik gerginlik oluşturmaktan şiddetle
kaçınan tatlı ve saygı dolu üslûp esas alınmalıdır. Fikirlerin uygun
[253] 3/Âl-i İmran, 159
[254] 2/Bakara, 83
[255] 20/Tâhâ, 43-44
[256] 41/Fussılet, 34
92 AHMED KALKAN
ve güzel olmayan şekilde ve kırıcı ifade tarzıyla sunulması, çoğu
zaman, kaş yaparken göz çıkarma ile sonuçlanmaktadır. Çoğu
ana baba, yaşlarını ve tecrübelerini fazla önemsediklerinden, kendi
çocuklarının didaktik, vaaza veya derse benzeyen hitapla kendilerine
direkt yolla hatalarını söylemelerini hoş karşılamaz, hatta nefis meselesi
yapar, tersler. Bu gibi psikolojik çatışmaları aşmadan tebliğ
ve dâvet, fayda yerine çoğu zaman zararla sonuçlanır. Muhâtabın,
ıslah yerine daha büyük ifsadına sebep olunarak, vebalden kurtulayım
derken daha büyük günah yüklenilmiş olur.
Kur’an, bir babayla oğul arasındaki ilişkiler konusunda din/dâvâ
farkı ile Hz. Nuh’un oğlunu “kendi ehlinden saymaması” gerektiğini
ifade eder.[257] Ama bir oğul olan Hz. İbrahim’in putperest babasıyla
ilişkileri, daha farklı gündeme gelir. Yani, hidâyeti beklenmeyen
kâfir bir evlât, gerektiğinde babası tarafından evlâtlıktan reddedilip,
ehlinden sayılmaması istenirken; müslüman bir oğulun müşrik ve
putperest bir babaya karşı münâsebeti çok yumuşak ve nâzik olmalıdır.
Tabii, bunların yanında örnek baba-oğul ilişkileri verilir. İbrahim-
İsmail gibi. İsmail’le (a.s.) babası arasındaki ilişkiler uzunca ve
birkaç değişik durumla ilgili anlatılır. Kur’an, anne babaya ve evlâda
görevlerini hatırlatır.
Kur’an, müslüman bir kocayla karısı arasında olabilecek anlaşmazlıklar
konusunda ise, müslüman kocaya itaati tavsiye eder.
[258]Geçimsiz ve itaatsiz bir kadına karşı nasıl davranılması gerektiği
belirtilir. Eğer araları bu tedbirlerle de düzelmezse, hakem tayin edilmesini
tavsiye eder.[259] Hemen bu âyetin devamında toplum ve ailenin
huzuru için iyi ilişkilerde bulunulması gerekli olanlar sayılır. Allah’a
kulluktan sonra ana-babaya iyi davranılması emredilir.[260] Bu
âyetin zımnen ifade ettiği insan ilişkilerinin olumsuzluğu konusunda
genel tavrın ne olması gerektiğini, genel anlaşmazlıklar konusunda
yine aynı sûrenin 59. âyeti açıklık getirir. Bu âyet, iki müslüman ara-
[257] 11/Hûd, 44, 45
[258] 4/Nisâ, 34
[259] 4/Nisâ, 35
[260] 4/Nisâ, 36
93
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
sındaki anlaşmazlıkların halli için Kur’an ve sünnetin hakemliğine
müracaat, imanın şartı olarak ifade edilir.
Kur’ân-ı Kerim’de “anne-babaya iyi davranmak”, hem de dört
âyette “sadece Allah’a ibâdet etme”, ya da “O’na şirk koşmama”nın
emredilmesiyle birlikte zikredilmektedir:
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın.
Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... iyi davranın....”;[261]
“De ki: ‘Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na
hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin...”;[262] “Rabbin,
sadece kendisine kulluk/ibâdet etmenizi, ana-babanıza da ihsân
etmenizi/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti...”;[263] “Vaktiyle
Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnızca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz,
ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’
diye mîsak/söz almıştık....”[264]
Bu anlatım özelliği, ana babaya ihsanın, Kur’an tarafından
ahlâkî bir görev olmaktan çıkarılıp imanî/tevhidî bir vecîbe gibi
algılandığını düşündürür. Zaten tevhid peygamberi Hz. İbrâhim’in
babasıyla ilişkileri de detaylarıyla vurgulanır. Aslında tevhidin hayata,
aileye, davranışlara ve tabii ki ahlâka yansımaması düşünülemez.
Dolayısıyla “tevhid ahlâkı”, “lâ ilâhe illâllah ahlâkı” diye
adlandırabiliriz; Kur’an’ın emrettiği, Rasûlün uyguladığı ve tavsiye
ettiği ahlâkı. Ve ahlâkı imandan ayıramayız. İnanç, amel, muâmelât,
siyaset, ahlâk arasında bazılarının zannettiği gibi kesin ayrımlar yoktur;
kolay anlaşılsın diye ayrı başlıklar altında incelenebilir; yoksa
hepsi bir bütündür. O bütüne İslâm demekteyiz.
Ahlâkı tevhidden bağımsız ve olmazsa olabilir zannettiği
için kimi radikal gençler, çevrelerinde örnek gösterilememekte,
hatta bazen en yakın çevrelerinde, ailelerinde bile itici buluna-
[261] 4/Nisâ, 36
[262] 6/En’âm, 151
[263] 17/İsrâ, 23-24
[264] 2/Bakara, 83
94 AHMED KALKAN
bilmekteler. Hâlbuki İslâm’ı yaşamaya ve hele tebliğe çabalayan
bir gencin, toplum içinde ahlâkî zaaflarla değerlendirilmesinin
vebâli, diğer insanların vebâlinden daha büyüktür. Onlar, davranışlarıyla
güzel örnek oluşturamamaları ve göze batan ciddî ahlâkî
zaaflarından dolayı; temsil ettikleri tevhid dâvâsına ve savundukları
Kur’anî hakikatlere -iyi niyetle ve farkında olmadan da olsa- düşman
kazanmanın suçuyla yargılanabilecekleri endişesi taşımalıdır. Tevhid
ahlâkı bunu gerektirir. İşte bu endişeyi taşıyan bir muvahhid genç,
tüm insanlarla, tabii önce ailesi ve yakınlarıyla hastalıklı bir ilişki
veya ilişkisizlik içinde olamayacak; “en yüce ahlâk üzere olan”[265]
Rasûlullah’ı örnek alacak, çevresine ihsan ve ıslahı çiçek çiçek yayacak,
toplumun diğer fertlerince örnek gösterilecektir.
Ana babaya ihsan, dünyada huzur ve güzelliklerin kaynağı, âhirette
cennetin sebebi olacaktır. Aksi ise, huzursuzluk ve azâb...
e- Ana Babanın Görevleri (Çocuğun Ana Baba Üzerinde
Hakları)
1- Güzel isim: Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci
güne kadar çocuğa güzel bir isim verilir.[266] “Siz, kıyamet gününde
kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse
güzel isimler seçin.”[267] Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice
insanımız, çocuğuna isim koyarken örnek almasını arzuladığı başta
peygamberler olmak üzere sahâbe ve kâmil insanların isimlerini,
peygamberlerin ve sahâbe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına
koymayı görev bilmişlerdir.
2- İyi terbiye: Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun
babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.[268] Ç ocuğun e n m ükemmel
şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî
[265] 68/Kalem, 4
[266] Bak. Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62
[267] Ebû Dâvud, Edeb 70
[268] Bak. İbn Mâce, Edeb 3
95
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî
inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından
sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi
olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri
gerekir.
Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle
bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna
bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.[269]
3- Evlendirme: Ana babaya ait olan neslin korunması görevi,
büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla
yerine getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla
bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri
yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan
ana baba da sorumlu olur. Peygamberimiz’den rivâyet edilen bir
hadiste bu husus vurgulanmaktadır: “Çocuk bülûğa erince babası
onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı
babaya da ait olur.”[270]
4- Eşit muâmele: Aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın
çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden
biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır. [271] Çocukların
kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez.
“Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin.”[272] Ebeveyn,
çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adaletli
olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu
daha çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye
çalışmalı ve davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin
birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve
düşüncelere kapılması kaçınılmaz olur.
[269] Tirmizi, Birr 33
[270] İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159
[271] Bak. Müsned IV, 269
[272] Buhâri, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13
96 AHMED KALKAN
Bu temel görevlerin yanında ebeveynin diğer görevlerini de
şöyle sıralamak mümkündür:
Tahnîk: Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce
hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması.[
273]
Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına
da kaamet okunur.[274]
Akika kurbanı: Doğumun yedinci günü yahut daha sonraki
günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir.
Sünnet (hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye
kadar bir zaman içinde çocuk sünnet ettirilir.
Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun yedinci
günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da
altın tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.
Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat
ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin
özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha
önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda
görüş birliği içindedir.
Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek,
ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla
mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı
ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî
esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey,
tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza
önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şek-
[273] Müslim, Tahâret 101
[274] Müsned VI, 391; Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17
97
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
linde tavsiyede bulunduğu nakledilir. [275] Allah inancı, küçük çocuklara
onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma
duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına
doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da
aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında
iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî
otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet
şuurunun da geliştirilmesi gerekir. N amazın ö ğretilmesi v e e mredilmesi,
aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de
özel olarak açıkça zikredilmiştir.[276] P eygamber E fendimiz’in, ç ocuklara
yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını,
on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını
tavsiye eden hadisleri [277] bu konuda başta anne babalar olmak üzere
müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın
dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun
olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki
müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır
ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik
metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk
için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere,
açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde
uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi
de başarıya ulaşacaktır.
[275] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
[276] 20/Tâhâ, 132
[277] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182
98 AHMED KALKAN
ANA-BABANIN EN BÜYÜK, EN KUTSAL GÖREVI:
ÇOCUKLAR, ÇOCUKLAR, ÇOCUKLAR!
İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve
meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal
edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme
yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte,
babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının
ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden
çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.
Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir Ârâbî/bedevînin,
on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini sevip öpmediğini
belirtmesi üzerine, Rasûlullah’ın “Allah senin kalbinden merhameti
çekip almışsa ben ne yapabilirim?!”[278] buyurması, İslâm’ın çocuk
sevgisine verdiği önemin örneklerinden biridir.
Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlâkî) ve meslekî bakımdan
eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.
ÇOCUKLARIN EĞITIMI KONUSUNDA
ANA-BABA NELER YAPABILIR?
Ne yapılmalı sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede
durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten,
cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir.
İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden
yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten
hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da
böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a
kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi,
aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle
[278] Müslim, Fezâil 64
99
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz?
Yoksa kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere
mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır.
Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî
otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta
haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne
sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır).
Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı.
Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek,
insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını
sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti.
Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla
tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz.
Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli
şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın
ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru
kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”[279] Zaferle müjdelenecek
mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme
gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan
yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz
civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her
türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde,
evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına
cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız.
Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse
araçlardan, metotlardan kaybettiler. Çok yönlü mobil hizmet
alanları oluşturmalıdır. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara
müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu
ülkelerdeki okullarda çocukların şirkten uzak yetişme özgürlüğünün
olmadığı, kimsenin üzerinde durmadığı fecî bir durumdur.
Öncelikle öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hak-
[279] 10/Yûnus, 87
100 AHMED KALKAN
kı için mücâdele gerekiyor. Resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar
varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar
varsa onlar, müslüman halkın başörtüsü sorunundan çok fazla
önemsenmesi gereken en ciddi problemlerdir. Varsa yoksa sadece
başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa
ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık,
bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde
ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade
etmeyen bir zihniyetin, başın içine koyduğu zihniyetin ne olup olmadığı,
ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan
edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan
birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması
gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani
kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı
çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden
midir, bu da net değil.
Eğitim, başlı başına kitaplık, hatta kütüphanelik bir konu. Hele
Kitapsız eğitimin problemleri, açtığı yaraların tedavisi... Eğitim, Rab
kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip
yetiştiricisi Allah’tır. O’nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm
olur, eritim olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve
çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek
geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel
kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları
kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah’ı
karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur’an’a göre
yönetmek ve eğitmek/terbiye sadece tek Rab olan (terbiye eden, eğitip
yönlendiren) Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini
tesbit yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek,
hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin
güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır.
Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya
atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Besme101
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
le ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm’la sınıfa girmek gibi.
Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile
başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler
değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük
olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli
olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve
eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a
hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir
ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır
müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen,
O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan
anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda
Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize
göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber
olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan,
çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların
yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri
ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den
beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak
istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin
öne çıkarttığı. Hak-bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve
uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu
devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı
ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş
ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti;
Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi,
Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil,
sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/
sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm
fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette
de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek:
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat
etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz
reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi
102 AHMED KALKAN
yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları
büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” [280]
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam
biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan
insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti,
dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına
(insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek
ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken,
diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı
değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak
“ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır
bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır
tek önderimiz.[281] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için
vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının
çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir.
Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi,
bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet
etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap
yüklü merkep değil;[282] Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[
283] O yüzden t akvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden
kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim”
olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye
(eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci
ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile
rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir
uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller;
tersine bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur.
[280] 33/Ahzâb, 66-68
[281] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
[282] 62/Cum’a, 5
[283] 35/Fâtır, 28
103
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç
var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan
önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba
okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde
anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra
sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan
hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve
fırsatlar oluşturacaktır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve
sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı
ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların
temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze
almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal
tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü
için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve
riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal
(câhiliyye ile uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel
de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın
yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula
dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama riskleri göze alamayan
mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı,
halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır.
Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten
kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar,
bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf
etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır;
tümü değil.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse
ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi
ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî
eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir
öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin
eğitim ve terbiyesine teslim edilir.
104 AHMED KALKAN
Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek
çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa,
samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden
öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa,
cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek
bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah,
kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet
otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak
beklenmemelidir.
“Müslümanım” diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de
çok şeyler yapılabilir.
BUGÜNKÜ ORTAMDA YAPILABILECEK ŞEYLER
1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt
olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi
(öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline
gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında
verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi
ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde
kazandırılabilir. “Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini
evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine
getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde
yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir.
Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden
koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile
içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile
içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri
nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan
aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllarda105
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.
Evlerde müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı programlı dersler
yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların
yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri,
rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri
ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir.
Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri
tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir
müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir.
Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek
yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber
sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir.
Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.
Âile eğitiminde ebeveynin, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri
belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun
örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme
ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar
ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin
ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak
uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit
edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme.
2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya
alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir.
Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden
çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış
tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden,
câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir;
çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği
yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak
üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve
hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her
türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı
kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, ko106
AHMED KALKAN
nuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri,
oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır.
Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu,
ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne
ve babalar gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca
yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî
eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka
sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod
mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka
birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/sevdirmekten
kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk
kazandırılmalıdır.
4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan
uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın
ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına
meyletmeyecek bilinç verilmelidir.
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen
hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın
suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan
kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce
ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz
mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini
ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet.
Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz
gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak;
kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış,
çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel
gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması
gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı
hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında
kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun
tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının
107
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi
çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını
umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda
çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına
okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş
oluyor.
5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi,
Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi
olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı,
her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu,
ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu...
öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer
yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine,
balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah
korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve
görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren
tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle
namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken
doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar
tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden
temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV, sokak gibi çocuğu etkileyen
tüm etkenler ana baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle
şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî
özellikler geçirilmelidir.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında
elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük
sorumlulukları vardır. Demek ki, “çocuğumun eğitimi konusunda
ben fazla bir şey yapamam, gücüm ve imkânım yok!” diyemez
anne ve baba. Çok şeyler yapabilir ve yapmalıdır.
Yeter ki samimi olsun ve gönülden istesin…
108 AHMED KALKAN
ÇOCUK EĞITIMINDE DIKKAT EDILECEK
ÖZELLIKLER
Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat edilmelidir:
1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve anlamaz küçük yerine
koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların seviyesine
inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz
önünde tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Çocuğu
olan, onunla çocuklaşsın.” buyurmuştur.
2- Çocuklara daima uygun bir dille doğru, tutarlı ve yararlı
bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli başlı dinî ve kültürel
konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her şeyden önce
Allah’ı ve Rasûlünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek
tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra,
şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla
ilgilenmesi için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve
uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi
aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir
vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.
3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir
hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş
olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok
gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak,
çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
109
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek
bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi; çocuğun
şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya
arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir.
Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirip
özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini
yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen
koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi,
cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden
Allah’ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti
garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan
yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten
koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan
kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden,
çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
“Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra
anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre
veya müşrik) yapar.”[284] Fıtrat, Allah’ın, mahlûkatını, kendisini bilip
tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır.
“İslâm”, yahut en azından “İslâm’a yatkınlık” anlamı taşır. Fıtrat, ruh
temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller
olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki “...sonra ebeveyni onu yahûdi,
hristiyan... yapar” ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman
yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli
olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki
bu ifâde, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin,
ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızâlı bir
hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları
denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz
tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine
ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.
[284] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264
110 AHMED KALKAN
İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın
fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, İlâhî
prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas
sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber
veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize!
Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler.
Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimız! Doğrusu biz, efendilerimize,
beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize)
itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey
Rabbimız! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük
bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).”[285]
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen
hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın
suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve
gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce
ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki
hakları arasında zikredilir.[286] Çocuğun en mükemmel şekilde
yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal
kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî
değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı,
bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için
ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir.
Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir
terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı
“en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.[287]
İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev
ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların
[285] 33/Ahzâb, 66-68
[286] Bak. İbn Mâce, Edeb 3
[287] Tirmizi, Birr 33
111
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme
yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla
birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba,
çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî
meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla
ispatlamalıdır.
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye
ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol
etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine
ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid
şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu
nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar
yapmalıdır.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa
elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz,
müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu.
Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez.
Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem
ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini
ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu
yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını
seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz
yummaz.
Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip
çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları
müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi,
Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak.
İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda
şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler
içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve
sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular
araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye
sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap
112 AHMED KALKAN
var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyor İslâm, öğrenir,
tatbik etmeye çalışır.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden
daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda
en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü çocuklarından
direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere
emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem
ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî
tuzaklara ve mânevî hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak
önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde
küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan
daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının
sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini.
Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn,
kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı;
şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara
veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor
çocuklarını.
Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki
vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama
sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel
ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her
yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri,
kitapları, çevreyi seçmek, kendi görevinde onlardan yardım
beklemek, asli görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız
ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes
istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin,
yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına
devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle
gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada
ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî
ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede
de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması
yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle
doldurulduğunu araştırmak; uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o
113
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu
mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci
değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders
kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler
üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü
imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan,
zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise,
mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda
da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede,
hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları
idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin
ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve
en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren,
Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır.
Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi
yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını
ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz.
Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği
tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim,
çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan,
İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde
yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve
tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi,
yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve
uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların
değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil
ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara
düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek
olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer
baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse,
evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan
114 AHMED KALKAN
hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve
fırsatlar oluşturacaktır.
İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını
topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine
açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve
özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.
KADININ EN SAYGIN, EN MÜBAREK
KONUMU; ANNELIK
Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal
olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde,
annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı
buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır.
Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle
olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle
annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken;
annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları
altına serilmiştir.
Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının,
ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir.
Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini
tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir
çocuk okulu, adına anaokulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri
olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği,
dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba
gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs,
mektep, okul ve mescid yapmaya!
115
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
MÜSLÜMAN HANIMLARIN TESETTÜRÜ
Tesettür konusunda çeşitli âyetlerde hükümler vardır.[288] Müslüman
hanımın başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin temel özellikleri şunlardır:
Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan
bayanlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri dışında vücudunun tamamı
avrettir, örtmeleri gerekir. Hanımların, ev dışında veya yabancı
erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha
giymeleri gerekir. Âyette şöyle buyurulur: “Ey Peygamber! Eşlerine,
kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini
söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi
için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”[
289]
Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması
gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret
yeri örtülmüş sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok ince olmamasına rağmen
uzuvları belli edecek şekilde darsa ve organların şeklini ortaya
koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş olur. Giyilen kıyafetin, örtünen
başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek şekillerde olmaması, cinsel
câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. (O yüzden şekil ve
renk olarak sade, daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü, yirminci
asra kadar bütün dünya müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul
edilmiştir.)
Kim ne yorum yaparsa yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir:
“Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini
[288] Tesettür (Örtü ve Örtünmek) Konusunda Âyet-i Kerimeler:
a- Maddî Örtü ve Takvâ Örtüsü: 7/A’râf, 26, 32; 16/Nahl, 5, 81.
b- Kadınların Örtünmesi: 24/Nûr, 31, 60; 33/Ahzâb, 59.
c- Kadınlarda Örtünme Şekli: 24/Nûr, 31; 33/Ahzâb, 59.
d- Süs Yerlerini Göstermenin Haram Olmadığı Kimseler (Nâmahrem Olmayan Kimseler: 24/Nûr, 31.
e- Baş Örtüsü: 24/Nûr, 31.
f- Örtünen Erkek ve Kadınların Mükâfatı: 33/Ahzâb, 35.
g- Namazda Güzel Elbiseler Giymek: 7/A’râf, 31.
h- Süslenmek: 7/A’râf, 32; 16/Nahl, 14.
i- Kadınların Süslenmesi: 43/Zuhruf, 18.
j- Cennet Süsü: 18/Kehf, 31; 22/Hacc, 23; 76/İnsan, 15-16, 21
[289] 33/Ahzâb, 59
116 AHMED KALKAN
muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini
(süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini,
yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”[290] Başörtüsü teferruat
değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir farz teferruat, ayrıntı kabul
edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek teferruat ise, meselâ
göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde farzdır. Başörtüsü,
çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek
basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.
Müslüman hanım, Ahzâb sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu
ve başını örtmekle emrolunmamış, aynı zamanda yabancı erkeklerden
eziyet görmeyecek ölçüde ve iffetli olduklarını gösterecek biçimde
cilbab (çekici olmayan ve baştan ayağa örten geniş ve kalın bir
dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik, başörtüsünün şeklini de,
başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini ve bunun hikmetlerini
de içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin (cilbabın)
içindeki bol elbise, -cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için
yeterli görülmüyorsa, aynı şekilde elbise desenlerinden daha çekici,
allı güllü, bol süslü eşarplar ve kadını câzip gösteren kıyafetlerin de
tesettürdeki temel espri ve hikmeti taşımayacağı bilinmelidir.
Bilindiği gibi, Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar
dışında- hiçbir erkeğe ziynetlerini göstermemelerini emretmekte.
Ziynet, kadını güzel gösteren saç, makyaj, parfüm, takı, mücevherât
ve elbise gibi şeyleri içine almaktadır.
Güzel kokudan (parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel
koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle
şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi
çirkindir.”[291] Konuşurken ciddî olma mecbûriyeti vardır: “...Eğer
(Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ
ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapı-
[290] 24/Nûr, 31
[291] Ebû Dâvud, hadis no: 351
117
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
lır...”[292] Müslüman hanımın davranışı, yürüyüşü ağırbaşlı olmalı,
dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “... Gizlemekte oldukları
ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri
üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).”[293]
Tesettürdeki gâye ve hikmet, ulemânın ittifakı ve ümmetin icmâı
ile, kadının yabancı erkeklere karşı cinsî câzibesini gizlemektir. O
yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin gözükmesine izin vermeyen
din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar veya
başörtüsü ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi,
31. âyet, kadının yabancı erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet
yerlerini) göstermesini yasaklar. Hâlbuki şimdiki başörtülerin ve dış
giysilerin büyük oranda ziynet/süs unsuru olması, aranacak ilk vasıf
sayılabiliyor, ziyneti örtmesi gereken şeyin kendisi tümüyle ziynet
özelliğine uyuyorsa bu nasıl tesettür olabilir? Tuz yiyeceği kokmaktan
korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur?
Başörtüsü, mü’min hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta,
bülûğa erdiği andan itibaren farz olmaktadır. Ayrıca üniversite
gibi resmî kurumlarda ve erkeklerle kızların karma eğitim yaptıkları
ya da içli dışlı oldukları yerde sadece başörtüsü değildir farz olan;
onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî özellik ve câzibelerin tümünden
arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek davranışlar da şarttır.
Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere
katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken,
her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın
için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz
ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve
sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar,
kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal
olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve
müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her
türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman hanımın bu ölçülere
[292] 33/Ahzâb, 32
[293] 24/Nûr, 31
118 AHMED KALKAN
riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması,
hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a
ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi
için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma
çabalarına çok büyük zararlar verecektir.
Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü
bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü
yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve
uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış
giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya
pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda
dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere
(iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.
Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince
veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.
Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda
ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine
uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu
gibi acâyiplikler.
Ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya
çalışarak entel takılan genç bayanların önemli bir kesiminin
çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü
kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon
üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz,
bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…
Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma
açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam
kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği
mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların
giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı
ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak
119
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda
(hâl diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine
baktırarak gezinen başörtülü kız.
İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”;
“örtülü çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı
baş devri”; “cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın
görüntüsü”; “zakkum aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”
Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen
kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının[294] sebebi üzerinde
düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği
gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir.
Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan,
yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda
örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu
şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları
Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını
söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük
günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı
büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan
hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”
Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman
hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan,
kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı, koruyucu bir
kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil; insanî özellikleriyle topluma
katılma arzusudur. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür.
İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın
bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle
değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı
başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. İslâmî örtünme
iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini
kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın
zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgür-
[294] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
120 AHMED KALKAN
lük bayrağıdır. Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı,
yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeyleri özün yerine koydu.
Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen
bir kadın; teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek,
toplumda bu özelliklerle yer edinecektir.
İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak,
ancak kulluk şuuruyla, İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür
kadınlar için sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden,
metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine köle olmaktan veya
kendi nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen
dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle
tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan,
İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğuna
giden yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar
veya bulunduğu sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek
şeylerdir. O olmadan tesettürün de olmayacağı, ama sadece kendisiyle
işin bitmediği bir başlangıç olan baş tâcı başörtüsü, dişiliğin
örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği öne çıkarmanın çarpık bir
aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü bile olmayan bu
bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/
hevesinin, ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.
Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği
gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir
eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür;
ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet
ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ
giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle
nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların
vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür
ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin
haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu
olma, Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler.
O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan,
kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu
işlemektedir.
121
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları
perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü
bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi
eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan
korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının
bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri
allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının
bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.”
Halk da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini
şey yapmazsa, şey de şey yapmaz.”
Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete
geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz.
Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın
kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun
günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin
içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik
olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken,
kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü, kadını
ve erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla
cehennemden korur.
Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez
hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı;
tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç
bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir
ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği
dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü-etekli
kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü
bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ
elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır,
yürüyüş, konuşma, gülme, aşırı serbest hareket vb. davranışlarda
fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde
olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada
büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü
kaldı; o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik
vb. amaçlar için çıkarılabilecek; pazarlık ve tâviz konusu
122 AHMED KALKAN
olabilecek; türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa
düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür
defileleri yapılıyor’ deyin, gerisini onlar anlar” diyecek Bekri Mustafa’lara
kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından
müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın
buna “çeyrek tesettür” adını taktı. “Tesettür ya vardır, ya yoktur;
bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?” demeyin, uygulamaya
bakarsanız oluyormuş...
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın
gözünde. Kadınsı çekiciliği yabancılar karşısında en aza indirmesi
gereken tesettür, bir moda olarak düşünülüyor artık. “Tesettür(!) defilesi”
denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha
çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine
çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında
belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken- en az
yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor,
başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden
saymıyor... Akşam olunca da evinde, Filistin’li kızların dramını,
Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen
ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp
bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen,
Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum
kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece
onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin
aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme,
takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan
hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi
dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer
yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten
bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları,
kardeşleri değil mi?
Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da önce, kadın ve erkek he123
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
pimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek
için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel
örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları
ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız
gerekiyor.
Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan
dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan,
yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya
uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları râzı etme çabasından daha etkili
olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere
şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki
grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları
döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen
(örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve
başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete
giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu
bile alamazlar.”[295]
“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır.
Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi
olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.” [296]
“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını
örtmeyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar”
buyurmuştur.[297]
“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan
ona gözünü diker.”[298]
[295] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128
[296] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr
[297] Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103
[298] Tirmizî, Radâ 18
124 AHMED KALKAN
Âişe (r.a.)’den rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir (r.a.)’in kızı Esmâ
(ki, Peygamberimiz’in baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün
huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle
buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun
şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz.
Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.”[299]
Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle
oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah
ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan
korunun, ona karşı örtünün” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de:
“Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz
ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz
mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır, görmüyor),
ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi
koruyun ve tesettüre uyun).”[300]
“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!”[301]
“Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen
kadına lânet etti.”[302]
“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla
nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.” [303]
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere
şehvetle) bakmaktır.”[304]
Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.)’a ansızın görmenin hükmünü
sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu.[305]
[299] Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104
[300] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283
[301] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25
[302] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
[303] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
[304] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
[305] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28
125
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz...”
[306]
“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa
kalmasın.” [307]
“Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde
zillet elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde
yakar.”[308] Şöhret elbisesinden maksat, başkalarına câzip görünmek
ve fors satmak için giyilen elbisedir.[309] İbnü’l Esir ise şöhret
elbisesinden maksat insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek
büyüklük taslamak, kibirli tavra bürünmektir diye belirtir.
“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse,
Allah, alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir
(rahmet nazarıyla bakmaz).”[310]
“Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha
şey¬den daha hayırlıdır.” Dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, nasif nedir?’
“Başörtüsüdür” buyurdular.[311]
Ve bir âyet-i kerime: “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi
örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile
kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir.
Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).” [312] Daha
hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir? Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini
korumaya, dinî ha¬yatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır.
O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep
[306] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
[307] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
[308] Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030
[309] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94
[310] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465
[311] Ahmed bin Hanbel, II/483
[312] 7/A’râf, 26
126 AHMED KALKAN
dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir,
sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikeler¬den saklayan nöbetçiler
gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve
doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızar-tacak
bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş
ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve
namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ
elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi,
şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi
veya takvâ duygusu ile gi¬yim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı
sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddî-mânevî ayıptan,
çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha
güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler
de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki,
örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî
hayâsızlıklardan korur.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez
hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı
tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden
mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu
oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist
tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî
nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan
ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu
bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten
başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir
iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması mümkün
değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.[
313]
Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir
hanıma yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte
kıyafetle toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir
şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri,
[313] 63/Münâfıkun, 8
127
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara
koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep
olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her geçen gün daha da artmaktadır.
Ama bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak
veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle
uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması,
onun yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin
emirlerinden bir emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle
başörtüsü İslâmî bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen
ya da diğer giysi ve davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan
insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Bir ev
düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı gevşekse, yağan
yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa; bu durum,
ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. İşte aynen bunun
gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde
yükselen binadır; başörtüsü ise bu binanın çatısı, tesettür/örtü ise
onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır.
Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı
bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların
dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya
başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.
İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için
başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde
ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf
olanlar için ise, o hizmet için, üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır,
olmasa da olur; ya da haram bakışları uzaklaştırmak yerine
çekiciliği artıracak şekilde istismar edilebilecek bir oyuncak haline
gelir.
Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre
duracak olan bir kiracıyım, emânetçiyim” diye düşünmeli insan. Vücuduma
ait hangi organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir.
Hem de öyle değerlidir ki, hiç bir hakkım yokken bana verilmiş.
Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi karşısında ikram sahibine
128 AHMED KALKAN
karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur” diye düşünmeli insan.
“Bu kadar lütuftan sonra... Evet, benim üzerimde hâkimiyeti
ve merhameti bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken görev
O’nun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor.
Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor.
Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına
takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları
onun arkasına takmıştır” demeli ve itaat etmeli.
İnsan şöyle düşünmeli; “Ben, bana ayda sözgelimi 500-1000
dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri
yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve
yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü
milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum.
Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta
karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını
Onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana bin dolar maaş
veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma
görevim varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak
yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam;
şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da
bana emrediyor. Bin doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme
hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını
istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.”
Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global
dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek
tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir.
Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği
vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır?
Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve
ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini
hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan,
maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret,
giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir.
129
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya
yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler
tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin
yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış,
çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette
demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği
gibi yapar…
İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler
ve baskıcı uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada,
kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz.
Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap
bilincine sahip, takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve
hayâ timsali hanımlara! Kılık-kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî
ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere!
KADIN-ERKEK İLIŞKILERI VE ÂILEDE GEÇIM
Geçimsizlik: Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz,
geçim sağlanamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te’dib hakkı
vardır: “... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt
verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat
ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın...”[314] K oca te’dib hakkını sırayla
öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme,
son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne
alınarak izin verilmiş, fakat sınırlama yapılmıştır:
a- Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el
kaldırmamış, “(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlılarınız değil-
[314] 4/Nisâ, 34
130 AHMED KALKAN
dir.”;[315] “Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?” buyurmuştur.[
316]
b- Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı
men etmiştir. Şu halde buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri
bakımından “dövme” denebilir.
Âile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de
acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur:
“Karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden
bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar
düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur...”[317]
Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime
başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla
ayırma salâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak
ayrılmayı talep edebilir.
HADIS-I ŞERIFLERLE EŞLERIN GEÇIMI
“Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için,
güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.”[318]
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun
bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.”[319]
[315] İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî; Ahmed bin Hanbel
[316] Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93
[317] 4/Nisâ, 35
[318] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 53, hadis no: 1466; Ebû Dâvud, Nikâh 2, hadis no: 2047;
Nesâî, Nikâh 13
[319] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329
131
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.”[320]
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel
olan ve âilesine nâzik davranandır.”[321]
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar
değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.”[322]
“Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.” [323]
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum...
Onlara hayırlı şekilde davranın.”[324]
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda
avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir
hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer
işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün.
Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz
ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin
üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize
çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır.
Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek
ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” [325]
“Kadınlar, erkeklerin kız kardeşleridir.”[326]
“...Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın
da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumlu-
[320] Müslim, Birr 149
[321] Nesâî, Işretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
[322] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
[323] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
[324] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî,
Talâk 12
[325] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, hadis no: 3087
[326] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329
132 AHMED KALKAN
dur.”[327]
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve
gözümün bebeği/nûru kılınan namaz.”[328]
“Dünya bir metâ’dır/geçimdir. Dünya metâının en hayırlısı sâliha
bir kadındır.”[329]
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en
hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda
(müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.”[330]
“Mümin, Allah korkusundan ve O’na itaatten sonra, iyi bir kadından
yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü
ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine
yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı
sırada nâmusunu ve malını korur.”[331]
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça
malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!”
buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir,
miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da
mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu.[
332]
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu
korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen
oradan cennete gir’ denilir.”[333]
[327] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
[328] Müslim, Talâk 31, 34; Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
[329] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
[330] Tirmizî, Birr 13
[331] İbn Mâce, Nikâh, 5
[332] Kütüb-i Sitte, 15/515
[333] Ahmed bin Hanbel, I/191
133
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar
hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti
diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız.
Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları,
sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey
yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini
sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.”[334]
“Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa
benden değildir. Evleniniz, çoğalınız; ben diğer ümmetlere
karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim...”[335]
“Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır.”[336]
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye
tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar
mı?”[337]
“Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.”[338]
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire
kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır.”[339]
“Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir.”[
340]
“Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından ger-
[334] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2; Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik
84
[335] İbn Mâce, Nikâh 1
[336] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû’ 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
[337] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn
Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
[338] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
[339] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
[340] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
134 AHMED KALKAN
çekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.”[341]
“Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna
riâyet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa
kakan kimse.”[342]
“Cennet annelerin ayakları altındadır.”[343]
“Allah size, annelerinize itaatsizliği... haram kıldı.” [344]
Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, iyi davranış ve hoş sohbette
bulunmama en çok kim hak sahibidir? Güzel geçinmeme, güzel
bakmama en lâyık olan kimdir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.)
“Annen!” diye cevap verdi. Adam: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah
(s.a.s.): “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: ‘Sonra kim?’ dedi.
Rasûlullah yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: ‘Sonra
kim?’ Rasûlullah bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı.[345]
“Allah’a yemin ederim ki, eğer annene yumuşak ve güzel söz
söylersen, ona yemek yedirirsen, büyük günahlardan sakındıkça, muhakkak
cennete girersin.”[346]
“Kim kız çocuklarla sınanır (kime kız çocuğu verilir) de onlara
güzel bakarsa onlar, onun için ateşe karşı koruyucu perde olurlar.”[
347]
“Kim iki kıza bakıp ergenlik çağına kadar, onları yetiştirirse,
Kıyâmet gününde o, benimle şöyle olur.” (Peygamber, böyle deyip
[341] Buhârî, İkrâh 4
[342] Nesâî, Zekât 69
[343] Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce; Keşfu’l-Hafâ, hadis no: 1078
[344] Buhârî, Edeb 4
[345] Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1
[346] Buhârî, Edebu’l-Müfred Terc. 1/12
[347] Feyzu’l-Kadîr, II/97
135
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
parmaklarını birbirine geçirmiştir.)[348]
“Kimin üç kızı, yahut üç kızkardeşi veya iki kızı, ya da iki kızkardeşi
olur da onlara güzel bakar, onlar hakkında Allah’tan korkar
(onlara haksızlık etmez)se, onun için cennet vardır.”[349]
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla
yalnız kalmasın!”[350]
Cerîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum.
Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.”[351]
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular
ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama
ikinci bakış aleyhinedir.”[352]
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ebû Süfyan’ın karısı Hind, (bir gün
gelerek) “Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Ebû Süfyan cimri bir adamdır.
Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare
için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor. (Ne yapayım?)”
Rasûlullah (s.a.s.): “Örfe göre sana ve çocuğuna kifâyet edecek miktarda
al!” buyurdular.”[353]
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.)’a dediler
ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden (istifâde husûsunda) erkekler bize
gâlip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün
ayırsanız!” Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine onlara bir gün verdi.
O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara
söyledikleri arasında şu da vardı: “Sizden kim, kendinden önce üç
[348] Feyzu’l-Kadîr, III/496
[349] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9
[350] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
[351] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
[352] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud Nikâh 44
[353] Buhârî, Büyû’ 95, Mezâlim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eymân 3, Ahkâm 14, 180; Müslim, Akdiye 7,
hadis no: 1714; Ebû Dâvud, Büyû’ 81, hadis no: 3532; Nesâî, Kudât 30
136 AHMED KALKAN
çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde
olur!” Bir kadın sormuştu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse?”
“İki de olsa!” buyurdu.”[354]
Hakîm İbn Mu’âviye babasından naklediyor: “Ey Allah’ın Resûlü!
dedim, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” Şöyle
buyurdu: “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da
giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu
terk etmemen.”[355]
ÂILEDE SAĞLIKLI İLETIŞIM
Sağlıklı âile, iki tam insanın kurduğu sağlıklı ilişki üzerinde yükselir.
Kendi kişiliğini bütünüyle gerçekleştirememiş yarım insanlar,
sağlıklı bir âile oluşturamazlar. Eksik kişiliklerin yetiştirdikleri çocuklar
da eksik ve yarım kişilikli olacaktır. Çünkü ana-baba âilenin
mimarıdırlar. Onların kişilikleri, şahsiyetleri, zaafları ve meziyetleri
ister istemez âileyi etkiler.
Bu anlamda kâmil insanlar Allah karşısındaki acziyetlerinin
en fazla farkına varan insanlardır. Böyle bir insan, kendi kusurlarını
itiraf etmeyi, onları yok saymamayı, özeleştiriyi bir “tevbe” gibi
görmeyi bilir. Dolayısıyla kusursuz dost, kusursuz eş, kusursuz evlât
aramaz ve insanların hatalarını gördüğünde sanki kendisi tümden
hatasızmış gibi mahkûm etme ve süpürme yoluna gitmez. Eşine,
âilesine, çocuklarına bir kumarbaz mantığıyla, yani “ya hep ya hiç”
anlayışıyla yaklaşmaz. Doğal olarak, insanî birlikteliklerinin sonucunun
kumarın sonucu gibi ütmek ve ütülmek gibi kesin ve keskin
olmadığını bilir.
Âileyi bir sistem üzerine kurun. Nizamsız ve intizamsız hiçbir
sosyal yapı sağlıklı olmaz. Özellikle en büyük nizama âşık olanların
nizamsız ve intizamsız olmaları düşünülemez.
[354] Buhârî, İlim 36, Cenâiz 6, İ’tisâm 9; Müslim, Birr 152, hadis no: 2633
[355] Ebû Dâvud, Nikâh 42, h. no: 2142, 2143, 2144
137
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Bir âile sisteminin temel ihtiyaçları şunlardır:
1. Varlığın tanınması,
2. Değer duygusu,
3. Emniyet duygusu,
4. Sorumluluk duygusu,
5. Paylaşma ve dayanışma duygusu,
6. Mücâdele duygusu,
7. Mutluluk duygusu,
8. Ahlâkî davranış ve adâlet duygusu,
9. Saf ve temiz bir iman.
Varlığın Tanınması: Bir âilede var olan her bireyin varlığı bağımsız
bir şahsiyet olarak tanınmalıdır. Bunun zıddı fark edilmezlik
ve aldırmazlıktır. Bir âile fark etmediği, varlığına aldırmadığı bir bireyini
ölüme mahkûm ediyor demektir. Çünkü kimi zaman fark edilmemek
ölümden de beterdir. Âilede varlığı fark edilmeyen bireyler,
sürekli sorun çıkararak, hatta âilenin baş belâlısı olarak varlıklarını
zorla fark ettirme yoluna gidebilirler ya da ömür boyu silik, kimliksiz,
kişiliksiz ve pısırık bir tip olarak toplumda “yok gib” hükmünde
olurlar.
Değer Duygusu: Her insan bir dünyâdır ve kendi başına bir değeri
vardır. Âile içerisinde her birey “benim değerim yok” derse, o
fert âile dışında kendisine ilk değer veren kişiye tüm varlığını teslim
edecek ve âile, bir ferdini, hem de vahim yaralar açan bir biçimde
yitirecektir. Evden kaçmalar, ilk gördüğünde delicesine vurulmalar,
ayağı dışarıda olmalar, çoğu zaman âilede ihmal edilen bir duygunun
eksikliğinden kaynaklanır.
Emniyet/Güven Duygusu: Âile fertleri âile içerisinde kendilerini
güvende hissetmelidir. Eğer âile bireyleri âile içerisinde güvende
oldukları kanaatine sahip olmazlarsa, kendilerini güvende hissedecekleri
daha başkalarını tercih ederler ve bu da âilenin parçalanmasını
getirir. Güven duygusunun inançla çok yakın bir irtibâtı vardır.
İnanç insana hem güven verir, hem de başkalarının ona güven duymasını
sağlar.
138 AHMED KALKAN
Sorumluluk Duygusu: Âilede sorumluluk duygusunu öğreten
başöğretmen babadır. Baba, öncelikle kocalık duygusunu yerine getirerek
eşine örnek olmak durumundadır. Ana-baba arasındaki karı-koca
sorumluluğu temeline dayalı ilişki, çocuklara da sirâyet edecek,
birbirlerine karşı sorumluluk duygusu taşıyan eşler, çocuklarına karşı
ana-babalık sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanmayacaklardır.
Âilenin her ferdi iyi bilmelidir ki, her hak bir sorumluluk getirir.
Sorumluluğunu yerine getirmeyenin hakkını kullanmaya kalkması
sözkonusu olamaz. “Hakkım var” sözü “sorumluluğum var” sözüyle
yan yana telaffuz edilmelidir. Âilede çocukların da kendi yaşlarına
göre sorumluluğu vardır ve sorumluluk terbiyesi daha çocuk doğar
doğmaz başlar.
Paylaşma ve Dayanışma Duygusu: Âile içerisinde paylaşma
ve dayanışma duygusu varsa, âile bireylerinin hayat içerisinde karışlaştıkları
tüm zorlukları, âileyle birlikte aşacaklarına olan inançları
pekişir. Bu da âileyi birbirine kenetler ve daha çok fedâkârlık yaparak
zor zamanlar için yatırım yapmalarını sağlar. Paylaşan bir âilede
yetişen birey, başkalarıyla da paylaşmasını bilir ve daha da önemlisi
kendi kuracağı yuvaya paylaşma ve dayanışma duygusunu kolayca
taşır. Bu duygudan mahrum âilelerde yetişen bireyler hayatta bencil,
yalnız, cimri, sorumsuz ve içe dönük olurlar.
Mücâdele Duygusu: A kıllı bir âile yönetimi, mahrûmiyeti n imete
dönüştürmeyi bilir. Evet, mahrûmiyet nimettir. Çünkü o âilede
bulunan bireyler -özellikle de çocuklar- hayatın acı, keder ve sıkıntılarına
karşı mücâdele etmeyi bu sâyede öğrenirler. İyi bir ana-baba,
çocuğuna hiç sıkıntı tattırmayan ana-baba değildir; aksine çocuğuna
hayatta karşılaşabileceği zorluklara karşı direnmeyi, yani sabrı ve
mücâdeleyi öğretendir. En ufak sıkıntıda çocuklarının yardımına koşan
ana-baba, sürekli başkalarından medet uman, kendi imkânlarını
hiç kullanmayan; beceri ve kabiliyetine güvenmeyen marazî bir tip
yetiştirmiş olurlar.
Mutluluk Duygusu: Âile mutluluk ocağı olmalıdır. Eşler birbirlerine
verdikleri değer, sevgi ve saygıyla mutluluğun ağacını dikmeli,
çocuklar da bu mutluluğun meyveleri olmalıdır.
139
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Çocukların varlıkları, sağlıkları, başarıları, bu meyvenin çekirdeğinin
tekrar fidana dönüşmesi anlamına gelir. Şu iyi bilinmeli ki
mutlu olmayan eşler, mutlu çocuklar yetiştiremezler. Fakat her şeyden
önce saâdetin kaynağının Allah olduğu bilinmeli ve o kaynağa
ulaşan kanallar sürekli açık tutulmalıdır. Böyle bir âile fosilin elmasa
dönüşmesine benzer bir biçimde, acılarını ve sıkıntılarını dahi mutluluğa
dönüştürmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır.
Ahlâkî Davranış ve Adâlet Duygusu: Ahlâkî davranış kurallarını
çiğneyen bir âilenin, değil mutlu bir âile olması, varlığını sürdürmesi
dahi mümkün değildir. Ahlâkî davranışın kaynağı insanlık
tarihi boyunca din olmuştur. Çünkü yalnızca din, bir vicdan oluşturur;
ideolojilerin vicdan oluşturduğu görülmemiştir. İslâm’ı en geniş
anlamıyla insanlığın değişmez değerler bütününe verilen ad olarak
tanımlarsak, ahlâkî davranışı oa su değerlerin kendisi olarak algılamamız
gerekecektir. Ahlâkî davranış imandan ayrı düşünülemez.
Saf ve Temiz Bir İman: Allah demek anlam demektir. Allah’sız
bir hayat anlamsız bir hayattır. Hayatına bir anlam katamayan bireyin,
âile oluşturmak gibi sorumluluk gerektiren bir yükün altına girmesi,
dahası bu yükü sonuna kadar götürmesi çok zordur. Allah’a
iman, tevhid inancının birinci basamağıdır. Tevhid inancı, var olan
hiçbir şeyin Allah’tan bağımsız olmadığına inanmaktır.
Bu inanca göre her şeyin bir yeri, görevi, sorumluluğu ve hikmeti
vardır. İnsan kendi kendisine “ben kimim, nereden gelip nereye
gidiyorum, niçim varım, ne olacağım?” gibi temel varlık sorularını
sorabilen tek yaratıktır. Bir fare için peynir sadece peynirdir; ancak
bir insan için peynir hiçbir zaman sadece peynir değildir, olmamalıdır.
İnsanı fareden ayıran, insanın o peynirin oraya “niçin, nasıl”
konulmuş olduğu, “amaç ve nedeni” gibi soruları sorabilmesidir. İşte,
âilede bu imanın yerleşebilmesi âilenin temeli olan ana-babanın böylesine
bir inancı âilede hâkim kılmaları ile mümkündür.
140 AHMED KALKAN
SAĞLIKSIZ KURALLAR SAĞLIKSIZ
ÂILEYI DOĞURUR
Sağlıksız âilede kurallar, açık-seçik ve âile bireylerinin özellikleri,
talepleri, yaratılışları ve ihtiyaçları gözönünde bulundurularak konulmaz.
Sağlıksız âilenin kuralları komünist ve faşist gibi despotik
devletlerin gizli anayasalarına benzer; telaffuz edilmez, lâkin zorakî
uygulanır, uygulanmadığı zaman âile bireyleri başlarına neyin geleceğini
bilirler.
Bu tip âilelerin birinci kuralı, her şeyin göz altında olmasıdır.
Âile reisi Gestapo Şefi edâsı içerisinde âlienin tüm bireylerinin aldığı
tüm nefesleri sayar ve onların üzerinde “her an gözleniyoruz” izlenimi
bırakırlar. Tabii ki âilenin tüm bireylerini olabilecek her türlü
tehlikeden ve ileriki zaman ve farklı boyutlarda karşılaşabilecekleri
tüm tehlikelere karşı korumak, kollamak ve gözetlemek âile reisinin
en tabiî hakkı ve görevidir. Böyle bir âilede ev kışla, âile reisi bir komutan,
âile bir müfreze, âilenin bireyleri de birer emir eridirler.
Her şey komutla yapılır (haydi sofraya! Yat yatağına! gibi). Her
şeyin “kullanma tâlimâtı” vardır, denetim ve teftişlerde kusuru görülen
karavana cezâsından beter cezâlara çarptırılabilir. Âileyi oluşturan
bireylerin irâdelerini kullanmalarına disiplin suçu gözüyle bakılır,
onların düşüncelerini dile getirmeleri hayra alâmet sayılmaz. Âile
bireylerinin görüşlerine başvurulduğu görülmez.
Bu tür âile bireyi, öğrenim, askerlik, iş vb. gerekçelerle âileyi
terk ettiğinde ele-avuca sığmaz, zapt edilmez biri olup çıkar ve âiledeki
tüm yasakların acısını çıkarırcasına büyük bir doyumsuzlukla,
yapmaması gereken şeyleri yapmaya, girmemesi gereken kimliklere
girmeye, almaması gereken şekilleri almaya başlar. O artık boşanmış
bir zemberektir; nerede duracağı belli olmaz. Dengesiz denetim ters
tepmiş ve bu kez ortaya asla denetlenemeyen biri çıkmıştır.
Sağlıksız âilede herkes birbirine güvenirmiş gibi yapar, lâkin
141
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
bu göstermelik ve yüzeysel bir güvendir. Bunun altını kazıdığınızda
derin bir güvensizliğin hâkim olduğunu dehşetle görürsünüz. Eşler
biraz deşildiğinde, birbirlerinin ardından “hımmm!” yaparak, kinâyeli
kinâyeli güvenmediklerini îmâ ederler. Bunu bazen birbirlerinin
gıyâbında açıkça dile getirirler, lâkin yüz yüze gelince aksiymiş gibi
davranırlar. Böyle bir âilede yetişen çocuk güvene dayalı bir ilişki
görmediği için kendisi de gelecek hayatında güvene dayalı ilişki kurmakta
zorlanır. Kendisinin elinden tutmak isteyenlerin ise, mutlaka
bir art niyetlerinin olduğunu düşünür, öyle ya kendisi âilesinde böyle
bir ilişkiye hiç şâhit olmamıştır.
EŞLER ARASI İLETIŞIM VE İLIŞKI
Sağlıklı bir âile için karı-koca ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak
gerekir. Sağlıklı bir âilenin temeli karı-koca arasındaki sağlıklı ilişkiyle
mümkündür. Çocukların gelişmesi için gerekli olan sağlıklı
sosyal yapı, ancak böyle bir âilede ortaya çıkar.
Sağlıklı bir ilişki içine giren tarafların ilk uyması gereken kural,
karşılıklı birbirlerini değerli görmek ve kabullenmek, bununla birlikte
iletişim ve etkileşim kanallarını sonuna kadar açık bulundurmaktır.
Bir: Uzun vâdeli ve kalıcı mutlulukları, kısa vâdeli ve geçici
mutluluklara fedâ etmeyin.
İki: Âileyi oluşturan bireyler olarak, kendi tavır, davranış ve düşüncelerinizden
kendinizi sorumlu tutun.
Üç: Âile içerisinde doğru bildiklerinizi doğru bir üslûpla ve doğru
zamanı kollayarak söyleyin.
Dört: Âiledeki mânevî atmosferi zenginleştirmeyi bencilce istek
ve arzulardan önde tutun. Bunun verdiği iç huzuru ve dinginliği çok
geçmeden tüm âile fertlerinin fark ettiğini hayretle göreceksiniz.
142 AHMED KALKAN
Eşler arası ilişki, aşağıdaki 10 madde ile değerlendirilir ve eksiklik
varsa giderilir:
1. İnsan-insan ilişkisi,
2. Din kardeşliği ilişkisi,
3. Sevgili ilişkisi,
4. Bedenî-cinsî ilişki,
5. Akrabâ ilişkisi,
6. Dost ilişkisi,
7. Arkadaş ilişkisi,
8. Sırdaş ilişkisi,
9. Yoldaş ilişkisi,
10. Kader birliği ilişkisi.
İnsan-İnsan İlişkisi: Bu ilişki türü, her insan için olduğu gibi
eşler arasında da en temel ilişki türüdür. Evli çiftler her şeyden önce
insandırlar. Şu temel espri hiç unutulmamalıdır. Evlilik kurumu, insanı
insanlığa yabancılaştıran bir kurum değildir. Yabancılara karşı
gösterilen asgarî insanî tavır ve davranışı en başta eşler birbirine karşı
göstermekle yükümlüdür.
Din Kardeşliği İlişkisi: Evlilik din kardeşliğini iptal eden bir
kurum değildir. Nikâh akdinin meşrû kıldığı alanlar dışında müslümanın
müslümana yapması yasak olan şeyler iki din kardeşi olan
eşler için de geçerlidir. Zulme engel olmak, iyiliği emretmek, alay
etmemek, küçük görmemek, sevgi ve şefkat göstermek, iyilikle muâmele
etmek gibi.
Sevgili İlişkisi: Sevgi evlilik binâsının çimentosudur. Bu ilişkinin
kurulamadığı evlilikler zorakî birlikteliklerdir. Âile kuran eşler,
âdetâ bir müddet sonra birbirlerinin yüreğine yük olmaya “birbirimize
mecbûruz” tavrı takınmaya başlarlar. Âile kurumuna savaş açan
zevkperestlerin eline koz veren bu tür evlilikler, ahlâksızlığın avukatlarına
“evlilik aşkı öldürüyor” yalanını söyletmektedir.
Bedenî-Cinsî İlişki: Başka hiçbir ilişkiyi karı-koca ilişkisi kadar
zenginleştiremeyecek olan ilişki türüdür. Bir evlilikteki sağlık143
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
lı cinsel hayat, eşler arası mutluluğun ödülüdür. Sağlıklı cinselliğin
yaşanmadığı âilelerde çatışma ve huzursuzluklar kaçınılmazdır. Bu
maddenin ihmalinden dolayı ortaya çıkan huzursuzluklar hep başka
gerçekler altında servise sunulur ve gerçek ya gizlenir ya da çoğu zaman
farkedilmez. Yanlış bir din ve çarpık bir ahlâk anlayışı verilerek
râhip ve râhibeleştirilen kimi erkek ve kadınlar, evlendikten sonra en
doğal ve meşrû bir münâsebet türü olan bu ilişkiyi, kendi doğallığı
içinde gerçekleştirmekte hayli zorlandıkları görülmüştür.
Akrabâ İlişkisi: Bu, kan ve nesep yakınlığı ilişkisidir. Evliliğin
ortak meyvesi olan çocuklar bu ilişki türünün imzasıdır. Eşler
birbirleri için çocuklarının ana-babasıdır. Toprak tohumla birleşip
sarmaş-dolaş olarak çocuk biciminde meyveye durmuştur. İki ayrı
varlık, âdetâ çocukta tevhid olmuştur.
Dost İlişkisi: Evliliği kanatlandıran ve zenginleştiren bir ilişki
türüdür. Herkes karı-koca olur, fakat her karı-koca birbirinin dostu
olamaz. Bunu becerebilen eşler, evliliği taçlandırmanın yolunu bulmuşlar
demektir. Eşler arasında bu tarz ilişkinin kurulması, evliliğin
standartlarının üzerinde oluşunun bir işâretidir. Hz. Hatice ile Hz.
Peygamber (s.a.s.) arasındaki ilişkide işte bu zenginliği görüyoruz.
Arkadaş İlişkisi: Eşler birbirleri için arkadaşlık açısından üç
halde değerlendirilebilir:
1. Birbirleri için ya “hastalık” gibidirler; ki bu durumda birbirleriyle
arkadaşlıkları zorakîdir. “Başa geldi bir kere” mantığıyla sürüklenen
evlilikler buna örnektir.
2. Ya “ilâç” gibidirler; bu arkadaşlık türünde eşler birbirine lâzım
oldukça sığınır, arkadaşlık yaparlar.
3. Ya da “gıda” gibi arkadaşlık ilişkisi; bu ilişki türü arkadaşlık
ilişkilerinin en gelişmişidir ve birbirlerini sürekli desteklerler. Gıda
gibi arkadaşlık kuran eşler birbirlerinin yüreğine yük olmaz, yakıt
olurlar.
144 AHMED KALKAN
Sırdaş İlişkisi: Bu ilişki insanı yalnızlıktan kurtarıp ona sırrını
paylaşacak birini bulmuş olmanın iç huzurunu kazandırır. Her karı-
koca birbirinin sırdaşı olmamakla, sırlarını açacak âile dışı bireyler
aramaktadır. Bu da kimi zaman âile sırlarının ağızlarda sakız olmasına
ve âilenin dağılmasına neden olmaktadır. Sırlarını birbiriyle paylaşamayan
eşler daha başka neleri paylaşabilirler ki?
Yoldaş İlişkisi: Bu, dâvâ arkadaşlığı ilişkisidir ki, aynı amaç
uğruna mücâdele vermek, aynı gâyeye koşmak demektir. Bu, eşler
arasında duygu, düşünce ve eylem birliğinin gerçekleştiğinin göstergesidir.
Bu sâyede âile gâyesiz değil; gâyeli bir âile olur ve o âilede
yetişen çocuklar da, ideal sahibi çocuklar olurlar.
Kader Birliği İlişkisi: Aynı âkıbeti istemeleri, aynı istikbale
yelken açmaları anlamına gelir. Kader birliği ilişkisi, dünya hayatıyla
sınırlı olmayıp daha ötesine uzanan bir birlikteliği hedefler.
SAĞLIKLI İLETIŞIM
Bilinçli ve sağlıklı iletişim anlamlı hayata, anlamlı hayat da sâkin
ve doyuma ulaşmış ruh halinin gelişmesine yol açar. Bunun için de
özgür ortam şarttır. Özgür ortam içerisinde yapılan iletişim toplumsal
sorunların çözümüne olduğu kadar, kişiler arası, özellikle âile içi
sorunların çözümüne de katkıda bulunur.
Âilede sağlıklı iletişimin temel şartı üçtür:
1. Muhâtaba Saygı: Bu, insan-insan ilişkisinin olmazsa olmaz
şartıdır. Saygı duymadığınız, varlığını kabullenmediğiniz, önem ve
değer vermediğiniz hiç kimseye sağlıklı ve başarılı bir ilişki kuramazsınız.
Nedense eşler, kimi kritik zamanlarda, birbirlerine insanlıkta
eş ve dinde kardeş olduklarını unuturlar ve dışarıdan, tanımadıkları
birine karşı gösterdikleri asgarî saygıyı birbirlerine karşı
göstermekte cimri davranırlar.
145
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
2. Doğal Davranış: Bu, yapmacık ve sentetik davranışlardan
uzak durmaktan, muhâtabınıza samimi ve dürüst davranmaktan geçer.
Samimiyetsiz ve yapmacık davrananların ilişkisi, gerçek bir ilişki
değil, sentetik bir ilişki olacaktır. Sentetik ilişkilerse sağlıksız ve
her iki tarafı da aldatan çürük ilişkilerdir. Böylesine çürük insanî bir
ilişki üzerine, değil bir âile, sıradan bir dostluk bile binâ edilemez.
3. Empati: Empatinin anlamı, kendimizi karşımızdakinin yerine
koymaktır. Olaylara ve eşyaya bir de onun durduğu yerden bakmayı
denemek, muhâtabımızı anlamanın en kestirme ve kesin yoludur.
Mümkündür ki onun penceresinden farklı göründüğü için öyle
davranmakta ya da öyle algılamaktadır. Eşler birbirlerini suçlayıp,
yargılayıp, mahkûm edip, infâz etmeden önce mutlaka anlaşmazlık
konusu olan şeye bir de karşı pencereden bakmayı denemeli ve kendisini
muhâtabının yerine koyabilmelidir.
Âilede sağlıklı bir iletişim için kesinlikle şu dört soruya doğru
cevap vermeniz gerekir:
1. Ne söyleyeceksiniz?
2. Ne zaman söyleyeceksiniz?
3. Nerede söyleyeceksiniz?
4. Nasıl söyleyeceksiniz?
Bir doğrunun sadece doğru olması yetmez, o doğrunun doğru
bir zamanda, doğru bir yerde, doğru bir kişiye ve doğru bir üslûpla
söylenmesi gerekir. Eğer bunlardan biri yanlış olursa, söylediğiniz
doğrunun doğru olması etkili olmasına yetmediği gibi, sizin muhâtabınızla
ilişki kurmanıza da yetmeyecektir.
146 AHMED KALKAN
KADINLARLA; ÖZELLIKLE EV VE ÇOCUKLAR
KONUSUNDA İSTIŞÂRENIN ÖNEMI
“Kadınlarla istişâre edin, fakat onların sözüne uymayın” diye
sahih bir hadis var mı? Bu konuda esas nedir? Kadınlarla istişârenin
hükmü nedir?”
Hemen kaydedelim ki, kadınla istişâreyi mutlak bir ifade ile reddetmek,
hem Kur’an ve hem de sünnette gelmiş bulunan muhkem
naslara aykırıdır. Açıklayalım.
1- Kur’an’a Göre: Kur’ân-ı Kerim’de, kadınla istişâreyi ne sarahaten
ne de zımnen men eden bir âyet vardır. Aksine bazı meselelerde
kadınla istişâre emredildiği gibi, muhtelif istişâre örnekleri de vardır.
a- Çocuğun süt emme müddeti Kur’ân-ı Kerim tarafından iki yıl
olarak tesbit edildikten sonra, aynı âyetin devamında, anne ile baba,
aralarında istişâre ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri belirtilir:
“Ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce)
sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur.”[356]
b- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir âyette, yine
çocuğun emzirilmesi meselesinde bu işi bizzat annenin varılacak mutabakatla,
ücretle yapabileceği belirtilir: “Çocuğu sizin için emzirirlerse,
onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın,
eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir.”[357]
c- Kadınla istişâre bahsini münakaşa eden âlimler tarafından da
delil olarak zikredilen, daha ikna edici bir diğer Kur’anî delil Hz.
Mûsâ’nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber’e, kızı
tarafından yapılan teklifi içeren âyettir: “İki kadından biri: ‘Babacığım!
Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve
güvenilir adamdır’ dedi.”[358] Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu
[356] 2/Bakara, 233
[357] 65/Talâk, 6
[358] 28/Kasas, 26
147
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
teklifi kabul eder ve Hz. Mûsâ çoban olarak tutulur.
d- Kur’ân-ı Kerim’de verilen çeşitli istişâre örneklerinden biri
Sebe Melikesi (Belkıs) ile alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman’dan tehdidkâr
bir mektup alır. Bunun üzerine, askerî komutanlarının da hazır
bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve fikirlerini sorar: “Ey ileri
gelenler! Ben Süleyman’dan mühim bir mektup aldım. Bismillâhirrahmânirrahîm
diye başlıyor ve “Sakın bana âsi olmayın, teslim olarak
bana gelin” diyor. Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir husûsunda
bana fikrinizi söyleyin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça
bir iş hakkında kesin bir hüküm vermedim.”[359]
İstişâre adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını
kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler:
“Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten fazla
anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!” Hanım lider kararını
verir: “Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri vakit orasını tahrib
edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil kılarlar. (Süleyman’ın askerlerinin
de) yapacakları budur. Ben onlara bir hediye göndereyim de,
elçilerin ne ile döneceklerine bakayım.”[360]
2- Sünnete Göre: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinde de durum
Kur’andakine yakındır. Zira Rasûlullah da bir kısım meselelerde kadınlarla
istişâreyi mükerrer hadislerinde emretmiştir. Ayrıca birçok
kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel ettiği
de Ashab tarafından rivâyet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla
istişâreyi yasaklayan bazı zayıf rivâyetler de vârid olmuştur. Nitekim
konuya girerken kaydettiğimiz soruda zikredilen muhtevâ, böyle bir
rivâyetin tercümesidir. “Kadınlarla istişâre edin, fakat onlara muhalefet
edin.” (Aslında, bu rivâyete ciddî hadis kitaplarında rastlanmaz.)
Münâvî tarafından “muteber bir aslının olmadığı” belirtilen bu
rivâyeti[361] g enişçe t ahlile t abi t utan S ehâvî, e l-Makaasıdu’l-Hase-
[359] 27/Neml, 30-32
[360] 27/Neml 33-35
[361] Münâvî, Feyzu’l-Kadir 4/263
148 AHMED KALKAN
ne’de şu bilgileri kaydeder: “Ben bu sözün Hz. Peygamber’e nisbet
edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer’e nisbet
edilen, bu söze yakın şu rivâyeti kaydeder: “Kadınlara muhâlefet
edin. Zira onlara muhâlefette bereket vardır.” İbn Lâl, içinde çok zayıf
râvîden başka inkıtânın (yani kopukluğun) da yer aldığı bir senedle
-ki aynı senedle hadisi ed-Deylemî de rivâyet etmiştir- şu rivâyeti
kaydeder: “Enes’in rivâyetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Sizden hiç kimse istişâresiz bir iş yapmasın. Şâyet kendisine
fikir verecek birisini bulamazsa, bir kadınla istişâre etsin, ama ona
muhâlefet etsin. Zira kadına muhâlefette bereket vardır.”[362]
Bu konuda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) nisbet
edilen diğer bir rivâyet de Hz. Aişe ve Zeyd İbnu Sabit’ten gelmektedir:
“Kadınlara itaat pişmanlıktır.” Ne var ki, âlimler bunun da
“sahih” değil, “zayıf” (ve bazısı da mevzû) olduğunu belirtirler.[363]
Ancak, aynı mânâyı ifade eden, zayıf da olsa başka rivâyetler de
gösterilebilir.[364] Suyûti, el-Leâli’de -II/174-: “Kadınlara itaat ettiği
zaman erkekler helâk olmuştur” rivâyetini de kaydeder. Suyûtî bu rivâyeti,
Taberânî ve Hâkim’in tahric ettiğini, Hâkim’in hadise “sahih”
hükmünü verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve
bahsi “Allahu a’lem -doğruyu Allah bilir- sözüyle kapar.).
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: “Hadis ilminin umumi
prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de amel edilebildikten başka,
bir mevzûda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini
kuvvetlendirir ve ayrıca “sahih bir asl”a dayandıklarını gösterir. Şu
halde, bu meselede aynı prensip mûteber olamaz mı?”
Cevap: Evvelâ, zayıf hadisle amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak,
zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin âyete veya
sahih hadise muhâlefet etmemesi, bir başka ifade ile, o mevzûda zayıf
hadisten başka “nass”ın bulunması lâzımdır. Yukarıda görüldüğü
[362] Sahâvî, el-Makaasıdu’l-Hasene, s. 248-249
[363] Keşfu’l-Hafâ, II/3; Geniş bilgi için, bak. Münâvî, a.g.e., 4/262-63
[364] Üsdü’l-Ğâbe 2/205; 6/275
149
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
üzere, “Kadınla istişâre etmeyin” ifadesi değil sahih hadislere, bizzat
Kur’an’a aykırıdır.
İkinci olarak; Bu mevzûdaki zayıfların birbirini destekleyip
kuvvetlenmeleri ve bir “sahih asl”a delâlet etmeleri meselesine gelince,
sözkonusu rivâyetlerin ifade ettiği manayı “mutlak” değil “mukayyed”
olarak alırsak cevap müsbet olabilir. “Kadınlarla istişâre
edin ve fakat muhalefet edin” veya “kadınlara itaat pişmanlıktır”,
“kadınların re’yi ile amel kalbi ifsad eder” gibi rivâyetler söylendiği
şekilde yani mutlak olarak alınınca, “hiçbir meselede, hiçbir sûrette,
hiçbir kadınla istişâre etmeyin” mânâsı çıkar. Hâlbuki en azından
bazı meselelerde istişârenin bizzat Kur’ân-ı Kerim’de emredildiğini
gördük. Sünnette gelen deliller ise daha çoktur.
Sünnette Nazarî Beyan: Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatında
kadınlarla istişâre örnekleri eksik değildir. Burada da, örneklere geçmeden
önce, istişâreyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve
reddedici mahiyette olan bazı rivâyetleri kaydedeceğz. Bunlar bazı
meselelerde “kadınlarla istişâre etmeyi” emretmektedir:
“Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişâre edin.” [365]
“Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin.”[366]
“Bâkire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir.”[367]
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire
kız da izni alınmadan nikâhlanmamalı.”[368]
Görüldüğü üzere, özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede fikrinin
alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) kızın arzusu hilâfına, babası tarafından ger-
[365] Üsdü’l-Ğâbe, 4/15
[366] Ebû Dâvud, Nikâh 24
[367] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
[368] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
150 AHMED KALKAN
çekleştirilen bir kısım nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.[369]
Rasûlullah’ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızası hilâfına
yapılan nikâh akitlerinin bâtıl olacağına hükmetmiştir.[370]
Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde
“istişâre etmek”le kayıtlı ve me’mur değildir. Bu hususu te’yid
eden bir rivâyette “Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlarla da istişâre eder,
onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi” denmektedir. [371]
Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla istişâre edip de beyan edilenin
aksini yaptığını tespit eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî’de “kızıl
rüzgâr”la alâkalı hadiste geçen “kişi annesine bakmaz, kadınına
itaat eder” cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan istişâre değil,
annenin ihmal ve istiskal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste, “... babasına
bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir” denmektedir.[372]
Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişâre husûsunda nazari beyanlardan
başka, fiilî örnekler de mevcuttur:
1- İlk örnek olarak, nübüvvetin başlangıcına ait bir vak’ayı zikredebiliriz.
Rasûlullah (s.a.s.) henüz peygamberliği husûsunda bilgi
ve yakin sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte
olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar
oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra,
gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tâhire
validemize açtılar. Vâlidemiz (r.a.), Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle teselli
etti: “Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba
hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de
ikram edersin...” [373]
2- Değişik bir örnek “ifk (iftira)” hâdisesiyle alâkalıdır Âyet-i
kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda teferruatıyla açık-
[369] Buhârî, İkrâh 4
[370] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 15/351; Azimâbâdî, Avnu’l-Mabud 6/119
[371] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr 1/27
[372] Tirmizî, Fiten 38
[373] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1
151
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
lanan ifk yani Hz. Âişe vâlidemize (r.a.) münâfıklarca yapılan iftira
hâdisesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) zevce-i tâhireleri hakkında geniş
bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri
gelenlerin değil, Berire -ki Hz. Âişe’nin câriyesi idi- gibi câriye bir
kadının da fikrine mürâcaat etmişti.[374]
3- Üçüncü örnek, diğerlerinden hem daha meşhur, hem de mühim
bir istişâre hâdisesidir. Kadınla istişâre meselesini ele alan alimler,
istişârenin câiz olduğunu söylerken, delil olarak bunu kaydeder.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın Hudeybiye Barışı sırasında zevcesi Ümmü Seleme’nin
tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak’a. Kısaca özetleyelim:
Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Rasûlullah
(s.a.s.) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke’ye müteveccihen
yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler.
Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır.
Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber yanındakilere:
“Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı tıraş edin”
emrini verir. Ne var ki Ka’be’yi tavaf için gelmiş bulunan Ashâb,
barış anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı için tavaf yapmadan
umre ile ilgili tıraş olmak, kurban kesmek gibi diğer menâsiki
de yapmaktan imtina ederler.
Rasûlullah emri üç kere tekrarlar. Ashâb yine de şaşkın şaşkın
bakınmakla mukabelede bulunurlar. Rasûlullah son derece öfkeli
halde, çadırına, zevce-i pâkleri Ümmü Seleme vâlidemizin (r. anhâ)
yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer: “Neyin var ya Rasûlallah?”
“Hayret, ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı
kesin, tıraş olun, ihramdan çıkın!’ diye emrettim, hiç kimse
bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme
bakıyorlar.”
“Yâ Rasûlallah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka
sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir.”
[374] Buhârî, Şehâdât 16
152 AHMED KALKAN
Bu tavsiye üzerine Rasûlullah (s.a.s.) gider ve kurbanlık devesini
keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) dediği gibi,
Rasûlullah’ı gören ashâb-ı güzin de teker teker kalkıp kurbanlarını
keserler.[375]
İmâmu’l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: “Beyan ettiği fikirde
isabet etmiş Ümmü Seleme’den başka kadın bilinmiyor” demiş
ise de, kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb’ın kızı örnek gösterilerek
tenkid edilmiştir. [376]
Ashab’tan Örnek: Kadınla istişâre meselesindeki ıtlakı kaldırıp,
tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab’tan kaydedelim:
1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak’adır. Hz. Ömer, bir cuma
hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için,
bir tahdid getirerek, mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman,
cemaatte bulunan bir kadın âyet okuyarak: “Ey Ömer, Allah “Bir eşin
yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altun vermiş
olsanız bile, ondan bir şey almayın...”[377] diyerek sınırlamazken, sen
nasıl sınır koyarsın?” diye müdâhale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a.): “Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti
ve cedeli kaybetti” diyerek kendi iddiasından rücû edip kadının görüşüne
uyar.[378]
2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzûmuz açısından daha dikkat
çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (r.a.), kocası cihada gitmiş
olan bir kadının “bekârlıktan” yakındığını işitince, kızı Hafsa vâlidemize
(ve kadınlardan tecrübeli olanlara[379] mürâcaat ederek: “Kızım
(söyle bakayım), bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya
tahammül edebilir?” diye sorar ve aldığı cevaba dayanarak askerlik
[375] Vâkidî II/613
[376] Keşfu’l-Hafâ 2, 3
[377] 4/Nisâ, 20
[378] Bak. Bâkillânî, et-Temhîd s. 199
[379] Said İ bn Mansur, Sünen I I/186; B âkillânî, a.g.e. s. 198; İ brahim Canan, H z. Peygamber’in
Sünnetinde Terbiye, s. 526-527
153
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
müddetini altı ay olarak tahdid eder/sınırlar.[380]
3- el-İsâbe’de İbnu Hacer’in kaydettiği bir rivâyet, istişâreye son
derece ehemmiyet veren Hz. Ömer (r.a.)’in, zaman zaman, akıl ve faziletçe
üstün, okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah’a
da mürâcaat ettiğini ve hatta onun görüşünü başkalarının görüşüne
tercih edip, uyduğunu belirtir.[381]
4- Hâlid İbn Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fâtıma Bintu’l-
Velid ile istişâre etmiştir.[382]
5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf’ın Hz.
Ömer’den (r.a.) sonra halife tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman’ı belirlerken
üç gün herkesten fikrini sormuş bu meyanda kadınların da
görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslâm’da kadınların rey hakkı
meselesine en iknâ edici örnektir.[383]
Meseleyi rivâyetler açısından özetlemek gerekirse, kadınla istişâreyi
kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir.
Üstelik cevazına delalet eden rivâyetler çoktur. Kur’anî örneklerden
başka, bizzat Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)’in ve bir kısım
meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişârenin fiilî örnekleri
vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet edebilme
ihtimaline karşı da “Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak
gerekmektedir” deriz.
Bu Konuda Temel Prensip: Kadınla istişâre meselesini, istişâre
adabı üzerine, alimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği umumi
prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden
olarak, müşâvirin “liyâkat”ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur.
Öyle ise istişâre etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi
[380] İsâbe 4, 341
[381] Üsdü’l-Ğâbe, 7/233
[382] İbn Kesir, el-Bâisu’l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183
[383] Said İ bn Mansur, Sünen I I/186; B âkillânî, a.g.e. s. 198; İ brahim Canan, H z. Peygamber’in
Sünnetinde Terbiye, s. 526-527
154 AHMED KALKAN
ve tecrübesiyle alâkalı değilse elbette ona mürâcaat fayda değil, zarar
getirebilir. Nitekim Münâvî, “Kadınlara itaat pişmanlıktır” rivâyetini
-zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- “erkeklere ait işlerde”
diye kayıtlar.[384]
Liyâkat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü,
ihtisas, tecrübe ve alâka gibi mürâcaatı meşrû ve gerekli kılan bir
vasfı taşımadıkça, sırf “erkek olduğu için” erkeğe mürâcaat hiçbir
alim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde,
Hz. Şuayb’ın kızının, o meselede bilgi ve dirâyet sahibi olduğunu
gösteren rivâyetleri müfessirler kaydederler.[385]
Şu halde liyâkatli olan herkes, kadın veya erkek, istişâreye layıktır.
Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyâkattir.
Şurası da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı, çoğunlukla,
erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Bu sebeple,
onlarla istişâre mevzûunda ihtiyatlı hareket etmek gerekir.
Nitekim, beşerin tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hâkimiyet
kurduğu sarayların, çeşitli entrikalarla kaynayarak “devletleri ve saltanatları
fesada götürdüğünü” tesbit etmiştir.[386] Öyleyse, kadınlarla
istişâreyi yasaklayan rivâyet, bu beşerî tecrübenin, hadis formuna dökülmüş,
öfkeli ve mübâlağalı bir ifadesi olabilir, mutlak bir hakikat
değil.[387]
[384] Feyzu’l-Kadir 4, 262
[385] İbn Kesir 5/273
[386] Feyzu’l-Kadîr, 4/263
[387] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, c. 16, s. 158-1
155
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
YOZLAŞAN GELENEKSEL TAVIR; KADINI
AŞAĞILAYAN UYDURMA HADISLER VEYA
KUR’AN VE SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜNDE
DEĞERLENDIRILMESI GEREKEN RIVÂYETLER
Bilindiği gibi İslâm dininin ana kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. İkinci
sırada ise Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sözleri, uygulamaları, açıklama
ve takrirleri gelir. Kur’ân-ı Kerim, bizzat Hz. Peygamber’in sağlığında
yazıya geçirildiği halde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadisleri/
sözleri, sonraları yazılmıştır. İşte bu yüzdendir ki, birçok söz Hz.
Peygamber’e isnad edilebilmiştir. Bu itibarla Peygamberimizin hadislerinden
yararlanırken çok dikkatli olmak gerekir. Şurasını hiçbir
zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
sözleri asla Kur’ân-ı Kerîm’e ters düşmez. Çünkü Peygamberimizin
görevi, Kur’an’a ters düşmek değil; aksine onu açıklayıp ona uygun
hareket etmektir. Bu itibarla Kur’an’a ters düşen bir rivâyetle karşılaştığımızda
onun uydurma olduğu husûsunda en ufak bir kuşkumuz
dahi olmamalıdır. Yine iyice bilinmelidir ki çeşitli mezhep ve fırkalar
tarafından kendi görüşlerini desteklemek üzere birçok hadis uydurulmuştur.
İslâm’a düşmanların İslâm’ı içten yıkmak için hadis uydurmalarının
ve dinî, sosyal ve kişisel çıkar temini için bunu yapanların
yanında, cehâlet ve bağnazlığın yönlendirdiği şekilde kendi anlayışlarına
göre İslâm’a hizmet etmek için de hadis uydurulmuştur. Kadınlara
ilişkin uydurulan sözlerin de çoğunlukla “kadınları toplumun
fitnesinden, toplumu da kadınların fitnesinden koruyup gözetme”
gibi amaçlara mâtuf oluşları muhtemeldir. Ancak, sebebi ne olursa
olsun, hadis uydurmayı normal karşılayan kimselerin kapasitesi ve
mantığınca maslahat sayılan ifâdeler, kadınları eksik ve kusurlu,
fesâda ve fitneye yol açacak ve erkekleri yoldan çıkarmak için şeytana
yardımcı olan ikinci sınıf insan cinsi saydıran; bu yönleriyle de
İslâm’ın evrensel ve ebedî mesajını bulandıran, İslâm’a yapılan saldırılarda
yoğunlukla kullanılan, din düşmanlarının eline fırsat veren ve
dine iftira eden dayanaklar olmuşlardır.
Nice konularda olduğu gibi, kadın konusunda da Kur’an’la uyuş156
AHMED KALKAN
mayan birçok hadis uydurulmuş, Kur’an’a ters görüşler din adına
ortaya atılmış ve kadını aşağılayıcı uygulamalar din adına ortaya
konulmuştur. Kur’an’ın büyük bir devrimle kadın haklarını yerleştirmesi
ve asr-ı saâdetteki kadınların hemen her konuda erkeklerle
aynı haklara sahip olması gibi prensipler zamanla yozlaştırıldığı ve
aslî çizgisinden saptırıldığı halde, evet bütün bunlarla birlikte, Ortaçağdaki
Batıda ve tüm dünya ülkelerindeki uygulamalarla karşılaştırıldığında
kadınlara en az haksızlık müslüman toplumlarda ortaya
çıkmıştır. Buna rağmen, kadını aşağılayıcı mâhiyette olan sözleri,
âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve kadın haklarını topluma yerleştirmede
büyük gayretler sarfetmiş Hz. Peygamber’in söylemiş olması
asla mümkün değildir.
Bazı dinî eserlerde yer alan, halk arasında da sahih hadismiş gibi
kabul edilen rivâyetlerin en meşhur olanlarını gözler önüne sermenin
(bazı küçük sakıncalarına rağmen), faydasının daha büyük olduğu
kanaatiyle bunlardan yola çıkarak kadın hakkında değerlendirme yapılmasın
diye belirtelim. Bunlardan bir kısmı, mevzû/uydurma, bir
kısmı zayıf, bir kısmı da anlamı ve üslûbu yönüyle şüphe uyandıran,
eğer sahih iseler Kur’an bütünlüğü içinde te’vil edilmesi veya mecâzî
olarak yorumlanması gereken sözlerdir:
“Şâyet ben, bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek
olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.”
“Eğer kocanın tepesinden ayağına kadar bütün bedeni irinler
içinde kalıp hanımı o irinleri diliyle silerse, yine de ona karşı teşekkür
etmek vazifesini edâ etmiş sayılmaz.”
“Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve evde.”
“Erkeğe, hanımını ne sebeple dövdüğü sorulmaz.”
“Kadınlara itaat, pişmanlıktır.”
“Kadınlara danışın, fakat onların dediklerinin tersini yapın.”
157
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Kadınları Allah Teâlâ geride bıraktığı gibi siz de geride bırakın.”
“Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı fitne fesat olarak
hiçbir şey bırakmadım”
“Kadınların akılları şehvetlerindedir.”
“Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin.
Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr’u da iyi öğretin.”
“Havvâ olmasaydı, hiçbir kadın kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları
da olmasaydı (bekleyen) et bozulmazdı.”
“Cennet sâkinlerinin en azı kadınlardır.”
“Kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil ettiğini gördüm Aklı
ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan kadınlardan
başkasını görmedim.”
“Kadın üzerinde en fazla hakkı olan kişi kocasıdır; erkek üzerinde
en fazla hakkı olan kimse ise annesidir.”
“Hangi kadın, kocası kendisinden râzı olarak vefat ederse, cennete
girer.”
“Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz,
ayaklarının tozunu yüzlerinize silerdiniz.”
“...Kadınların dinleri ve akılları eksiktir.”
“Şüphesiz kadın, karşınıza bir şeytan sûretinde gelir ve bir şeytan
sûretinde gider.”
“Kadın avrettir, dışarı çıktımı şeytan ona istişrâf eder/muttalî
olur.”
158 AHMED KALKAN
“Kadınlar arasında sâliha kadın, yüz tane karga arasında alaca
bir karga gibidir.”
“Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir.”
“Kadınlara danışmayın, onlara muhâlefet edin. Kadınlara muhâlefet
edin, zira kadınlara muhâlefet berekettir.”
“Kadınları önünüze geçirmeyin, onların üç adım önünden yürüyün.”
“Kadınları yüksek yerde oturtmayın.”
“Kadınlar için kabir daha hayırlıdır.”
“Kadınların hayırlı işi, yün eğirmektir.”
“Kadın, kocasından izinsiz evden çıkarsa, her şey onu lânetler.”
“Kadınları aç ve çıplak bırakın.”
“...Kadın bir eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en
eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi
haline bırakırsan eğri halde kalır...”
“Kadınlar (muhâlefette ve istediklerini yapmada erkeklerden)
baskındırlar.”
“(Namaz kılanın önünden geçen) kadın, köpek ve eşek (ve domuz),
namazı keser.”
“...Cehennem ehlinin çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm.
‘Neden ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sordular. (Cevâben:) “küfürlerinden
dolayı” buyurdu. ‘Allah’ı mı inkâr ediyorlar?’ (diye tekrar) sordular.
“Kocalarına karşı nankörlük ederler; iyiliğe karşı nankörlük
ederler. İçlerinden birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra, senden
159
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
bir şey görse, (hemen) ‘senden asla hiçbir hayır görmedim ki!’ der.”
Amr bin el-Âs’dan diyor ki: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte
bir dağ yolunda bulunurken, ansızın şöyle dedi: “Bakın! Bir şey
görüyor musunuz?” Biz dedik ki: ‘Kargaları görüyoruz. İçlerinde,
gagası ve ayakları kızıl renkli, alaca bir karga var.’ Rasûlullah şöyle
buyurdu: “Kadınlardan cennete girebilecek olanlar, ancak şu (siyah)
kargalar içindeki alaca karga gibi olanlardır.”
Genellikle bu tür rivâyetler ilim sahipleri ve araştırmacılar tarafından
eleştirilmiş veya Kur’an’a uygun şekilde te’vil edilip yorumlanmış
ise de; bu eleştiri ve yorumlar, kadını horlayan geniş kitlelere
ulaşamamıştır. Örneğin İbn Hazm, “İnsanın insana secde etmesi câiz
olsaydı, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim” mealindeki
hadisi, râvîsi Şerik bin Abdillah, müdellistir, münker hadisleri
zayıf râvîlerden alır, onların adını gizleyerek güvenilir râvîlere nisbet
eder” diyerek cerhetmiştir. İbn Hazm, Hz. Âişe’den nakledilen, “Kadın
üzerinde en fazla hakkı olan kişinin kocası, erkek üzerinde en
fazla hakkı olan kimsenin ise annesi olduğu”na dâir hadis rivâyetini
reddederken de şöyle der: Ebû Utbe (hadisi rivâyet eden şahıs), meçhuldür,
onun kim olduğu bilinmiyor. Üstelik Kur’an ve sahih hadis,
böyle bir hükmü geçersiz kılmaktadır.”[388]
Bu rivâyetlerden yola çıkılarak kadının küfre yakın nankörlüğüyle
birlikte, âile reisi erkeğin kutsallığı(!) ile ilgili Kur’an ve Sünnet
çizgisinden nasıl uzaklaşılıp yozlaşıldığı konusunda yüzlerce örnekten
birini, ibret olsun diye verelim. “...Onlardan (kadınlardan)
birine dünya durdukça iyilik etsen, sonra senden bir şey görse (hemen)
‘senden asla hiçbir iyilik görmedim ki!’ der.” Bu rivâyette tarif
edilen “katıksız nankörlük” durumunu izah sadedinde İbn Hacer’in
haber ile ilgili yorumları, Buhârî’nin İman bölümü içinde -sözkonusu
rivâyete dayanarak- bir alt başlığın adını: “Kocaya Karşı Nankörlük
ve Küfür Olmaksızın Küfür” şeklinde belirleyerek verir. İbn Hacer’in
Kadı Ebû Bekir b. El-Arabî’den naklettiği görüşler, bu rivâyetin içi-
[388] Bak. İbn Hazm’ın Kütüb-i Sitte’ye Bakışı, Selman Başaran, İslâmî Araştırmalar, c. 2, sayı
19-20, s. 6
160 AHMED KALKAN
ne yerleştirildiği bağlamı ortaya koyması açısından oldukça ilginç ve
önemlidir. Buhârî’nin meşhur şerhi Fethu’l-Bârî’den iktibas edelim:
“Kadı Ebû Bekir bin el-Arabî, bu (bab başlığının) şerhi sadedinde,
şunları söylemiştir: ‘Musannıfın bundan murâdı, itaatin iman
olarak isimlendirildiği gibi, meâsînin (günahların) de küfür olarak
isimlendirilebileceğini beyan etmektir. Fakat kadına küfrün atfedildiği
yerlerde kastedilen, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Birçok
günah çeşidi arasında, kocaya karşı nankörlüğün özel olarak seçilmesi
(Rasûlullah’ın şu sözüne atfen), hoş bir inceliktir.
Hadis şöyledir: ‘Eğer birinin birine secde etmesini emredecek
olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.’ Buna göre,
kocanın hakkı, Allah’ın hakkı ile eş düzeyde mütâlaa edilmiştir. Kocanın
karısı üzerindeki hakkı bu dereceye ulaşmışken, kadın kocasına
karşı nankörlük ederse, bu onun, Allah’ın hakkını küçük gördüğüne
dâir bir delil olur. Bu sebeple ona küfür ıtlak edilir; ancak bu
dinden çıkarmayan bir küfürdür.”[389]
“Uğursuzluk evde, kadında ve kısraktadır” şeklindeki Ebû Hüreyre’nin
rivâyet ettiği meşhur hadis rivâyetine ise, Hz. Âişe, duyduğu
zaman itiraz ederek şunları söylemiştir: “Kur’an’ı Ebu’l-Kasım’a
indirenin hakkı için, bu hadisi aktaran yalan söylemiş. Rasûl (s.a.s.)
ancak şunu dedi: “Câhiliyye ehli şöyle derlerdi: ‘Uğursuzluk; binek
kadın ve evdedir.”
Bu bağlamda bir hadis rivâyetinin eleştirisine, Mısır’lı mütefekkir
Muhammed Gazzâli, şöyle yer veriyor: Buhârî’nin isnâdıyla
rivâyet ettiği hadisin metni şöyle: “Havvâ olmasaydı hiçbir kadın
kocasına ihânet etmezdi. İsrâiloğulları da olmasaydı (bekleyen) et
bozulmazdı.” Muhammed Gazzâli, bu rivâyete ilişkin olarak şunları
söylüyor: “Âdem’e ihânet eden Havvâ, nasıl ve kiminle ihânet etmiştir?
Bu söz, tamâmen Hıristiyan akîdesine benziyor. Kâ’bu’l-Ahbar’ın
söylediği bu sözü, Kur’an reddetmiştir. Bilakis Kur’an, Âdem’i
cennetten çıkaranın Havvâ değil; şeytan olduğunu belirtmiştir. Hav-
[389] Fethu’l-Bârî, 1/105; Umdetu’l-Kari, 1/203
161
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
vâ’nın Âdem’e ihâneti kesinlikle İslâmî bir anlayış değildir. Ahd-i
Atîk’ten kalma bir sözdür. Etin bozulup bozulmaması ise, tamâmen
tabiî bir kanundur. Bekletilen et bozulur. Bu rivâyetin akla ve mantığa
ters düştüğü âşikârdır. Kabulü mümkün değildir.[390]
Uydurma veya Peygamber (s.a.s.)’in konuşmalarından yanlış aktarılan
hadislerin yanında; mantık ve anlam itibarıyla çirkin ve zorlayıcı,
Kur’an ahkâmına ve sahih sünnete aykırı da olsa halk içinde dinî
bir hassâsiyetle ve teslimiyetle kabul görerek yaptırım gücüne sahip
olan kıssalar da, kadına uğursuzluk ve aşağılama atfeden anlayışları
besleyip desteklemiştir. Bu kıssalarda genellikle kadının zihinsel
yetersizliği ve akılsızlığı, irâdesizliği ve güvenilmezliği, nankörlüğü
ve kadirbilmezliği, cinsel açıdan zaaf içinde ve dirençsiz oluşu,
gösteriş düşkünlüğü yüzünden denetlenmesinin gerekliliği, okuyup
yazmasının sakıncaları gibi konuların; zaman zaman edebe aykırı,
müstehcenliğe varan bir üslûpla işlendiği görülmektedir. Bu tür
kıssa ve menkıbelerin müslümanlar nezdinde yüzyıllardır mûteber
olan âlimlerin/yazarların kitaplarında kayıtsız yer edişleri ise ayrı bir
problem teşkil etmektedir.[391]
Geleneksel bakış açısında müslümanların, kadını bu derece aşağılayan
ve Kur’an’a tamamen ters söylemleri Rasûlullah (s.a.s.)’ın
ağzına nasıl yakıştırdıklarını doğrusu anlamak mümkün değildir.
Kadını ikinci sınıf varlık gören, erkeği dünyada ve âhirette üstün sayan,
bunun sebebini de savaş gücünün olmasında, Cuma namazına
iştirâk edebilmesinde, sakallı ve sarıklı olmasında bulan bir düşünce
ile; üstünlüğü takvâda gören Kur’anî bir anlayış elbette bağdaşamaz.
Geleneksel değerlendirmeler, maalesef bize, üstünlüğün takvâda olduğunu
vurgulayan İslâm değerleri yerine, kadını hor gören, ikinci
sınıf varlık sayan câhiliyye düşüncelerini hatırlatmaktadır.
Bu bakış neticesinde, kadının erkeğe kayıtsız şartsız itaati, onun
her alanda kendisinden üstün olduğunu bilmesi, iki adım gerisinden
yürümesi, fitne çıkarmamak için mescidlere gitmemesi, namazını
[390] Bak. Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açıkoturum, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı 2, s. 100-118
[391] Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İs. Araş. c. 10, sayı 4, s. 245
162 AHMED KALKAN
evinin en ücrâ köşesi olan yatak odasında kılması, sesini erkeklere
hiçbir şekilde duyurmaması, buna rağmen cehennemin çoğunluğunu
kendi cinsinin oluşturacağına inanması, kemikleşmiş gelenek içinde
kadına “takvâ” başlığı altında sunulmuş, toplumdan soyutlanıp evine
kapanabildiği ve bunları uygulayabildiği ölçüde takvâda ileri gideceği
düşüncesi yerleştirilmiştir. Bugün de, bu düşüncelerin hâkim olduğu
kitle çoğunluktadır. Kadınların kendilerine biçilen bu konumu kabul
edip benimsemeleri, bu anlayışın “din” adı altında sunulmuş olması
ve kadınların ilmî birikimlerinin az olmasından kaynaklanmıştır.
Çünkü Kur’an’da bu şekilde bir cinsin toplumda pasifize edilmesi
sözkonusu olmadığı gibi Rasûlullah (s.a.s.) döneminde de bu şekilde
yaşanmamıştır. Hz. Peygamberle istişâre eden, savaşlara katılan, şehid
olan, mescidleri kullanıp Cuma ve vakit namazlarını ikame eden,
ilim öğrenen ve öğreten, vahyî sorumluluklarını gerçekleştirmek için
çaba sarfeden son derece aktif kadınların olduğunu biliyoruz. Hz.
Âişe’nin bir ordu komutanı olarak savaşa katılması, muhâlefet lideri
olması da önemli bir veridir. Savaştaki tarafı konusunda eleştiri almış
olsa da kadın olmasından dolayı herhangi bir tenkit ve itirazla karşılaşmamıştır.
Bu da bize ilk dönemlerde kadının toplumda sahip olduğu
aktif rolü ve kadına bakış açısının bugünkünden ne kadar farklı
olduğunu göstermektedir.
Daha sonraki dönemlerde başlayan yozlaşma ve câhilî düşüncelerin
İslâm adı altında canlanması konusunda, sorumluluk sadece
müslümanlara âittir. Çünkü İslâm, insan olma, sorumluluğu yerine
getirme noktasında ayrım gözetmemiş, getirdiği prensiplerle kadın
ve erkeğin fıtrî yönlerine uygun bir şekilde hayatı tanzim etmelerini
istemiştir. İslâm, kadın ve erkeğin birbirini tamamlar mâhiyetteki
yönlerini hiçbir zaman birinin üstünlüğü ve avantajı, diğerinin eksikliği,
noksanlığı olarak görmemiş ve böyle görülmesini eleştirmiştir.
Kadının hor ve aşağılık görülmesi, erkeğin emrinde ve onun hizmeti
için yaratılmış olduğu düşüncesi câhiliyye Arapları tarafında da
söylense, bozulma sürecindeki müslümanlar tarafından da söylense
“câhilî düşünceler”dir. Ve Kur’an bu sapma hallerinin ıslahı için gelmiştir.
Bugün müslüman kadının düşünmesi gereken, kendisinin yer163
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
yüzünün imarı için yaratılmış bir halife olduğu, yeryüzünde İslâm’ı
hâkim kılma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve fitneyi kaldırma
gibi çok büyük bir “emânet”i yüklendiğidir. Ve herkes Allah
huzurunda hesap verirken “yalnız” olacaktır. Kimse cinsiyetini
mâzeret göstererek bu sorumluluktan kaçamayacaktır. Müslüman
kadının bu asil ve öncelikli görevlerini bir kenara itip ayrıntılarla
uğraşmasının zamanı geçmiştir. Çünkü şu anda yeryüzünde büyük
bir fitne, şirk ve fesat hâkimdir. Bunun sebebi ise tevhidî bilinci yitirmemiz
ve sorumluluklarımızı unutmamızdır. O halde, kadın-erkek
hepimize düşen, vahyî doğruları anlamaya ve hayata hâkim kılmaya
çalışmak olacaktır.
Bu veriler ışığında kadın konusunda üç temel yaklaşımın varlığından
söz edilebilir: Bir: Vahyi tamamen gözardı ederek akıl ve
nefislerini ilâh edinenlerin oluşturduğu dünkü ve bugünkü câhilî
düşüncede kadın. İki: Vahyin belirlediği modele, tarih içinde şekillenen
bazı câhilî etkileri eklemleyen geleneksel yaklaşımda kadın. Üç:
Kur’an’ın şekillendirdiği anlayışta kadın. Hepimizin özlediği ve gerçekleştirme
için çaba sarfetmesi gerektiği yaklaşım, elbette üçüncüsüdür.
Ve bu yaklaşım, sadece kadın konusunda değil; hayatı anlama
ve değiştirmede ihtiyaç duyduğumuz ve her konuda başvuracağımız
temel dinamiğimiz olmalıdır.[392]
KADININ FITNE VE FESAT
UNSURU KABUL EDILMESI
Kadının toplumdaki konumunu ve hareket alanının kısıtlama yönünde
bir gerekçe olarak fitne, kadın evden çıktığında, başta cinsel günahlar
olmak üzere erkek ve kadının günaha düşmeleri ve dinî hayat-
[392] H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s..28-29; Yozlaşan
geleneksel tavırla Kur’an’ın bakış açısı arasındaki farkın anlaşılmasına yönelik geniş bilgi almak
isteyenler şu kitaplara bakabilirler: 1- İslâm Kadın Ansiklopedisi -Tahrîru’l-Mer’e- 1-4, Abdülhalim
Ebu Şakka, Denge Y., 2- Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri, Hidayet
Şefkatli Tuksal, Kitâbiyat Y., 3- Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, Ali Osman Ateş, Beyan Y.,
4- Uydurma Hadislerle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y., 4- Hatalı Atasözleriyle Kadın
Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
164 AHMED KALKAN
larının bozulması ihtimali olarak tanımlanmaktadır. İçinde yaşanılan
zamanın fitne zamanı olduğu, bu yüzden müslüman kadının evinden
çok zarûrî durumlar dışında çıkmaması gerektiği görüşü, kadının
İslâm’a hizmetini, cihadını, insanî etkinliklerini eviyle sınırlandırır.
Ancak, İslâmî ve insanî hakların; tebliğ, cihad, ilim öğrenme ve öğretme,
doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma gibi hak ve sorumlulukların,
sûiistimal edilebileceği gerekçesiyle ve sınırsız bir zaman
için kayıtsız şartsız yürürlükten kaldırılmasını veya yasaklanmasını
kabullenmek mümkün değildir ve zaten hayatta bu yaklaşımın somut,
kalıcı karşılığını bulmak zordur. Kadının din adına, sosyal felâket
ve zararlardan korunması adına veya toplumun salâhı için toplum
hayatından yalıtılması sûretiyle salt eve ve ev işlerine uygun bir kişiliğe
büründürülmesi; giderek onun Kur’an’ın muhâtap aldığı sorumlu,
akleden, düşünen, duyarlılıkları körelmemiş kul olmaktan uzaklaştıracaktır.
Bu tür kısıtlamaların, kişide hayata gerçek anlamda ve
dolaysız katılım imkânlarını yok edeceği ve psikolojik rahatsızlıklara
sebebiyet vereceği de büyük ihtimal dâhilindedir.
Öte yandan, toplumda fesad çıkması muhtemelse, Kur’an buyrukları
göz önünde tutularak bu konuda kadın kadar erkeğin de sorumlu
tutulması ve hassâsiyet göstermesi beklenmelidir. Fesâda yol
açmak elbette her iki kesim için de haramdır. “Kadın şeytanın ağıdır”
şeklinde, Hıristiyan meczuplarının söylemlerini, İsrâiliyyatı hatırlatan
ifâdelerin ne denli İslâmî olduğu, Kur’anî ifâdelere başvurularak
anlaşılabilir. Sözgelimi, yeryüzünde gezerek geçmiş kavimlerin bıraktıklarından
ibret alması istenenler, yalnızca Allah’ın erkek kulları
değillerdir. Ayrıca Kur’an’da kadının varlığı erkek için, erkeğin varlığı
da kadın için bir “iyilik ve hayır” unsuru olarak nitelenmektedir.
Fitneye yol açacağı varsayılan kadın bütün ömrünü dört duvar
arasında geçirse bile, günah işlemesi ihtimaline karşı ruhbanlığa,
inzivâya başvurma eğilimlerini hatırlatan bu önlem, hele ki iletişimin,
telekomünikasyonun günümüzde ulaştığı boyutlar düşünülünce,
fitne sorununun çözümü için asla yeterli olmayacaktır (Gerçekte
günümüzde televizyon ve video, CD player, insanları eve bağlayan
ve kapatan; ancak, seyredilen programların genel niteliğiyle uyutma
ve suskunlaştırma araçları haline gelmişlerdir). Hem, insanlık tari165
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
hi incelendiğinde kadınların ya bütünüyle toplumdan tecrit edildiği
veya istismâra ve yozlaşmaya müsâit bir tarzda topluma “katıldığı”
durumlarda özellikle cinsel kaynaklı fitnenin daha kolay ve müsâit
yayılma zemini bulduğu anlaşılmaktadır. Sultanların haremleri, derebeylerin
şatoları ve ruhbanların manastırları yüzyıllarca, doğunun
ve batının bütün entrika yüklü öykülerinde okunabileceği üzere, dört
duvar arasında cinsel ahlâkın ille de güvencede olamayacağının ibret
verici örnekleri olmuşlardır.
Hem tesettür de zâten kadının fitneye yol açmadan topluma
katılmasını sağlayan bir yol, bir üslûp değil midir? Ve tesettür,
gözleri sakınma yükümlülüğü, sadece kadınlar için değil; erkekler
için de vardır. Yalnız kadınlar değil; erkekler de, toplum içinde
veya tek başına, dört duvar arasında ya da sokakta, insanî faâliyetlerini
sürdürebilmek, Allah’a ve insanlığa karşı ödevlerini yerine
getirebilmek, kendi kendine yeterliliğe sahip olabilmek için dikkatli
hareket edebilmelidir. Fitne ihtimaline karşı yaptırımlar, bir insan
cinsinin insanlık durumunu ezip geçecek boyutlara uzatılmamalıdır.
Zaten Kur’an, insanların nefislerini düzelterek fitneden kaçınmaları
için ölçüleri ve yaptırımları belirlemiştir. Kadında İslâmî örtü, cinsel
özelliğine bağlı olarak toplum içine gereğince çıkabilişinin ölçüsü olmuştur.
Ve zaten örtünün varlığı, kadının toplum içindeki varlığıyla
tanımını bulmaktadır. Bir başka ifâdeyle, örtü olgusu zaten özünde
toplumsal olanla ilgilidir.
Gerçi İsrâiliyyat kökenli olduğundan kuşku duyulamayacak
kimi menkıbelerde ne kadar örtülü olursa olsun, “toplumun selâmeti
ve kendisinin de hayrına olacağı üzere” kadının sokağa çıkmaktan
kaçındırılması; mümkün olduğunca da en iç odalara kapatılması
öğütlenir. Hicap ve iffet gibi erdemler kadın için, varlığını mümkün
olduğunca kamufle edişle, unutturuşla eş anlamlı tutulur. Ve öyle
olur ki, olağan ifâdeli sesiyle yabancı bir erkeğin duyabileceği ortamda
meramını anlatışı bile, fitneye yol açacağı endişesiyle haramdan
sayılır. Bu konuda ilginç bir örnek, benzeri bir yaklaşımla, başkalarının
yanında erkeğin hanımına adıyla hitap etmesinin günah sayılması,
bazı düğün dâvetiyelerine fitneye sebep olmasın diye evlenecek
kızın adının yazılmayışıdır.
166 AHMED KALKAN
Gerçi çok zaman kimi müslüman kadınlar da, tarihsel ve toplumsal
şartların kendilerini mahkûm kıldığı geri planda bu edilgenleştirilmiş
kadın kimliğini iffetli ve takvâlı İslâm kadını olma adına
harâretle savunmuşlardır. Kuşkusuz bunun en çok görülen nedenlerinden
biri, İslâmî duyarlılıktır; dinin emirlerine sorgulamadan teslim
olmaya sevkeden iman düşüncesidir. Oysa iman, sosyal görevler
unutulup sadece bireysel bir endişe halini aldığında yeryüzündeki
harekete geçirici ve itici tarihsel mesajı son bulur. Ancak, bu kabulleri
hazırlayan daha önemli bir nedenin kadınlardaki bilgi, bilinç
yetersizliği ve öğrenip araştırma imkânlarının kıtlığı olduğu da bir
gerçektir.[393]
79 Devriminin lideri, bu konuyla ilgili şunları söyler: Kadınlar
İslâm toplumunda özgürdürler ve topluma katılmaları önlenemez.
Önlenmesi gereken şey ahlâkî fesattır; bu hususta da hem erkek, hem
kadın aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Fesad, her iki kesime de haramdır
ve İslâm nizamında kadın, erkeğin sahip olduğu tahsil hakkı,
çalışma hakkı, mülkiyet hakkı gibi tüm haklara sahiptir. Erkek hangi
haklara sahipse kadın da onlara sahiptir. Ama kimi işler vardır ki,
fesâda sürüklemesi ihtimalinden dolayı erkeğe haramdır. Aynı şekilde
kimi işler de vardır ki fesâda sürüklediği için kadınlara haramdır.
İslâm erkek ve kadının insanî yapısını muhâfaza etmek ve kadının
oyuncak haline gelmemesini sağlamak istemiştir.[394]
Bütün bunların yanında, kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle
toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların
dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması
gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri
müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı,
onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları
görülen bir vâkıadır.
Şuh kahkahalar, yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest
[393] Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İs. Araş. c. 10, sayı 4, sayfa 244
[394] Âyetullah Humeyni, İran İslâm Cumh. Ank. Kültürevi’nin 1987 Şubat’ında Kadınlar Günü
Broşürü
167
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde
toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da
çok kimlilik problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri,
hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara
koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle
fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar da yok değildir. Ama
bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle
davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru
olmasa gerektir.
KADININ MÜSLÜMANCA OKUMASINI
CÂIZ GÖRMEYEN ZIHNIYET
İslâm’a yapılan saldırılarda, bu dinin kadınların okumasını uygun
bulmadığı iddiâsı sıklıkla kullanılır. Bunun için de Hz. Âişe’ye atfedilen
şu hadis rivâyetine sıklıkla başvurulur: “Kadınları göze çarpan
mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i
Nûr’u da iyi öğretin.”[395] Kadınlara okuma yazma öğretilmemesi,
onların yanlış şeyler okuyup yazabileceği, yazı vâsıtasıyla yabancılarla
temas kurabileceği, mektuplaşabileceği gibi gerekçelere dayandırılmıştır.
Oysa, ilim öğrenmenin hem erkeğe hem kadına farz olduğu
bilinir/bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim’e göre, bilenlerle bilmeyenler
hiçbir zaman bir tutulmazlar. [396]Ve Rasûl-i Ekrem, ilim için bir yola
giren kimseye Allah’ın cennet yolunu kolaylaştıracağını[397] b elirtmiştir.
Dindarlık adına veya dindarlığı öne sürerek kadınlara ilim yolunu
kapatmak isteyenler ise, İslâm’a saldıran yarı aydınlara ve müsteşriklere
hizmet etme yolundan, dine iftira atmak ve kadınların cehâletinin
vebaline ortak olmaktan öte gidememişlerdir.
Örneğin, müsteşrik Goldziher, yukarıdaki hadis rivâyetini öne
[395] Râmûzu’l-Ehâdîs, c. 2, s 480
[396] 39/Zümer, 9
[397] Ebû Dâvud, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
168 AHMED KALKAN
sürerek İslâm tarihinde kadınlara yazı öğretme işine aralarında ahlâksızlığa
yol açacağı gerekçesiyle kısıtlama getirildiğini, kadınlara
yazı öğretilmemesi konusunda resmî düzeyde tâlimatlar yayınlandığını
savunmuştur. Her ne kadar Goldziher bu görüş ve tutumların
İslâm’ın temel öğretilerine uygun prensipler olamayacağını ve zâten
kadınlara yazı öğretilmesine karşı yaygın olan görüşün Şam’ın birçok
âlime kadını tarafından çürütüldüğünü kaydetse de; bu konudaki
incelemesinde “kadınların işi ip eğirmektir, bunun için ilme gerek
yoktur” ve “yazı öğretilen kadın zehirli yılan gibidir” tarzındaki halk
arasında yaygınlıkla kullanıldığını belirttiği deyişlere, atasözlerine
itibar etmekten geri durmamıştır.
Kadınları fitne ve fesat kaynağı telâkki eden, onlara okuma ve
benzeri hakları çok gören yukarıda örneklerini verdiğimiz sözlerin
önyargılı bir yazar için nasıl kolay ve uygun malzeme teşkil ettiğinin
somut ve ibret verici örneklerinden biri, İlhan Arsel’dir. Şeriat ve
Kadın adlı bilimsel olmaktan uzak kitabında yazar, her türlü kitaptan
rasgele derlediği deyişlere hiçbir kayıt koymadan dayanarak ve bazen
de açıklamakta yetersiz kaldığı hadis ve âyet-i kerimeleri keyfince
yorumlamak sûretiyle İslâm’ın temel kaynaklarına ilişkin güvenleri
sarsmak gibi bir amaç taşıyor görünmektedir.
Kur’anî ruhla uyuşmayan, çakışmayan tarihsel ve geleneksel
bir anlayış; müslüman kadını hurâfelerin belirlediği gibi yeniden
câhiliyyenin karanlıklarında tanımlamak istiyordu. Tebaaya hilâfet
vesâyeti adına yaklaşan saltanat geleneği, âile içine de erkeğin kadına
vesâyeti adına, dayatmacı ve buyurgan bir hiyerarşi anlayışını
meşrûlaştırmıştı. Sonuç olarak Hz. Peygamber’in risâletiyle yeniden
câhil ve unutkan insanlığa hatırlatılan kadının insanî hak ve ödevleri,
bir kez daha “istismar ve fitne ihtimali” öne sürülerek sınırlandırılmış;
böylece kadının Kur’an’la ilişkisinin yok olmaya gittiği; âile
içinde Kur’anî istişare anlayışı yerine tek taraflı vesâyetin hâkimiyet
kazandığı, eşlerin birbirine “dost, arkadaş ve yardımcı” olacak yerde
“efendi-kul” oldukları bir sürece girilmişti.[398]
[398] Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İs. Araş. c. 10, sayı 4. sayfa 246
169
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Yüce Allah, ilk emrini “Oku!” olarak indirirken, kadın-erkek
ayrımı yapmamıştır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[399]
derken de cinsiyet ayrımı yok. “Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla
korkar.”[400] âyetinde Allah “kulları” kelimesini kullanıyor; bu kelime
de kadın ve erkeği içine alıyor. Kur’an âyetlerini tefsir eden, hadis
rivâyet eden, hukukî konularda görüşüne mürâcaat edilen kadınlarımızın
sayısı az değildir. Halife Hz. Ömer’in halka konuşurken yaptığı
hukukî bir hatayı düzelten kadın sahâbeyi hemen hepimiz biliriz.
“İlim, her müslüman erkek ve kadına farzdır.” hükmüne dayanarak
İslâmî bir devlette zarûrât-ı dîniyye dediğimiz ilimlerin beşikten mezara
kadar her ferde öğretilmesini zorunlu kılmıştır. Günümüzde hiçbir
devlet on sekiz yaşına kadar öğretimden kaçmayı başarmış birine
bu yaştan sonra okumayı ve eğitimi zorlayamaz. Ama İslâm devleti,
her imkânını kullanarak ölüm ânına kadar dinin gerekli bilgilerini
insana ulaştırmak mecbûriyetindedir.
Tabii, kadının ve genç kızın okuma ve tahsil hakkını savunurken,
bugünkü İslâm dışı zulüm düzeni içinde tesettürüne bile müsaade
edilmeden ve daha önemlisi vahyi reddeden bir eğitim sisteminde
câhilî eğitim almasından bahsetmiyoruz. Biz, Müslüman bir bayanın
müslümanca eğitim hakkında bahsediyoruz.
TOPLUMSAL HAYATTA MÜSLÜMAN KADIN
Toplumsallaşma, insanın içinde yaşadığı topluma bir şeyler katabilmesi,
sunabilmesi; ya da kendisini geliştirmek için topluma açılabilmesi
yönünde sürekli gelişen bir harekettir. İnsan, içinde yaşadığı
toplumun kendisinden beklediği ilkeleri ve değer yargılarını benimseyebilir
ve kendi inandığı değer yargılarını topluma anlatmayı ve
benimsetmeyi dileyebilir. Hatta, kimi zaman bu durum, müslümanların
doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma ve tebliğ ödevlerinde ol-
[399] 39/Zümer, 9
[400] 35/Fâtır, 28
170 AHMED KALKAN
duğu gibi “dileme”yi aşarak bir “görev” haline geline gelir. Bu durumda
toplumsallaşma, bireyin inanç ve önerilerini içinde yaşadığı
toplumun anlayabileceği uygun dille ifâde edebilme süreci de demektir.
Sözgelimi bir müslümanın içinde yaşadığı topluma İslâm dinini
anlatmayı dileyişi, o toplumun ayırt edici özelliklerini iyi bilmesine
ihtiyaç duyar. Gayri İslâmî veya İslâmî, İslâm’ın bilindiği veya bilinmediği
toplumlarda nasıl davranmak, nelere dikkat etmek gerekiyor;
müslüman bireyin “toplumsallaşması” sorunu, bu soruların cevabına
da ihtiyaç duyar.
Diyebiliriz ki toplumsal bir kişilik her durumda, zamanının
çoğunu toplumun, toplumsal faâliyetlerin içinde geçiren bir kişilik
demek değildir. Yine, zamanının çoğunu evinde veya kapalı bir
mekânda geçirmesi, her zaman bireyin toplumsallaşamadığı ve toplum
dışı kaldığı, “anti-sosyal” olduğu anlamına gelmez. Toplumsallaşma
övgüsü etrafında yanlış tanımlar ve rol beklentileri, toplumları
ve bireyleri mustarip eden problemlerin belli başlı nedenlerinden biri
sayılabilir.
Örneğin, modernleşme hedefi yolundaki yaşadığımız ülkede
“kadınların toplumsallaşması”, onların zamanlarının çoğunu ev
dışında bir işte veya bir dernekte/vakıfta ya da popüler gazetelerin
“cemiyet haberleri”ne, magazin sayfalarına konu olan salon faâliyetlerinde
geçirmesi şeklinde anlaşılmıştır. Ev kadınlığının aksaklık,
anneliğin değersiz bir yatırım sayıldığı bir düzenekte kadınlar “sosyal
olmak”, “sosyal kişilik kazanmak” adına, nereye ve niçin gitmek
üzere olursa olsun, anneliği çağrıştıran ev ortamından uzaklaşma
çabasına düşmüşlerdir. Oysa, geçmiş çağlarda “toplumun hayrına”
denilerek bütünüyle evlerine kapatılıp toplum hayatından soyutlanmaları
gibi; “modern çağ” diye adlandırılan zamanımızda da “toplumun
hayrına” denilip bütünüyle evlerinden kopmaları da, onları
fıtratlarına yabancılaştırarak veya fıtratlarıyla savaşmaya sevkederek
mutsuz kılmıştır.
İslâmî öğretide kadının toplumsal kişiliğini geliştirip koruma
hakları teminat altına alınmıştır. Kur’ân-ı Kerim, hiçbir cinsel ayrım
kaydı koymadan, toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştiril171
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
diğini ve yaratılışında zâten var olduğunu bildirir. “Ey insanlar, Biz
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız, birbirinizle
tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında
en üstün olanınız, takvâca en üstün olanınızdır.”[401] Bu âyet-i
kerimede, insanların birbirleriyle canlı ilişkilerini teşvik eden bir
işleyiş öğütlenmektedir. Renk, dil ve fiziksel özelliklerin farklılığı,
bir aşağılama vesilesi değil; zenginlik vesilesidir. Farklılıklar, insanların
birbirlerini tanımalarını teşvik eder; kendinde olanla diğerlerine
katkıda bulunmaya sevkeder. Böylece fiziksel farklılıklar ve tanışma
eylemi, toplumsal hayatı olumlu anlamda motive edebilir. Doğruyu
emredip yanlıştan sakındırma ödevi, insanın kendisinden olduğu kadar
toplumdan da sorumlulukları somutlaşırken; kadın olsun erkek
olsun bütün insanlara (mü’minlere), bulundukları şartların elverdiğince
İslâm’a hizmet etmelerinin gereği duyurulur. Dini sevdirmek,
güzelleştirmek ve kolaylaştırmak, tebliğci mü’minlerin dikkat etmesi
gereken ilkelerdir. Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ise, iman’la bağlantılıdır:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe
de gerçek anlamıyla iman etmiş olamazsınız.” [402]
Kadının toplumsal konumu insanlık tarihi boyunca üç belirgin
durum ortaya koymuştur: Bazı dönem ve değerlendirmeler açısından
kadın, sadece ev içinde ve ev-çocuk-eş üçgeninde gerekli bir varlıktır.
Kimi dönemlerde ise, toplum içinde insanî yetenekleriyle değil
de cinsel özelliği itibarıyla ön plana çıkarılan, annelik özelliği göz
ardı edilerek salt cinselliğiyle, (cinselliğini sunabilişiyle) kabul gören
bir varlık sayılmıştır. Üçüncü durumda, toplumsallaşmayı talep eden
kadın cinsel kimliğine (fıtratına) yabancılaşmadığı ve cinselliği istismar
edilemeyen bir kişilik konumu kazanmaktadır. Bu üç toplumsal
konumdan ikisi kadını değersizleştiren ve mutsuz eden sonuçlar
vermişken; “orta yol”un tutulduğu son konum, ona saygın bir insanî
hüviyet/kişilik kazandırmıştır.
Öte yandan, ilk yaklaşımda kadın neredeyse, ev ortamlarını
tamamlayan bir eşya telâkki edilmiştir. Bu durumda kadının insanî
[401] 49/Hucurât, 13
[402] Müslim
172 AHMED KALKAN
yetenekleri körelmekte, irâdesi yok sayılmakta; bunlarla birlikte sorumlu
bir kul olarak Allah yolunda ârifâne çalışmalar yapabilme yolları
bile tıkanmaktadır. Bu konumda kadın kendi adına ve başkaları
adına fikir yürütebilecek; âilenin problemleri için istişâre edilecek
biri de değildir. Sürekli evin içinde bulunduğu ve çevresi sınırlı olduğundan,
kendisine dışarıdan herhangi bir etkinin erişemediği hesap
edildiğinden; evin erkeği için, âile için değerli ve saygın telâkki
olunur.
Ancak, ona atfedilen bu saygınlık ve değer, bilincinin dışında
gelişen bir şeydir. Bu anlamda kadın elmas ve pırlanta gibi mücevher
cinsinden bir eşya mesâbesindedir. Kendi başına hareket edebilme
ve katılım gücüne sahip değildir. Toplumla ve dünyayla ilişkilerinde
(toplumsallaşma durumunda) önce babası, sonra kocası aracılığıyla
gelen bir dolaylılıkla çevrilmiştir. Diyebiliriz ki, ataerkil (eril) nitelikli
uzun tarihî dönemler boyunca ve çok yakın zamanlara kadar
kadının varoluş durumu, aşağı yukarı böyle bir çerçevede şekillenmiştir.
Kimi tarihî dönemlerde ise kadının “topluma katılım” veya
“özgür olmak” adına fıtrî özelliklerini gözardı ederek anne ve eş
sorumluluklarından uzaklaştığı görülür. Nedenleri ve sonuçlarıyla
günümüzde de izlendiği üzere bu durumda kadın genellikle, bireysel
ve toplumsal kişiliğine kavuşma adına, tıpkı eski yüzyılların köle
pazarlarında (agoralarda) veya sarayların haremlerinde izlendiği gibi;
podyumlarda, vitrinlerde ve reklam panolarında salt cinsel bir imajla
öne çıkarılarak, cinselliğiyle “pazara sürülerek” kişiliksizleştirilmiştir.
Bu, insan haklarından ve kadın haklarından oldukça çok söz edilen
bir dönemde ve moda, sanat, cinsel özgürlük gibi süslü kılıflarla
gerçekleştirilen bir kişiliksizleştirme sürecidir.
Avrupa’da kadın hakları hareketlerini de içine alan insan hakları
alanındaki girişimlerin, İslâmî öğretinin hayata geçirilen ilkelerinden
örnek ve ilham aldığı söylenebilir. Bununla birlikte, neredeyse
yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, müslümanların tarihinde
yalnızca İslâm’ın ilk yayılış döneminde kadınlar siyasî, askerî ve kültürel
açılardan toplumlarında etkin roller üstlenebilmişlerdir. Sonra
173
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
bu roller giderek zayıflamaya başlamış; kadının sokağa çıkmasının
fitneyi dâvet, toplumu ifsad edeceği; kadınların “şeytanın ağı” oldukları
şeklindeki kanaatin yayılmasıyla da giderek anılmaz olmuştur.
Bu kötü kanaat, öylesine dinden bilinmiştir ki, günümüzde de
müslümanlar arasında kadının toplum içindeki rolü, İslâmî harekete
katılımı etrafındaki tartışma ve yaklaşımlar, Asr-ı Saâdetten günümüze
çeşitlenerek gelen “kadın ve fitne” arasında irtibat kuran iddiâ
ve kabullerden bağımsız olamamaktadır.[403]
Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde erkeğin bulunduğu ortamlarda
kadının sosyal hayata katılımını onaylayan üç yüzden fazla hadis
vardır. Bu sahih hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimizin
devrinde;
Müslüman kadın, Rasûlullah’ın mescidinde cemaate katılır, yatsı
ve sabah namazı kılardı.
Müslüman kadın, Cuma namazına gider ve Rasûlullah’ın dilinden
Kaf sûresini ezberlerdi.
Müslüman kadın, küsuf namazına katılır, uzun süre Rasûlullah
ile beraber olurdu.
Müslüman kadın, Ramazanın son on gününde Rasûlullah’ın
mescidinde itikâfa girerdi.
Müslüman kadın, mescidde itikâfta bulunan kocasını ziyâret
ederdi.
Müslüman kadın, Rasûlullah’ın müezzini tarafından duyurulan
çağrıya icâbet edip mescidde yapılan genel toplantıya katılırdı.
Müslüman kadın, erkekler mescidde kadınlardan daha fazla olduğundan,
kadınlar için özel eğitim yapılmasını istemiştir.
[403] C. Aktaş, a.g.m. s. 242-243
174 AHMED KALKAN
Müslüman kadın, bizzat Rasûlullah’a giderek özel ve genel konularda
O’na soru sorardı.
Müslüman kadın, erkeklere iyiliği emreder, onları kötülüklerden
sakındırırdı.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber ziyâfetlere katılır ve onlara
da yemek ikram edilirdi.
Müslüman kadın, kocasıyla beraber gelen misâfirin sofrasına
oturup akşam yemeği yerdi.
Müslüman kadın, düğün yemeğinde erkek misâfirlere hizmet
eder ve Rasûlullah’a güzel içecekler ikram ederdi.
Müslüman kadın, evini ilk muhâcir müslümanlara açmıştır.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber savaşlara katılır, su dağıtır,
yaralıları tedâvi eder, ölü ve yaralıları Medine’ye taşırdı.
Müslüman kadın, meselâ Ümmü Haram, ilk deniz savaşlarında
şehid olması için Rasûlullah’ın duâ etmesini ister, Rasûlullah da onun
için duâ ederdi.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber bayram namazını kılar,
Rasûlullah bayram hutbesinden sonra özellikle kadınlara öğüt verirdi.
Rasûlullah, müslüman kadına, -genç olsun, küçük olsun, örtülü
olduktan sonra farketmez- bayram namazına gelmelerini emreder;
iyiliğe, müslümanlara duâ etmeye çağırırdı.
Rasûlullah, müslüman kadına, -isterse hayızlı olsun- bayram
günü namazgâha gelmelerini, cemaatle beraber duâ etmelerini emretmiştir.
175
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Kadınların sosyal hayata katılımıyla ilgili Kur’an, sünnet ve
asr-ı saâdetteki uygulamalardan yola çıkarak İslâm’ın ilkelerini
şu maddeler halinde özetleyebiliriz:
a- Evde, perde arkasında durmak, yalnızca Rasûlullah’ın hanımlarına
mahsustu. “...Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz
zaman perde arkasından isteyin...”[404] D iğer s ahâbe h anımları bu
konuda mü’minlerin annelerine uyma gereği duymamışlardır.
b- Asr-ı saâdetteki kadınlar, sosyal hayata iştirak eder, özel ve
genel birçok konularda erkeklerle karşılıklı münâsebetler kurarlardı.
Amaç, aktif yeni hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek ve kadın-erkek
müslümanların işlerini kolaylaştırmaktır.
c- İslâm, kadına bu katılımı sağlarken, yüce ahlâk kurallarından
başka bir şeyle sınırlandırmamıştır. Zaten bu kurallar da her durumda
korunmuş ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan kurallardır.
d- Risâlet çağında müslüman kadın, ihtiyaca ve hayat şartlarına
göre toplumsal faâliyetlere, siyaset ve meslekî çalışmalara katılmıştır.
Toplumsal faâliyet alanında; müslüman kadın pek çok hizmet vermiştir;
kültür ve eğitim, birr/iyilik ve toplumsal hizmet vb. konularında
kadın erkekten geri kalmamıştır. Müslüman kadın, siyasî işleyişe,
statükonun ve toplumun bâtıl inancına karşı çıkabiliyordu. Bu uğurda
zorluklarla ve işkenceyle karşılaşınca inancı uğruna hicret edebiliyordu.
Ayrıca müslüman kadın, bazı siyâsî istişârelere katılabiliyor, kimi
zaman da siyâsî muhâlefete iştirak edebiliyordu. Meslekî alanda ise;
hemşirelik, temizlik ve ev işleri gibi sahalarda çalışıyordu. Bu çalışmaları
iki şeyi gerçekleştirmesine yardımcı oluyordu:
1) Fakirlik ve güçsüzlük durumunda kendisine ve âilesine temiz
bir hayat sunmak,
2) Kazandığını tasadduk edip Allah yolunda harcayarak kendisine
yüce bir konum ve fazîlet kazandırmak.
[404] 33/Ahzâb, 53
176 AHMED KALKAN
e- Aktif siyâsî, sosyal ve meslekî sahalardaki katılım, çağımızda
yeni sosyal oluşumları zorunlu kılıyorsa, şeriatın ilke ve kuralları bu
oluşumları daha ciddî değerlendirmektedir. Her çağda bu ihtiyaçlara
din cevap vermektedir.
f- Toplumsal hayata katılımın en önemli sonucu kadının anlayışının
gelişmesi ve en üstün olgunluk düzeyine ulaşarak pek çok
faydalı işler yapmasına imkân tanımasıdır.[405]
MÜSLÜMAN KADININ TOPLUMSAL
HAYATA KATILMA ÂDÂBI
Kadının toplumsal hayata katılmasının ve bunun gereği olarak erkeklerle
görüşmesinin İslâmî âdâbını, Kur’an ve Sünnet belirlemiştir.
Din, âdâbın, terbiyenin zirvesidir. O edepleri, ahlâkı ve nâmusu korur,
iyi ve faydalı hayatın akışını durdurmaz, münkerden uzaklaştırır,
iyi ve güzele yöneltir, kötü eğilimleri terbiye eder, kadın ve erkeği eşit
olarak huzura kavuşturur. Böylece farklı cinse karşı küçük düşürücü,
saygınlığı giderici, aşırı duygusal davranıcı hareketler olmaz. Gerek
elbise, gerek konuşma, gerekse bazı zorluklara sebep olan hareketler
konusunda olsun müslüman hanımın, erkeğe oranla bağları daha
fazladır. Kadın bunlara, erkeklerle görüşmeyi zorunlu kılan meşrû
ihtiyaçlarını ve hayatî maslahatlarını gerçekleştirmek için tahammül
eder. Bu tür ihtiyaç ve maslahatlar artarak görüşme de artabilir, ihtiyaç
ve maslahatlar azalarak görüşme de azalabilir. Şâriin/Kanun
koyucunun çizdiği edepleri sunmadan önce o âdâbı gerçekleştirmeye
yardım eden bazı temel faktörleri başlıklar halinde hatırlatalım:
a- Terbiye ve yönlendirmeye önem verme,
b- İffeti korumak için erken evlenme,
[405] Abdülhalim Ebu Şakka, Tahrîru’l-Mer’e, Kadın ve Aile Ansiklopedisi, c. 1, s. 30, 50
177
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
c- İyi kontrol etmekle birlikte, küçük yaşta belirli ölçüde topluma
katılma ve görüşmeyi kolaylaştırma.
A- Kadın ve Erkek Arasındaki Müşterek Edepler
1) Görüşme ortamının ciddî olması: “Güzel (kuşkudan uzak
bir biçimde) söz söyleyin.”[406] Âyet, konuşma konusunun, münkeri
içermemesi, iyilik sınırları içerisinde olması gerektiğini işaret ediyor.
Kadın ve erkekler arasındaki ciddiyet; güzel söz söylemedir. Oyun
ve eğlence havası, gereksiz şakalar, cıvık kahkahalar, aşırı serbest
tavırlar, kadınsı işve ve cilveler ise, münkerdir ve nâmahrem olan
kadın-erkeğin karşılıklı görüşme ve ilişkilerinde yasaktır. Töhmet
altında bulunulacak, eğlence yerleri ve gayr-i İslâmî ortamlar veya
gayr-i ciddî konu ve yaklaşımlar içinde olmamalı. Başka insanların
gördüğünde ahlâkî olarak yadırgayacağı veya ahlâksız bazı şeylerden
şüpheleneceği durumlardan uzak olunmalıdır.
2) Gözü çevirme: “Mü’min erkeklere söyle: Bakışlarını çevirsinler,
gözlerini (harama) dikmesinler, nâmuslarını korusunlar. Bu,
onlar için daha temizdir. Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır.
Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara
da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar, bazı bakışlarını
çevirsinler, nâmuslarını korusunlar...”[407] Gözü çevirmenin
anlamı; fitne korkusu yüzünden uzun uzadıya bakmaya engel olma,
demektir. Âyette geçen “min -den-” edâtı, “teb’îz” içindir; her bakış
değil, bakışların bazısı yasaktır; fitneden korkulduğu zaman kadına
bakmanın haram olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Fitne durumunda
gözü ondan çevirmek gerekir. Âyet, mutlak anlamda, yani şehvet
duygusundan uzak olarak gözü çevirmenin gerektiğini ifâde etmez.
Kadının el ve yüzüne kötü niyet ve şüphe olmaksızın bakmak câizdir.
Şehvetle bakmaya gelince; elbisenin üstünden bile şehvetle düşünmek
haramdır, kaldı ki açık yüze bu şekilde bakmak! Bazı âlimler
de, âyette bazı bakışların çevrilmesinin emredildiğini, ancak kadının
yüzünün bunun dışında olduğunu belirtirler.
[406] 33/Ahzâb, 32
[407] 24/Nûr, 30-31
178 AHMED KALKAN
Allah Teâlâ, bir başka âyette de şöyle buyurur: “Allah, gözlerin
hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.”[408] Câbir bin Abdullah’dan:
“Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını
hemen çevir!” buyurdu.[409] Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah
(s.a.s.) Ali’ye (r.a.) buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira
ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.” [410]“Hiç şüphesiz
Allah, Âdemoğluna yaptığı zinâdan payına düşeni yazmıştır. Gözün
zinâsı bakmaktır, dilin zinâsı konuşmaktır. Nefis arzular ve şehvet
duyar. Tenâsül uzvu da bunu ya doğrular ya da yalanlar.”[411] Bu hadis,
şehvetle bakmanın haram olduğu hususunda açıktır. Bunun için,
“nefis arzular ve şehvet duyar” buyruldu. Bunun anlamı, şehvetsiz
olduğu zaman günah değildir, demektir.
Rasûlullah (s.a.s.) Kurban günü Fadl’ı bineğinin arkasına bindirdi.
Fadl, yakışıklı bir gençti. Rasûlullah, insanların kendisine fetvâ
sormaları için durdu. Hes’am kabilesinden güzel bir hanım gelerek
Rasûlullah’a fetvâ sormaya başladı. Kızın güzelliği Fadl’ın hoşuna
giderek ona bakmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber, Fadl’ın çenesine
tutarak öbür tarafa çevirdi ve genç kadının yüzüne bakmasına
engel oldu.[412] Hâfız İbn Hacer diyor ki: “İbn Battal şöyle diyor: “Hadiste
fitneden korkulduğu zaman yüzü çevirme emri vardır. Bunun
gereğine göre, fitneden emin olunursa yasak değildir. Bunu Rasûlullah’ın
Fadl’a yaptığı şey de te’kid ediyor. Fadl, hoşuna giderek genç
kıza iyice baktığında Rasûlullah fitneden korkup onun yüzünü çevirmiştir.
Çünkü erkeklerin tabiatında kadınlara karşı meyil vardır.”[413]
Âişe (r.a.)’den: “... Bayram günü önden gelen insanlar, savaşçılık
(savaş oyunları cinsinden folklorik oyun) oynuyorlardı. Rasûlullah
(s.a.s.) bana: “Bakmak ister misin?” dedi. Ben de: ‘Evet’ dedim. Beni
[408] 40/Mü’min, 19
[409] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
[410] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44
[411] Buhârî, 14/305; Müslim, 8/52
[412] Buhârî, 13/245; Müslim, 4/101
[413] Fethu’l-Bârî, 13/245
179
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
arkasına alarak seyrettirdi...”[414] Dolayısıyla kadının erkeğe -gösteri
yapmakta, oyun oynamakta olsa bile- bakması câizdir. Özet olarak;
görüşmenin bir neticesi olarak, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri
görebilir. Birbirlerine makul ve meşrû ölçüler içinde bakabilirler.
Her iki taraf da, gözlerini harama bakmaktan sakındırdıkları ve
şehvetten uzak oldukları sürece bunda bir sakınca yoktur. Kur’an’ın
ve Sünnetin emretmediği peçe, eğer olması gerekiyorsa, kadınların
yüzünde değil; erkeğin gözünde olmalıdır.
3) Genel olarak tokalaşmaktan kaçınma: Allah, kadın ve erkek
olarak gözleri harama bakmaktan çevirmemizi emretmiştir.[415] Çünkü
harama bakma insanı şehvete götürür. Tokalaşma ise bakmaktan
daha fazla insanı şehvete götürür. İbn Mes’ud (r.a.)’dan: “Rasûlullah
(s.a.s.)’a bir adam gelerek bir kadını öptüğünü ya da eliyle dokunduğunu
(onu okşadığını) söyledi. Sanki bağışlanması için gereken keffâreti
soruyordu. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Gündüzün iki
tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl; çünkü
hasenât/iyilikler, seyyiâtı/kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir
öğüttür.” [416] Ma’kul bin Yesâr’dan rivâyetle Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Sizden birinin başına demirden büyük bir iğnenin batırılması,
kendisine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır.”[
417] Hz. Âişe (r.a.) “Andolsun ki Rasûlullah kadınlardan bey’at
alırken kesinlikle elini bir kadına dokundurmadı” diyor.[418]
Enes bin Mâlik’den: “Rasûlullah (s.a.s.) Ümmü Haram binti
Milhan’ın yanına giriyordu. O Rasûlullah’a ikram ediyordu. Ümmü
Haram, Ubâde bin Sâmit’in nikâhı altındaydı. Rasûlullah’a yemek
yediriyor ve başını temizliyordu.”[419] Yine Enes bin Mâlik’den: “Medine’li
câriyelerden biri, Rasûlullah’ın elinden tutarak istediği yere
[414] Buhârî, 2/95
[415] 24/Nûr, 30, 31
[416] 11/Hûd, 14; Müslim, 8/102
[417] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4921
[418] Buhârî, 10/261; Müslim, 6/29
[419] Buhârî, 6/350; Müslim, 6/49
180 AHMED KALKAN
onu götürünceye kadar elini bırakmıyordu.”[420] Ebû Râfi’nin hanımı
Selmâ’dan rivâyetle: “Rasûlullah’a hizmet ediyordum. Onun bir yarası
olduğu zaman, bana üzerine kına koymamı emredinceye kadar yarası
iyi olmazdı.”[421] Abdullah bin Muhammed bin Abdullah bin Abdullah
bin Zeyd, kadınlarından birinin şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Rasûlullah yanıma geldiğinde, sol elimle yiyordum. Ben fakir bir
kadındım. Rasûlullah elime vurarak lokmamı düşürdü ve bana: “Sol
elinle yeme, Allah sana sağ elini vermiştir” buyurdu. Böylece sağ
elimle yemeğe başladım. Bundan sonra asla sol elimle yemedim.”[422]
Rasûlulullah’ın bey’at esnâsında kadınlarla musâfaha etmemesiyle,
bazı zamanlarda herhangi bir kadına dokunması olaylarını
birleştirebiliriz. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, dokunma
biçimlerinden biri olan ve özel bir anlam ifâde eden tokalaşmadan
kaçınmıştır. Gerek kadın veya erkeklerle karşılaştığında, gerek
selâmlaşma, duâ ve yakınlaşma için onun mübârek vücuduna dokunma
isteği ve İslâm üzere bey’at etme durumlarında Rasûlullah kadınlarla
tokalaşmaktan kaçınmıştır. Bu durumlarda Rasûlullah’ın tokalaşmaktan
kaçınması, başka durumlardaki dokunma biçimlerinden
uzak kaldığı anlamına gelmez. Çünkü diğer durumlarda Rasûlullah
(s.a.s.) bir yönden pek nâdir olan fıtrî ihtiyaçlarını gidermek için bunu
yapıyordu, diğer bir yönden ise o, kadınların fitnesinden emindi. Yani
Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, genel olarak kadınların fitnesinden
emin olmadığı gibi tokalaşmak için de ciddî bir gerekçe görmüyordu.
İkinci durumda ise, gerekli sebeplerden dolayı bunu uygun görüyordu.
Buna şu da eklenebilir: Rasûlullah’ın biat alırken kadınlarla
tokalaşmaktan kaçınması, bu meselenin kesin olarak haram olduğu
anlamına gelmez. Nitekim, vârid olan deliller bu durumun Rasûlullah’a
özel olduğunu ifâde ediyor: “Ben kadınlarla tokalaşmam!” hadisinde
kullanılan zamir, sadece Rasûlullah’a âittir. [423]
Özet olarak: Rasûlullah (s.a.s.)’ın kadınlarla tokalaşmaktan ka-
[420] Buhârî, 13/102; İbn Mâce
[421] Mecmeu’z-Zevâid 5/95
[422] Mecmeu’z-Zevâid 5/26
[423] Mecmeu’z-Zevâid 8/266
181
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
çınması; ümmetine öğretmek ve kanun olarak koymak için sedd-i
zerâi bâbında çoğu durumlarda bunu kerih görmesi anlamındadır.
“Sedd-i zerâi kesin değil; daha evlâdır” diyen usûlcülerin görüşü de
bunu te’kid etmektedir. Biz de çoğu zaman tokalaşma ve dokunmadan
kaçındığımızda; fitne ortadan kalkıp uygun bir gerekçe olduğu
zaman da buna müsâmaha gösterdiğimizde Rasûlullah’a en güzel
şekilde uyanlardan olacağımız kanısındayız. Böyle olduğu takdirde
tokalaşma müslümanlar arasında karşılıklı iyi duygu alışverişine ve
ilişki kurulmasına vesile olur. Nitekim akrabalar, yakın arkadaşlar
arasındaki tâziyelerde, yolculuklarda, misâfirliklerde ve güzel bir işe
teşvik etme durumları gibi özel münâsebetlerde yapılan tokalaşmalar
bu türdendir. Fakat biz, günümüz toplumunda karşılıklı münâsebetlerde
kadın ve erkek arasında tokalaşma yaygın olduğundan, bir açıdan
zorluğu kaldırmak, diğer bir açıdan ise haram oluşuna dair kesin
bir hükmün bulunmayışını göz önünde bulundurarak hükmü kolaylaştırmak
zorunda kalıyoruz. Buna rağmen, gerekmediği müddetçe
kadın erkek birbiriyle tokalaşmaktan kaçınırsa daha ihtiyatlı
ve takvâya daha uygun olur.
4) Kadın ve erkek arasını ayırma ve karışmaktan kaçınma:
Ümmü Seleme (r.a.)’den rivâyette: “Rasûlullah (s.a.s.) namazda selâm
verdiği zaman, kadınların kalkıp gitmeleri için bir süre kalkmadan
bekliyordu.” İbn Şihab diyor ki: “Rasûlullah’ın beklemesi topluluğun
kadınları görmeden ayrılmaları içindir sanıyorum.”[424] Bu anlamı
Rasûlullah’ın “Şu kapıyı kadınlara bıraksak...”[425] sözü de te’yid etmektedir.
Yine bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) mescidden çıkınca
erkeklerle kadınlar yolda birbirine karıştılar. Bunun üzerine Rasûlullah
kadınlara şöyle buyurdu: “Geç çıksanız yahut o yolun hakkını
verseniz, yolun kenarında yürüseniz!”[426]
Kadınların yolda karışıklıktan kaçındıkları gibi, kamuya âit yerlerde
de karışılıktan kaçınmaları gerekir. Bu mescidlerde olduğu gibi,
diğer yerlerde de sadece arka tarafların kadınlara âit olduğu anlamına
[424] Buhârî, 2/467
[425] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 5134
[426] Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, hadis no: 856
182 AHMED KALKAN
gelmez. Kadınların arka saflarda yer almaları, gerek mescidde olsun,
gerekse kocası ve mahremleriyle beraber yabancıların bulunduğu
evlerde olsun namaza âit özel bir durumdur. Fakat namazın dışında
uyulması gereken âdâp, erkeklerle kadınların arasının ayrılması ve
karışıklığın önlenmesidir. Bu oturma yerlerinde yer ayırarak ya da
iş yerlerinde karışıklığı önleyerek düzenleme yapılarak sağlanabilir.
(Sözgelimi kalabalık bir ortamda kadın-erkek birbirine değmeden
yürünemeyecek şekildeki semt pazarlarına alışveriş amaçlı da
olsa gitmenin câiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak, pazarların
tenha saatlerinde ve de çok dikkat ederek ihtiyaç karşılanabilir.
Bu yasağın sadece müslüman kadın için değil; elbette müslüman
erkek için de geçerli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mıdır?
Aynı sakıncayı büyük şehirlerdeki kalabalık dolmuş ve otobüslerde
özellikle ayakta yolculuk için de çoğu zamanki uygulamadan yola çıkılarak
söylemek mümkündür. Düğün salonlarında, özellikle düğün
ve benzeri dâvetlerde kadın-erkek karışık oturmanın câiz olduğunu
iddiâ etmek de pek mümkün değildir.
Ama eğitim gibi ciddî amaçlar için, tesettür ve karşılıklı edeplere
riâyet şartıyla, başka uygun alternatif yoksa kadın-erkek aynı salonu
paylaşmanın haram olduğunu iddiâ etmek delillendirilmesi zor
bir çıkarım olmakla birlikte; mevcut düzen ve çevre şartları açısından
insanımızı sosyal açılım ve toplumsal nimetlerden mahrum etmenin
vebâlini de gerektirecektir. İdeal olanla reel olanı, takvâ ile ruhsat ve
fetvâyı karıştırmamak; en iyi yok diye elde edilebilecek iyiliklerden
de uzak olmamak, bir şeyin tümüne sahip olunamıyorsa bir kısmından
olsun mahrum olmamak gibi meşrû ve ma’kul yaklaşımları ihmal
etmemeliyiz diye düşünüyorum.
5) Halvetten kaçınma (Kapalı bir yerde yabancı bir erkekle
yabancı bir kadının töhmet altında bulunacak şekilde yalnız
kalmaları): İbn Abbas (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla
yalnız kalmasın!”[427]
[427] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
183
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Aşağıdakiler, yasak olan halvet kavramının dışında kalır:
a- İnsanların huzurunda olan halvet: Enes bin Mâlik (r.a.)’den:
“Ensardan bir kadın Rasûlullah’a geldi ve Rasûlullah onunla başbaşa
kalarak: “Allah’a yemin olsun ki, sizler bana insanların en sevimlilerisiniz”
buyurdu.”;[428] “Yabancı bir kadınla gizli görüşme, fitneden
emin olunduğu sürece dini zedelemez.”[429]
b- İki ya da üç erkeğin bir kadınla halvet etmesi: “Bu günden
sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir
ya da iki kişi olmadan girmesin.”[430] İmam Nevevî diyor ki: “Bu
hadisin zâhiri, iki ya da üç erkeğin, yabancı bir kadınla halvet edebileceğinin
câiz olduğunu gösteriyor. Bu hadis, iyilikleri, mürüvvetleri
ya da başka sebeplerden dolayı zinâ üzerine ittifak etmeleri oldukça
uzak olan bir cemaate te’vil edilir.”
c- Bir erkeğin kadınlar topluluğuyla halvet etmesi: Yasak
olan halvet, bir erkeğin bir kadınla halvet etmesidir. Ancak, erkeklerin
veya kadınların birden çok olmasıyla bu yasak kalkar.
6) Kocası yanında olan kadının yanına girerken kocasından
izin almak gereklidir: “Kocası evde olduğu halde, kocasının izni
olmadan evine birisini alması câiz değildir.”[431] Amr bin Âs, bir ihtiyaçtan
dolayı Ali bin Ebî Tâlib’in evine gitti ve Ali’yi evde bulamadı.
Ali (r.a.) geldiğinde ona şöyle dedi: “Bir ihtiyacın varsa, hanıma bildirseydin
ya!” Amr da: “Kocaların izni olmadan hanımların yanına
girmekten men olunduk” dedi.[432] B ununla birlikte, i htiyaç duyulduğu
zaman, koca evde olmasa da kadınla görüşmek için mutlaka
kocasının izni alınmasına gerek yoktur: “Bu günden sonra bir erkek,
kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi ol-
[428] Buhârî, 11/246; Müslim, 7/174
[429] Fethu’l-Bârî, 11/246-247
[430] Müslim, 7/8
[431] Müslim, 3/91; Buhârî, 11/206
[432] Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, hadis no: 652
184 AHMED KALKAN
madan girmesin.”[433]
7) Tekrarlanan uzun görüşmelerden kaçınmak: B u t ür g örüşmelerin
örnekleri, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki karşılıklı
ziyaretleşmeler ve bu ziyaretlerin uzun saatler sürmesidir. Yine bu
tür görüşmelerin örnekleri, kadın ve erkekleri uzun süre iş icabı aynı
yerde tutan günlük meslekî çalışmalar, eğitim amaçlı kurslar, çalışmalar
ve derslerdir.
Bu âdâp hakkında nass bulunmasa da, fitneye fırsat verilmemesi
için uygulanması gerekir. Çünkü bu tür görüşmeler, hareketteki
vakar, konuşmalarda ciddiyetin devamı ve gözü harama bakmaktan
çevirme gibi birçok âdâbın gerçekleştirilmesini zorlaştırır. Bu, görüşme
esnâsında sürekli kadın ve erkeğin bulundurması gereken ciddiyet
ve çekingenlik derecesini çoğu zaman zayıflatır. Bu sedd-i zerâî
sebebiyle, bu tür uzun ve sık görüşmelerden kaçınılması gerektiği
görüşündeyiz. Ancak, yapılan iş karşılıklı görüşmeyi sürekli zorunlu
kılıyorsa, sakıncasıyla birlikte, ihtiyaç duyulduğu sürece ve fitneden
korunma gayretiyle birlikte bu yapılabilir. Genellikle akıl ve kalbi
meşgul eden ciddî çalışmalar vakarı korumaya yardımcı olur. (Ama,
ciddî olmayan konular, samimî ve sıcak davranışlar, şakalar ve eğlenceli
konuşmalar da şeytanın araya girmesine ve konunun istismar
edilip cevaz sınırlarının aşılmasına sebep olur.)
8) Şüpheli yerlerden kaçınma: Kadınların şüpheli yerlerde erkeklerle
bir araya gelmekten kaçınması gerekir. Bilinen misâfirler ve
uzak da olsa güvenilir akrabâ ve samimi dostlar gibi güvenilir kişilerle
görüşmede bir sakınca yoktur. “Sana şüpheli geleni, şüphe vereni
bırak, şüphe vermeyeni al.”[434] A bdurrahman b in Avf ş öyle d edi:
“Biz kadınlarımızın yanında olmuyoruz ve misâfirlerimiz oluyor.
Rasûlullah (s.a.s.): “Onlara bir zorluk yoktur” buyurdu.[435]
9) Açık ve gizli günahtan kaçınma: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
[433] Müslim, 7/8
[434] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 3372
[435] Fethu’l-Bârî, 10/264
185
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın...”;[436] “Günahın
açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının
cezâsını mutlaka çekeceklerdir.”[437] Konumuzla ilgili açık olan
günah; görüşme âdâbındaki hatalardır. Gizli olan günah ise; haram
olan bir şeyi arzulama, ondan yararlanma ve bunu daha da ileri götürmedir.
B- Kadınlara Âit Edepler
1) Mütevâzi giysi: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “...Görünen
kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş
örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...”;[438] “Ey Peygamber!
Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç
için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını
örtsünler)...”;[439] “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır.
(Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla
insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar...
Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır.
Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.”[440]
Ümmü Atiyye’den: “Rasûlullah (s.a.s.)’a şöyle sordum: ‘Bizden
birisinin (dış) elbisesi olmazsa dışarı çıkmasında bir sakınca var mı?’
Rasûlullah (s.a.s.): “Kocasının elbisesini giyinerek çıksın” buyurdu.[
441]
Erkeklerin dikkatini çekecek şekilde çok câzip, örtülü olduğu
halde vücut hatlarını belli edecek şekilde dar veya ince/şeffaf olan
giysiler veya zâhiren tesettüre uygun gözüktüğü halde, iffetli ve olgun
bir müslüman hanıma yakışmayacak şekilde “çeyrek tesettür”
[436] 6/En’âm, 151
[437] 6/En’âm, 120
[438] 24/Nûr, 31
[439] 33/Ahzâb, 59
[440] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
[441] Buhârî, 1/439; Müslim, 3/20
186 AHMED KALKAN
veya tesettür defilesindeki manken görünümlü giysi ve tavırlardan
uzak olmak gerekir. Ayrıca, her çeşit makyajdan uzak bir doğallık
şarttır.
2) Güzel kokudan (parfümden) kaçınma: “ Bir kadın, güzel
koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’
diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.”[
442]
3) Konuşurken ciddî olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “...
Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir
edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide
kapılır...”[443]
4) Hareketlerde ağırbaşlı olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını
yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).”[
444] Peygamberimiz (s.a.s.)’den de şöyle rivâyet edilmiştir: “Cehennemliklerden
görmediğim iki sınıf vardı. (Biri) yanlarında sığır
kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven
bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar; dikkatleri çekmek için
salınarak yürüyen, kırıtan ve başlarını deve hörgüçleri gibi yapan
kadınlar! Bunlar cennete giremedikleri gibi, onun kokusunu da duyamayacaklardır.
Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan
duyulacaktır.”[445]
(Müslüman bayan, erkeklerin bulunduğu sosyal hareketlere katılır
veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her
şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için,
sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz, ama
onunla da her şey tamamlanmış değildir. Bırakın kahkahayı, aşırı ve
sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar,
[442] Ebû Dâvud, hadis no: 351
[443] 33/Ahzâb, 32
[444] 24/Nûr, 31
[445] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
187
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal
olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve
müslüman insanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek
her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman kadının bu
ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması,
hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem
İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer
etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin
kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.)
Bazı müşterek görüşme âdâbı kaybolduğunda ne yapılmalıdır?
Daha önce ifâde edilen görüşme edeplerine müslüman erkek ve
kadının önem vermesi ve bunlara bağlı kalması gerekir. Fakat herhangi
bir yerde bu âdabın tamamı ya da bir kısmı kaybolduğu zaman
yapılması gereken davranış ne olmalıdır?
Edeplerin kaybolduğu ölçüde bozulma olur; görüşme ve bir
araya gelmelerde müslüman erkek ve kadının duyacakları rahatsızlık
olur, günahlara kapı açılır, şeytana dâvetiye çıkarılabilir. Bazı
edeplerin kaybolması durumunda müslümanın, mevcut maslahatı ve
muhtemel bozulmayı kıyaslayarak, hangisi daha ağır basıyorsa ona
göre hareket etmesi gerekir. Bu konuda ölçü, nefis ve hevâ, çevre ve
özgürlük anlayışı değil; İlâhî sınırlar ve takvâ bilinci, hayırda yardımlaşma
olmalıdır.
Görüşme ortamından ve sosyal ilişkilerden kaçınmak, müslümana
çeşitli zorluklar getiriyorsa, müslüman erkek ve kadının zorluğu
kaldıracak şekilde, zarûret miktarı mevcut durumu kabul etmesi,
kesin haram olan sınırlara geçmemek şartıyla kolaylığı ve ruhsatı
tercih etmesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah dinden sizin
üzerinize bir zorluk kılmadı.”[446] Müslüman kadın veya erkeğin bir
sosyal ortamda bulunması, hayra götürüyor veya şerden uzaklaştırıyorsa,
Allah’a tevekkül ederek orada bulunmaları, bazı yanlışları
düzeltmek için çaba göstermeleri gerekir.
[446] 22/Hacc, 78
188 AHMED KALKAN
Bazı müslümanlarda, cehâlet veya zarûretten dolayı bazen görüşme
âdâbına aykırı davranma olabilir. Mü’minlerin kardeşleri hakkında
dikkatli olmaları, Allah’tan sakınmaları, dillerini kötü sözlerden
korumaları ve asılsız iftiradan uzak durmaları gerekir. Bu hususta ifk
hâdisesi bir ibrettir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Çünkü
siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi
olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz
olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir
suç)tur. Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz,
hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır’ demeli değil miydiniz?”[447]
Rasûlullah da: “Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah
olarak yeter”[448] buyurmaktadır.
Asılsız zinâ iftirası, kişinin kendi istek ve arzularına uyarak
insanları suçlamasıdır. Bu da bazı müslümanların görüşme âdâbına
riâyet etmemelerinden kaynaklanır. Çoğu zaman yapılması gereken,
zâhire bakmakla yetinip görüşme âdâbına riâyet etmeyenlere itibar
etmemek ve onları şer’î âdâba sarılmaya çağırmaktır.
Allah gizli olanları en iyi bilendir. Aynı zamanda, hata yapmakta
olan müslümanları kendilerini düzeltmeleri ve ellerinden geldiği
kadar töhmetli yerlerden uzak durmaları konusunda uyarıyoruz.[449]
HAREMLIK-SELÂMLIK; İHTIYATTAN BID’ATE
Kadının sosyal hayatta yer almasına İslâm izin verir, hatta sadece
izin vermekle kalmaz, kadın-erkek müslümanların görevi kabul ederken
haremlik-selâmlığın dinde yeri olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Haremlik-selâmlık uygulaması, Emevîlerle birlikte İslâmî
[447] 24/Nûr, 15-16
[448] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4358
[449] Abdülhalim Ebu Şakka, Tahrîru’l-Mer’e, Kadın ve Aile Ansiklopedisi, c. 1, s. 327-346
189
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
hilâfetten uzaklaşılıp krallık ve saray hayatına geçişle birlikte birçok
konuda olduğu gibi, komşu ülke Bizans’tan adapte edilerek alınmış
bir uygulamadır. Asr-ı Saâdette kesinlikle böyle bir uygulama yoktur.
Hiçbir âyet ve hadis-i şerifle de kadının sosyal hayattan kopması
demek olan haremlik-selâmlık emir veya tavsiye edilmemiştir. Tam
tersine; kadının sosyal hayatta erkeklerle beraber yer aldığı hususlarla
ilgili yüzlerce hadis Buhârî ve Müslim’de yer almaktadır.
Seyyid Kutub, bu uygulamanın İslâm’a Osmanlı Türkleri tarafından
sokulduğunu söyler. “Bir kuşku daha var: Bu da İslâm’ın ruhuna
tamamen yabancı olduğu halde, sonradan ona bulaştırılmış olan
harem meselesidir. Haremlik ve selâmlık kelimeleri Türkçe olup haremin
İslâm’a ne zaman girdiğini açıkça gösterir... İslâm’ın tebliğcisi
Hz. Muhammed’in gününde kadınlar ibâdethânelere gidiyor, alışveriş
için sokaklara çıkıyor, savaşlara katılıyorlardı. Zulüm ve istibdat
çağlarında kadın, ticaret malı haline getirildi... Kadınları hareme tıkmaları
için erkeklere öğüt veren bir anlayış İslâm’ı temsil edemez.
Böyle bir anlayış kadın ve erkeği aynı anda kurban seçmiş açık bir
zulümdür... İslâm, harem ve salonda aynı şekilde ihânete uğrayan
ruhu kurtaracaktır. Kadın, haremde zorbalık ve zulümle kahra uğratılmıştı,
modern salonlarda ise başıboşluk ve sefillikle öldürülmektedir.”[
450] Seyyid Kutub’un haremlik-selâmlığın Osmanlılar tarafından
İslâm’a sokulduğunu iddiâ etmesine rağmen, Emevî döneminden
itibaren başta yöneticilerin saraylarında ve köşklerinde olmak üzere
bunun uygulandığı, Osmanlı yönetiminde ise daha da yaygınlaşıp kurallaştığı
anlaşılmaktadır.
Haremlik-selâmlık konusunun İslâm’a nasıl mal edildiğini anlamak
için, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili
olan Hicab âyeti üzerinde kısaca durmak gerekir. Zira, bu âyete dayanılarak
haremlik-selâmlık müessesesi oluşturulmuş ve bu kurum
tüm ümmete şâmil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur’an’ın ortaya
koyduğu bir kurum değildir. Zira Yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden
ayrılmalarını değil; aksine âdâb-ı muâşeret ve iffet kaidelerine
uymak şartıyla, sürekli dayanışma içinde bulunmalarını istemekte-
[450] S. Kutub, İslâm-Kapitalizm Çatışması, s. 127, 129
190 AHMED KALKAN
dir. Zira unutulmamalıdır ki, “mü’min erkeklerle mü’min kadınlar
birbirlerinin velîleridir/dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkorlar.”[
451] “Velîler/dostlar” demek, birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla
sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kurân-ı
Kerim, bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir.
Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir
zihniyetin, Kur’ân-ı Kerim’in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte
fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında
gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği
sözkonusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir.
Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak câhil
kalması sonucunu da doğurmuştur. Câhil kalan bir annenin çocuğunun
da yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.
Haremlik ve selâmlığa delil olarak getirilen âyetin, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili olduğu açıktır. “Peygamber’in
hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman, hicâb/perde arkasından
isteyin. Böyle davranmak, gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların
kalpleri için daha temiz bir yoldur.”[452] Böyle bir yola başvurulup
onlar hakkında bazı farklı uygulama öngörülmesinin sebebi, davranışlarının
toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek
istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir “ifk” hâdisesinin
yol açtığı fitne, Medine’de büyük çalkantılara yol açmış ve
hatta bu yüzden bir iç savaş tehlikesi bile yaşanmıştır.
Diğer taraftan bazı kimselerin, Hz. Peygamber’in vefatından
sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifâde ettikleri, bazılarının,
bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri görülmektedir.
İşte Yüce Allah, ümmet içinde fitneye yol açacak bu gibi sözlere
ve düşüncelere son vermek amacıyla Hz. Peygamber’in vefatından
sonra hanımlarıyla evlenilmesinin yasak olduğunu açıkça ifade etmiş
;[453] O’nun hanımlarının mü’minlerin anneleri olduğunu belirtmiş-
[451] 9/Tevbe, 71
[452] 33/Ahzâb, 53
[453] 33/Ahzâb, 53-55
191
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
tir.[454] Şu halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen,
mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmamaları, evlerinde vakarla
oturup vakitlerini ibâdetle geçirmeleridir.[455]
Ancak, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili
bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır. Zira, Kur’an bu iki
cinsin bir arada bulunmasını, ma’rûfu/iyiliği emredip münkerden/
kötülükten alıkoymasını emretmektedir.[456] Diğer taraftan, Kur’ân-ı
Kerim, hem mü’min erkeklere hem de mü’min kadınlara, iffetli olmaları
gerektiğini îmâ etmek için, başlarını eğmelerini, gözlerine
sahip olmalarını emretmektedir. Her nedense, tarih boyunca iffetli
davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise
iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı
ölçüde gereklidir. [457]
İslâm’ın tesettür[458] ve gözleri sakınma[459] emrinin hikmeti, kadının
toplum hayatında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki
ilişkileri içindir. Bir başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle
beraber olmayacaksa, ona tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de
gözlerini sakınmaları emri gereksiz olacaktır. Haremlik-selâmlık
hayatı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve görüşmeleri olmayan kadın-
erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün bunlarla birlikte,
müslüman bir âile, evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir, ev sahibi
erkek, bunun kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından
daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey
diyeceği olamaz. Ama, bunu İslâm’n emri olarak görüp göstermek
istemesi önemli bir yanlış ve dine bir iftiradır, bir bid’attır; hiçbir
müslümanın bu hakkı yoktur.
Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri olan nice müslüman âile, ka-
[454] 33/Ahzâb, 6
[455] 33/Ahzâb, 32-34
[456] 24/Nûr, 30-31
[457] Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur’ân-ı Kerim’de Kadın, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 257
[458] 33/Ahzâb, 59; 24/Nûr, 31
[459] 24/Nûr, 30
192 AHMED KALKAN
dın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte, ya da eş veya
kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu
yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli
tesettürü ve mahrem erkeklerle görüşmede “dişiliğiyle değil;
kişiliğiyle” yer almayı beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve
takvâ sınırlarına sahip olmada ciddî problemlerin olduğu ve karşı
cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü oluşturulamadığı yer ve
durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha ihtiyatlı ve
takvâya yakın kabul edilebilir.
Ama bu konu, tâviz meselesi gibi ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç
olduğunda veya uzak da olsa akrabaların kadın-erkek birbirlerini
hiç tanımayacakları, ya da ev sahibi bayanların “hoş geldin!” demelerinin
bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet ve
tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların
birbirleriyle darılmaları, ya da müslümanların yakınlarındaki
hatta yaşlı erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla
baktıkları imajı vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım
derken göz çıkartılmamalıdır.
Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte
çözmeye başladıkları an, Kur’ân-ı Kerim’in amaçladığı hedef gerçekleşmiş
olacaktır: Mü’min erkekler ile mü’min kadınlar birbirlerinin
velîleri/dostlarıdır; iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Gerçek bir
İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman
unutulmamalıdır.
İSLÂMÎ HAREKETTE KADIN
Kur’an, hayatı yönlendiren, hayatın her alanına müdâhale eden bir
hidâyet rehberidir. Bu rehberi hayatının düstûru edinmiş ve yaşadığı
çağı Kur’an ile aydınlatmış Rasûlullah (s.a.s.) ise mü’minler için
en güzel örnektir. O, vahyi sadece insanlara aktarmakla kalmamış,
vahyî ilkeleri hayata nakşetmiştir. Bu yüzden, Kur’an’a sadece bilgi193
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
lenme ve teorik bazda yaklaşım, Rasûl’ün bütün bir ömür boyunca
verdiği mücâdeleyi anlamamaktır. Bu nedenle Kur’ânî bilginin pratik
hayattan kopuk olmaması gerekir. Çünkü Kur’an ilk elde kişiyi tevhîdî
bir bilince ulaştırmayı, tevhîdî şuur da imanı eyleme dönüştürmeyi
gerektirir.
Teori ve pratiğin ayrılmazlığı gereğince, müslüman kadının
Kur’an ve sünnet çizgisinde belirtilen konumunu, hayat alanı içerisinde
ne şekilde yerleştireceğini ve bu noktada karşılaşılan problemleri
değerlendirmek gerekmektedir. Emânetin, kadın-erkek ayrımı
yapılmadan tüm müslümanların sorumluluğu olduğunu biliyoruz.
Bu sorumluluğun bilincine varmış müslümanların inançları gereği
olarak toplumu dönüştürme hedeflerini nasıl gerçekleştirecekleri, nasıl
çözüm bulabilecekleri ve bu konuda karşılaşabilecekleri engeller,
bugün hepimizin cevaplamaya çalıştığı soruların başında gelmelidir.
Yüzyılların verdiği sinmişlikle, toplumun gidişâtını yönlendirme
konusunda yaşadığımız coğrafyada gerçekleştirilmiş ciddî ve sürekliliği
olan bir çaba ve örnek olmadığı için, İslâmî hareket mensupları;
kadınıyla, erkeğiyle bu konuyu ciddî bir şekilde gündemlerine
almaları gerekmektedir. Biz, her şeyden önce inancımız gereği olan
tevhîdî yaşam biçimini kendimizde ve çevremizde doğru birliktelikler
oluşturarak yaşayabiliriz. Bunun için de toplumumuza egemen
sistemi Kur’ânî ilkeler doğrultusunda değerlendirmemiz ve tevhidî
mücâdeleyi hep birlikte yüklenmemiz gerekmektedir.
Bu konuda öncelikli görevimiz, tarihsel yanlış birikimlerin
şartlanmışlığını terkederek ve Kur’an dışı sistemlerin etkisini aşarak
Kur’an bütünlüğünden çıkaracağımız mücâdele metodunu hayata
uygulamamızdır. Bu alanda erkeğin öğrenme ve mücâdelesi kadar,
kadının da gayret göstermesi, öncelikle fikrî açlığını gidermesi,
Kurânî bilgi ve eğitimi alarak güncel sorumluluklarını îfâ etmesi
gerekmektedir. Toplumdaki yanlış inanışları değiştirmek, siyasî ve
ahlâkî fitneyi kaldırmak, yerine alternatif bir sistem kurup, toplumun
her alanına yaygınlaştırmak hedefinin zorunlu gerekleri bunlardır.
Bu görevleri yerine getiremeyen kadın, İslâmî harekete katılamayacağı
gibi, hareketin gelişimini engelleyici bir rol de alabilmektedir.
194 AHMED KALKAN
Toplumun yarısını teşkil eden önemli bir kitle için düşünsel gelişimini
sağlayacak ortamların hazırlanmaması ve İslâmî mücâdelede âtıl
bırakılmasının harekete ket vurması doğaldır.
Kadın unsurunun İslâmî harekete engel olması yerine, bizzat İslâmî
mücâdelenin bu alandaki boşluğunu doldurması elzemdir. Müslüman
kadının, özellikle yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş olan bu
kesimin pasifize oluş nedenlerinin araştırılması, İslâmî mücâdeledeki
eksiklik ve ihtiyaçlarının tesbit edilmesi gerekir. Bundan sonra da,
kadının yeniden aktif hale getirilmesi yolları araştırılmalıdır. Bu yapılırken
din iyi tanınmalı, Kur’ânî eğitim alınmalı ve bayanların fikrî
seviyesinin yükseltilmesine çalışmalıdır. Müslüman kadın her şeyden
önce kendi konumunu belirlerken de kulluk görevi olan toplumu
dönüştürme hedefini göz önünde bulundurmalıdır. Toplumsal hayatı
yönlendirmede fikrî aydınlanma kadar, sosyal hayatı tâkip edip doğru
yorumlamak da önemlidir. Yani kadın da siyasî bir sorumluluğa
sahip olmalı, yaşanan olaylarla Kur’an arasında bağlantılar kurarak
Kur’ânî mesajı güncelleştirebilmelidir.
Siyasî sorumluluğunun farkına varmış ve bu bilinçle İslâmî
görevlerini yerine getiren kadın, müslümanlara âit karar mekanizmalarında
ehliyeti oranında yer alabilmelidir. Mücâdele sahasında
toplumun önemli bir kesimini temsîlen istişârî organlara katılmalıdır.
Bu yetkinliğe erişmiş müslüman kadının, ehil olduğu bir konuda
söz sahibi olmasına ve birtakım görevleri üstlenmesine kadın olduğu
için engel konulamaz. Kanaatimizce kadın, yönetim için ehliyetli
ise, yani İslâmî sorumluluğunun bilincinde, yeterli Kur’an bilgisine
sahip, siyasî konulara ve siyasî tarihe vâkıf ve toplumun yapısını tanıyan,
yönetme işini yapabilecek kapasitede ve genel yeterlilikte ise,
cinsiyetinden ötürü gerekli yönetim görevlerini almasına engel olmak
doğru değildir. Yönetme, temsilcilik gibi görevlerde esas olan ehliyettir
ve en ehil kim ise görev ona verilir. Kadının böyle bir görevi almasına
engel olacak kesin bir nass yoktur. Hz. Peygamber döneminde
kadınların biatı, savaşlara bizzat katılımı, yine halifeler döneminde
bir Peygamber hanımının ordu komutanlığı ve siyasî muhalefet liderliği
yapması konu için önemli işaretlerdir. Kaldı ki o döneme çok
yakın câhiliyedeki kadının konumunu hatırlarsak verilen haklar ve
195
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
kat edilen mesâfe oldukça önemlidir. Bu bağlamda herhangi bir görev
için yetkinliğe sahip müslümanın o görevi üstlenmesi gerekir.
Tabii müslüman kadınları bugün öncelikle ilgilendiren sorumluluklarını
dar bir çerçeveden çıkarmak ve onu en iyi şekilde yerine
getirebilecek bilinç ve yetkinliğe ulaşmaktır. Buna, sorumluluk ve
haklarını bilmek, Kur’an’ı iyi tanımak, sosyal ve siyasî olaylarla ilgilenerek
kendilerini ve çevrelerini aydınlatmak şeklinde işe başlayabilirler.
Yükselen İslâmî mücâdeleye katılmak, katkıda bulunmak
ve ona ivme kazandırmak için yapılaması gereken öncelikli görevler
bunlardır. Ancak, gösterilen gayretlerin istişârî bir denetimle birbiriyle
irtibatlı, ölçülü ve her kesimden müslüman kadına ve kıza hitap
edebilecek kapsamlılığa ulaşabilmesi de şarttır.
Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir nokta da, kadınları
bilinçlendirme, birbirleriyle ve diğer müslümanlarla irtibatlı
bir şekilde hareket etme sürecinde kadın-erkek ilişkilerinde oluşturacakları
gelenek veya kurumlaştıracakları örnekliktir. Gelişen İslâmî
hareketlerin karşılaşabilecekleri önemli aksaklıklardan biri de bu
alanda görülebilmektedir. İslâmî bilgilenme ve faâliyet gösterme süresince
fıtrî özellikler göz önünde bulundurulmalı ve kadınlar öncelikle
hemcinsleriyle ilgilenmelidir. Zira tebliğ ettiğimiz vahyî mesaj,
muhâtabın bütün hayatını kuşatmaktadır. Kişinin yaşantısını, özel
sorunlarını, özel alışkanlıklarını kuşatabildiğimiz oranda muhâtabımızı
daha iyi tanımış olur ve mesajımızla hayatını kuşatabiliriz. Kişiyi
bu yakınlıkta tanımak ise, onun mahremi olmakla yakından ilgilidir.
Muhâtaplarımızla ilgilenme ve onlara tebliğ etme konusuna ve
bu konunun süreklilik gerektirdiğine dikkat edecek olursak, tebliğde
yakın ilgi kurma olayı, kadınlar ve erkekler arasında kendiliğinden
bir iş bölümünü zorunlu kılmaktadır. Bu, meydana gelebilecek olumsuzlukların
önlenmesi açısından dikkat edilmesi gereken önemli bir
husustur.
Kadınların her alanda olduğu gibi, faâliyet sahasında da diğer
kesimden tamamen ayrı ve arada geçilmez duvarlar tesis edilmesi
ifrat çizgisidir. Geleneksel kesimin düştüğü bu yanlış örf düzeltilmeli
ve aşılmalıdır. Ancak, geleneksel düşünce eleştirilip aşılmaya
196 AHMED KALKAN
çalışılırken ikinci bir yanlışa düşülmemelidir. Müslüman kadınların
kendi aralarında iletişim kurma, çalışma yapma ve faâliyet gösterme
imkânları varken ve bu yeterliliğe sahiplerken bu imkânı kullanmayıp
erkeklerle birlikte denetimsiz, örneklik teşkil etme açısından
bütünlükten kopuk ve sorumsuz ilişkiler kurulması veya çalışmalar
yapılması gereksiz ve beraberinde sakıncalar taşıyan bir durumdur.
Ancak, sözlerimiz İslâmî mücâdelede kadınlarla erkeklerin irtibatsızlığı
şeklinde de anlaşılmamalıdır. İslâmî hareketin bütünlük içinde
ve her alanda sürdürülebilmesi için böyle bir irtibat gerekli ve aynı
zamanda zorunludur. Ancak, bu irtibat ölçülülük, saygı, iffet duygularıyla
kurulan denetimli ve sınırlı bir ilişkiye dayanmalıdır.
İslâmî mücâdelede gerek bilgi, gerekse tecrübe açısından erkeklerin
birikimi daha fazladır. Bu hüküm, olanı mutlaklaştırmayı değil;
olanı ifâde etmeye yöneliktir. Ve bu birikimlerden, tecrübelerden
faydalanılması zorunludur. Kadınların bu alandaki eksikliğini gidermesi
ve uygun bir seviyeye gelmesi için mârufu gözeten irtibatlar
oluşturulmalıdır. Ayrıca, kadınların kendi alanlarında gösterdikleri
faâliyetlerinin gelişme ve sonuçlarının değerlendirilmesi, hareketin
diğer alanlarıyla irtibatlandırılması ve genel politikaların belirlenmesi
için, tabii ki istişâreye ve temsil sorumluluğuna ehil kişilerin uygun
form ve birimlerde bir araya gelmesi de kaçınılmazdır.[460]
ÂILE HAYATIYLA İLGILI HARAMLAR
Eşler Arasında İlişkide Haramlar:
a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme: Bazı dinler, eşler
arası cinsî münâsebet konusunda ifrâta düşmüş, hayız halinde bile
yaklaşmayı mubah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları
ayırmaya kadar gitmişlerdir. İslâm, hayız ve lohusalık hallerinde
[460] H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 34, Ocak 94, s. 19-20
197
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
yalnızca birleşmeyi haram kılmış, bunun dışında bir yasak koymamıştır.[
461] Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik sakıncaları
bilim adamlarınca ta tesbit edilmiştir.
b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma: Dinî irşâdın önem verdiği
husus, insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek
değil; fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden
olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Kadınlarınız
sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin.”[462] Bundan
bir âyet önce “Allah’ın size buyurduğu yoldan yaklaşın” buyurulmuş,
Peygamberimiz de “kadınlara anüslerinden (arkalarından) yaklaşmayın”
demiştir.[463] Bu nasslara göre şekil/teknik konusunda bir sınırlama
yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün
kılacak yoldur.
c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma: Karı-koca
arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak
odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, bu sırrı ifşâ
edenlere “insanların kötüsü” ve “şeytan” denilmiştir.[464]
d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden
birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların
çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/
mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte, meşrû bir sebebe
bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın
diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber
zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna
doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Ashâbdan
Câbir’in ifâdesiyle Kur’ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik
ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı.[465] Rasûlullah’a
azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah’ın di-
[461] 2/Bakara, 222
[462] 2/Bakara, 223
[463] Tirmizî, Tahâret 102, Radâ 12; Ahmed bin Hanbel, I/86; 6/305
[464] Buhârî, Nikâh 69; Müslim, Talâk 26
[465] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27
198 AHMED KALKAN
lediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini
ifâde buyurdu.[466]
Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez.
Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz
konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de
ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile
aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir.
Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı
tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman
ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına
karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu
almak câiz olur.
e- Çocuğun haklarına riâyetsizlik: Çocuğun nafakası, bakımı,
terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, mânevî yönleriyle ana ve
babaya âit bir borçtur. Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi,
meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla
ayrıcalık göstermemesi gereklidir. Ana veya babanın sağlığında, hibe
yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesi konusunda, Rasûl-i ekrem:
“Çocuklarınıza eşit davranın, çocuklarınıza eşit davranın...”[467]
f- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik: Çocuklarınana ve babalarına
sevgi ve saygı duymaları, sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları
zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır. “Biz insana, anne ve
babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu,
karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur.
Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.”[468]; “Rabbin
yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi emretmiştir.
Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak
olursa, onlara karşı ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. İkisine de hep
tatlı söz söyle.”[469]
[466] Buhârî, Büyû’ 109; İbn Mâce, Nikâh 30
[467] Ebû Dâvud, Büyû’ 83; Buhârî, Hibe 12-13;Müslim, Hibât 13
[468] 46/Ahkaf, 15
[469] 17/İsrâ, 23
199
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
İslâm’da kulun emrine itaat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır.
Meselâ ana-baba evlâdını, Allah’a şirk koşmaya zorlasalar onlara
itaat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek câiz değildir.[
470] Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “Size büyük günahların en
büyük üçünü haber vereyim mi?” ‘Evet yâ Rasûlallah!’ “Allah’a şirk
koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna
gelerek) dikkat edin; yalan söz, yalan şâhidlik!”[471]
EVLENME SÜRECINDE VE AILE HAYATINDA
ÇOKÇA KARŞILAŞILAN YANLIŞLAR
“Allah ve Rasûlü bir işle ilgili hüküm verdiği (bir konuda kural koyduğu)
zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadına, o işi kendi isteklerine
göre seçme (ve keyiflerine göre yapma) hakkı yoktur. Kim
Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[472]
Müslümanların, bilinçli olarak Allah’a teslim olmaları, İslâm’ı ölçü
kabul etmeleri gerektiği halde; “müslümanım” diyenlerin önemli bir
bölümü şu veya bu gerekçe ile böyle davranmıyor. Bu konuda şeytanın
ve hevâsının/arzularının güzel gösterdiği câhilî örf ve âdetlerin,
ya da dünyevî basit çıkarların büyük rolü oluyor. Toplumda çokça
görülen evlenme ve aile hayatındaki yanlışları, açıklamaya ihtiyaç
duymadan başlıklar halinde sayalım:
1- Evliliğe bakış, müslümanca olmuyor. İslâm’ın evlilikle ilgili
değerlendirmeleri ile günümüz insanının evliliğe bakışı arasında büyük
farklar oluyor. Bu konuda makas gittikçe açılıyor.
2- Evlenme yaşına gelen gençler, bu konuda ilmin kendilerine
farz olduğu hal bilgisi olan nikâh ve talâkla, iman ve elfâz-ı küfürle,
[470] 31/Lokman, 14-15
[471] Buhârî, Edeb 6, Şehâdât 10; Müslim, İman 143, 144
[472] 33/Ahzâb, 36
200 AHMED KALKAN
İslâm aile hukukuyla, ailevî haklar ve görevlerle ilgili doğru bilgiler
edinmiyor. Bu konularda bilgisizlik veya yanlış bilgilenme sırıtıyor.
Evlilik ve mahremiyetleriyle, aile hayatıyla ilgili piyasada çok sayıda
kitap bulunduğu halde, evlilik öncesi bunlar okunup değerlendirilmiyor.
Kızlar çeyize, erkekler evlilik masraflarına önem verdiği kadar
olsun kendilerine farz olan ilme önem vermiyor.
3- Dinimiz evlenme yaşına (ve olgunluğuna gelmiş) kız ve erkekleri
evlendirmede acele etmeyi ısrarla tavsiye ettiği halde, bekârlar
geç evleniyor, geç evlendiriliyor, hatta bazı gençler evlenmemeyi
tercih ediyor.
4- Eş seçiminde İslâm’ın tavsiyelerine uyulmuyor. Eskiden
ana-babaların tercihi ile evlenen insanlar, şimdi ise nefislerinin, beğenilerinin,
duygularının özelliklerini belirlediği kimseleri tercih
ediyor. Eski örf olan görücü usûlünün birçok mahzûru olduğu gibi;
çağdaş tarz olan tanışarak, severek, flört yaparak eş seçmenin daha
büyük sakıncaları sözkonusudur. Orta yol; görerek, İslâmî ölçüler
içinde görüşüp makul şekilde ve aşırıya kaçmadan tanışıp ve mevcut
problemleri, gelecekte ortaya çıkabilecek sorunları müslümanca çözüme
bağlama gayretleriyle evlenmeye adım atmaktır. Eş seçiminde
ilk önemli hususun, adayın muvahhid bir mü’min olması, dindar ve
namuslu bir hayat sürmesi gereği göz ardı ediliyor.
5- İslâm’ın kesin şekilde yasakladığı bazı haramlar örf-âdet diye
uygulanabiliyor. Başlık parası, süt parası gibi nice çirkin haramlar
hâlâ bazı yörelerde farz gibi kabul ediliyor.
6- Özellikle kız tarafından kaynaklandığı şekilde, evlilik zorlaştırılıyor.
Dünürcülere zorluk çıkarılıyor, dünyevî konularda çok ince
eleyip sık dokumalar, gereksiz nazlanma ve zorlamalar olabiliyor. Evliliği
zorlaştıranlar, kendi çocuklarının ve evlenemeyen gençlerin bu
konudaki haramlarına da ortak olduklarını unutuyorlar.
7- Ayıp anlayışı, haram anlayışını bastırıyor. “Ele-güne karşı, el
ne der, ne yapalım yakınları böyle istiyor, ben akrabalarımı ve arkadaşlarımı
kıramam, çevre şartları, bizim örfümüz böyle, herkes böy201
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
le yapıyor, yoksa bizi ayıplayıp kınarlar, ben filanların yüzüne nasıl
bakarım” gibi yanlış ve bâtıl gerekçelerle dünürcülükten başlayarak
düğüne kadar törenlerde ve yer yer evlilik hayatı boyunca haramlar
işleniyor, farzlar ihmal ediliyor.
8- Eş seçiminde her iki cins için aranması gereken önemli özellik
olan ve evlilik hayatında da sürdürülmesi şart olan namus, sadece
hanımlar için aranıyor. Hatta, giderek bayanlarda bile ahlâk ve namus
anlayışındaki ölçüler eriyip kayboluyor. Erkeğin evine yeterince
bağlı olmaması, gözünü haramdan sakınmaması, karşı cinse belli bir
meyli yadırganmıyor, doğal karşılanıyor.
9- Söz ve nişan aşamasından başlanarak, düğün ve eşya alımı
konusunda devam eden israf ve gereksiz harcamalar yapılıyor. Kullanılmayacak
veya o aileye göre lüks sayılabilecek eşyalar olmazsa
olmaz kabul ediliyor, fazla takı isteniyor. Bir günde yapılıp bitecek
olan nişan ve düğün törenlerinde büyük harcamalar yapılıyor.
10- Nişan, kına ve düğün törenleri haram eğlencelerle, gayrı
meşrû tarzda yerine getiriliyor. Kadın-erkek aynı salonda eğlenceler,
karşılıklı danslar, içkiler gibi haramlarla “Allah’ın emri” kabul
edilen nikâh ve aile kurma, şeytanın emrine uygun şekilde yerine
getiriliyor.
11- Bazı yörelerde örf olarak hâlâ uygulanan, odada belirli zaman
için başkasının da bulunması, aile yakınlarına bez göstermeler
gibi nice çirkin gerdek âdetleri terk edilmiyor. Evlilik günü sağdıç
ve yengelerin yanlış bilgi ve âdetlerle kötü hocalıkları gibi durumlar
görülüyor.
12- Aile hayatında kadın köle, hizmetçi, mahkûm gibi görülüyor.
Kocasının her isteğini yerine getirip onun hizmetçisi olması da
yetmiyor, beraber kalıyorlarsa kocasının tüm akrabalarının da hizmetçisi
olması bekleniyor. Hâlbuki nebevî tavsiye doğrultusunda hemen
her Müslüman hanımın severek yaptığı ev işleriyle uğraşmaya
bile evin hanımının zorlanamayacağını dinimiz belirlediği halde, hanımlara
köle muâmelesi yapılıyor.
202 AHMED KALKAN
13- Erkek karısına arkadaşça muâmele etmesi, onu Allah’ın
emâneti bilip can yoldaşı görmesi, kendisinin eksiklerini tamamlayan
sevgilisi kabul etmesi gerektiği halde, erkek evde gardiyan, komutan,
despot ve faşist bir diktatör rolü oynamaya çalışıyor. Erkeklerin
çoğu hanımına kaba ve sert davranabiliyor. Bazı erkekler, Kur’an’da
belirtilen özel durumlar hâricinde çok çirkin bir davranış olarak algılanması
gereken dayağa başvurabiliyor, belki akşama beraber olacağı
hanımını hem de basit sebeplerle dövebiliyor.
14- Evlerde İslâm’ın emirleri tatbik edilmiyor. İslâm hakkıyla ve
tüm kapsamıyla yaşanmıyor. Problemler İslâm’a göre çözülmek istenmiyor.
Evlerde koca aynı zamanda hoca olamıyor, karı-koca evde
cemaatle namaz kılma gereği duyup evi mescid haline getirmeye çalışmıyor.
Evler, meal ve tefsiriyle birlikte okunması gereken Kur’an
başta olmak üzere, kitap okunup karşılıklı değerlendirmeler yapılan
yerler haline gelmiyor. Eğitim yuvasına, mektep ve okula benzemiyor.
Evler erkekler için biraz otele, lokantaya, kahveye, gazinoya,
sinemaya, stadyuma benziyor. Hanımlar için de tembelhane işlevi
görüyor.
15- Evliliğin temel hikmeti neslin devamı olduğu halde, bazı
evliler çocuk istemiyor. Bazıları (hayatî bir zarûret olmaksızın) kürtaj
yaptırıp çocuk aldırarak bebek katili bile olabiliyor. Çoğu aileler
iki-üçten fazla çocuk sahibi olmaktan kaçınıyor; Mecbûriyet olmaksızın
doğum kontrol yöntemleri kullanıyor.
16- Çocuk terbiyesine önem verilmiyor. Örnek olmak, onları
müslümanca terbiye etmek, kişilik sahibi, karakterli, ahlâklı şekilde
yetiştirmek için gerekli çabayı anne de baba da göstermiyor. Onların
maddi gıdalarına verilen önem zihnî ve kalbî gıdalarına gösterilmiyor.
17- Çocuklar ya aşırı özgür tarzda, ya da aşırı otorite ve baskı altında
yetiştiriliyor. Bunun sonucu olarak büluğ yaşlarını aştıklarında
da çocuklar ya kendilerine karıştırtmıyorlar veya baskının getirdiği
psikolojik problemlerle karşılaşıyorlar.
203
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
18- Özellikle ev işlerinde ve ortak meyveleri olan çocukları konusunda
erkeğin karısıyla gereği kadar istişare edip ona danışması
gerektiği halde, kararları erkek tek taraflı olarak kendisi vermeyi tercih
ediyor. Kadına da ya istemeden de olsa itaat veya tartışma çıkarıp
huzursuzluğa sebep olma gibi seçenekler kalıyor.
19- Hanımlar, istemedikleri halde kaynana ve kayınpederleriyle
birlikte yaşamak zorunda bırakılıyor. Onlarla geçinme, onların gelinlerinin
her şeyine karışmaları, emretme yetkisini kendilerinde görüp
ondan hep hizmet beklemeleri gibi durumlarla karşılaşan kadınlar
eziliyor.
20- Karşılıklı olarak iyiliği emir ve kötülükten sakındırma, hakkı
ve sabrı tavsiye, ibâdetlere teşvik gibi görevler ihmal ediliyor. Sadece
erkeğin değil, hanımın da usûlü dairesinde kocasına iyiliği emir
ve kötülükten sakındırma yapmasının hem hakkı ve hem de görevi
olduğu değerlendirilmiyor.
21- Hanımlar kocalarına karşı, ya itaatsizlik veya mutlak itaat
şeklinde iki aşırılıktan birini tercih ediyorlar. Gayrı meşrû işlerde,
ya da kocalarının istemediği iş ve ortamda çalışmak isteyenler veya
çalışanlar oluyor.
ERKEĞIN YÖNETICILIĞI VE DÖVME YETKISI
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle
ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/
kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır,
Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese
de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz)
endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın
ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse
artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir,
204 AHMED KALKAN
büyüktür.”[473] Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle
ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî
kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise,
bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile
reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî
kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir.
Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya
edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse
yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir.
Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra
da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber
(s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi
dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey
midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı
takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak
şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde
-ki, acı vermekten çok, psikolojik cezâ unsuru olarak- uygulamak
gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız
bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir
yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından
şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama
imkânı vardır.
İslâm hukukunda “âile reisliği” denebilecek “kavvâm olma”
yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Az önce meâli verilen Nisâ
sûresi 34. âyette geçen “kavvâm” kelimesi, koruma ve yönetme hak
ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifâde etmektedir. Âile reisliğinin
kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkabilecek
karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir.
Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyâde, fonksiyonel bir
yetki farklılığının sözkonusu olduğunu söylemek gerekir. Bu genel
kural, yetenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştirdiği münferit
örneklerde farklı bir durumun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez.
Nitekim bazı çağdaş İslâm âlimleri, harcama yükümlülüğünün yer
[473] 4/Nisâ, 34
205
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
değiştirebildiği zamanımızda bu kuralın değişmez olmadığı hususu
üzerinde durmaktadır.[474]
Kur’ân-ı Kerim, bilindiği gibi meseleler hakkında genel prensipler
vazeder, çoğunlukla ayrıntıya girmez. Ancak, âile ile ilgili düzenlemelere
baktığımızda şaşırtıcı bir şekilde ayrıntıya girdiğini ve
kesin hükümler koyduğunu görürüz. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir
toplumda varlığı inkâr olunamamış âile kurumunu İslâm’ın da bu
derece önemsemesi ve en ince ayrıntısına kadar hükümler vazetmiş
olması, sağlıklı bir toplum oluşturulmasında âilenin öneminin ne derece
büyük olduğunu göstermektedir. Toplumun düzenli bir işleyişe
sahip olması, onu oluşturan alt birimlerin de düzenli ve sağlıklı bir
yapıda olmasına bağlıdır.
Bu noktada toplumun en küçük birimi olan âileye düzenli bir işleyiş
kazandırılmalı ve devamı sağlanmalıdır. Her topluluğun işleyişinde
farklı sorumluluklar, görevler ve bu görevlerin îfâ edilmesi için
verilmiş yetkiler olduğu gibi, âilede de bu durum sözkonusudur. Erkeğin
yöneticiliği meselesi de bu bağlamda ele alınmalı, eşler arası ve
âile içi hukukta doğru ve geçerli ilkeler yakalanmaya çalışılmalıdır.
Konuyla ilgili tartışmalar, Nisâ Sûresi 34. âyette geçen “kavvâmûne”
kelimesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. “Yönetici” olarak meallendirilen
kavvâmûne kelimesinden yola çıkarak pek çok müfessir,
erkeğin dünya işlerinde mutlak bir üstünlük ve mutlak bir yöneticilik
vasfına hâiz olduğunu ifâde etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler,
bu üstünlüğü âhirete de taşımışlardır. Kavvâmûne kelimesini doğru
şekliyle anlayabilmek için Kur’an’da geçtiği diğer âyetleri de incelememiz
yerinde olacaktır:
“Ey iman edenler, adâleti ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne
bi’l kıst)”;[475] “Ey iman edenler, âdil şâhidler olarak Allah için
hakkı ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne lillâhi şühedâe bi’l
[474] Meselâ, Bak. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 93-94
[475] 4/Nisâ, 135
206 AHMED KALKAN
kıst)”[476] Âyetlerde görüldüğü gibi kavvâmûne kelimesi, sadece yöneticilik
anlamı ifâde etmemektedir. Öncelikle içerdiği anlam; koruyup
gözetmek,[477] işleri güzel idare etmek,[478] bir şeyi hakkıyla yerine
getirip ayakta tutmaktır. Dolayısıyla kelimenin sadece yöneticilik
mânâsına hamledilmesi eksik ve yanlış olacaktır.
Erkeklerin kadınlar üzerinde kavvâm olması, yaygın olarak anlaşıldğı
gibi ontolojik, fazîlet vb. alanlarda mutlak üstünlüklerden
kaynaklanan bir yöneticilik değildir. Âilenin korunup gözetilmesinde,
temsil edilmesinde ve işleyişinde sahip oldukları sorumluluğun
daha fazla olmasından kaynaklanan bir görev ve yetkidir. Âyette
“erkeklerin kendi mallarından harcaması dolayısıyla...” şeklinde bir
ifâde bulunması, verilen hükmün illetini anlamak açısından önemlidir.
Âyetin evlilik hayatı ve âile düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Allah
Teâlâ, tüm düzenlemelerde fıtrî kabiliyetler ölçüsünde sorumluluk
yüklediği ve yetkilendirdiği gibi, burada da erkeği daha fazla sorumlu
tutmuştur. Bu sorumlulukta ve âileyi idâre etme ve yönetmede erkek
bir önceliğe sahiptir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi küçük dahi
olsa bir topluluğun düzenli işlemesinde böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç
vardır ve bu çok doğaldır.
Ancak, burada yönetme olayının algılanışı da çok önemlidir. Yönetme
deyince akla baskı, emir ve cezâ değil; istişâre ile oluşan, insanın
düzenli hayat sürmesini sağlayan bir olgu gelmelidir. Hz. Peygamber’in
uygulamasında da bunu görebiliyoruz. Peygamber olması,
onu çevresindekilerle istişâreden alıkoymamış, bizzat Kur’an’ın teşvîkiyle
bunu her zaman gerçekleştirmiştir. Ancak bu dönemden günümüze
dek süren sultacı yönetimler “yönetme” kavramının baskıcı,
totaliter bir anlam kazanmasına sebep olmuştur. Bu etkinin erkek
yöneticiliği konusunda zihinlere ve dolayısıyla âileye de yansıdığı
söylenebilir. Hâlbuki devlet yönetimi konusunda Hz. Peygamber’in
uyguladığı bu istişârî metod, her konuda olduğu gibi âilenin işleyişinde
de erkeğin yönetici olması konusunda bize ışık tutacak önemli
[476] 5/Mâide, 8
[477] Râgıp el-İsfahânî
[478] Mu’cemu’l-Vecîz
207
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
bir veridir. Kısacası, erkek, sahip olduğu özellikler doğrultusunda
yüklendiği sorumlulukları, âilenin korunup gözetilmesini, idâresini,
istişâre ile gerçekleştirecek, bu konuda kendisine verilen önceliği
bir zulüm vesilesi olarak kullanmayacaktır. Çünkü zulümle İslâm’ın
bağdaşması mümkün değildir.[479]
Kadının dövülmesi konusunda, dinimiz, bazı sıkı kayıtlarla
buna yer vermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuya yer verilmiş olması
mevzuya ayrı bir ehemmiyet kazandırmaktadır. Bizce, âyet-i kerîmenin
bu meseleye temas etmiş olması kadınları himâyeye mâtuf bir
durumdur. Zira başta günümüzün en ileri memleketlerinde bile hâlâ
câri olduğu üzere, her devirde, her millette kadınlar dövülmüştür.
Kıyâmete kadar da bu realite devam edeceğe benziyor. Sanki insanî
münâsebetlerin kadın-erkek bölümünün tabiî bir neticesidir. İnsanlar
zarûrî olan münâsebetlerinde her zaman orta yolu koruyamazlar,
ifrat-tefrit, rızâ-gazab, sevgi-öfke iç içedir. Bunların sonucu olarak
münâkaşalar, ağız kavgaları, yumruklaşmalar, hatta cinâyetler vukua
gelir. Bunlar “olmamalıdır” diye bir teşriat olamaz. İslâm bu meselede
realiteyi kabul ederek müntesiblerini makul hudutta tutmaya,
frenlemeye çalışır. Esasen her meselede “vasat yol”u göstermek İslâm’ın
ana ruhunu teşkil eder.
“Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara gelince, evvelâ
kendilerine nasihat edin, sonra yataklarında onları yalnız bırakın,
yine dinlemezse dövün.”[480] Dikkat edilirse âyet kadının dövülmesini
birçok şarta bağlamaktadır:
Meşrû Sebep: Kur’ân’da bu sebep “nüşuz” kelimesiyle ifade
edilir. Türkçe meallerde genellikle hep “serkeşlik” olarak tercüme
edilmiştir. Kelime Arapça’da yükseklik, tümseklik, sivrilik gibi
mânâlara gelir. Selef âlimleri kadınla ilgili olarak Kur’ân’da geçen
bu tavırdan “kocasına isyanı, koku sürünmemesi, kocasını nefsinden
men etmesi, kocasına daha önceki davranışını değiştirmesi, kocasına
sevgisizlik izhar etmesi, kocasının tâyin ettiği evde oturmayı kabul
[479] H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 32, Kasım 93, s. 30
[480] 4/Nisâ, 34
208 AHMED KALKAN
etmeyip bir başka yerde oturması gibi durumları anlatmıştır.
Yani, kocasına karşı olan vecibelerini yerine getirmemesi diye
özetleyebiliriz. Vecibe olmayan işlerdeki itaatsizlikten dolayı dövmeye
hakkı yoktur. Ev işlerini yapmaması gibi. Vedâ Hutbesi’nde, kadını
dövmeyi meşrû kılan suç “nüşuz” kelimesiyle değil, “fâhiş” kelimesiyle
ifade edilmiştir. Biz “çirkinlik” olarak tercüme ettik. Bunu,
dilimizde aynı kökten fuhuş kelimesiyle tercümeyi uygun bulmadık.
Çünkü fuhuş, zinâ mânasına gelir. Hâlbuki burada zinânın kastedilmiş
olması mümkün değildir. Çünkü zinânın cezâsı recm denen
hadd-i zinâ’dır. Bunun dayakla geçiştirilmesi mümkün değildir. Öyle
ise, bu hutbede geçen fâhiş kelimesini fuhuşla açıklamak ve böylece
Kur’ân’da geçen “nüşuz” kelimesinin vuzûha kavuşturulduğunu söylemek
uygun olmaz.
Cezânın Usûl ve Miktarı: Kadın meşrû bir sebeple dövülebilirse
de bu, en son baş vurulacak yoldur. İlk önce, serkeşliği sebebiyle
nasihat edip, tatlılıkla ondan vazgeçirme yolu aranacak. Bu müessir
olmazsa yatağı ayrılacak. Bu iş, arkasını dönmek ve konuşmamak sûretiyle
gerçekleştirilir. Ayrı bir yatakta yatılır da denmiştir. Bu cezâ
da müessir olmazsa dayak meşrû hâle gelmektedir. İslâm burada da
yenilik getirerek dayağın derecesini belirtmiş “çok acı verici olmaması”
nı emretmiştir.
Şu halde, İslâm, her devirde mevcûdiyetini fiilen dünyanın her
köşesinde muhâfaza etmiş beşerî bir realiteyi ciddî kayıtlara bağlayarak
kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî seviyeye, en az zararlı bir hâle
getirmiştir.
Elmalılı Hamdi Efendi, dayakla ilgili yukarıda temas ettiğimiz
âyet-i kerîmenin açıklamasını yaparken bir dipnot düşüyor. Buraya
aynen kaydını uygun buluyoruz: Burada, kadın dövülür mü, diye bir
soru vârid olabilir. Evet, dövülmez, fakat bu ifâdede kadın demek
nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da unutulmamak
lâzım gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere birkaç tokat, hissî
isyan ile sukuta doğru giden hırçın bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini
bahşetmek için güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum:
209
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, / Tekdir ile uslanmayanın
hakkı kötektir.” demiştir. Zamanımızda Kur’ân’ın bu “onları dövün”
emrini sû-i tefsir ederek dillerine dolamak isteyen Avrupalılar görüyoruz.
Fakat ne garip bir tevâfuktur ki, biz bu âyetin tefsîriyle meşgul
olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş
olan bir Fransız karısına ikame ettiği dâvâya karşı “hırçınlık
edip kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı
talâk (boşanma) dâvâsı ikamesine hakkı olmadığına” hükmettiğini
gazeteler ilân ediyordu.”[481]
Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik
rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır.
Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi,
bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile reisine
kadar her idâreci, İlâhî tâlimâta göre hareket etmek, İslâmî kurallara
göre ve istişâreye uyarak yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara
itaat, bu tâlimâta itaat demektir. İdâre eden veya edilen kimse
bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım
uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare
olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme
tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.)
hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de
günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak
ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde,
kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde
misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak -ki, acı vermekten
çok, psikolojik cezâ unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifâde
buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar
için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve
şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde
hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.[482]
Âilede karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda
bunun nasıl halledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmek-
[481] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. Cilt 2, s. 1351
[482] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi
210 AHMED KALKAN
tedir. Burada kadının âile içindeki konumunu yakından ilgilendiren
nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin
bulunduğu hususudur. Koca, âile reisi olduğuna göre, bu yetkinin
aşırı kullanımının bir taraftan âile birliğini, diğer taraftan kadının
kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur’ân-ı Kerim de, kocasına karşı itaatsizlik
ve ahlâksızlık/sadâkatsizlik (nâşize) durumuna düşen kadının
önce nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılacağı,
bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi[
483] üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir.
Âyette geçen “darb” kelimesinin yaygın anlamı olan “dövme”den
başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır.
Burada, İlâhî mesaja, doğru mânâ verilmesi açısından âyette sadece
darb kelimesinin değil; “nâşize”nin de ne anlamda ve hangi kapsamda
kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir.
Genel olarak “itaatsizlik” mânâsına gelen “nüşûz” kelimesi, âilenin
huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar
geniş bir alanı içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına
denk bir yaptırımla karşılanması, hem âilenin birliğini koruma
noktasından hem de fiil ve yaptırım arasında, gözetilmesi gereken
denge açısından önemlidir. Kur’an’ı yorumlamada birinci kaynak
olan Hz. Peygamber’in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak niteliktedir.
Hadis kitapları ve Rasûl-i Ekrem’in hayatından bahseden
eserler, Onun eşlerini dövdüğüne dâir herhangi bir olaydan asla söz
etmemektedir. Hz. Âişe, Rasûlullah’ın eşlerini ve hizmetçilerini asla
ve hiçbir zaman dövmediğini söylemektedir.[484] Ayrıca Hz. Peygamber,
kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Hz. Âişe’nin babası
tarafından cezâlandırılmasına da rızâ göstermemiştir. Şu halde basit
uyuşmazlık durumunda şiddete başvurulması, önerilen bir yöntem
değildir. Rasûl-i Ekrem, Vedâ hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını
öğütlemekte, bunun yanında “yataklarını herhangi bir kimseye
çiğnetmemeleri”nin (zinâ etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki
hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerin-
[483] 4/Nisâ, 34
[484] İbn Mâce, Nikâh 51
211
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
den bahsetmektedir.[485] Âyette geçen “nüşûz”un hangi davranışları
içermesi halinde dövme cezâsının uygulanabileceğini göstermesi bakımından
Vedâ hutbesindeki bu ifâde dikkat çekicidir.
Kadını dövme meselesi, bugüne kadar ve günümüzde de İslâm
düşmanlarının, özellikle feministlerin kullandığı önemli noktalardan
biri olduğu gibi, bazı müslümanların da şartları gözetmeden mutlak
biçimde meşrûlaştırdığı bir konu olmuştur. Konuyla ilgili Nisâ sûresi
34. âyette, öncelikle sâliha kadınların “görünmeyeni koruyanlar” olarak
tanımlanması ve devamında da dövme olayından bahsedilmesi,
bir nâmussuzluk olayını çağrıştırmaktadır. Ancak metinde “nüşûz”
kelimesinin geçmesi, olayın sadece nâmussuzluk ile sınırlandırılamayacağını
göstermektedir. Kelime olarak isyan, başkaldırı, geçimsizlik
hali anlamlarına gelen “nüşûz” ile âile içinde sürekli problem
çıkarma, dikkafalılık, huysuzluk, geçimsizlik gösteren, yani olgun
bir kişiliğe ulaşamamış kadınlar anlaşılmaktadır. Bu âyet, sürekli bu
fiilleri yapma eğilimini taşıyan kadınların terbiye metodunu göstermektedir.
Nüşûz hali gösteren kadınların âile huzurunun yeniden elde
edilmesi konusunda âyet bir metot göstermektedir. Bu metotta erkek,
kadının işlediği fiile göre tavır takınmalıdır. Anca yine de kadının
davranışlarında bir düzelme değil de; aksine bir bozulma görülürse,
bu bozulmaya karşılık erkeğin tedrîcen daha sert tedbirler olarak en
son dövme olayına başvurması, âilenin kurtarılması açısından son
bir çâre olabilir. Âile huzurunu tek taraflı bozan kadın, dövülme gibi
onur kırıcı bir olayla karşılaştığında âile saâdetini kurtarma konusunda
daha sıhhatli düşünebilir. Bayılıp kendinden geçmiş bir hastayı
uyarmak için doktorun hastanın yüzüne tokat atması gibidir bu.
Ancak, şu unutulmamalıdır ki, “dövme” sınırları belli özel bir
durum için sözkonusudur. Başka bir deyişle âyet, âile içinde tüm kadın-
erkek ilişkileri için genelleştirilemez. Çünkü âile ortamında esas
olan eşler arasında sürekli istişâreyle saygı ve sevgi unsurunun temellendirilmesidir.
Sözkonusu âyet, dövme olayını, bu saygı ve sevgi
unsurunu tek yönlü olarak bozan ve istismar eden, şirret kadınlar için
sınırlandırmıştır. O halde, özel şartlar için geçerli olan dövme olayını
[485] Müslim, Hac 47; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Tirmizî, Tefsîr 9
212 AHMED KALKAN
“erkek, eşini dövebilir” şeklinde genelleştirmek kişinin kendi zâlimliğini
Kur’an’a âlet etmek olacaktır.
Burada şu soru akla gelebilir: Âile huzurunu bozan kişinin kadın
değil de; erkek olduğu zamanlarda problem nasıl çözülecektir?
Kadın, erkeğin âile içindeki geçimsizliklerine, sorumsuzluklarına
katlanmak zorunda mıdır? Elbete ki kadın da eşini düzeltme yönünde
bazı girişimlerde bulunup öğüt verebilir. Ancak kadının erkeği
dövmesi, kadının yapısı gereği üstlenemeyeceği bir davranış olduğu
gibi, çoğunlukla vâkıaya da tekabül etmediğinden erkek yüzünden
bozulan ve boşanma noktasına yaklaşılan bir durumda ise, kadının
yapacağı âileler arası (kadın ve kocanın yakınlarından veya temsilcilerinden
oluşan) hakem heyetine veya meşrû mahkemeye başvurarak
problemin çözülmesi yönündeki talebi olacaktır.
Kişiliğini oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk
çıkarıp âilenin işleyişini tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi
önerilen bu metodu, âilenin saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda
ölçülü, vakarlı kadınlar için de, onların belki haklı olarak
karşı gelmelerine teşmil etmek Kur’an’a aykırıdır. Rasûlullah’tan gelen
haberlerde birçok problemlerine rağmen hanımlarının hiçbirini
dövmemiş olduğunu görüyoruz. Bu da bizim için önemli bir veridir.
Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır? Âyette bu
suçla ilgili “nüşûz” kelimesi kullanılıyor. Bazıları bu kelimeye “huysuzluk,
geçimsizlik, dikbaşlılık” anlamı vermiştir. Aslında nüşûz,
bu anlamlardan daha büyük bir suçtur. Râgıb el-İsfahanî şöyle der:
“Nüşûz; kadının kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına
göz koymasıdır.”
Âsım Efendi, el-Kamusu’l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı
verir: “Nüşûz; hâtun, zevcine buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele
eylemek mânâsınadır.” Yani “nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve
kinle isyan etmesidir.”
Bu lügatçilerin açıklamalarına göre nüşûz; düşmanlık, başkasına
göz koyma, kin tutma, sadâkatsizlik sonucu kocaya karşı bir isya213
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
nın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik sözkonusudur.
Ayrıca, Kur’an’da geçen “fa’dribûhunne” emrindeki “darb” kelimesinin
âyetlerde sadece dövme anlamında değil, çok farklı anlamlarda
kullanıldığından yola çıkılarak, Zuhruf sûresi 5. âyette olduğu
gibi, bu âyette de uzaklaştırmak, uzakta tutmak anlamında olabileceğini
iddia edenler de vardır. O takdirde bu âyetteki “fa’dribûhunne”
emri “dövün” anlamında değil; “onları bulundukları yerden uzaklaştırın!”
mânâsındadır. Yalnız, bu yorum, şâz bir yorumdur, müfessirler
ve âlimlerin cumhûru bu yoruma katılmazlar.
Aslında, klasik dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok
ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamber’in, müslümanların en hayırlılarının
eşlerine en iyi davrananlar olduğunu ve kendisinin bu konuda
örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin
döveceğini ifâde ederek onlara böyle davranılmamasını emretmesini
gözönüne alan bazı âlimler, kadının dövülemeyeceğini veya fazîletli
davranışın onlara böyle bir cezâyı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir.[
486]
Fakat tatbikatta her zaman Rasûlullah’ın bildirdiği bu esaslara
göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Bunların büyük
çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur’an’dan değil; nefis ve
hevâlarından, câhilî örf ve âdetten almakta, Rasûlullah’ın ifâdesiyle
leîm/kötü koca sıfatını hak etmektedir.
[486] Bak. Abdülkerim Zeydân, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e ve’l-Beyti’l-Müslim, Beyrut, 1993,
c. 7, s. 316-317
214 AHMED KALKAN
KADIN-ERKEK EŞITLIĞI MI; YOKSA ADÂLET,
UYUM VE BIRBIRINI TAMAMLAMA MI?
Gül bayramında güller yarıştırılır ve güllerden bir gül birinci seçilir.
Güllerle lâleler yarıştırılmaz. Elmayla armut toplanmaz; iki elma üç
armut toplansa beş eder denilmeyip iki elma üç armut eder denilir.
Evrende yaratılanların içinde en değerlisi Âdemoğludur, yani kadınla
erkektir. Her ikisi de aynı topraktan yaratılmışlar. Toprağın diğer toprağa
üstünlük sağlamaya kalkması yanlıştır. Aynı toprak ayrı özelliklerde
yaratılmıştır. İkisine de verilen ortak özellikler yanında, kadına
verilip erkeğe verilmeyen, erkeğe verilip kadına verilmeyen özellikler
de vardır. Herkes kendi özellik ve güzellikleri içinde birincidir,
yarış yapmıyoruz; yapacaksak, kadın-erkek hayırda, Allah’a güzel
kulluk yapmada yarışmalıyız.
Allah, bir kısmımızı diğerlerine üstün kıldığını, herkesin diğerinden
üstün bir tarafı olduğunu, kimsenin başkasındaki üstünlüğü
istememesi gerektiğini haber veriyor.[487] Biz, kendimizdeki özellikleri
keşfedip geliştirmeli ve üstünlüğün sadece takvâda olduğu bilinciyle
Allah’a yakın olmaya çalışmalıyız. Kadın-erkek olarak da
birbirimizin beşer olarak doğal olan eksiklerimizi tamamlamaya,
yardımlaşmaya çalışmalı, yeryüzündeki hilâfet görevimizi beraberce
yerine getirme gayretinde olmalıyız.
“İnsanlar, tarağın dişleri gibi birbirleriyle eşittir” buyuran Peygamber
Efendimiz kadınla erkeğin hukuk karşısında ve insan olarak
denk olduklarını vurgulamıştır. Allah huzurunda dereceler alma
konusunda ise iki cinse de eşit haklar verilmiş ve Allah’ın emir ve
yasaklarına kim fazla riâyet ederse o daha değerli olur denilmiştir.
Doğuştan, şu veya bu şekilde yaratılmaktan dolayı üstünlük iddiâsı,
şeytanın iddiâsıdır. İslâm, ancak sonradan çalışılarak elde edilecek
üstünlüğe değer verir. Şeytanî çıkarımlarla ve bâtıl üstünlük savları
yerine; ilimde, imanda, ahlâkta, fazîlette, Allah’a hakkıyla itaat ve
ibâdette üstün olma yarışına girmeli, bu konuda da birbirimizi rakip
değil; yardımcı görmeliyiz. “O (Allah) ki, hanginizin daha güzel dav-
[487] 4/Nisâ, 32
215
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”[488]
Kadın-Erkek Farklılığı: Yaratılışta, Allah’a kul olmada, sorumluluk
yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada
kadın ve erkek arasında bir ayrımın yapılamayacağını biliyoruz.
Ancak insanın kadın ya da erkek olarak yaratılması, her birinin
kendine has fiziksel ve ruhsal farklılıklarla birbirinden ayrıldığını
göstermektedir. Bu durumda zorunlu eşitliğin ötesinde, birbirini tamamlayıcılık
özelliğinin ele alınması ve bu anlamda erkek ve kadının
birbirine eşit olmadığının vurgulanması gerekmektedir. Bu farklılığın
göz ardı edilmesi, hele bunun kadın hakkı ve özgürlüğü adına yapılması,
öncelikle kadına zulüm olacaktır. Çünkü eşitlik başka, adâlet
başkadır. Kadınla erkek arasında doğal farklılıkları görmezden
gelerek yapılan bir eşitleme, kimlik bunalımına neden olmaktadır.
Rabbimiz, insan soyunun devamı için farklı fizyolojik özelliklerle
donattığı kadın ve erkeği; birbirlerinde sükûn bulmaları ve
aralarında sevgi ve merhamete dayalı ilişkinin temellendirilmesi
için âdeta birbiriyle örtüşen bir kimlikle yaratmıştır. “Kaynaşmanız,
sükûnet ve tatmine ermeniz için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp
da aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığı ve birliğinin)
delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için
ibretler vardır.”[489] Fizyolojik farklılıkların oluşturduğu bu tamamlanmışlık
kadına; anneliği, anneliğe hazırlayan biyolojik farklılıkları
ve dış görünümünden kaynaklanan çekiciliği tanırken, erkeğe; fizikî
güç ve gücün hayata geçirilmesine imkân sağlayan özellikleri tanımıştır.
Kadının erkeğe oranla daha çekici olduğu gerçeğini Kur’ân-ı
Kerim belirtmiştir: “Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş
altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve
ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip
süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel
yer, Allah’ın huzûrudur.”[490]
[488] 67/Mülk, 2
[489] 30/Rûm, 21
[490] 3/Âl-i İmrân, 14
216 AHMED KALKAN
Cennet tasvirlerinde kadının cinsel kimliğinin kullanılması,[491]
Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyette bahsedilen “züyyine -süslendi-” ifâdesiyle
daha iyi anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde kadının erkeğe sunulmasının
temel nedeni kadındaki bu câzibedir. Zâten bunun farkında olan
kadınlar, insanlık tarihi boyunca bu özelliklerini erkeklere karşı kullanmışlardır.
Ancak, burada sorun, kadının bu âyetlerde câzibesinin
vurgulanmasıyla, onun onuruna bir eksiklik gelip gelmeyeceğidir.
Kanaatimizce âyetlerdeki tasvirler, kadının yaratılış itibarıyla câzip
kılınmışlığının anlatımıdır.
Cinsellik, hem kadın ve hem de erkek için “...Onlar (Kadınlar)
sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz…”[492] âyetinde
görüldüğü gibi nikâh akdi ile meşrûlaştırılmıştır. Bu noktada,
salt kadın ya da erkeği öncelemekten öte bir birliktelik,[493] birbirleriyle
huzura kavuşma ve aralarında sevgi ve merhametin olduğu bir
beraberlik söz konusudur. Ayrıca Kur’an toplumsal ahlâkı da göz
önünde bulundurarak kadının câzibesinin istismarını örtünme emri
ile engellemiştir. Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi cinselliği lânetleme
yerine olumlarken, bir taraftan örtünme emredilmiş ve bir taraftan da
cinslere irâde eğitimi tavsiye edilmiştir.[494] Ancak, şu tekrar vurgulanmalı
ki; kadın-erkek farklılığını birinin diğerine üstünlüğü olarak
almak, üstünlüğü takvâ çizgisinde değerlendiren İslâm’ı değil; maddeci
görüşün güç anlayışını ön plana çıkarmak olacaktır.[495]
İslâm, saâdet asrında, kadınlara yüzyıllardır gasbedilen haklarını
tam olarak vermiştir. İslâm öncesi kadın aleyhindeki statüyü,
yeni düzenlemelerle kadın lehinde değiştirmiştir. Bu düzenlemelerle
İslâm tarafından kadına temel insan hakları tanınmış, yaratılışının
farklı oluşundan ileri gelen farklı haklar ve sorumluluklar
da akılcı ve gerçekçi bir biçimde düzenlenmiş, böylece erkeklerle
kadınlar arasında hak ve görevler itibarıyla bulunması gereken
[491] 44/Duhân, 53-54; 52/Tûr, 20; 55/Rahmân, 56; 56/Vâkıa, 35, 38
[492] 2/Bakara, 187
[493] 30/Rûm, 21
[494] 24/Nûr, 30-31
[495] H. Koç, F. Candan, a.g.m. s. 26
217
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
dengeler âdil bir şekilde ve her iki tarafın yararına olacak şekilde
ortaya konmuştur.
Ancak, ayrıntılar itibarıyla söz konusu durum, o döneme ve o
dönemde toplumda geçerli olan geleneklere ve görüşlere göredir. O
zaman, o bölgede ve o toplum için biçilen hak ve sorumluluklar elbisesi,
başka zaman ve mekânlarda ve farklı toplumlardaki kadına bol
veya dar gelebilir. Elbisenin kumaşı tarihe karışmış, modeli terkedilmiş
olabilir. Bu takdirde Kur’an ve Hadiste açık ve kesin biçimde
ifâdesini bulan kadınla ilgili temel ve genel esaslar korunarak kadın-
erkek ilişkileri ve aralarındaki haklar ve görevler dengesi gözden
geçirilerek yeniden kurulabilir.
Sadece kadının değil; erkeğin de hakları ve sorumlulukları
(Kur’an ve Sünnet prensipleri doğrultusunda) yeni baştan ele alınarak
çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale getirilebilir.
Buna şiddetle ihtiyaç vardır. (Kadının tarihî süreç içinde ve genelde
hâlâ devam eden çok çeşitli zulümlerine keffâret şeklinde kadının
lehine olumlu ayrıcalık yapılarak) erkeğin hak ve görevlerini, âilenin
yapısını dikkate alarak kadınların haklarını geliştirmek ve genişletmek
kaçınılmazdır.
Müslüman kadının sosyal durumunu belirlemede başvurulan
kaynak eserler olan fıkıh kitapları bazı konularda kadınlara gerçekten
mâkul ve faydalı haklar tanımıştır. Bu takdir edilecek bir husustur.
Ancak, bazı yerlerde de kadın haklarını ve özgürlüğünü (fitne
endişesi ve sedd-i zerâi gerekçesi ve ataerkil örf-âdet yaklaşımıyla)
gereğinden fazla kısıtlamış, onu erkeğin bir uydusu haline getirmiştir.
Kadınların, Allah’ın kendilerine bahşettiği yetenek ve nitelikleri sonuna
kadar serbestçe geliştirmeleri erkekler kadar onların da haklarıdır.
Onların bu haklarına saygı göstermek, bunların gerçekleşeceği
sosyal ortamı hazırlamak, bu konuda kadınlara destek olmak, erkeklerin
görevleridir. Sosyal imkân ve fırsatlardan yararlanmayı sağlayan
ortamın hazırlanması, erkekler kadar hatta onlardan daha çok
kadınların görevidir. Kadınlar buna tâlip olmalı, bu uğurda mâkul bir
mücâdeleyi/çabayı bile göze almalıdırlar.
218 AHMED KALKAN
Kadının haklarını ve sosyal hayattaki hareket alanını kısıtlayan
fıkıh kitaplarından çok; gelenekler, töreler ve Doğu zihniyetidir. İslâm’la
ilgisi bulunmayan, çoğu zaman İslâm’a zıt düşen sözkonusu
gelenekler, töreler ve zihniyet dinî bir renge, İslâmî bir kıyafete sokularak
sunulduğundan; bunlara karşı olan, İslâm’a da karşı çıkmış
gibi gösterilebilmektedir. Sözünü ettiğimiz Doğu zihniyeti ve onu
yansıtan kadın aleyhinde oluşmuş gelenekler ve görenekler baskıcıdır,
kadına karşı şüphecidir, ona güvenilmemesini ister. Kadını kayıtsız
şartsız erkeğin egemenliğine sokar. Onun bir gölgesi ve uydusu
haline getirir. Kadının da, toplumun da doğasına aykırı olduğu
gibi, İslâm’ın da reddettiği ve zulüm saydığı bu anlayışı ve ona bağlı
uygulamaları kaldırmak veya etkisiz hale getirmek kadın-erkek her
mü’minin görevidir.
Hak ve sorumluluklarını bilen, kişilikli, aydın ve bilgili müslüman
bir kadın, İslâm toplumunun güvencesidir. Bu nitelikteki kadınların
bulunduğu bir toplumun erkekleri de daha kişilikli olur. Yüce
Allah: “Sizi eşler olarak yarattı”[496] d iyor. Kadınlı-erkekli yaratılmış
olmayı büyük bir lütuf ve nimet olarak gösteriyor. Eşlerin ayrı
cinsten olmalarını kalp huzurunun, ruh sükûnunun sebebi olarak zikrediyor.[
497] O halde eş sahibi olmak en büyük nimet, eşi mutlu etmek
en büyük görevdir. Babasız, kardeşsiz, oğulsuz, kocasız, amcasız, dayısız
ve dedesiz bir hayat bir kadın için anlamsız ve çekilmez olduğu
gibi; annesiz, bacısız, kızsız, karısız, halasız, teyzesiz ve ninesiz bir
hayat da bir erkek için anlamsız ve çekilmezdir.
Mutlak kemâl, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kadın da, erkek
de noksan ve kusurlu tarafları olan varlıklardır. Kadında bulunan
bazı özellikler ve nitelikler erkeklerde, erkeklerde bulunan
bazı hususlar da kadınlarda yoktur veya zayıf olarak vardır. Bu
durumda, evlilik bağı ile bir araya gelen bir kadınla erkek birbirinin
eksiğini tamamlayarak daha mutlu, daha huzurlu, daha
güvenli bir hayat yaşama imkânına sahip olur. “...Kadınlar sizin
[496] 35/Fâtır, 11
[497] 30/Rûm, 21
219
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”[498] Kadın-erkek
birbirinde kusur arayacağı yerde, varolması tabiî olan bu kusurları/
eksiklikleri tamamlamanın yolunu ve çarelerini ararlarsa daha mutlu
olurlar.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onları
aşmayın.”[499] “Allah’ın koyduğu hudûdu aşanlar zâlimlerdir.”[500]
buyuruluyor. Allah’ın koyduğu sınırlar vardır, erkeğe erkeklik tabiatının
koyduğu sınırlar vardır, kadına ise kadınlık tabiatının koyduğu
sınırlar vardır. Bu sınırlarda durmak, sınırları zorlamamak, sınırları
aşmamak mutluluğun temel şartlarından biridir. Kadın kadın olduğu
için, erkek de erkek olduğu için memnun, bahtiyar ve mutlu olmalı
ve şükretmeli, biri öbürüne özenmemeli, onun gibi yaratılmadığı için
kendisini talihsiz veya talihli saymamalı, Allah’ın kendisi için seçtiği
cinsiyeti şükür ve iftiharla kabullenmeli, bu konudaki İlâhî takdîre
râzı olmalıdır.
Bir kadının bir erkeği sırf erkek olduğu için ayıplaması ne kadar
saçma ve sakat ise, bir erkeğin de sırf kadın olduğu için bir kadını
ayıplaması o kadar saçma ve gülünçtür. Aslında bir kadını kadın olduğu
için ayıplamak onu kadın olarak yaratan Allah Teâlâ’yı ayıplamak
anlamına gelir ve bunu ancak aklen ve fikren nâkıs, mantıken
zayıf kimseler (din ve akıl yönünden eksik) kimseler yapar.
Kadınlar hür ve serbest olmalıdır, diyoruz. Ancak, Allah
Teâlâ’nın, Rasûlullah’ın ve kadınlık fıtratının koyduğu sınır zorlanmamalı,
bu sınır aşılmamalıdır. Bir insanın haddini bilmesi, durması
gereken noktada durması özgürlükten beklenen faydaların hâsıl olmasını
sağlar. Özgürlük; başıboşluk, keyfîlik, sorumsuzluk değildir.
Özgür olmak isteyen İlâhî ve tabiî kurallar çerçevesinde nefsine hâkim
olmalı, kendini disipline etmelidir. Haklar ve özgürlükler konusunda
anlamı ve içeriği olmayan bir eşitlikten söz edip kadını erkekle
yarıştıranlar ona en büyük haksızlığı yapmaktadır. Kadın-erkek bir-
[498] 2/Bakara, 187
[499] 2/Bakara, 229
[500] 2/Bakara, 229
220 AHMED KALKAN
biriyle yarışsın, birbiriyle rekabete girsin diye değil; birbirini tamamlasın,
birbirine destek olsun diye farklı iki cins olarak yaratılmışlardır
(Beşerî ve İslâm dışı bir anlayış olduğu kadar, adâlete ters yanlış bir
eşitlik savunusu olan feminizmin yanlışlığının temeli de bu fıtrî farklılık
ve tamamlayıcılığı inkâr etmesidir.). Kadın ve erkek tabiatını ve
fıtratı bilmeyenler, onların gereklerini dikkate almayanlar er geç bu
tabiatın hışmına uğrarlar.[501]
Kadın hakları konusunda aşırı davrananlar da olmuştur. Bu ifratçılar,
Allah’ın koyduğu kanuna ve kadının durumuyla ilgili İlâhî
yasalara karşı çıkmışlar, kadını her konuda erkekle yarıştırmışlardır.
Tefritçiler kadını Doğunun çürümüş taklitçiliğine terkederken, ifratçılar
da Batı taklitçiliğine mahkûm etmişlerdir. Bu ifratçıların amacı,
erkekle kadını her konuda eşit kılmaktır. Onlara göre her konu ve
konumda kadın erkekle eşittir. Ama şunu unutuyorlar: Allah’ın fıtrat
kanunu, bu iki cinse bazı hususlarda farklı özellikler vererek onları
birbirinden ayrı ve birbirini tamamlayıcı kılmıştır. Yüce Allah’ın
hikmeti gereği, fizikî yapıları farklıdır. Her birinin yeteneğine ve tabiatına
uygun bir görevi vardır. Bütün özellikleri, güzellik, fazîlet ve
zorluklarıyla birlikte annelik görevi kadına aittir. Bu nedenle kadın,
genel olarak erkekten daha fazla evde kalır.
Fıtrattaki bu ayrılık, kadının eğitimini ve çalışmalarını ihmal
etmemizi gerektirmez. Kadın hakları konusunda ifrâta giden modernist
yaklaşımdaki bazıları, Yüce Allah’ın, adâleti sağlamak gibi bazı
zor şartlarla birlikte erkeklere bir’den fazla kadınla evlenme müsâadesi
vermişken, onlar bunu uygun ve câiz göremiyorlar. Kur’an’ın
genelde kadınla erkek arasındaki miras paylarındaki âdil taksimine
rızâ göstermiyorlar; kızlara da erkek gibi eşit miras takdir ediyorlar.
Yine onlar Allah’ın kanununda haram sayılan şeyleri helâl göstermek
için Kur’an ve Sünneti bilmiyorlar veya bilmezlikten geliyorlar.
Neticede mevcut bâtıl düzeni temize çıkarmaya yelteniyorlar
yahut da yöneticilerin helâli haram, haramı helâl kılma gibi sapkınlıklarını
görmezlikten geliyorlar. (Zinâyı hoş gören kanuna karşı
[501] Süleyman Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, (Önsöz) s. 9-11
221
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
susarlarken, şeriatta mevcut olan bazı esasları inkâr ediyorlar veya
olmadık te’villerle kâfirlerin hoşlanacakları bir din oluşturmaya çalışıyorlar.
Meselâ, bayanların başını açmasının haram olmadığını, hele
üniversitelerde okumak için rahatlıkla baş açmak gibi teferruat sayılacak
konularda mevcut düzenin kurallarına uyulması gerektiğini
iddiâ ediyorlar.) Yine, “Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet
etsin!”[502] hadis-i şerifi varken; kadınların peruk takmasına fetvâ veriyorlar.
Ayrıca, bu modernistlere göre “kadının ev dışında (pardösü
vb. şekilde) dış elbise giyme zorunluluğu yoktur; kol, boyun ve başı
açıkta bırakan ve çok uzun olmayan elbiseler giymek câizdir!” Onların
bu tutumları, namaz ve benzeri ibâdetleri inkâr etmekten farksızdır.
Bu düşünceye sahip olanların câhilliğini veya hâinliğini ispat
eden en önemli belge, Hz. Peygamber’in “elbise giydiği halde çıplak
gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden”[503] saymış olmasıdır.
Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu
dahi alamayacağını belirtmiştir. Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere
uymayan, yani şeffaf ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da
vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların
bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber,
onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını
söylemezdi. Farz edelim ki, söz konusu şekilde giyinmek,
küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin,
günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Âlimler bunu şöyle ifâde etmişlerdir:
“Sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah
da büyük değildir.” (Müslümanlara karşı acımasız ve hor görülü,
kâfirlere karşı ise zelil ve hoş görülü bu televizyon şeyhülislâmlarına
göre kamusal alanlarda, üniversite ve diğer eğitim kurumlarında başörtüsü
yasağı zulmü diye bir problem yoktur. Düzen ve tâğutların
“irticâ” adıyla İslâm’ın sosyal hayata yansıyan her görüntü ve düzenlemesine
düşmanlığına karşı bunlar kör ve dilsiz kesilmişlerdir.)
İfratçı modernistler, geleneksel örfe ve Doğu hayranlığına karşı çıkarlarken,
Batı hayranı olmuşlardır. Her iki zümre de aynıdır. Yüce
[502] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25
[503] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
222 AHMED KALKAN
Allah, ne Doğuya ne Batıya uymamızı; ne eskinin, ne de yeninin peşinden
gitmemizi istiyor. En doğrusu Hz. Peygamber’in yoluna, hak
dine tâbi olmaktır. Bu nedenle ifrat ve tefritten uzak, azgınlığın ve
bozgunculuğun bulunmadığı, İslâm’ın gösterdiği sırât-ı müstakîmde,
orta yolda yürümek gerekir. “Tartıyı adâletle yapın, terâzide eksiklik
yapmayın.”[504]
Toplumumuzda kadının konumu, erkekle uyumu, -istisnâlar dışında-
insanî alanların hemen tümünde eşit hak ve yetkileri, adâletle
ele alınmamış, kadın ya çok yüceltilerek(!) Batı ve bâtıl oyunlara âlet
edilmiş veya Allah’ın verdiği, erkeğinkiyle benzer hakları elinden
alınmıştır. Yani ya ifratla veya tefritle bakılıp değerlendirilmiştir.
Kadınlara alaylı ve de yüksekten bakanlara göre de kadın, erkekle insanî
konularda eşit olmak bir yana, şeytanın tuzağı, İblis’in oltasıdır.
Aklı ve dini noksan bir yaratıktır. Bu geleneksel yaklaşıma göre de
kadınların ehliyeti noksandır. Erkeğin câriyesi konumundadır. Erkek
dilerse onunla evlenir; ona bir miktar mal vererek her şeyine sahip
olabilir. Dilediğinde keyfî olarak boşar. Boşanma sonucunda kadın
ne mal, ne de tazmînat alabilir. Derler ki: “kadınlar ayakkabılara
benzer. Erkek dilediğinde bu ayakkabıları giyer, dilediğinde çıkarır.”
Kadının çapkınlığı fâhişelik kabul edilirken, erkeğin çapkınlığı suç
bile sayılmaz, hatta açıkgözlülük olur.
Kadın, evlendiği erkeği sevemese, sabretmekten ve kendisine
zehir olan hayata katlanmaktan başka çaresi yoktur. Kurtuluşu, erkeğin
boşamasına veya elinde avucunda ne varsa ona vererek boşanmaya
râzı olmasına kalmıştır. Aksi halde ona kul olmaktan başka hiçbir
çıkar yol yoktur. Kimileri câhiliyye anlayışlarına dönerek kız çocuklarına
mirastan hiç pay vermezler. Terekesini alış-veriş yoluyla erkek
çocuklarına aktarırlar ve böylece kadınlara mirastan pay kalmamış
olur (veya hiçbir gerekçe göstermeden sadece erkek kardeşler kendi
aralarında miras taksimi yaparlar. Bazıları, kız çocuklarını evlâttan
bile saymazlar. “Kaç çocuğun var?” sorusunun cevabı olarak, erkek
çocuklarının sayısını söyler. Ayrıca sorarsanız, utana sıkıla “sözüm
meclisten dışarı, şu kadar da kızım var!” diye cevap verir.)
[504] 55/Rahmân, 9
223
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Müslümanların çoğu, günümüzde hanımlarını evlerine hapsetmiş,
ilim öğrenmelerine müsâade etmeyerek topluma faydalı olan
hiçbir aktif faâliyete sokmamışlardır. Kimileri sâliha bir kadının
evinden ancak iki defa çıkabileceğini belirtmiştir: Babasının evinden
kocasının evine, kocasının evinden de kabre... (Tabii, bu tefrît, ifrâtı
doğurmuş, böyle kimselerin kızları evlerine zor girer hale gelmiş
veya evlerinde bile Allah’a isyan etmenin bin bir yolunu icat etmişlerdir.)
Müslüman kadın, çoğu kez hayat ortağı olarak eşini seçme hakkından
bile mahrumdur. Velîsinin dilediği eşi kabul etme veya reddetme
hakkı bile yoktur. Kimi babalar, kızlarının rızâsını almadan ve
hatta istişâre bile etmeden, görüşünü bile sormaya lüzum görmeden
evlendirme hakkını kendilerinde görürler.[505]
“Kadınlar, erkekleri tamamlayan diğer yarılarıdır.”[506] K adın
ve erkeğin bir elmanın iki yarısı gibi kabul edilmesi, kadın-erkek arasındaki
adâlet, toplumun büyük kesimi tarafından, bırakın uygulamayı;
teoride bile kabul edilmez: “Kadınların saçı uzun, aklı kısadır”,
“Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kere güler”, “Kadını sırdaş
eden tellâl aramaz”, “Kadının sofusu, şeytanın maskarasıdır”, “Kadının
yüklediği yük şuraya varmaz” “Karıdan korkmayan yanılır”,
“Kızı olan tez kocar”, “Kız yedi yaşından sonra ya erde, ya yerde”,
“Kızı kendi arzusuna bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya.”
Bunlar, kadın aleyhtarı onlarca atasözünden/atesözünden birkaçı.
Kur’an ve Sünnetteki kadının üstün konumunu bırakıp çevrede
yaygın ataerkil söz ve örflerin etkisinde kalmak, adâleti bırakıp
zulmü tercih etmek demek olduğundan cenneti ve dünya huzurunu
önemsememek demektir. Her konuda Allah’a teslim olan ve güzelliklere
sahip çıkıp güzelleşenlere selâm olsun!
[505] Yusuf el-Karadavî, naklen; Tahrîru’l-Mer’e, Kadın ve Âile Ansiklopedisi, c. 1, s. 17-19, 13
[506] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329
224 AHMED KALKAN
KADIN; KIMLIĞI VE ÂILEDEKI YERI
Kadın, insan denen varlığın yarısı, bir cinsi, bir elmanın diğer yarısı
gibi olan erkeğin eksikliklerinin kendisiyle tamamlandığı kişidir. Kadın
denilince, tarih boyunca ve güncel değerlendirmede çoğunlukla
mazlum bir tip karşımıza çıkmaktadır. Tarihî süreçte çoğunlukla
ezilmiş, hor görülmüş, emeği ve cinsiyeti sömürülmüş, bir hizmetçi
ve hatta bir köle statüsünde kabul edilmiştir. Günümüzde de durum
pek farklı değildir. Kendisine öncelik ve değer veriliyor gösterilerek
kadın, erkeklerin yine kölesi olarak kabul edilmekte, cinsel obje ve
reklam aracı olarak yaklaşılmaktadır. Bazı müslümanlar da din adına
ayrım ve adâletsizlik yapmakta, geleneksel yaklaşımın Kur’an ve
Sünnete ters anlayış ve uygulamalarını örf ve âdet olarak sürdürmekte,
kadına zulmetmektedir. Aslında, gerçek İslâm toplumunda kadın
sorunu diye bir problemden bahsedilmez. Ancak, ortak insanî problemler
sözkonusu olabilir. Asr-ı Saâdet, bunun en güzel örneğidir.
Doğmasından utanç duyulan kadını İslâm, horlandığı mevkîden
alıp yükselterek insanlık açısından erkekle aynı düzeye getirmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde erkek ve kadına birlikte hitap edilmektedir.
Dünyada kadının ruhunun bulunup bulunmadığının tartışıldığı
bir sırada İslâm, kadını erkeğin parçası saymış ve onu erkek
gibi teklife ehil (yükümlü), insanlık bakımından tamamen erkekle
eşit kılmıştır. [507]
Erkeklere farz olan şeyler, kadınlara da farz, erkeklere yasak
olanlar kadınlara da yasaktır. Dinin en önemli emirlerinden olan iyiliği
emir, kötülükten men’etme görevi, hem erkeklere ve hem de kadınlara
verilmiş bir görevdir.[508] Ma’rûfu emir ve münkerden nehy,
bir öğreticiliktir. Demek ki İslâm, kadına toplumda öğreticilik görevini
de vermiştir. Nitekim Peygamber’in (s.a.s.) hanımları, onun hadislerini
ve dinî hükümleri kadın-erkek ashâba anlatıp öğreterek öğretmenlik
görevini yapmışlardır. İlk müslüman kadınlar da Allah’ın
bu emrini yerine getirmişler, dinlerini korumak ve savunmak için
[507] Bak. 16/Nahl, 97; 3/Âl-i İmrân, 195; 33/Ahzâb, 35; 9/Tevbe, 72
[508] 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 10, 104
225
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
çeşitli güçlüklere, işkencelere göğüs germişler, yurtlarından çıkarılmışlar,
şehid olmuşlardır.
Peygamberimiz, hemen her savaşta hanımlarından birini beraberinde
götürürdü. Erkeklerin yanında kadınlar da savaşa katkıda
bulunmuş, savaşçılara su taşıma, hastalara bakma, yaralıları nakletme
gibi askerî görevler yapmışlardır. Cuma ve bayram namazlarına
iştirâk etmişler, kendilerine özgü yerde sıraya girerek erkeklerle birlikte
Allah’a ibâdet etmişlerdir.
Hz. Peygamber’in, erkeklerden ayrı olarak kadınlardan da bey’at
alması, kadına verilen özgürlüğü ve erkeklerle eşit siyasî katılım hakkını
göstermesi açısından çok önemlidir. Hz. Peygamber, hanımlarına
son derece nâzik davranmış ve kerîm/olgun insanların kadınlara
güzel davranacağını; kadınlara katı davrananların kaba ve kötü insanlar
olduklarını belirtmiştir.[509]
Allah, ilk insan Âdem (a.s.)’i topraktan ve o bir nefisten eşini
yaratmıştır.[510] Havvâ’sız Âdem eksiktir; Âdem’siz Havvâ’nın eksik
olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir
elmanın iki yarısı gibidirler. “Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise;
siz de onlar için bir elbisesiniz.”[511]
Kadın-erkek insan, yeryüzünün halifesidir.[512] Emâneti insan
olarak beraber yüklenmişlerdir.[513] H iç k imse, d oğuştan a yrıcalıklı
değildir. Erkek ve kadın olarak dünyaya gelmek konusunda hiçbir
insanın kendi irâdesi sözkonusu değildir. Dilediğine kız, dilediğine
erkek çocuk veren Allah’tır.[514] Bir kimseyi akîm/kısır kılan da Allah’ın
irâdesidir.[515] Allah’ın seçimine rızâ göstermekten, şükretmek-
[509] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
[510] 4/Nisâ, 1
[511] 2/Bakara, 187
[512] 2/Bakara, 30
[513] 33/Ahzâb, 72
[514] 42/Şûrâ, 49
[515] 42/Şûrâ, 50
226 AHMED KALKAN
ten başka yapılacak da yoktur. Allah yanında fazilet ve üstünlüğün
ölçüsü cinsiyet değil; takvâdır.[516]
Çoğu insanın ve hatta nice müslümanın düşünce, kültür ve uygulamasında
kadın hor görülmekte, ikinci sınıf varlık sayılmaktadır.
Bu, İslâm’ın yıktığı câhiliyye hayatının kalıntılarından ibâret
gayr-i İslâmî bir durumdur. Bu bakış açısı neticesinde, kadının erkeğe
kayıtsız şartsız itaati, onun her alanda kendisinden üstün olduğunu
bilmesi, fitne çıkarmamak için mescidlere gitmemesi, sesini asla erkeklere
duyurmaması, buna rağmen cehennemin çoğunluğunu kendi
cinsinin oluşturacağına inanması istenmiş; toplumdan İslâmî kültür
ve eğitimden, mescidden soyutlanıp evine kapanabildiği ölçüde takvâda
ileri gideceği düşüncesi yerleştirilmiştir.
Kur’an’da bu şekilde bir cinsin toplumda pasifize edilmesi sözkonusu
olmadığı gibi, Rasûlullah döneminde de bu şekilde yaşanmamıştır.
Aslında, Peygamberimiz’e ilk inanıp ilk müslüman olan kimse
bir kadın olduğu gibi (Hz. Hadice), İslâm yolunda ilk şehid düşen
kimse de kadındır (Hz. Sümeyye).
KUR’ÂN-I KERIM’DE KADIN KONUSU
Kur’ân-ı Kerim’de insanlığın tek bir nefisten yaratıldığı[517] bildirilmiş,
bütün insanların Allah’a kulluk için yaratıldığı[518] genel hükmü
ile hemen her konuda kadın-erkek aynı emir ve yasaklarla muhâtap
tutulmuş, aynı günah ve sevâba erişecekleri bildirilmiştir.
Kur’an’daki hükümler, kadın-erkek bütün müslümanlara or-
[516] 49/Hucurât, 13
[517] 4/Nisâ, 1
[518] 51/Zâriyât, 56
227
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
taktır. Kur’an, kadın ve erkek cinsi için “en-nâs/insanlar” kelimesi
kullanır. Kadın-erkek mü’minler için “ellezîne âmenû/iman edenler”
ifâdesi dillendirilir. “Ey iman edenler!” veya “Ey nâs -insanlar-!”
diye kadın ve erkeklere ortak hitap edilir. Peygamberimiz, kadını ve
erkeğiyle bütün insanlığın peygamberidir.[519] O’nun getirdiği hidâyet
yoluna, sırât-ı müstakîme uyan kadın ve erkeklere cennet vardır: “...
İster erkek, ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş
yapmışsa onlar cennete girecektir...”[520]
Kur’an’da “Nisâ”, yani Kadınlar anlamına gelen ve kadınlarla
ilgili birçok hükmü içeren bir sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim’in, yine
19. sûresi, bir kadın olan “Meryem” adını almıştır. “Nisâ” (kadınlar)
kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 59 yerde geçer. “İmrae” (kadın) kelimesi
ise 26 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim, âile konusuna büyük önem
vermiş, bu konuyla ilgili ayrıntılı hükümler vaz etmiştir. Kur’an’da
“zevc-zevce” (eş) kavramı, tam 81 yerde kullanılırken, “nikâh” kelimesi
de 23 yerde geçer.[521]
Kur’ân-ı Kerim’de gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar
yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmekte-
[519] 7/A’râf, 158; 34/Sebe’, 28
[520] 40/Mü’min, 40
[521] Kur’an’da Kadın Anlamındaki Kelimelerin Geçtiği Âyetler:
a- “Nisâ” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (59 Yerde): 2/Bakara, 49, 187, 222, 223, 226, 231, 232, 235,
236; 3/Âl-i İmrân, 14, 42, 61, 61; 4/Nisâ, 1, 3, 4, 7, 11, 15, 19, 22, 23, 23, 24, 32, 34, 43, 75, 98, 127,
127, 129, 176; 5/Mâide, 6; 7/A’râf, 81, 127, 141; 12/Yûsuf, 30, 50; 14/İbrâhim, 6; 24/Nûr, 31, 31, 60;
27/Neml, 55; 28/Kasas, 4; 33/Ahzâb, 30, 32, 33, 52, 55, 59; 40/Ğâfir, 25; 48/Fetih, 25; 49/Hucurât, 11,
11; 58/Mücâdele, 2, 3; 65/Talak, 1, 4.
b- “İmrae” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (26 Yerde): 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 35, 40; 4/Nisâ, 12,
128; 7/A’râf, 83; 11/Hûd, 71, 81; 12/Yûsuf, 21, 30, 51; 15/Hicr, 60; 19/Meryem, 5, 8; 27/Neml, 23,
57; 28/Kasas, 9, 23; 29/Ankebût, 32, 33; 3 3/Ahzâb, 50; 51/Zâriyât, 29; 66/Tahrîm, 10, 10, 11; 11/
Mesed, 4.
c- “Nikâh” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3,
6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.
d- “Zevc-Zevce” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240,
240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En’âm, 139, 143; 7/A’râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/
Hûd, 40; 13/Ra’d, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/
Hacc, 5; 23/Mü’minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10;
33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd,
58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/
Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne,
11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe’, 8; 81/Tekvîr, 7.
228 AHMED KALKAN
dir. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir;
dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir.[522]
“Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri, kadınların da kazandıklarından
nasipleri var.”[523] Bu âyet, erkek gibi kadının da,
sadece mânevî kazanımlarını değil; maddî kazanımlarını da vurgulamaktadır.
Hukukî ve ticarî işlemleri yapma hususunda kadın, erkeklerle
aynı konumda kabul edilmiştir. Kadın ve hakları konusunda
Kur’an’da birçok âyet vardır.[524]
Allah, ilk insan Âdem’i (a.s.) topraktan ve o bir nefisten eşini
yaratmıştır.[525] Havvâ’sız Âdem eksiktir; Âdem’siz Havvâ’nın eksik
olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir
elmanın iki yarısı gibidirler. “Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise;
siz de onlar için bir elbisesiniz.”[526] Elbise, hem ayıplarımızı kapatan,
bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de
[522] 3/Âl-i İmrân, 195; 9/Tevbe, 71
[523] 4/Nisâ, 32
[524] Kadın ve Hakları:
a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.
c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.
f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.
g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.
h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.
i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.
j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.
k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.
l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.
m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A’râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.
n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.
o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.
p- Peygamber Hanımlarına Kur’an’ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.
r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.
s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.
t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talak, 6.
u - Mekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/
Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22
[525] 4/Nisâ, 1
[526] 2/Bakara, 187
229
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir.[527] Demek ki,
kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da
çıplaktır.
‘Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibâdet/kulluk etsinler diye
yarattım.”[528]
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak
ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı
olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi
olandır.”[529]
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan
ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının.
Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan
ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin
üzerinizde gözetleyicidir.”[530]
“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniziçinizden,
amel eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım.
Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim
yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun Ben
de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan
cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın
en güzeli kendi yanında olandır.”[531]
“Erkek olsun, kadın olsun; her kim de mü’min olarak sâlih ameller/
iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa
uğratılmazlar.”[532]
[527] Bak. 7/A’râf, 26
[528] 51/Zâriyât, 56
[529] 49/Hucurât, 13
[530] 4/Nisâ, 1
[531] 3/Âl-i İmrân, 195
[532] 4/Nisâ, 124
230 AHMED KALKAN
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer
elbisesiniz...”[533]
“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi
(cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da
O’nun (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen
bir kavim için ibretler vardır.”[534]
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz
öyle varın. Kendinizi (temasa) önceden (iyi davranışlarla) hazırlayın.
Her davranışınızda Allah’tan korkun. Bilin ki siz O’na mülâkî olacaksınız.
Mü’minleri müjdele!”[535]
“...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler
üzerinde birtakım iyi davranışa dayalı hakları vardır. Ancak,
erkekler için kadınlar üzerinde bir derece (âile reisliği) vardır. Allah
azîzdir, hakîmdir.”[536]
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten,
salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen
zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar,
dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.”[
537]
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay
vardır; ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir
pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.”[
538]
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki
[533] 2/Bakara, 187
[534] 30/Rûm, 21
[535] 2/Bakara, 223
[536] 2/Bakara, 228
[537] 3/Âl-i İmrân, 14
[538] 4/Nisâ, 7
231
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) İkiden fazla kadın iseler
ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız, bir kadınsa yarısı
onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda
bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona vâris olmuş
ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına
altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan
sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda
bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah (tarafın)
dan konmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”[
539] (İslâm’ın miras hukukunda paylar ile mükellefiyetler arasında
dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecbûriyetinde
olanlara çok, daha az harcama yapanlara az hisse verilmiştir.
İslâm âile hukukuna göre, evlenirken mehir verecek, düğün masrafı
yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın
akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek,
mesken gibi asgarî ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte
bu sebepledir ki genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin
iki misli olmuştur.)
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir.
Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını
ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin.
Eğer onlardan hoşlanmazsanız (bilin ki) Allah’ın, hakkınızda çok hayırlı
kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”[540] (İslâm’dan
önce Araplar kadına çok kötü muâmele ediyor, bu cümleden olarak
kocası ölen kadını, adamın miras bıraktığı mal gibi telâkkî ediyorlar,
kadın istemese bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme
hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddî
menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Bu âyet, bütün bu haksızlıklara
son vermiş, kadına lâyık olduğu hakları getirmiştir.)
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle
ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler
kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha
[539] 4/Nisâ, 11
[540] 4/Nisâ, 19
232 AHMED KALKAN
kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi
(kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından
(nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında
yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat
ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah
yücedir, büyüktür.”[541] (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile
ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını
tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur; toplum düzenle
yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet
başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket
etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir.
Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya
edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse
yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir.
Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra
da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber
(s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi
dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey
midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı
takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak
şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde
-ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak
gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız
bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir
yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından
şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama
imkânı vardır.)
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin
âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin.
Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah
her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.”[542]
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden
[541] 4/Nisâ, 34
[542] 4/Nisâ, 35
233
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında,
onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık
hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[543]
“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini
zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu
geniş, hikmeti büyüktür.”[544] (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa,
ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme
korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar
açar.)
“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini
(Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif
bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hâmileliği
ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen
muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.”[545]
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/dost
ve yardımcılarıdır. İyiliği emreder, kötülükten men’ ederler; namazı
kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara
Allah rahmet edecektir. Allah azîzdir/dâima üstündür, hakîmdir/hüküm
ve hikmet sahibidir.”[546]
“Nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunu isbat
için) dört şâhit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların
şâhitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.”[
547]
“Nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâdında
bulunanlar, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir. Dilleri, elle-
[543] 4/Nisâ, 128
[544] 4/Nisâ, 130
[545] 7/A’râf, 189
[546] 9/Tevbe, 71
[547] 24/Nûr, 4
234 AHMED KALKAN
ri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şâhitlik
edeceği bir günde onlar için çok büyük bir azap vardır.”[548]
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara;
temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...”
[549]
“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları
size mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan
biri müjdelenince hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip
savaş edemeyecek olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın
kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını
mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.”[
550]
“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-,
beğenip hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet
ediyorlar.”[551] (Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’
diyorlardı. Halbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa
gömüyorlardı. Nitekim, bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına
karşı takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak
yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı
kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında
tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın
ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!”[552]
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah
sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve
[548] 24/Nûr, 23-24
[549] 24/Nûr, 26
[550] 43/Zuhruf, 16-19
[551] 16/Nahl, 57
[552] 16/Nahl, 58-59
235
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.”[553]
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi
değilsiniz. Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı
erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan
kimse kötü ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin.
Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)
nın açılıp saçılarak ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin.
Namazı kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i
Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve
hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her
şeyden haberi olandır.”[554]
“(Allah’ın emrine uyan) Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar,
mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâata devam eden erkekler
ve tâata devam eden kadınlar, (niyet, söz ve hareketlerinde) doğru
erkekler ve doğru kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar,
sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler
ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan
kadınlar, (tesbîh, tahmîd, tehlîl, tekbir, Kur’an tilâveti ve ilimle)
Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah, bunlar
için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[555]
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe
ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce
farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[556]
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek,
elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurup getirmemek,
[553] 81/Tekvîr, 8-9, 14
[554] 33/Ahzâb, 32-34
[555] 33/Ahzâb, 35
[556] 33/Ahzâb, 36
236 AHMED KALKAN
ma’rûfta/iyi iş işlemekte Sana karşı gelmemek husûsunda Sana biat
etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan
mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[
557] (Biat şartları arasında sayılan, “elleriyle ayakları arasında
bir iftirâ uydurmama” tâbiri, gayri meşrû bir çocuk dünyaya getirip
onu kocasına nisbet ederek iftirâ etmeme anlamına gelmektedir.
Âyet, Mekke fethi günü nâzil olmuş, Hz. Peygamber, erkeklerden
sonra kadınların biatini kabul etmiştir.)
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman
olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına
kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan,
çok merhamet edendir.”[558]
“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl
verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara
hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı.
Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah,
iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim!
Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde
çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını
korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz,
ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik
etti. O gönülden itaat edenlerdendi.”[559] (Âyetlerde bahsedilenlerden
Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi
kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da,
kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz
de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya
çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman
etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından
dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece
yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken
rûhu kabzedilmiştir.)
[557] 60/Mümtehıne, 12
[558] 64/Teğâbün, 14
[559] 66/Tahrîm, 10-12
237
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
TESETTÜRLE İLGILI ÂYET-I KERIMELER
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise
indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey
Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı
gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve
kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz
Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[560]
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını
da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır.
Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.
Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar;
nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları hâriç
olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının
üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları,
kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin
oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min
kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına
ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz
kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan
başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları
ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerine
çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a
tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”[561]
“Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların,
ziynetlerini (yabancı erkeklere) göstermeksizin dış elbiselerini
[560] 7/A’râf, 26-27
[561] 24/Nûr, 31
238 AHMED KALKAN
çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yine de iffetli olmaları
kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.”[562] (İhtiyar
olan kadınların, kadınlık câzibelerini büyük ölçüde kaybetmiş olmalarından
ve bir fesâda yol açmaları ihtimali olmadığından; çarşaf,
manto, pardösü gibi dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat verilmiştir.
Yaşlı bile olsa, mahremi dışındaki yabancı erkeklere güzel görünmek
için süslenmek, özellikle de açılıp saçılmak, bütün müslüman hanımlara
haramdır. İhtiyar kadınların dışındaki bayanların da yabancı erkeklere
karşı üzerlerinde dış elbiseleri bulunmaları gerekmektedir.)
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
(bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini
(dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle.
Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah,
çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[563]
HADIS-I ŞERIFLERDE KADIN
Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları,
Kur’an’ın çizdiği; Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyede;
dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeyde olan, hak ve sorumluluklar
yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresine
uygundur. Rasûlullah’ın şahsında kadınlar, her zaman meseleleriyle
ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarında ara buluculuk yapan,
haklarını koruyan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve
kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve hâmi bulmuşlardır.
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.”[564]
[562] 24/Nûr, 60
[563] 33/Ahzâb, 59
[564] Müslim, Birr 149
239
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme
en iyi olanınızım.”[565]
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar
değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.”[566]
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel
olan ve âilesine nâzik davranandır.”[567]
“Uğursuzluk yoktur. Ancak üç şeyde uğur olabilir: Kadında,
atta, evde.”[568]
“Kadınlar, erkeklerin kız kardeşleridir.”[569]
“... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın
da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.”[
570]
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en
hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda
(müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.”[571]
“Dünya bir metâ’dır. Dünya metâının en hayırlısı sâliha kadındır.”[
572]
“Bir mü’min erkek, bir mü’mine kadına buğzetmesin. Çünkü
[565] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214
[566] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
[567] Nesâî, Işretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
[568] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 218
[569] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329
[570] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
[571] Tirmizî, Birr 13
[572] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
240 AHMED KALKAN
onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.”[573]
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu
korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen
oradan cennete gir’ denilir.”[574]
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar
hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti
diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız.
Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları,
sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey
yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini
sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” [575]
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve
gözbebeğim kılınan namaz.”[576]
“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru
ise namazda kılındı.”[577]
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye
tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar
mı?”[578]
Ümmü Atiyye (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte
yedi ayrı gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere
yemek yapar, yaralıları tedâvi eder, hastalara bakardım.”[579]
[573] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469
[574] Ahmed bin Hanbel, I/191
[575] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
[576] Müslim, Talâk 31, 34
[577] Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
[578] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn
Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
[579] Müslim, Cihâd 142, hadis no: 1812
241
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
İbn Abbâs (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kadınları gazveye
götürürdü. Onlar yaralıları tedâvi ederlerdi. Kendilerine de ganimetten
bir şeyler verilirdi...”[580]
“Hz. Peygamber, savaşa veya sefere giderken kur’a ile hanımlarından
birisini beraberinde götürürdü.”[581]
“Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle beraber savaşa
katılıp geri hizmetlerde çalışırlardı. Uhud Savaşında müslümanlar
kayıp verince Peygamber’in zevcesi Âişe ile Ümmü Süleym, paçalarını
sıvamış ve sırtlarında kırba kırba su taşıyarak savaşanların ağızlarına
dökmüşlerdi.”[582]
Muavviz kızı Rubeyyi’ şöyle der: “Biz, Peygamber (s.a.s.) ile birlikte
savaşa gider, askerlere su verir, yaralıları tedâvi eder, Medine’ye
taşırdık.”
“Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir.”[
583]
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire
kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır.”[584]
“Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen
bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.”[585]
“Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna
riâyet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa
kakan kimse.”[586]
[580] Müslim, Cihad 137, hadis no: 1812; Tirmizî, Siyer 8; Ebû Dâvud, Cihad 152
[581] Buhârî, Cihad 1071
[582] Buhârî, Cihad, 1074, Meğâzî 18; Müslim, Cihad 136
[583] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
[584] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
[585] Buhârî, İkrâh 4
[586] Nesâî, Zekât 69
242 AHMED KALKAN
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının
açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve
kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse,
Allah onların aralarını buldurur.”[587] âyetinde temas edilen iki hakem
hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki
hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur.[588]
“Kadınların yanına girmekten sakının!” Ensârdan bir zât: “Yâ
Rasûlallah! Kayına ne buyurursun?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.)
şu cevabı verdi: “Kayın ölümdür.”[589]
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum...
Onlara hayırlı şekilde davranın.” [590]
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda
avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir
hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer
işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün.
Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz
ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin
üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize
çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır.
Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek
ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.”[591]
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde,
zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen,
giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen,
evin içi hâriç onu terk etmemen.”[592]
[587] 4/Nisâ, 35
[588] Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-
[589] Müslim, Selâm 20, hadis no: 2172
[590] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî,
Talâk 12
[591] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
[592] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
243
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Kim kız çocuklarla sınanır (kime kız çocuğu verilir) de onlara
güzel bakarsa onlar, onun için ateşe karşı koruyucu perde olurlar.”[
593]
“Kim iki kıza bakıp ergenlik çağına kadar, onları yetiştirirse,
Kıyâmet gününde o, benimle şöyle olur.” (Peygamber, böyle deyip
parmaklarını birbirine geçirmiştir.)[594]
“Kimin üç kızı yahut üç kız kardeşi veya iki kızı, ya da iki kız kardeşi
olur da onlara güzel bakar, onlar hakkında Allah’tan korkarsa
(onlara haksızlık etmezse), onun için cennet vardır.”[595]
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla
yalnız kalmasın!”[596]
Cerîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) ânî bakıştan sordum.
Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.”[597]
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular
ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama
ikinci bakış aleyhinedir.”[598]
“Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için,
güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.”[599]
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler:
“Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa
da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da mis-
[593] Feyzu’l-Kadîr, II/97
[594] Feyzu’l-Kadîr, III/496
[595] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9
[596] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
[597] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
[598] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud nikâh 44
[599] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 53, hadis no: 1466; Ebû Dâvud, Nikâh 2, hadis no: 2047;
Nesâî, Nikâh 13
244 AHMED KALKAN
kînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı
olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa
da!” buyurdu.[600]
“Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz.”
[601]
“Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel
olmasın (izin versin).”[602]
KADINLARLA İLGILI BAZI VECIZELER
“Sâliha bir kadın, dine ne güzel bir yardımcıdır.” (Hadis-i şerif
rivâyeti)
“Rızık korkusu sebebiyle evlenmeyen Bizden değildir.” (Hadis-i
şerif rivâyeti)
“Din ve emniyetine inandığınız kimseler, size geldiği vakit, onları
evlendirin; eğer böyle yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne
ve fesat olur.” (Hadis-i şerif rivâyeti)
“Nikâhta beş fayda vardır: Evlât yetiştirmek, şehveti teskin etmek,
ev idâre etmek, yakınları çoğaltmak ve nefis mücâhedesi yapmak.”
(Gazâli)
“İnsan ömrünün en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir.”
“Akıllıca bir evlilik yapmak istiyorsan, kendi denginle evlen.”
[600] Kütüb-i Sitte, 15/515
[601] Buhârî, Cum’a 13; Müslim, Salât 36; Ebû Dâvud, Salât 13, 52; Tirmizî, Cum’a 64; Dârimî,
Salât 57; Muvattâ, Kıble 12; Ahmed bin Hanbel, II/16, V/17
[602] Buhârî, Cum’a 12, Ezân 162, 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Ebû Dâvud, Salât 53; Tirmizî,
Salât 400; Muvattâ, Kıble 12
245
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Nâmuslu adam, erken evlenir.”
“Zorla alınan kadın, tuzlu helvaya benzer.”
“Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil; aynı zamanda
aranan kişi olmaktadır.”
“Ne pahasına olursa olsun evlelenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu
olursunuz; yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz.”
“Evlilik, fırtınalı bir denize; bekârlık da bulanık bir bataklığa
benzer.”
“İyi bir kadınla evlenmek fırtınada sakin bir liman; kötü bir
kadınla evlenmek ise sakin bir limanda fırtınadır.”
“Evlilik, mutluluk uğruna yalnızlıktan kurtulmak demektir.”
“Mutlu evlilik, kısa gibi gelen uzun bir konuşmaya benzer.”
“Evlilik, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır.”
“Bekâr insan, ancak evlendikten sonra gerçek değerini kazanır.
Bekârken yarım bir canlıdır, tek kollu bir makasa benzer.”
“Kızın iyi bir evlilik yaparsa bir oğul kazanırsın, yoksa kızını
kaybedersin.”
“Kadın evlenince irâdesini, erkek de bencilliğini bırakmalıdır.”
“Ahlâklı insan için aşk, evliliğin bir meyvesidir.”
“Dünyayı erkekler yönetir; ama erkekleri de hanımları yönetir.”
“Sayınız kadınları! Onlar fâni hayatı cennet bahçelerinin gülleriyle
süslerler.”
246 AHMED KALKAN
“Sevilen kadın bütün kadınların daima en güzeli değil midir?”
“Her başarılı erkeğin arkasında ona destek ve yardımcı olan mutlaka
bir kadın vardır.”
“Kadın, kocasının, delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı,
yaşlılıkta da hastabakıcısıdır.”
“Bir erkeği eğitin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir kadını
eğitip terbiye edin; bir âileyi, hatta toplumun büyük bölümünü yetiştirmiş
olursunuz.”
“Kadın kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını
bilirsen gül olur, tutmasını bilmezsen diken.”
“Adamı deli eden her kadına karşılık, deliyi adam eden bir kadın
vardır.”
“Kadınlar sadece insan oldukları için o kadar mutludurlar ki...
Onları ille şeytanlar ya da melekler haline koymaya ne diye çalışırız
sanki.”
“Kadın melektir. Onu şeytan eden erkeklerdir.”
“Kadınlar, erkeklerden daha çok hikmet sahibidirler; daha az bilir,
daha çok anlarlar.”
“Kadınlar şefkat kahramanıdır. En korkağı bile kahramanca ruhunu
yavrusuna fedâ eder.”
“Kadınların en yanıldıkları nokta, erkeklere benzemek istemeleridir.”
“Allah kadınları, erkekleri evcilleştirmek için yarattı.”
“Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele, her
zaman yepyenidir.” (Tolstoy)
247
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Elbet sefîl olursa kadın, alçalır beşer.” (T. Fikret)
“Her iyi kadın, erkek için mukaddes bir kalkandır.” (Halide Edip
Adıvar)
KADIN HAKKINDA MEŞHURLARIN YANLIŞ VE
ÇARPIK SÖZLERI; SAÇMALARDAN SEÇMELER
(Kadını hor gören ve yanlış yargılarla itham eden görüşlerin sahiplerini
de belirtiyorum ki, sadece bazı Doğuluların kadını aşağıladığı
zannedilmesin. Nice Batılı ve Batılılaşmış yazar ve bilgin de cinsiyet
ayrımcılığını çirkin şekilde vurgulamıştır. İbret olsun diye örnekler
geniş tutulmuştur. Aslında Doğululardan ziyâde, Batılıların temel
kültürleri ve din anlayışları kadın düşmanlığına ve istismarına uygundur
ve Batılıların kahir ekseriyeti, bayanları ya hor görür, ya da
değer verir gözükerek istismar eder.)
“Her parasız kadın, koca peşinde koşan bir mâcerâperesttir.” (G.
Bernard Shaw)
“Kadının sözüne, bülbülün sesine pek kulak asma!” (Kalevala
-Fin Destanı-)
“Kadın: Kaçınılması imkânsız bir kötülük kaynağı... Vesvese
yatağı... Hoşa giden bir belâ... Bir iç tehlike. Gönülleri avlayan güzel
eşkıya. Süslü püslü bir musîbet...” (Hıristiyan Büyüğü, Aziz Chrysostem)
“Kötü kadınlar bunaltır, iyi kadınlar da sıkar.” (Oscar Wilde)
“Kadınlar, genellikle, ağırbaşlı erkeklere karşı iffetli görünürler,
ama çapkınlara karşı değil!” (Fonvizin)
“Kadınları çok sevmiş olmanın cezâsı, onları daima sevmektir.”
(André Maurois)
248 AHMED KALKAN
“Kadın; yılanların en tehlikelisi, zehrinin ilâcı bulunmaz.”
(Bhartrihari)
“Kadında hayvan niteliği üstündür. Çünkü kadın, renge ve kokuya
düşkündür.” (Celâleddin Rûmî)
“Pek az kadın vardır ki, değeri güzelliğinden ömürlü olsun.” (La
Rochefoucauld)
“Aşk ve kadın; bütün öteki fenâlıklar, cinâyetler bunlardan dal
budak salarlar.” (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
“Kadın erkeklere zevk vermez, keder verir, dert verir.” (Anatole
France)
“Kadınlar Cehennemin kapısıdır.” (Hıristiyan Büyüğü, Aziz
Hieronymus)
“Kadın kısmı kediye benzer. Sevmek istersen kaçar, yüz vermediğin
zaman yaltaklanır.” (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
“Dünya, kadınlarla doludur, kadınlar ise hile ve desise ile dolu.”
(Gelett Burgess)
“Akıllı bir kadın, iki kere budaladır.” (Erasmus)
“Bir kurşunla vurul da, bir kadına vurulma!” (Faruk Nâfiz Çamlıbel)
“Kadınlar mâbedlerde evliyâ; sokaklarda melek; evlerinde şeytandırlar.”
(George Wilkins)
“Kadın, insanın kalbine, şeytanın girmesini temin etmek için
açılan bir kapıdır. Erkeği, yasak ağaca sürükleyen varlıktır. İlâhî kanunu
bozan, Allah’ın yeryüzündeki sûreti, çehresi olan erkeği aldatan
iğrenç bir mahluktur.” (İlk Hıristiyan liderlerinden Tertullian)
249
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Kadından azgın hayvan, kadından azgın ateş yoktur.” (Aristophanes)
“Kadınlar sade bal değil; zehir tesiri de yaparlar.” (Halide Edip
Adıvar)
“Erkekler, bilgiç kadınlardan nefret ederler.” (Tennyson)
“Kadın devamlı erkeğin sessizliğinden; erkek de kadının o ebedî
çenesinden şikâyetçidir.” (Raif Necdet Kestelli)
“Kadının huyu, giydiği elbise ile değişir.” (La Bruyére)
“Bir kadınla konuşurken ona gülümse, fakat dinleme.” (Ly-Kin)
“Kadın her yerde kadındır. Bir melekle konuşmaktansa bir erkekle
konuşmayı daha çok ister.” (M. W. Holmes)
“Kadınlarla görüşmeye mi gidiyorsun? Sakın kamçını unutma!”
(Nietzsche)
“Kadınların yanına mı gidiyorsun? Sakın kaçmayı unutma.”
(Nietzsche)“Kadınların çoğu, uyandırılmadıkları için iffetli kalmışlardır.”
(Ovidius)
“Kadınlar, başka kadınlar için giyinirler, başka kadınların kocaları
olduğu için evlenirler, başka kadınları kıskandırmak için evlerini
süslerler. Başka kadınlar olmasaydı, kadınlar ne iyi olacaktı.” (Paul
Corey)
“Bir tek kadın cana yakın olabilir, fakat iki kadının bir araya
gelmesi bir fâciadır, çünkü iki kadının, ancak üçüncü bir kadını fedâ
etmek pahasına anlaşabileceğine inanıyorum.” (Sacha Guitry)
“Kadın, gerekli olan bir kötülüktür. İstenen bir belâdır. Evin ve
âilenin en büyük tehlikesidir. Ahlâksız ve edepsiz bir sevgilidir. Yaldızlı,
aldatıcı bir musîbettir.” (Hıristiyan Büyüğü, Aziz Sustam)
250 AHMED KALKAN
“İki kadın birbirleriyle sıkı fıkı arkadaş olunca, bu üçüncü bir
kadının iki arkadaş kaybettiğini gösterir.” (S. L. Perssey)
“Bir kadının yüreğindeki kötülük, yüzünde okunur.” (Stendhall)
“Kadın, köpek ve dut ağacı, onları ne kadar döversen o kadar
kazanırsın.” (Thomas Fuller)
“Kadın, insanın gölgesi gibidir; kovalarsanız kaçar, kaçarsanız
kovalar.” (Chamfort)
“Kadın; en kederlisi eğlence düşkünü bir tâife.” (Abdülhak Hâmid
Tarhan)
“Kadın olsun da bir sözü cevapsız bıraksın, olacak şey değil;
meğer ki dilsizini bul!” (Shakespeare)
“Kadın nedir ki? Doğanın işlediği bir yanlışlık.” (Congreve)
“Kadın, istenildiği sürece melekten farksız, elde edildikten sonra
da şeytandan beterdir.” (Decourcelle)
“Kadın, Cehennemin kapısıdır.” (Eflatun)
“Kadının istediği iki şey vardır: Erkeğin gözüne girmek, kadının
gözüne çarpmak.” (Franz Werfel)
“Az güzel bir kadın, çirkin erkekten çok daha çirkindir.” (Gautier)
“Kadınları güzel yapan Tanrı, sevimli yapan şeytandır.” (Victor
Hugo)
“Kızların çoğu, hiçbir yere gitmemektense yanlış yolda yürümeyi
düşünürler.” (Doris Marie)
“Bütün kadınlar, sönmektense, yana yana tükenmeyi tercih
251
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
ederler.” (Montherlant)
“Kadınlar kendilerini sevenler için değil; onlara hükmedenler
için can verirler.” (Halide Edip Adıvar)
“Her dilde, şiirin konusu zevce değil sevgilidir. Kahramanı zevce
ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?” (Ahmet
Hâşim)
“İnsanın karısı ile geçirdiği iki zevkli gün vardır: Birincisi, karısı
ile evlendiği gün; ikincisi, karısının gömüldüğü gün.” (Thomas
İngeland)
“Öyle sanıyorum ki, insanın uygar yapabileceği son şey kadın
olacaktır.” (G. Meredith)
“Kadınların bizi mutlu etmek için bir tek usûlleri vardır; hâlbuki
bizi mutsuz etmenin bin bir türlü yolunu bilirler.” (Heinrich Heine)
“Kadın zayıftır, gariptir; kendini beğenmişlik onu kör eder, boş
arzular onu etkisi altında tutar.” (George Sand)
“Düşünen bir kadın, boyanan bir erkek kadar iğrençtir.” (Lessing)
“Kadın, üzerinde her şeyin döndüğü bir vidadır.” (Tolstoy)
“Yanındayken bal, uzaklaşınca zehir; kadın öyledir.” (Bhartrihari)
“Kadın, çok defa en çok hoşlandığı şeye dudak büker.” (Shakespeare)
“Hiçbir zaman hem zeki, hem güzel bir kadına rastlamadım.”
(Montherlant)
“Sözden hafif ne var? Şimşek. Şimşekten hafif? Rüzgâr. Rüz252
AHMED KALKAN
gârdan? Kadın. Kadından? Hiçbir şey!” (Seneca)
“Kadın, o bir kelebektir ki, her önüne gelen ağaca konar ve sonra
uçar.” (Süleyman Nesib)
“Kadının nefes aldığı yerde hava bozulur.” (K. Kisfaludy)
“Kadın, süslü ve büyülü bir hiledir.” (Raif Necdet Kestelli)
“Kadın, erkekten arslan yüreği içinde, kuzu itaati ister.” (Cenap
Şehabettin)
“En tatlı kadın dahi acıdır.” (Nietzsche)
“Kedi, ağzı şapırdayanın, kadın kesesi şıkırdayanın yüzüne bakar
ve dizine çıkar.” (Refik Halit Karay)
“Dünyada en iyi kadın, anasından doğmayandır.” (Firdevsî)
“Kadını yedir, giydir, mücevherlerle ve başka güzel şeylerle süsle,
fakat ona akıl danışma!” (Pançatantra)
“Kadınlar, erkeklerle eşit olmak için uğraşırlar, bunu sağladılar
mı, o andan sonra erkeğe üstün olurlar.” (Cato)
“İşte kadın! Ne olurdu ellerine düşmeden kollarına düşebilseydik.”
(A. Birce)
“Kadın; saçı uzun, aklı kısa bir varlıktır.” (Schopenhauer)
“Bir kadının sevgilisine söyledikleri, rüzgârların ve hızla akan
suların üzerine yazılmalıdır.” (Catuli)
“Ne gariptir ki kadınların çoğu sevdikleri halde sevmiyor, sevmedikleri
halde seviyor görünürler.” (Raif Necdet Kestelli)
“Hâtun kişidir düşmeni her hâb u huzûrun -Kadındır düşmanı,
253
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
her uyku ve huzurun-.” (Fâzıl Ahmet Aykaç)
“Kadın erkek birbirini ikmâl eder, diyorlar; hâlbuki çoğunlukla
biri diğerini noksanlaştırır.” (Cenap Şehabettin)
“Kadın, her şeyi gören gözü bile aldatır.” (Dostoyevski)
“Kadınlar kadar intikam almaktan zevk duyan canlı yoktur.”
(Juvenal)
“Kadınlar güller gibidir, bir defa açıldılar mı, yaprakları hemen
dökülmeye başlar.” (Shakespeare)
“Kadın, deniz gibidir, hiç güvenmek olmaz.” (Tevfik Fikret)
“Kadın erkeği kılıçsız zapteder ve ipsiz bağlar.” (Tos)
“Kadınlar istediler mi “sâhiden” hasta olurlar, hattâ kibirleri uğruna
ölürler bile.” (André Maurois)
“Kadınlarda fecî olan şey, ne onlarla, ne de onlarsız yaşanabilmesidir.”
(Byron)
“Her kadın ağlayıncaya kadar haksızdır, ağlar ağlamaz hak kazanır.”
(Haliburton)
“Bana göre; en çok korkulacak şey kadınlardır.” (Said bin Müseyyeb)
“Dünyada en güç şey, kadını memnun edebilmektir.” (Rıfat Necdet
Evrimer)
“Koca; devamlı kiracı.” (Âlî Bey)
“Kocasının hastalığından en çok üzgün görünen bir kadın bile
içinden sevinir. Çünkü kocası daima gözünün önünde ve avucunun
içindedir.” (Raif Necdet Kestelli)
254 AHMED KALKAN
“At, at oluncaya kadar sahibi mat olur, derler. Bazı koca da, karısı
kadın oluncaya kadar iki kat olur.” (Refik Halit Karay)
“Bir koca, eşinin iyi bir kadın olup olmadığını gösteren evlilik
belgesini yüzünde taşır.” (G. Gardony)
“Evindeki şerefsizliği en son koca öğrenir.” (Juvenalis)
AILE VE GEÇIMLE İLGILI KULAKLARA KÜPELER
“İnsan ömrünün din seçmekten sonra en önemli olayı, iyi bir eş
seçimidir.”
“Haramlardan sakınan müslümana göre evlilik, aşkın meyvesi
değil; aşk, evliliğin meyvesidir.”
“Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda
aranan kişi olmaktadır.”
“Âileyi, evliliği sürdüren vücut değil, ruhtur.”
“Âile, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır.”
“Bir karı-kocanın tartıştıklarını görürseniz, kadını savunun,
çünkü kocanın savunulmaya ihtiyacı yoktur; o her zaman haklıdır.”
“Her yanda evi olan adamın, hiçbir yerde evi yoktur.”
“Beşiğindekini ağlatan âile gülmez.”
255
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Bir âileyi idâre etmek, bir devleti idâre etmekten hiç de kolay
değildir.”
“Âile, kralların bile giremediği bir kaledir.”
“Evlilik huzur bulmak içindir, didişmek için değil!”
“Biraz çaba göstererek iyi geçinmek varken, huysuzluk etmek
akıl kârı değildir.”
“Sen kocana câriye ol ki, o da sana köle olsun. Sen ona yer ol ki,
o da sana gök olsun.”
“Evlilerin en çok yapmaları gereken şey, iyi niyetle iletişimdir,
konuşmaktır.”
“Sevgi ve saygı karşılıklıdır.”
“İyilikle halledilebilecek bir şeyde zora başvurmak yanlıştır, zulümdür.”
“Her insanın sabrının bir sınırı vardır, bunu zorlamamak gerekir.”
“Akıllı insan, evliliğini cennet edecek bir biçimde davranmaya
çalışır ve evliliğini cehenneme dönüştürecek davranışlardan uzak durur.”
“Sayılmak istiyorsanız, saymayı öğrenmeniz gerekecektir. Sevilmek
istiyorsanız sevmeyi öğrenmeniz gerekecektir.”
“Hep karşımdaki değişsin, diye düşünmek yanlıştır. Güzele doğru
karşılıklı değişmek lâzımdır.”
“Hanımın ilk görevi güler yüzlü olmaktır.”
“Biz herkese iyilik etmiyor muyuz? Başkalarından önce kendi
256 AHMED KALKAN
âilemize karşı iyi olmamız lâzım.”
“Nasıl ki biz kusursuz olamıyorsak, karşımızdakinin de kusursuz
olamayacağını peşinen bilmeli ve kabullenmeliyiz.”
“Dünya cennet değildir, elbette problemler olacaktır.”
“Mutlu olmak için önce sabırlı olmak gerek.”
“Her istediğini söyleyen, istemediğini işitir.”
“Eşler birbirleriyle anlaşabilmek için gayret göstermelidir.”
“Mesele kendimizi samimi olarak tenkit edebilmektir. Karşımızdaki
bizi bir konuda suçluyorsa, onun zıddını ispat etmek bize
düşer.”
“Evlilikte ana kural, karşılıklı olarak kişi onuruna saygı gösterilmesinin
gerekliliğidir.”
“Eşler birbirleriyle didişmek yerine, birlikte gelişmek için uğraşmalıdırlar.”
“Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların
annesini sevmektir.”
“Huzursuz bir âile, en çok çocukları yıpratır.”
“Saygı, sevgiyi besleyen ve geliştiren, saygısızlık da, sevgiyi öldüren
bir etkendir.”
“İnsanı insana sevdiren, tatlı dil, güler yüz ve güzel davranışlardır.”
“Eşini üzen, ezen, hırpalayan insan, onu mutsuz ettiği zaman
kendisi mutlu olamaz, bunu unutmamalı.”
257
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
“Sinir harbi her iki taraf için de rahatsız edicidir.”
“Saygı ve sevginin olmadığı bir yuva kime, ne verebilir?”
“Yalnız kendini düşünen insandan, mümkün olduğu kadar uzağa
kaç.”
“Dozunu aşmayan kıskançlık güzeldir ve sevgi ifâdesidir.”
“Aşırı kıskançlık ve diktatörlük evlilikte mutluluğu engeller.”
“Eşler arasında ortak ilgi ve alâkaların olması, onları birbirlerine
yakınlaştırır.”
“İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar.”
“Eşler, ‘hatâ karşıdadır’ peşin hükmü yerine; ‘acaba benim hatam
nedir?’ diye düşünebilselerdi problemlerin halli çok daha kolay
olurdu.”
“Hayatımızın bir yönünü İslâm’a göre, bir yönünü nefsimize göre
yaşamak yanlıştır.”
“Âile hayatında her müslüman erkek Rasûlullah’ı, her müslüman
kadın da O’nun değerli hanımlarını örnek almalıdır.”
“Huzurlu bir yuvada yaşamak, ancak karşılıklı fedâkârlık ile
mümkündür.”
“Evlilik İslâm’a hizmete engel değildir ve olmamalıdır.”
“Evlilik geçici duygular ve imkânlar üzerine değil; iman ve ahlâk
güzelliği üzerine kurulmalıdır.”
“Yüzü güzelden kırk günde bıkılır, ahlâkı güzelden kırk yılda
bıkılmaz.”
258 AHMED KALKAN
“Eşinizin ve çocuklarınızın sevgisini kaybetmek istemiyorsanız,
onlara asla kötü söz söylemeyin, hakaret etmeyin.”
“Eşinize ve çocuklarınıza iltifat etmek, onları mutlu etmenin bir
yoludur.”
“İyilik eden hem dünyada ve hem de âhirette kârlı çıkar.”
“Eşler birbirlerine olan saygılarını kaybetmemeye dikkat etmelidirler.
Saygının bittiği âilede pek çok şey bitmiş demektir.”
259
MÜSLÜMANIN EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Allah’a teslim olmuş, sorumluluk ve yetkilerini bilen,
görevlerinden kaçmadığı gibi İslâmî ve insanî haklarını da
savunup mücâdelesini veren, onuruna sahip, tesettür ve
iffetini bayraklaştırmış, İslâmî hareketin gönül dinamiği
kadınlara selâm olsun! Selâm olsun analarımıza, eşlerimize,
kızlarımıza ve bacılarımıza!
260
AHMED KALKAN