Salı, 12 Ocak 2021 20:56

Müzzemmil Sûresi

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

-ahmed kalkan-
Müzzemmil Sûresi
Tefsiri
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket”
CİLT -3-
Ocak 2016 / İstanbul
Mar’ ruf Yayınları:
Editör:
Tashih:
Kapak & Mizanpaj:
Baskı:
4
Mehmed Bilir
Ma’ ruf Yayınları
Ehl-i Dizayn
STEP AJANS Matbaa Ltd. Şti.
Göztepe Mh. Bosna Cd. No:11
Bağcılar/İStanbul
Tel: 0212 446 8846
Sertifika No:12266
MA’ RUF YAYINLARI İLETİŞİM
Adres:
Tel:
E-Posta:
Web:
İstiklal Mh. Dolmabahçe Cd. Işık Sk.
No:2/2 Ümraniye/İSTANBUL
(0216) 344 0 342
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.marufyayinlari.com
AHMED KALKAN
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket” CİLT -3-
Müzzemmil Sûresi Tefsiri
İçindekiler
Önsöz 19
Müzzemmil Sûresi 19
Nüzul Sebebi 26
Bu Âyet Hakkında Bazı Âlimlerin Görüşleri: 27
Âyetin Nüzul Sebebi İle İlgili Rivâyetler: 30
Âyetin Nüzul Sebebi İle İlgili Rivayetler: 34
Âyetin Nüzul Sebebi İle İlgili Rivâyetler: 36
Gece Namazının Mü’minlere Farziyetinin Ne Zaman
Kaldırıldığı Konusunda Âlimlerin Görüşleri: 37
Kur’an’ı Tertîl Üzere Okumanın Anlamı Hakkında Bazı Âlimlerin Görüşleri: 41
Kur’ân-I Kerim’de “Leyl/Gece” Kavramı 58
Gece ve İhyâsı 60
Gece ve Kur’an 61
Kıyâmu’l-Leyl, Nâşietu’l-Leyl: Gece Neşesi 64
Zikir 71
Kur’ân-I Kerim’de Zikir Kavramı 73
Zikrin Yozlaştırılması; Zikirde Usûl ve Âdâba Riâyetsizlik 82
Zikri İhyâ Etmek, Zikirle İhyâ Olmak 87
Zikrin Psikolojik Faydaları 95
Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti 101
İlâh Ne Demektir? 103
Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Kavramı 109
Ne Yapmalı? 110
Firavun Niçin ve Nasıl Cezalandırıldı? 122
Kıyâmet ve Dehşeti 128
Kıyâmet ve Âhiret Şuuru 135
Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri 136
İbadette Denge ve Dinde Kolaylık İlkesi 147
İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır! 153
Geleneksel Din Anlayışı ve Yozlaşmasının Sonucu:
Dinin Zorlaştırılması 160
Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü ve Hevâ 162
İktisadî Sorumluluk 174
Allah Günahları Bağışlar 176
Âyetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler 187
Müzzemmil Sûresine Toplu Bakış ve Günümüze Çıkarımlar 191
Bu Âyetten Çıkarılan Hükümler 217
Bu Sûrenin Bize Mesajı 219
Genel Tesbitler 220
Bu Sûreden Çıkan Hüküm ve Hikmetler 223
Müzzemmil Sûresinin Getirdiği Başlıca Prensipler 223
Müzzemmil Sûresi İle İlgili Sınav Soruları 225
Müzzemmil Sûresi İle İlgili Sınavın Cevap Anahtarı 240

İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz
değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü
veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas
edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopya
edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı söz konusu
değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak
malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
!

ithaf
Canlı Kur’an olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret
eden, tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran ve kâfirlere karşı
Kur’an’la en büyük cihadı gerçekleştiren her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyasının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu
kavrayıp nebevî usulle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması
yapan tâvizsiz davetçilere…

• 9 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Önsöz
Önsöz de sonsöz de, sözün önü de sonu da Allah’a, O’nun sözü olan
Kur’an’a ait. İnsan haddini aştı, çok konuştu, çok söyledi. Bu yanlıştan dönülmeli;
Kur’an’a kulak verilmeli. O, sözlerin en güzeli, onu okumak, okumaların
en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla
düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların
en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz
bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ı tane tane, özümseyerek, doğru bir niyetle,
istiâze ve besmele ile okumamız gerekir. Kur’an’a kulak verip susmamız,
âyetler okunur veya âyetlerle emir ve yasaklar sunulurken bahaneler üretip
başka bir söz söylemememiz, “semi’nâ ve eta’nâ (duyduk ve itaat ettik)” deyip
hayatımıza geçirmemiz istenmektedir.
Yaşadığımız coğrafya da dâhil, dünya üzerinde en çok okunan kitap
Kur’an olmasına rağmen, nedense şuurlu fert ve toplumlar bir türlü oluşamamaktadır.
Her geçen gün daha da yoğun bir ilgi odağı haline gelen Kitabımız’ın
önemi daha da açığa çıkmasına rağmen, bilinç yoksunluğu devam
etmektedir. Aynı zamanda, üzerinde en çok araştırmaların yapıldığı, uzun
uzun makalelerin yazıldığı, tezlerin sunulduğu, inceleme kitaplarının yayınlandığı
bir konu olmasına rağmen Kur’an ruhu oluşturulamadı, Kur’an
nesli yetiştirilemedi, Kur’an toplumuna giden yol açılamadı, Kur’an devleti
ufukta görülemedi.
Kur’an’ın en çok ve en hızlı ezberlenen bir kitap oluşu da onun anlaşılmasına
yetmemiş, toplumsal hoşnutsuzluğu huzura dönüştürecek Kur’ânî
bir inkılâp oluşmamıştır. Kur’an kıraatiyle belki bireysel anlamda gözyaşları
dökülmüş, bu duygu seliyle yapay bir tatminkârlık oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ama anlam örgüsü ve tüm hükümlerini tatbik gayreti içinde O
Kitab’a yönelmek yerine, sadece Arapça metin üzerinden bireysel bazda
haz alınmaya çalışılmış, bununla yetinilmiştir. Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı,
hedeflediği bireysel ve toplumsal huzura, Allah’ın razı olacağı izzetli bir
yaşayışa ulaşılamamıştır.
Kur’an’la doğru konuşan O’nu doğru konuşturan sahih temsilciler oluşturamadığımız
için İslâm’ın hedeflediği sonuca ulaşılamamıştır. Kur’an’ın
susturulması; onun gündemden uzaklaştırılıp hayattan koparılması ile ger•
10 •
Ahmed Kalkan
çekleştirilmiştir. Suskun bir Kur’an ne sadra şifâ olur, ne de toplumlara müdâhale
etme yetkisine sahip bulunur.
Bütün bu olumsuzlukların sonucunda, Kur’an’ı rehber edinmeyen toplumlar
bilinçsiz, ruhsuz, mutsuz, rotasız, suskun kalmışlar, onları bu hale
getiren tâğûtî zihniyetler toplumlarını sürüleştirerek kendilerine kul yapmaya
çalışmışlardır.
Güzîde, erdemli, sâlih, âlim, mücâhid, muvahhid, muttaki, şâhid-şehid…
şahsiyetlerin yetişmesi Kur’an’dan gereği gibi faydalanıp hayata doğru
bir şekilde geçirilmesiyle mümkün olacaktır. “Allah o kitapla; kendi
rızâsını arayanlara kurtuluşa götüren yolları gösterir, izniyle onları (küfür)
karanlıklarından (iman) nûruna/aydınlığına çıkarır ve onları dosdoğru bir
yola iletir.” (5/Mâide, 16)
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin
çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay
kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını
zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı,
tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler
ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen
büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh
tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.)
putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını
yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve
en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed
(s.a.s.)’dir. Kur’an’la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır.
Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet;
inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb
denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu
zindanları değiştirmenin adına devrim adı verilip insanlar kandırılmıştır.
Karanlıklar, zulümler, hapisler, kölelikler arasındaki değişikliğin adına devrim;
küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman
dilimlerinin adı çağ olamaz.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, Mekke câhiliyyesini değiştirdiği
gibi bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Medine İslâm İnkılâbı
gibi niye inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar
• 11 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir.
Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a
sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne
kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir.
Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı
bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan
çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa
tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin
yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini
yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla
yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve
toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere
sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece
reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an şifadır.”
Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal
kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır.
Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî
ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
“Fitnelerden kurtuluşun yolu, Allah’ın Kitabı(na uymak)dır. O’nda sizden
önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar)
gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda
(iman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin
de hükmü var. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. O’nda her şey ciddîdir,
gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O’na inanmaz ve O’nunla
amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O’nun dışında hidâyet ararsa Allah
onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru
yoldur. O, kendine uyan hevâları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri
iltibastan korur. Âlimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez,
tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez,
O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini
alamadılar: “Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya
• 12 •
Ahmed Kalkan
götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık.” (72/Cin, 1) Kim
ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar
olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru
yola çağrılmış olur. Ey A’ver, bu güzel kelimeleri öğren.” (Tirmizi, Sevâbu’l-
Kur’ân 14, hadis no: 2908)
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur.
İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin ilk
vazifesi, O’nu sık sık okumaktır. Kur’an’ın ilk emri “oku” iken O’nu okuyamamanın
mâzereti olamaz. Kur’an’ı okumaktan asıl maksat, onu anlamaktır.
Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır.
“Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır.
O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?” Kur’an’ı biraz olsun
anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini
ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz.
Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve gerektiğinde tefsirini
okumalıyız. Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da
şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları
yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” (Müslim, Salâtu’l-Müsafirin
47, hadis no: 269)
Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların
kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi
bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. “Kim benim zikrimden
(Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz
onu, Kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör
olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. (Allah) buyurur ki:
İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de
aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine
inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli
ve daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 124-127)
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk etti.”
(25/Furkan, 30). Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa
“Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul
eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur
câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak
sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde
• 13 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri
anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz
“falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”...
diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine,
bize yön veren, bizim O Kitap’tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz,
uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir.
“Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa
tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak,
inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini
ateşe uzatmaz.
İşte böylesine bir hazineden yararlanmak için, Kur’an’ı nüzul sırasına
göre okumak, ashabın nasıl yetiştiğini öğrenmek olduğu gibi, bizim de benzer
aşamalardan geçerek câhiliyyeden arınıp tevhide ulaşmaya, bireyden
cemaate, cemaatten devlete geçişin nasıl mümkün olacağını öğretmesi açısından
da en faydalı okuyuş biçimidir.
Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için okuyalım da, ister Mushaf tertibiyle
okuyalım, ister nüzul sırasına göre. Nüzul sırasına göre okursak, vahyin
iniş dönemini ve nebevî mücadele merhalelerini takip etmiş oluruz. Kur’an
nereden başladı, önceliği nerelere verdi; bunu öğrenmiş olur ve bizim de
insanları ve hayatı yeniden inşaya nereden başlamamız gerektiği konusunda
tereddütlerimiz kalmaz.
Bu tür tefsirleri, cemaat halinde okursak daha bereketli olur. Anlaşılmayan
veya yanlış anlaşılan hususlarda cemaat birbirini düzeltir. Ayetlerde
vurgulanan hususların güncelleşmesi konusunda daha doğru çıkarımlar
için istişareden yararlanılır.
“Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden
birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekînet (huzur) iner
ve onları Allah’ın rahmeti kuşatır. Melekler de kanatlarıyla sarar. Allah, onları,
yanında bulunan yüce cemaatte anar.” (Ebû Dâvud, Salât 349, h. No:
1455; Tirmizî, Kırâ’at: 3, h. No: 2946; Müslim, Zikir 38, h. No: 2699)
• 14 •
Ahmed Kalkan
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın
emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen
eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı
da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine
selâm olsun!
* * *
• 15 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
 لله من الشيطان الرجي  اعوذ ب
 بسم الله الرحمن الرحي
اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً ۞ نصْفَهُ أَوْ اْنقُصْ مِنْهُ قَلِيلاً ۞ أَوْ زِدْ عَلَيْهِ Œ ا اْلُزَّمِّلُ ۞ قُ ْ ” أَيُّ َ يَ
شِئَةَ اللَّيْلِ يِ هَ أَشَدُّ  عَلَيْكَ قَوْلا ثَقِيلاً ۞ إِنَّ نَ ž سَنُلْقِ ي  ِتيلاً ۞ إِنَّ ¢ وَرَِّتلْ اْلقُرْآنَ تَ ْ
ارِ سَبْحًا طَوِيلاً ۞ وَاذْكُرْ اسَْ رَبِّكَ وََتبَتَّلْ ¯ اَلنَّ َ ° وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلاً ۞ إِنَّ لكَ فِ ي
عَلَ ³ ذْهُ وَكِيلاً ۞ وَاصْبِ ْ · قِِ وَاْلَغْرِبِ لاَ إِلََ إِلاَّ هُوَ فَا تَّ خِ
¿ لَيْهِ تبْتِيلا ۞ رَبُّ اْلَ شْ إِ
أُوِ ي ل النَّعْمَةِ وَمَِّلْهُمْ قَلِيلاً ۞ Ç وَاْلُكَذِِّب ي نَ É مَا يقُوُلونَ وَا جْ هُرْهُْ جَ هْرًا ج�َ يِلاً ۞ وَذَرْ نِ ي
رْضُ
أَجُفُ ا ل ¢ مًا ۞ يوْمَ تَ ْ Ï أَِلي  مًا ۞ وَطَعَامًا ذَا غُصَّةٍ وَعَذَا بً ÏيÒ إِنَّ لدَْينَا أَنكَلا وَ جَ ِ
أَرْسَلْنَا إَِليْكُْ رَسُولا شَاهِدًا عَلَيْكُْ كََا  وَا جِْ لبَالُ وَكََنتْ ا جِْ لبَالُ كَثِيبًا مَِيلاً ۞ إِنَّ
هُ أَخْذًا وَِبيلاً ۞  أَرْسَلْنَا إِلَ فِرْعَوْنَ رَسُولاً ۞ فَعَصَ فِرْعَوْنُ الرَّسُولَ فَأَخَذْنَ
عَلُ اْلوِْلدَانَ شِيبًا ۞ السَّمَاءُ مُنْفَطِرٌ بهِ كَنَ وَعْدُهُ · يوْمًا يَ جْ â فَكَيْفَ تتَّقُونَ إِنْ كَفَرْتُ ْ
ذَ إِلَ رَبِّهِ سَِبيلاً ۞ إِنَّ رَبَّكَ يعْلَُ أََّنكَ · نْ شَاءَ ا تَّ خَ ä مَفْعُولاً ۞ إِنَّ هَذِهِ تذْكِرَةٌ فَ َ
مَعَكَ وَالَّلُ يقَدِّرُ اللَّيْلَ ç ي اللَّيْلِ وَِنصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَاِئفَةٌ مِنْ اَّلذِي نَ
é مِنْ ثُلُ ثَ É تَقُومُ أَدْ نَ
صُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُْ فَاقْرَءُوا مَا تيَسََّ مِنْ اْلقُرْآنِ عَلَِ أَنْ · ارَ عَلَِ أَنْ لنْ تُ ْ ¯ وَالنَّ َ
رْضِ يبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ الَّلِ
أَ ا ل° بُونَ فِ ي ë وَآخَرُونَ ي ضْ ِ ì سَيَكُونُ مِنْكُْ مَرْ ضَ
سَِبيلِ الَّلِ فَاقْرَءُوا مَا تيَسََّ مِنْهُ وَأَقِيمُوا الصَّلاةَ وَآُتوا الزَّكَةَ ° وَآخَرُونَ يقَاِتلُونَ فِ ي
ا ³ دُوهُ عِنْدَ الَّلِ هُوَ خَيْ ً · تَ جِ ³ نْفُسِكُْ مِنْ خَيْ ٍ
أَوَأَقْرِضُوا الَّلَ قَرْضًا حَسَنًاوَمَا تقَدِّمُول
 وَأَعْظَمَ أَجْرًا وَاسْتَغْفِرُوا الَّلَ إِنَّ الَّلَ غَفُورٌ رَحِي ٌ
ا” أَيُّ َ يَ : ey اْلُزَّمِّلُ : örtünen Œق ُْ : kalk اللَّيْلَ : geceleyin إِلاَّ : müstesna : قَلِيلا
birazı نصْفَهُ : yarısı kadar أَوْ : yahut اْنقُصْ : eksilt مِنْهُ : ondan قَلِيلا : biraz : أَوْ
veya زِدْ : ekle عَلَيْهِ : üzerine وَرَِّتلْ : oku اْلقُرْآنَ : Kur’an’ı da تيِلا ¢ت َْ : tane tane
 إِنَّ : gerçek şu ki biz žقِ ي سَنُلْ : bırakacağız عَلَيْكَ : sana قَوْلا bir söz ثَقِيلا oldukça
ağır : إِنَّ : doğrusu شِئَةَ نَ : kalkışı اللَّيْلِ : gece يِ هَ أَشَدُّ : daha kuvvetli : وَطْئًا
• 16 •
Ahmed Kalkan
etki bakımından وَأَقْوَمُ : daha sağlamdır قِيلا okumak bakımından : : إِنَّ لكَ
zaten vardır ارِ ¯ اَلنَّ َ °فِ ي : gündüz سَبْحًا : uğraşıların طَوِيلا : uzun وَاذْكُرْ : zikret/
an اسَْ : ismini رَبِّكَ : Rabbinin güzel وََتبَتَّلْ : ve yönel إَِليْهِ : yalnızca O’na
تبْتِيلا : her şeyden kendini çekerek رَبُّ : Rabbidir قِِ
¿ اْلَ شْ : doğunun da
غَْرِبِ وَاْل : batının da لا : yoktur لََإِ : ilâh إِلا : başka هُوَ : O’ndan هذْ· : فاَ ت خَِّ
öyleyse O’nu tut وَكِيلا : vekil ³ وَاصْبِ ْ : sabret عَلَ مَا يقُوُلونَ : söylediklerine
وَا جْ هُرْهُْ : ve onlardan ayrıl جَ هْرًا ج�َ يِلا : güzel bir ayrılıkla É وَذَرْ نِ ي : sen Bana
bırak Ç وَاْلُكَذِِّب ي نَ : yalancıları أُوِ ي ل النَّعْمَةِ : (olan) nimet sahibi وَمَِّلْهُمْ : onlara
mühlet ver قَلِيلا : (bir süre) az إِنَّ : çünkü لدَْينَا : yanımızda var أَنكَلا : ağır
bukağılar مًا ÏيÒ وَ جَ ِ : ve yakıcı bir ateş وَطَعَامًا : bir yiyecek vardır : ذَا غُصَّةٍ
boğazı tıkayan  وَعَذَا بً : ve de bir azab مًا Ï أَِلي : can yakıcı يوْمَ : o gün جُفُ ¢ : ت َْ
sarsılır رْضُ
أََا ل : yeryüzü وَا جِْ لبَالُ : ve dağlar وَكََنتْ : olur ا جِْ لبَالُ : dağlar da
كَثِيبًا : kum gibi مَِيلا : yığılarak akıp dağılan  إِنَّ : şüphesiz Biz : أَرْسَلْنَا
gönderdik إَِليْكُْ : size de رَسُولا : bir rasul شَاهِدًاً : şahid olacak : عَلَيْكُْ
üzerinize كََا أَرْسَلْنَا : gönderdiğimiz gibi إِلَ فِرْعَوْنَ : Firavuna رَسُولا : bir
rasul فَعَصَ : fakat isyan etti فِرْعَوْنُ : Firavun الرَّسُولَ : Rasule هُ فَأَخَذْنَ : Biz de
onu yakaladık أَخْذًا وَِبيلا : müthiş bir şekilde فَكَيْفَ : nasıl : تَتَّقُونَ
kendinizi koruyacaksınız â إنِْ كَفرَْ تُ : ederseniz âreğer ink يوْمًا : bir gün ki
(öyle) عَلُ ·يَ جْ : yapar اْلوِْلدَانَ : çocukları شِيبًا : ihtiyar السَّمَاءُ : gök bile : مُنْفَطِرٌ
yarılmıştır بهِ : bu sebeple كَنَ وَعْدُهُ : diOnun vaa : مَفْعُولا
gerçekleştirilmiştir إِنَّ هَذِهِ : şüphesiz bu تذْكِرَةٌ : bir öğüttür نْäفَ َ : Kim ki
شَاءَ : diledi ذََ· ا ت خَّ : edindi إِلَ رَبِّهِ : Rabbine doğru سَِبيلا : yol إِنَّ : şüphesiz رَبَّكَ : Rabbin يعْلَُ : bilir أنَكََّ تقَُومُ : senin kalktığını É أَدْ نَ : biraz eksiğinde
ي
é مِنْ ثُلُ ثَ : üçte ikisinden يْلِ اللَّ : gecenin وَِنصْفَهُ : yarısında وَثُلُثَهُ : ve üçte
birinde وَطَاِئفَةٌ : ve bir topluluğun مَعَكَ ç مِنْ اَّلذِي نَ : yanındakilerden : وَالَّلُ
şüphesiz Allah يقَدِّرُ :ُ takdir eder اللَّيْلَ : geceyi ارَ ¯ وَالنَّ َ : ve gündüzü : عَلَِ
bildi (de) صُوهُ · أَنْ لنْ تُ ْ : sizin bunu sayamayacağınızı فَتَابَ عَلَيْكُْ : tevbenizi
kabul etti فاَقرَْءُوا : (şu halde) okuyun مَا تيَسََّ : kolay geleni : مِنْ اْلقُرْآنِ
• 17 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’dan عَلَِ : Allah bilir أَنْ سَيَكُونُ : olacağını مِنْكُْ : sizden ì : مَرْ ضَ
hastalananlar وَآخَرُونَ : diğer bir kısmının da بُونَ ëيَ ض ِْ : dolaşacaklarını ° فِ ي
رْضِ
أَْا لَ : yeryüzünde يَبْتَغُونَ : aramak için مِنْ فَضْلِ الَّلِ : Allah’ın lutfundan وَآخَرُون : başka bir kısmının da يُقَاتِلوُنَ : çarpışacaklarını سَِبيل الَّلِ ° : فِ ي
yolunda Allah فاَقرَْءُوا : öyleyse okuyun مَا تيَسََّ : kolay geleni مِنْهُ : ondan
وَأقَِيمُوا : dosdoğru kılın الصَّلَةَ : namazı وَآتوُا : verin الزَّكَةَ : zekâtı : وَأقَرِْضُوا
ve borç verin الَّلَ : Allah’a قَرْضًا : bir borç حَسَنًا : güzel وَمَا تقَُدِّمُوا : önceden
takdim ettiğiniz şeyleri نْفُسِكُْ
أَِل : kendi nefisleriniz için ³ مِنْ خَيْ ٍ : hayır
olarak دُوه ·ت جَِ : bulursunuz عِنْدَ الَّلِ : katında Allah ا³ هُوَ خَيْ ً : daha hayırlı
وَأَعْظَمَ : ve daha büyük أَجْرًا : bir karşılık olarak وَاسْتَغْفِرُوا الَّلَ : bağışlanma
dileyin Allah’tan إِنَّ الَّلَ Allah : şüphesiz غَفُورٌ : Ğafûr’dur  رَحِي ٌ : Rahim’dir
Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla...
“Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)! (1)
Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. (2)
(Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt. (3)
Ya da bunu çoğalt ve Kur’an’ı da tertîl üzere, tane tane oku. (4)
Doğrusu Biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz. (5)
Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam
bir kıraate daha elverişlidir (Etki bakımından daha kuvvetli, okumak
bakımından daha sağlamdır). (6)
Zira gündüz vakti, uzun meşguliyetlerin var. (7)
Rabbinin adını zikret, bütün varlığınla O’na yönel. (8)
Doğunun da Batının
da rabbi O’dur. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Öyleyse
yalnız O’na güvenip sığın. (9)
• 18 •
Ahmed Kalkan
Onların söylediklerine katlan ve uygun bir şekilde onlardan uzaklaş. (10)
Nimet içinde yüzen o yalanlayıcıları Bana bırak ve onlara biraz süre tanı.
(11)
Kuşkusuz katımızda (onlar için) prangalar, yakıcı bir ateş, boğazdan
geçmez
bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır. (12-13)
O gün yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar savrulan kum yığınları halini
alır. (14)
Doğrusu Firavuna
bir elçi gönderdiğimiz gibi size de hakkınızda tanık
olacak bir peygamber gönderdik. (15)
Firavun o peygambere karşı gelmiş, biz de onu ağır bir şekilde
cezalandırmıştık.
(16)
Siz de inkârda direnirseniz çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi nasıl
koruyacaksınız? (17)
O gün gökler paramparça olacak,
Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelecektir.
(18)
Şüphesiz bunlar bir öğüttür;
artık dileyen Rabbine ulaştıracak bir yol tutar.
(19)
Şüphesiz Rabbin, senin ve yanındakilerden bir topluluğun gecenin üçte
ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde kalktığını bilir. Şüphesiz
geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi de
tevbenizi kabul etti. Şu halde Kur’an’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden
hastalananlar olacağını, diğer bir kısmının da Allah’ın lütfundan aramak için
yeryüzünde dolaşacaklarını, başka bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını
bilir. Öyleyse ondan kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın,
zekâtı verin ve Allah’a güzel bir surette borç verin. Kendi nefisleriniz için önceden
hayır olarak takdim ettiğiniz şeyleri, daha hayırlı ve daha büyük bir
karşılık olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz
Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (20)
(73/Müzzemmil, 1-20)
• 19 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Müzzemmil Sûresi ve Mesajı
Müzzemmil Sûresi
İndiği Yer: Mekke; İniş Sırası: 3; Kalem sûresinden sonra nâzil olmuştur.
Mushaf tertibine göre ise 73. sıradadır. Âyet sayısı: 20 (Bu sûreyi Medineliler
on sekiz, Basralılar on dokuz ve diğerleri de yirmi âyet olarak kabul
ederler); Harf sayısı: sekiz yüz seksen sekiz harf; Fâsılası: Elif harfidir; Adı:
Sûre adını, birinci âyette geçen “örtünüp bürünen” anlamındaki “müzzemmnil”
kelimesinden almıştır. Konusu: Tevhid, nübüvvet ve âhiret konuları
ele alınmıştır. Rasûlullah’a şahsı ve peygamberliği ile ilgili bazı görevlerin
verildiğini ifade
eden âyetlerle başlayan sürede daha sonra kıyamet günündeki
olaylar, âhirette-ki hesap ve ceza konulan anlatılmakta; son olarak da
müminlerin ibâdet yüklerinin
hafıfletildiği bildirilmektedir.
Nüzûlü: Mushaftaki sıralamada yetmiş üçüncü, iniş sırasına göre üçüncü
sûredir. Kalem
sûresinden sonra, Müddessir sûresinden önce Mekke’de
inmiştir; 20. âyetinin Medine’de indiğine dair bir rivayet de vardır. Müddessir
sûresinden
sonra indiği, dolayısıyla 4. sırada yer aldığı görüşünde
olanlar da vardır.
Nüzul Sebebi: Nüzûl sebebi olarak birkaç rivâyet zikredilmektedir.
Bunlardan biri Darunnedve’de toplanan müşriklerin sarfettikleri sözlerdir.
Onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) tevhide dâvet ederken okuduğu âyetlerin İlâhî
üslûbu karşısında çaresiz kaldıklarından, Rasûlullah’ın (s.a.s.) insanları etkilemesini
önlemek için çareler aramaya başladılar. Dâru’n-nedve’de toplanan
müşrikler, “bu adama bir isim verelim ki insanlar ondan uzak dursun”
dediler. Bazısı kâhin, bazısı deli ve diğer bazısı da sihirbazdır diyelim dediler.
Ancak bunların hiçbiri Hz. Peygamber için uygun olmadığından herhangi
birinde karar kılamadılar. Ancak Rasûlüllah (s.a.s.) bu olayı duyunca
çok üzüldü ve elbiselerine sarılarak uykuya daldı. Bu sırada Cebrail (a.s.);
“Ey örtülere bürünen peygamber” hitabıyla seslenerek başlayan sûrenin ilk
bölümünü getirdi.1
1 İbn Kesir, Tefsîru'l Kur'ani'l-Azim İstanbul, 1985, VIII, 275
• 20 •
Ahmed Kalkan
Bu sûre ile İslâm’a dâvette yeni bir safha açılmıştır. Allah Teâlâ, Rasûlüne;
artık oturmanın, yatıp uyuma zamanının geçtiğini, müşriklerin çıkaracakları
büyük zorluklara hazırlıklı olmak için bazı rûhî hazırlıkların
yapılması gerektiğini bildirir; “Ey elbisesine bürünen peygamber! Gecenin
birazı hâriç olmak üzere kalk, namaz kıl” (âyet: 1-2).
Gecenin ibâdetle geçirilmesi lâzımdır. Namaz kılınmalı, ağır ağır, tane
tane Kur’an okunmalıdır. Bunun gece yapılmasının sebebi, gecenin huşû
içinde ibâdet etmeye elverişli olması yanında, artık gündüz, için yoğun bir
tebliğ faaliyetinin bulunmasıdır. “Şüphesiz gece ibâdete kalmak daha tesirli
ve okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz, senin uzun bir mesuliyetin var”
(âyet: 6-7).
Bu çetin mücadele esnasında, zorluklara karşı sabırla hareket edilmeli
ve bir an olsun Allah Teâlâ’da gâfil olunmamalıdır. Ayrıca, Allah yolundan
alıkoyan her şey terk edilmeli ve O’na yönelinmelidir. O’nun rızâsı dışında
yapılan her şey bâtıldır: “Rabbinin ismini zikret ve her şeyi bırakarak yalnız
O’na yönel” (âyet: 8). İnsanları dine çağırırken, yöneltilen tehditlere, çıkartılan
zorluklara aldırmadan Allah’a tevekkül edilmesi isteniyor: “O, doğunun
da batının da Rabbidir. O’ndan başka Allah yoktur. Yalnız O’nu vekil
tut” (âyet: 9).
Daha sonraki âyetlerde inkârcılara karşı takınılması gereken tavır zikredilir
ve müşriklerin karşılaşacakları korkunç azaptan söz edilir. İnkârcıları
dehşete düşürüp acılar içinde bırakacak olan kıyâmet hali zikredilir. Firavn’un
yalanlamasına karşı gördüğü ceza örnek verilerek onun durumuna
düşmemeleri hatırlatılır ve vaad edilen azapla yüzleşmemeleri için bir yol
gösterilir. O da, anlayanlar için bir rehber olan Kur’an-ı Kerim’dir: “Bu bir
öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar” (âyet: 9).
Sûre, teheccüd namazı ve Kur’an okuma müddetini yeniden düzenleyen
ve bu konudaki mükellefiyeti hafifleten ve sûrenin ikinci bölümünü
oluşturan âyetle son buluyor. Mü’minler gece Allah’ı çokça anacak, ibâdet
edecekler, gündüzleri ise, hem İslâm’ı tebliğ edecek, hem de geçimlerini temin
için gayret sarf edeceklerdir. Bütün bu zorluklara karşı koymak çetin
bir iştir. Allah Teâlâ, insanlara rahmet olsun diye, gece ibâdeti ve Kur’an
okumayı, insanların kolayına gelecek şekilde hafifletmektedir. Ayrıca bu
son âyet, bütün bir hayat programının nüvesini de bünyesinde taşımak•
21 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
tadır. “...O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazınızı kılın.
Zekâtınızı verin. Yaptığınız iyiliklerin mükâfatını Allah nezdinde, hem yaptıklarınızdan
daha hayırlı, hem de sevapça daha büyük olarak bulacaksınız.
Allah’tan mağfiret dileyin. Çünkü Allah Gafûr’dur, Rahim’dir; çok affeden ve
çok bağışlayandır” (âyet: 20).2
Birinci âyetinde, örtüsüne bürünen anlamındaki “müzzemmil” kelimesi
geçtiği için bu adı alan sûrede Peygamber’e (s.a.s.), geceleyin kalkıp ibâdet
etmesi, Kur’ân okuması, Rabbini anması, kendisini yalanlayanların sözlerine
sabretmesi emredilmekte; bir süre sonra o yalanlayıcıların cezalarını
çekecekleri bildirilmekte; son âyetinde de gece ibâdeti hafifletilmektedir.
Gece ibâdetini hafifleten son âyet Medine’de inmiş, konu ile ilgisi dolayısıyla
bu sûrenin sonuna konmuştur. İlk on dokuz âyeti, daha önce Mekke’de
inmiştir. Bu sûrenin, üçüncü sûre olduğu, Kalem Sûresi’nden sonra
indiği rivâyet edilir. Fakat Muhammed İzzet Derveze, bu rivâyeti kuşkulu
bulmaktadır.3
Adı: Birinci ayette geçen “el-müzzemmil” kelimesi sûrenin ismi olmuştur.
Muhteva ile pek ilgisi yoktur. Nüzul Zamanı: Bu sûrenin iki bölümü
(rukû’/ayn işareti) ayrı ayrı zamanlarda nâzil olmuştur. Birinci bölüm ittifakla
Mekkî’dir. Muhtevâdan ve hadis rivâyetlerinden de böyle olduğu anlaşılmaktadır.
Ama Mekke’nin hangi döneminde nâzil olduğuna dair rivâyetlerden
bir bilgi alamamaktayız. Ne var ki, bu bölümün kapsadığı konular
bunun nüzul zamanını tespit etmede bize yardımcı olacaktır.
İlkin, bu bölümde, Allah, Rasûlü’ne gece kalkarak Allah’a ibâdet etmesi
ve bu sayede Nübüvvet gibi ağır bir yükü omuzlamada kendisine kuvvet
verileceği nasihatinde bulunmaktadır. Bundan anlaşılıyor ki, bu emir Allah
Rasûlü’nü Nübüvvet yükünü taşımak için hazırlamaktaydı.
İkincisi, teheccüd namazı için gecenin yarısı veya biraz azında ya da
biraz fazlasında Kur’an-ı Kerim’i okuyun emri verilmiştir. Bu da, o zamana
kadar gecenin yarısında bu uzunlukta kıraat edecek kadar Kur’an-ı Kerim’in
nâzil olduğunun delilidir.
2 Ömer Tellioğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yay., c. 4, s. 407-408
3 İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, c. 1, s. 72
• 22 •
Ahmed Kalkan
Üçüncüsü, burada Allah Rasulü’ne, muhaliflerinin haksızlıklarına karşı
sabırlı olması telkin edilmektedir. Mekke’li kâfirler ise azap ile tehdit edilmektedir.
Bundan da anlaşılıyor ki, bu rukû/bölüm nâzil olduğu zaman Allah
Rasûlü İslâm’ı alenî olarak tebliğ etmeye başlamış ve O’na karşı muhalefet
Mekke’de şiddetli bir hal almıştı.
İkinci bölüme (20. âyete) gelince, birçok müfessire göre bu bölüm de
Mekke’de nâzil olmuştur. Fakat bazılarına göre ise Medenî’dir. Bu bölümün
içerdiği konular da bu ikinci görüşü teyid etmektedir. Çünkü bu bölümde
Allah yolunda savaştan bahsedilmektedir. Oysa bilmekteyiz ki Mekke döneminde
savaş emredilmemişti. Ve ayrıca zekât emrolunmaktadır. Bilindiği
gibi zekâta mahsus açıklama ve nisabların tayini de Medine’de farz olmuştu.
Konu: İlk yedi âyette, Allah Rasûlü’ne “Bu sana yüklenen büyük sorumluluk
için kendini hazırla ve bu işin amelî şekli gecelerin aşağı yukarı
yarısında kalkarak namaz kılmandır” emri verilmektedir.
8. ilâ 14. âyetler arasında Allah Rasûlü’ne “Her şeyden ilgini keserek
kendini yalnızca kâinatın sahibi olan Allah’a mahsus kıl. Bütün işlerini Allah’a
havale ederek mutmain ol. Karşı çıkanların sana karşı söylediklerine
sabret. Onlara karşılık verme, onların hesabını Allah’a bırak” denilmiştir.
Bundan sonra 15-19. âyetlerde Mekke’de Rasûl’e karşı çıkan insanlar
ikaz edilmektedir ki “Biz size, daha önce Firavun’a gönderdiğimiz peygamber
gibi bir Rasul gönderdik. Firavun’un o peygamberin dâvetine kulak asmadığı
ve karşı çıktığı zaman hali nasıl olmuştu, bir hatırlayın. Bu dünyada
üzerinize azâbın gelmeyeceğini farzetsek bile kıyâmet günü bu inkârınızın
cezasından nasıl kurtulabileceksiniz?”
Buraya kadar olanlar birinci bölümün muhtevâsıdır. İkinci bölüm ise
Said bin Cübeyr’in rivâyetine göre bundan on sene sonra nâzil olmuştur.
Ve burada, birinci bölümde Teheccüd Namazı hakkında bildirilen emir hafifletilmiştir.
Teheccüd namazı için “Ne kadar kolayına gelirse o kadar oku”
buyrulmuştur. Fakat müslümanların asıl önem verecekleri şey, beş vakit namaz
ve zekât farzının tam olarak yerine getirilmesi ve Allah yolunda mallarını
ihlâs ile sarf etmeleridir. Sonunda ise müslümanlara, dünyada yaptıkları
iyiliklerin karşılıksız kalmayacağı söylenilmiştir. O yapılan iyiliklerin
• 23 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
misali tıpkı bir yolcunun varacağı yere daha önceden malını göndermesi
gibidir; Allah’a (c.c.) kavuştuğunuz zaman bunların hepsini kendi önünüzde
bulacaksanız. Bu gönderdiğiniz mal dünyada bıraktığınız maldan daha
hayırlıdır. Allah’ın indinde ise aslından daha fazla bir mükâfat vardır.4
En’am Sûresi’ndeki âyet, Peygamber’in (s.a.s.) hayatını sınırlayan çerçeveyi
çizmektedir. “De ki: Benim namazım, ibâdetim, hayatım ve ölümüm
hep âlemlerin
Rabbi Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu
ve ben Müslümanların ilkiyim.” 5 Bazılarının yaşamı, gerçeklik-saçmalık,
ciddîlik-komiklik, rahatlık-yorgunluk olunca bu saygın insan, hayatını çok
sıkı bir çaba
ve uzun bir süre uğraş ile geçirir. Bu zâtın yorgunluk aşamaları,
dar bir çevrede peygamberlik onurlarını tamamlamak için değil aksine kıyamete
dek insanlık seyrini değiştiren nesli oluşturmak ve çılgın fırtınaları
söndüren hak fenerini hazırlamak olur! Muhammed’in dünyada geçirmiş
olduğu altmış yıl, belli bir çağı ıslah etmek değil zaman ve mekân bağlamında
tevhid akidesini korumak ve kendisinden sonra son âna kadar onu
koruyan insanları yetiştirmekle geçmiştir.
Bu amaca eriştiren aydınlatmanın ilk anlarında Rasûl’e (s.a.s.) şöyle denildi:
“Ey örtüsüne bürünen. Gece biraz ilerleyince (namaz için) kalk; yalnız
gecenin birazında (uyu). Gecenin yarısında (kalk) yahut bundan biraz eksilt.
Veya bunu biraz artır ve ağır ağır Kur’ân oku.” 6
Derin dinlenme ve uykunun doyum ânı artık bitmiştir. “Doğrusu biz senin
üzerine
ağır bir söz bırakacağız.” 7 Bu, güçlü yükümlülükler ve zorlu çabalar
ile dolu bir sözdür! Artık o, gece kıyamından
ayrılınca gündüz daveti
tebliğ etmeye ve hasımlarla uğraşmaya yönelmiştir. Onun Allah’tan başka
yardımcısı yoktur. Bu yüzden kendini Allah’a vermesi, Ona dayanması,
O’nu vekil edinmesi ve düşmanların eziyetlerine sabretmesi gerekir. Çünkü
onların gelecekteki azabı çok çetindir: “Çünkü bizim yanımızda bukağılar
ve cehennem var. (Dikenli), boğazı tırmalayan
bir yiyecek ve acı veren bir
azap var.” 8
4 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, Müzzemmil Sûresi Giriş’i
5 6/En'âm, 162-163
6 73/Müzzemmil, 1-4
7 73/Müzzemmil, 5
8 73/Müzzemmil, 12-13
• 24 •
Ahmed Kalkan
Bu ne zaman olacaktır? “O gün yer ve dağlar sarsılır ve dağlar, dağılan
kum yığınları olur.” 9 Şüphesiz dağı ve ovasıyla, kara ve deniziyle sarsılan
yeryüzü düşüncesi, tıpkı zifiri
karanlıkta korku ve endişeye kapılan çaresiz
insanın sarsıntı geçirmesi gibidir. Ama insanlar, kendi hâlinde oyun ve
oynaştalar.
Gerçekten Muhammed (s.a.s.), insanların Allah’tan en çok korkanı ve
O’na kavuşmayı
en şiddetli arzulayanıdır. Kendisinin oluşturduğu nesil,
O’nunla teselli olmuş
ve O’na benzeyerek yaşamıştır. Bunun için o neslin
tıpkı O’nun gibi gece kalkması
ve dünyaya tapan sapkın diretmeler karşısında
dimdik ayakta durması yadsınacak
bir durum değildir. Ama şânı
yüce Allah, ümmetin geneline kendinden bir rahmet olarak (teheccüd namazı
için) gece kalkışını sadece peygamberine farz kılmış ve mü’minlerin
gündüz görevlerini yerine getirmeleriyle yetinmiştir. Geceyi ve gündüzü
Allah takdir etmektedir. “O sizin (gece ve gündüz saatlerinizi) hesap edemeyeceğinizi
(gece saatlerinde kalkamayacağınızı) bildiği için sizi affetti. O
halde Kur’an’dan kolayınıza geleni
okuyun.” 10
Bu terk ediş, açık izin veya müsaade edilen tatil değildir. Asla böyle
olamaz. Burada
diğer ameller için bir ölçü vardır. “Allah, içinizde hastalar,
yeryüzünde gezip Allah’ın lütfunu arayan başka kimseler
ve Allah yolunda
savaşan diğer insanlar bulunacağını bilmektedir.” 11
Ekonomik ve askerî savaşın ümmeti korumak ve ümmet risâletini yerine
getirmek
için yapıldığı ve hak düşmanlarının öfke ile bizi gözetledikleri,
o düşmanların, küçük bir delik buldukları takdirde oradan içimize sızdıkları
ve hakkı ve hakkı savunanları
öldüren felâketleri barındırdıkları bir
gerçek.
Rasûlullah’a şahsı ve peygamberliği ile ilgili bazı görevlerin verildiğini
ifade
eden âyetlerle başlayan sûrede daha sonra kıyamet günündeki olaylar,
âhiretteki hesap ve ceza konuları anlatılmakta; son olarak da müminlerin
ibâdet yüklerinin
hafifletildiği bildirilmektedir.
9 73/Müzzemmil, 14
10 73/Müzzemmil, 20
11 73/Müzzemmil, 20
• 25 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Sûre Peygamber (s.a.s.) dâvetini tebliğ yolculuğu esnasında yöneltici
İlâhî
birtakım irşadları ve bu dâveti kabul etmekten yüz çeviren müşriklere
tehdidi ele almaktadır.
Sûre Peygamber Efendimiz’e birazı müstesnâ geceleyin namaza kalkmasını,
ruhunu pekiştirmek için Kur’an’ı ağır ağır ve tane tane (tertîl ile)
okumasını emrederek başlamaktadır: “Ey sarınıp bürünen (peygamber)! Birazı
müstesna geceleyin kalk. Yarısı
kadar yahut ondan biraz eksilt. Yahut
ona (biraz) ekle. Kur’an’ı da tane tane anlaşılır sûrette oku.” 12
Bu, Peygamber Efendimiz’in Yüce Allah’ın şu buyruğuyla emretmiş olduğu
teheccüdünde ne kadar namaz kılacağını açıklamış olmaktadır: “Gecenin
bir kısmında da sana has nafile olmak üzere onun ile (Kur’an ile) gece
namazı (teheccüd) kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir.”
13
Sûre daha sonra vahyin ağırlığını ve peygamberin mükellef tutulduğu
en büyük risâletinin ağır yükünü, onun gece ve gündüz Rabbini anmakla
ve tevhidi açıklayıp, bütün işlerde sadece O’nu vekil edinmekle emrolunduğunu
bildirmektedir: “Muhakkak Biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz...” 14
Arkasından müşriklerin sihirbaz yahut şair olduğu iddialarında görüldüğü
gibi, sözlü eziyetlerine yahut eşi ve çocuğu bulunduğu iddiasıyla Rabbi
hakkındaki eziyetlerine karşı sabırlı olmasını ve güzel bir şekilde onlardan
uzaklaşmasını, bu tutumunu da onlara karşı zafer kazanıncaya kadar
sürdürmesini, karşılaşacakları kötü akıbetle de onları tehdit etmesini emir
buyurmaktadır: “Onların söylediklerine sabret...” 15
Sûre sona ererken Rasûlullah’ın (s.a.s.) üzerindeki gece namazı yükümlülüğünün
üçte bire indirildiğini ve ona ve ümmetine rahmet olmak üzere
bunun asgari bir sınır olduğunu belirtmektedir. Böylelikle kendisi de, ashâbı
da istirahat edebilsin, gündüzün dâvet ve tebliğ işleri için zaman ayırabilsin.
Bu esnada farz olan namazı eda edip zekâtı verme ve istiğfarda
bulunmaya devam edilmesi de istenmektedir: “Şüphe yok ki Rabbin senin...
bilir...” 16
12 73/Müzzemmil, 1-4
13 17/İsrâ, 79
14 73/Müzzemmil, 5-9
15 73/Müzzemmil, 10-19
16 73/Müzzemmil, 20
• 26 •
Ahmed Kalkan
Nüzul Sebebi
Mushaftaki sıralamada yetmiş üçüncü, iniş sırasına göre üçüncü sûredir.
Kalem
sûresinden sonra, Müddessir sûresinden önce üçüncü sûre olarak
Mekke’de inmiştir; 20. âyetinin Medine’de indiğine dair bir rivayet de
vardır.17 Müddessir sûresinden sonra indiği, dolayısıyla 4. sırada yer aldığı
görüşünde olanlar da vardır. 18
Bu sûre, âlimlerin icmâı ile Mekkî’dir. Ancak İbn Abbâs’tan “Onların
söylediklerine
sabret ve yanlarından güzellikle ayrıl. Nimet sahibi olan o yalancıları
Bana bırak...” (âyet: 10-11) âyetlerinin bundan istisnâ olduğu rivayet
edilmiştir. Sa’lebî, İbn Yesâr ve Mukatil ise “Şüphesiz ki Rabbin senin,
gecenin üçte ikisinden az, yarısı ve üçte biri içinde kalktığını bilir...” (âyet: 20)
âyetinin Medine’de nâzil olduğunu söylemişlerdir.19 Sûre, Kalem Sûresinden
sonra nâzil olmuştur.
- 1. Âyet -
ا اْلُزَّمِّلُ ” أَيُّ َ يَ
örtünen ا” أَيُّ َ يَ : ye : اْلُزَّمِّلُ
“Ey örtünen (müzzemmil)!” (1. âyet)
“Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)!” (1. âyet)
Ey vahyin sorumluluğundan ve ağırlığından korkup titreyerek örtüsüne
ve elbisesine bürünen Muhammed!
Müzzemmil: Elbisesine bürünen demektir. “Müzzemmil” kelimesinin
aslı mütezzemmil’dir. Bu, bürünen ve örtünen manasına gelir. Rasâlullah’a
17 Kurtubî, XIX, 30. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: V/408
18 Bk. İbn Âşûr, XXIX, 254; Esed, III, 1199; Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, V/408
19 İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî Ilmi’t-Tefsîr, c. 8, s. 387
• 27 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
(s.a.s.) bu vasıfla, yani “Ey bürünen!” diye hitap edilmesi ona karşı ünsiyet
ve okşayıcı olma mânâsı ifade eder.”
Bu hitabın bir faydası da, gece bürünüp uyuyan herkesin, gece Allah’ı
anmaya ve O’na ibâdete uyanık olması için dikkatini çekmektir. Çünkü
müzzemmil, fiilden türemiş bir isimdir. Muhatap ve bu sıfatı taşıyan herkes,
bu isimde müşterektir.20 Rasûlullah (s.a.s.) bu durumuyla, rahat ve sükûnu
tercih eden görevlendirilmiş olduğu önemli görevlerden kurtulmak isteyen
birine benzemişti.”21
Bu âyet hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
Katâde diyor ki: “Ey namaz kılmak için elbisesine bürünen Muhammed!”
İkrime diyor ki: “Ey nübüvvet elbisesine bürünen Muhammed!”
Taberî, birinci izah tarzını tercih etmiş, bundan sonra gelen âyetin, namaz
kılmayı emretmesi hasebiyle bu görüşte olduğunu söylemiştir.22
Bu kelime ile, Allah Rasûlü’ne “Kalk ve geceleri ibâdetle geçir” emri verilmektedir.
Bundan anlaşılıyor ki o an Rasûlullah uyuyor idi. Veya uyumak
için bir örtü çekerek uzanmıştı. O zaman Allah (c.c) O’na “Ey üstüne örtü
çekerek uyuyan” diyerek hoş bir üslûp ile seslenmişti. Bundan, “Şimdi artık
rahat yatma zamanı geçmiştir. Büyük bir yük yüklendin, bu işin sorumluluğu
başkadır” sonucunu çıkarmaktayız.23
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Müzemmil, tefe’ul bâbından
etken ism-i fail (ortaç) olup aslı “mütezemmil”dir. Tâ harfi zâ harfine
çevrilmiştir. “Örtüsüne bürünüp örtünen” demektir ki kendisi örtünmüş
veya başkası tarafından örtülmüş olabilir. Bunun büyük bir olay karşısında
başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye
mânâları da olabilir. Nitekim Râgıb, istiare yoluyla, işe pek önem vermeyen,
kısa davranan mânâsına kinaye ve taşlama olduğunu söylemiştir.
20 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/101-102
21 M Ali es-Sabuni, age., 7/102
22 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları, 8/457
23 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/455
• 28 •
Ahmed Kalkan
Tezemmül masdarının üç harfli kökü olan “zeml” kelimesinin birçok
anlamı vardır. Mesela, zeml ve zemelân; at, davar gibi hayvanların neşe ve
cünbüşle bir tür yürüyüşü demektir. Yine zeml, atın terkisine birisini almak,
yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml, binicinin arkasına oturan, arkadaş;
zümle de çok yoldaş topluluğu demektir. Bu bakımdan “tezemmül”
kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek bu bâba nakledilmiş olabilir.
Fakat özellikle bilinen ve duyulan mânâsının, “elbiseye bürünüp örtünmek”
olduğu açıklanıyor. Bir de müzzemmil, yük yüklemek mânâsına
gelen zeml’den türetilerek “yükü yüklenen” mânâsına olduğu söylenmiştir.
“Ey örtünen!” hitabı, ilk önce Hz. Peygamber’i (s.a.s.) dikkatli ve uyanık
olmaya davettir. Bazıları işin öneminden dolayı bunun “ne yatıyorsun?
Niye gizleniyorsun? Niye zayıf davranıyorsun? Kalk” gibi bir tür taşlama
ve azarlama biçiminde bir şiddet hitabı olduğunu; bazıları da “gönül okşama”
mânâsıyla bir teşvik ve gayrete getirme hitabı olduğunu söylemişler
ve böyle olmasının peygamberlik makamına daha uygun olacağını düşünmüşlerdir.
Ebû Hayyân’ın yazdığına göre Süheylî şöyle demiştir: Müzzemmil ismi,
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in öteden beri tanına geldiği isimlerden biri değildir.
Müzzemmil ismi, ancak bu hitap sırasında bulunduğu bir durumdan
kaynaklanmıştır. Arap, birisine sitem etmeksizin onun gönlünü okşamak
istediği zaman bulunduğu durumu anlatan bir kelimeden türemiş isimle
seslenir. Nitekim Hz. Ali (r.a) toprak üzerinde uyumuş ve böğrüne toprak
yapışmış olduğu bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.s.) ona: “Kalk ey toprağın
babası!” diye hitap ederek onun gönlünü okşadığını anlatmıştır. İşte hitabında
da böyle bir yakınlık kurma ve gönül alma vardır.24 Bu açıklamanın
en sağlam olarak ifade ettiği gerçek, Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında müzzemmil
isminin daha önce bilinen bir isim olmayıp ancak bu hitap sırasındaki
durumunu gösteren bir niteleme ve gönül okşama olduğunu bildirmesidir.
Fakat gönül okşama tabirinin görünen anlamına göre, “kalk” emrinin
böyle bir lâtifeden sonra söylenmiş olması, bu emrin vücub, yani gereklilik
ifade etmesine uygun düşmez.
Bu işin güzel ve hoş görülen bir iş olarak düşünülmesini gerektirir.
Bu görüşte olanlar bulunmakla beraber bu anlayış, peygamberlik görevi-
24 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 8/360
• 29 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
nin başlamasının önemi, “Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.”25 sözünün
ağırlığı karşısında hafif görünür. Allah tarafından Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in zatını peygamberlik makamına yükseltmek üzere “kalk” emrini
vermek için gelen bu sesi, başlangıçta şiddetli bir uyarı olarak anlamak,
lâtîfe gibi anlamaktan daha çok yüksek bir edebi anlayışla peygamberliğin
şan ve şerefine hürmeti ifade eder.
Peygamberin bu seslenişi duyduğu sırada bulunduğu örtünme hali ne
idi? Niçin idi? Bunun birkaç şekilde yorumu yapılmıştır:
1) Âlimlerin çoğu bunun yukarıda açıklandığı üzere “Beni örtün, beni
örtün” diyerek örtünüp yatmış olması hali, bunun sebebinin de Hira mağarasında
gördüğü meleğin ve aldığı vahyin şiddetinden duyduğu korku ve
heyecan olduğu, bazı rivayette de Kureyş’in Dâru’n-nedve’deki sözlerinden
duyduğu üzüntü olduğunu söylemişlerdir. Bu hal içinde Peygamber’in yalnızlığını
gidermek ve gönlünü okşamanın tam zamanında yetişen İlâhî bir
yardım olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunun biraz sonra yapılacak
daha yüksek bir uyanışa davetten önce şiddetli bir destek olması her halde
daha kuvvetli bir yardım ve imdat olur. Bu hal içinde Peygamber’in örtündüğü
ne idi. Bazıları bunun bir kadife, yani saçaklı bir Acem keçesi olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da Hz. Hatice’nin “mırt” tabir edilen büyük bir
yün elbisesi, ihramı veya battaniyesi demişlerdir ki, ikisi arasında bir fark
olmasa gerektir.
2) Katâde demiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) namazı için elbisesine
bürünmüştü. Ferrâ ve İbn Cerir bunu tercih etmişlerdir. Bu durumda, “ey
örtüsüne bürünen!” diye yapılan hitap sadece teşvik için olmuş olur. Gerçi
burada “kalk” emrinden önce namaz için bir emir bulunduğu bilinmektedir.
Fakat İbn Cerir, “Hz. Peygamber (s.a.s.) geceleri namaz kılardı, işitenler
de gelip ona katılmaya başlamışlar, bir cemaat oluşmuştu. Allah’ın Resulü
(s.a.s.) onların toplanmasını pek uygun görmeyip devam edememelerinden
ve bu namazın farz kılınmasından sakınmıştı. “Ey insanlar! Yapabileceğiniz
amellere girişin. Siz amelden usanmadıkça yüce Allah sevaptan usanmaz.
Amellerin hayırlısı ise devamlı olanıdır”26 diye nasihat etmişti.
25 73/Müzzemmil, 5
26 Buhâri, İman: 32; Teheccüd: 18; Savm: 52; Libas: 43; Müsafirin: 215, 221; Sıyam: 177; Ebu Davud,
Tatavvu: 27; Nesai, Kıble: 13; Kıyamu’l-leyl, İman: 29; İbn Mace, Zühd: 28; Muvatta, Salatu’l-leyl: 4;
Ahmed b. Hanbel, Müsned: 6/40, 51, 61, 84, 122, 189, 199, 212, 231, 233, 241, 244, 250, 268.
• 30 •
Ahmed Kalkan
Devam edenler devam ediyordu. “Yâ eyyuhe’l-müzzemmil” âyeti indi,
farz kılındı.”27 diye Hz. Âişe’den gelen bir rivâyeti kitabına almıştır. Rasûlullah’ın
(s.a.s.) Hira mağarasında inzivâya çekilip ibâdet ettiği de sahih kitaplarda
rivâyet edilmiştir.
3) İkrime, “Müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen “ziml” kökünden
türetilen ve “büyük yük, yüklenen” mânâsından mecaz olarak, “Ey
Peygamberlik yükünü yüklenen!” demek olduğunu söylemiştir ki, güzel bir
mânâdır.”28
Âyetin nüzul sebebi ile ilgili rivâyetler:
1- Hâfız Ebu Bekr ibn Amr el-Bezzâr’ın ve Taberani’nin Evsat’ta, Ebu
Nuaym’ın Delâil’de, Muhammed İbn Mûsâ kanalıyla (zayıf bir senetle)
Câbir’den rivâyetinde o şöyle anlatıyor: Kureyş müşrikleri Dâru’n-Nedve’de
bir araya gelip: “Şu adama öyle bir isim verin ki insanlar onun etrafından
dağılsınlar.” dediler. Kimisi:
“O bir kâhindir.” dediler, diğerleri:
“Ama o bir kâhin değildir.”
dediler. Kimileri:
“O delidir.” dediler. Diğerleri:
“Hayır, o bir deli değildir.”
dediler. Kimisi de:
“O bir büyücüdür.” derken diğerleri:
“Hayır, o bir büyücü de değildir.” dediler ve bu minval üzere (bir karara
varamadan) dağıldılar.
Bu durum, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ulaşınca buna
çok üzüldü ve üzüntüsünden elbisesine
bürünüp durdu da Cibrîl kendisine
gelip “Yâ eyyuhe’l-müzzemmil/Ey örtüsüne bürünen.” 29 ve “Yâ eyyuhe’l-
müddessir/Ey örtüye bürünen.” 30 dedi.31
27 Taberi, Tefsir, 29/78
28 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., 8/392-395
29 73/Müzzemmil, 1
30 74/Müddessir, 1
31 İbn Kesîr, a.g.e., VIII,275. İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi,
2/691-692; Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları, 2/915; Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları, 15/183.
• 31 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
2- İbrahim Nehaî’den İbn Ebî Hatim anlattı: “Rasûlullah, kadife içinde
idi 73/Müzzemmil, 1. âyeti indirildi.”32
3- Müslim’in Muhammed İbnu’l-Müsennâ kanalıyla, İmam Ahmed’in
de Yahya kanalıyla Sa’d ibn Hişâm’dan rivayetle tahric ettiği bir haberde
kendisine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gece ibâdetini soran Sa’d ibn Hişâm’a
Hz. Âişe: “Müzzemmil sûresini okumuyor musun?” diye sorup şöyle devam
etmiş: Allah Teâlâ bu sûrenin (Müzzemmil sûresinin) baş kısmıyla
geceleyin
kıyâmı (geceyi ibâdetle geçirmeyi) farz kılınca Rasûlullah ve ashâbı
bir sene geceleri ibâdetle geçirdiler. O kadar ibâdet ettiler ki ayakları
şişti. Allah Teâlâ bu sûrenin son kısmını semâda 12 ay tutarak (inzal buyurmadı).
Sonra da sûrenin sonunda hafifletmeyi indirdi ve geceleri ibâdetle
geçirmek bir farz iken nâfile oldu.33
4- Hz. Âişe’nin burada nüzulü bir sene sonraya bırakılan kısımla sûrenin
sonundaki “Şüphesiz ki Rabbin senin, gecenin üçte ikisi, yarısı ve üçte
biri içinde
kalktığını bilir; Seninle beraber olanlardan bir topluluğun da. Gece
ve gündüzü
Allah takdir eder. Sizin onu sayamayacağınızı bildiğinden tevbenizi
kabul etmiştir. Öyleyse Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun...” âyetini
kastediyor olmalıdır ki zaten âyetin ifadeleri açıkça bir hafifletmeye delâlet
etmektedir.
5- Yine Hz. Âişe’den gelen bir rivayette o şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber’e
(s.a.s.) bir hasır sererdim, üzerinde geceleri namaz kılardı. İnsanlar
O’nun böyle geceleri namaz kıldığını duyunca birbirlerine duyurdular ve
gelip Hz. Peygamber’in
(s.a.s.) hücre-i saâdetlerinin önünde toplandılar.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ashabına
çok merhametli idi. Onların böyle toplandıklarını
görünce gece namazının onlara da farz kılınacağından korktu, onlara
sanki kızmış gibi çıktı ve: “Ey insanlar,
amellerden gücünüzün yeteceğini
yüklenin. Siz amellerden usanıncaya kadar Allah Teâlâ size sevap vermekten
usanmaz (Siz amellerden usanırsınız ama Allah onlara sevap vermekten
usanmaz). Amellerin en hayırlısı elbette sizin
devamlı olarak yaptıklarınızdır.”
buyurdular ve Allah Teâlâ da: “Ey örtüsüne
bürünen, gecenin birazı
müstesna kalk, yarısından veya ondan biraz daha eksilt yahut biraz artır ve
Kur’an’ı tertîl üzere oku...” âyetlerini indirdi. Bu halde sekiz ay kaldılar.
32 İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 2/692.
33 Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn, 139; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, VI,54; İbn Kesîr, age. VIII.279. B. Çetiner,
age., 2/915
• 32 •
Ahmed Kalkan
Daha sonra Allah Teâlâ onlara merhamet buyurdu. Onların kendi rızasının
peşinde olduklarını biliyordu. Geceyi ibâdetle geçirmeyi terk ederek
onları farz namazlara döndürdü.34
6- İbn Ebî Hâtim’in İbn Abbâs’tan rivayetle tahric ettiği bir haberde
sûrenin başı ile sonu arasında bir seneye yakın; 35
7- Yine İbn Ebî Hâtim’in Katâde’den rivayetle
tahric ettiği başka bir haberde
de altı ay zaman geçtiği ifade edilmektedir. 36
8- İbn Cerîr’in Saîd ibn Cübeyr’den rivayetle zikrettiği haberde ise bu
süre on yıl olarak verilmektedir.37 Ki buna göre âyet-i kerime Medine-i
Münevvere’de nâzil olmuş olmalıdır. Anacak tercih edilen rivayet
ilki olup
(sûrenin sonundaki ruhsatın bir yıla yakın bir süre sonra nâzil olduğu rivayetleri)
buna göre sûrenin tamamı Mekkîdir. 38
9- Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizi ve başkalarının Câbir b. Abdullah’tan
rivayetlerine göre Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hira dağında kalıyordum.
Kaldığım süre bitince dağdan indim. Bana seslenildi. Sağıma baktım
bir şey görmedim, soluma baktım yine bir şey görmedim, arkama baktım
bir şey görmedim. Başımı yukarı kaldırdım ne göreyim? Hira dağında
bana
gelen, gök ile yer arasında bir taht üzerinde oturuyordu. Ondan korkup dehşete
kapıldım, geri dönerek ‘beni örtün, beni örtün!’ dedim.” Bir diğer rivayette:
“Hanımımın yanına gittim ve ‘beni örtün, beni örtün!’ dedim.”
Bunun
üzerine Yüce Allah: “Yâ eyyuhe’l-müddessir/Ey örtünüp bürünen” 39 buyruğunu
indirdi. İlim adamlarının çoğunluğuna ise bunun akabinde: “Yâ eyyuhe’l-
müzzemmil/Ey sarınıp bürünen...” 40 inmiştir.41
10- Buna göre âyetin nüzul sebebi, Peygamber’in (s.a.s.) meleği gördüğü
sırada
kapıldığı korku ve dehşettir ve aynı şekilde tezemmül (sarınıp
bürünmek)
ile tedessür (örtünüp bürünmek) olayı aynı olaydır. 42
34 Taberî, age. XXIX,79; Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/915-916
35 Taberî, age., 29/79; B. Çetiner, age., 2/916
36 Taberî, age., XXIX,79; B. Çetiner, age., 2/916
37 Taberi, age., a.y.; İbn Kesîr, age., VIII,281; B. Çetiner, age., 2/916
38 Taberî, age., a.y.; B. Çetiner, age., 2/916
39 74/Müddessir, 1
40 73/Müzzemmil, 1
41 Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yay., 15/182
42 Vehbe Zuhayli, age., 15/182
• 33 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
11- Bir diğer açıklamaya göre Peygamber’in (s.a.s.) sarınıp bürünmesi
(tezemmülü), müşriklerin onun dâvetini bertaraf etmek için tertip edip
düzenledikleri kötü söz ve propagandaları dolayısıyla duyduğu keder ve
üzüntüden dolayı olmuştu. 43
Âyet 1-4. Hadis kaynaklarında anlatıldığına göre Hz. Peygamber Hira
mağarasında
İlk vahyi aldığında bu olaydan fevkalade etkilenmiş, doğruca
evine gidip eşi Hz. Hatice’ye “Beni örtün, beni örtün!” demiş; onlar da
üzerine bir örtü örtmüşler,
korkusu geçip rahatlayıncaya kadar bu şekilde
kalmıştır.44 İşte 1. âyetteki “müzzemmil” kelimesi onun bu halini ifade
etmektedir. Hz. Peygamber örtüsüne bürünmüş bir halde dururken
yine
Cebrail (a.s.) gelmiş ve “Ey örtüsüne bürünen!” hitabıyla başlayan yeni
vahiyler
getirmiştir.45 Bununla birlikte
“örtüsüne bürünen” ifadesine mecaz
olarak “peygamberlik kisvesine bürünen,
Kur’an’a bürünen, uyumak için
örtüsünü üzerine çeken, uykuya dalmış olan, kendi kendine dalıp düşünen”
anlamları da verilmiştir.46 2. Âyette Hz, Peygamber’e gecenin büyük bir kısmını
ibâdetle geçirmesi emredilmiş; 3. ve 4. âyetlerde ibâdet süresinin miktarı
gecenin yarısı veya daha azı yahut biraz fazlası olarak tayin edilmiştir.
20. âyette ise bu sürenin, üçte ikisine yakın, yarısı, üçte biri olarak uygulandığı
bildirilmiştir. Çoğunlukla tefsirlerde gece kalkıp namaz kılmanın Hz.
Peygamber’e farz kılındığı, beş vakit namaz farz kılındıktan
sonra da bu
ödevin aynen devam ettiği bildirilmektedir. Teheccüd adı verilen
bu gece
namazı yükümlülüğü Hz. Peygamber’e mahsus olup ümmetinin de geceleyin
kalkıp bu namazı nâfile olarak kılmaları sünnet kabul edilmiştir. 47
“Tane tane, hakkını vererek oku” diye çevirdiğimiz fiilin masdarı olan
tertîl, sözlükte “bir şeyi güzel bir şekilde sıralamak, dizmek, açığa çıkarmak
ve açıklamak” anlamlarına gelmektedir. Burada Kur’an’ın açık ve düzgün
bir şekilde, tane tane ve yavaş yavaş, mânâsı üzerinde düşünerek okunması
kastedilmektedir. Bu şekilde okumak Kur’an’ı anlamaya ve anlamlarını
düşünmeye daha elverişli olduğu
için Yüce Allah böyle okunmasını emretmiştir.
Hz. Peygamber’in Kur’an’ı, harflerinin hakkını vererek ağır ağır
okuduğu rivâyet edilir. 48
43 Vehbe Zuhayli, age., 15/182
44 bk. Buhâri, "Bed'ü'l-vahy", 3, 7; Müslim, "İman", 252, 255
45 bk. Şevkânî, V, 364; İbn Âşûr, XXIX, 256
46 Şevkânî, V, 364; Esed, s. 1200
47 İbn Âşûr, XXIX, 258; ayrıca krş. 17/İsrâ, 79
48 İbn Kesîr, VIII, 276; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
• 34 •
Ahmed Kalkan
Âyet 5-7. “Kavlen sakîlâ/Ağır söz”den maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir; yüceliği,
önemi ve değerinden,
içeriğinin zenginliğinden, getirdiği sorumlulukların
ağırlığından dolayı ona ağır söz denilmiştir.49 Hz. Peygamber’in geceleri
kalkıp namaz kılmasının emredilmesinin de onun psikolojik olarak bu ağır
göreve
hazırlanmasına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. “Gece vakti” diye
tercüme ettiğimiz “nâşie” kelimesine müfessirler “gece vakitleri ve bu vakitlerde
meydana gelen olay, gece kalkan kimse” gibi anlamlar vermişlerdir.50
Teheccüd ve Kur’an kıraatiyle neşelenen gece neşesi demek de mümkündür.
Âyette gece vaktinin sessizliği, tenhalık, karanlık, serinlik gibi özelliklerinden
dolayı
bu vakitlerin huzur ve sükûn içerisinde ibâdetle meşgul
olmak ve Kur’an okumak
için gündüzden daha elverişli olduğu veya geceleyin
kılınan namazın insanı mânen yüceltmeye, Kur’an’ı anlayacak ve
üzerinde düşünecek şekilde okumaya daha müsait hale getireceği bildirilmektedir.
7. Âyetteki “sebh” kelimesi, “yüzme” anlamının yanında, mecaz olarak,
“ihtiyaçlar
ve türlü meşguliyet alanları için koşuşturma, gidip gelme, dolaşıp
durma” şeklinde de açıklanmış olup51 mealde bu mânâ dikkate alınmıştır.
Burada Hz. Peygamber’e ve onun şahsında ümmetine, gündüzleri
daha çok maişet temini, Kur’an’ı tebliğ, dini öğretme ve daha başka işlerle
meşgul olacakları,
bu tür maksatlarla koşuşturacakları; bu sebeple namaz,
Kur’an okuma gibi ibâdetler için gecenin daha elverişli bir zaman olduğu
hatırlatılmıştır. 52
Âyetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Hz. Âişe’den rivâyette o şöyle demiştir:
Bu âyet-i kerimenin nüzûlünden kısa bir süre sonra Bedir Gazvesi
meydana geldi.53
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu, V/409-410
49 Râzî, XXX, 174; Şevkânî, V, 365
50 Şevkânî, V, 365
51 bk. Şevkânî, V, 366
52 Prof. Dr. H Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, V/410
53 Taberî, age. XXIX, 84; B. Çetiner, age., 2/916
• 35 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
2- Mukatil İbn Hayyân bu âyet-i kerimede kastedilenlerin işte o Bedir
gazvesinde müşrik ordusunun
iaşesini üstlenenler olduğunu söylemiştir ki
on kişidirler.
3- Mukatil ibn Süleyman’dan
rivayete göre ise bunlar, el-Muğîra İbn
Abdullah oğullarıdır.54
4- “Beni baş başa bırak” âyetinin (11. âyet) nüzul sebebiyle ilgili gelen
rivâyete
göre âyet, Kureyş’in ileri gelenleri ve Mekke’nin Peygamber Efendimiz’le
alay eden elebaşıları hakkında inmiştir. 55
“Ondan kolayınıza geleni okuyun.” (20. âyet)
Âyetin nüzul sebebi ile ilgili rivâyetler:
İbn Ebî Şeybe ve İbnu’l-Münzir’in Atâ’dan rivayetlerine göre “Onlar gecenin
az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” 56
âyet-i kerimeleri nâzil olduğunda bütün geceyi kıyam (namaz ve ibâdet)
ile geçirmeleri emrolunmuştu ve bu bazılarına ağır geliyordu. Meselâ Ebu
Zerr, bir asaya dayanmak zorunda kalıyordu. Bu şekilde iki ay kaldılar,
iki
ay sonra onlara geceleri ibâdetle geçirme konusunda ruhsat tanıyan “Ondan
kolayınıza geleni okuyun.” 57 âyet-i kerimesi nâzil oldu. 58
- 2. Âyet -
اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلا Œقُ ْ
“Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl.” (2. âyet)
54 İbnu'l-Cevzî, age., VIII,392-393; B. Çetiner, age., 2/916
55 Vehbe Zuhayli, age., 15/193.
56 51/Zâriyât, 17-18
57 73/Müzzemmil, 20
58 Alûsî, age. XXVII, 8; B. Çetiner, age., 2/916
• 36 •
Ahmed Kalkan
Âyetin nüzul sebebi ile ilgili rivâyetler:
1- Âişe’den (r.a.) Hâkim anlattı.
“Allah Teâlâ’nın, 73/Müzzemmil, 1-2 âyeti indirilince, bir sene namaz
kıldılar. Hatta ayakları şişti ve “O’ndan kolay geleni okuyun” 59 âyeti indirildi.”
60
2- İbn Abbas ve başkasından bunun benzerini İbn Cerîr anlattı. 61
“Nimet sahibi olan o yalanlayıcıları Bana bırak ve onlara biraz mühlet
ver.” (11. âyet)
“Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl.” (2. âyet)
Ey Muhammed! Bürünmeyi ve örtünmeyi bırak, biraz uyuduktan sonra
geceleyin ayağa kalk! Şimdi artık rahat yatma zamanı geçmiştir. Büyük bir
yük yüklendin, bu işin sorumluluğu başkadır. Birazı müstesna gece namazı
kılmaya ve gece saatlerce Rabbine ibâdet etmeye gayret et, geceyi kıyamda
ve namaz kılarak geçir, yalnız küçük bir bölümü müstesnâ, uyuyarak geçir
ki, o yüce ve güç göreve, Rabbinin dâvetini insanlara ulaştırmaya ve onlara
İslam dinini tebliğ edip açıklamaya hazırlanasın. Müşriklerin alay, hakaret
ve yalanlamalarına hatta ölüm tehditlerine ve suikastlara karşı sabırlı ve
dayanıklı olasın. Gevşemeyesin, azimli ve kararlı olasın.
Taberî diyor ki: “Allah Teâlâ gece namazı kılmayı Rasûlullah’a farz kılınca
onu, ayetlerde zikredilen seçeneklerden birini seçmekte serbest bırakmıştır.
Buna göre Rasûlullah dilerse gecenin yarısını, dilerse yarısından
biraz eksiğini dilerse yarısından biraz fazlasını namazla geçirecektir. Ayrıca
Allah Teâlâ, Rasûlullah’a Kur’an’ı okurken tane tane ve ağır ağır okumasını
emretmiştir.
Gece namazı sadece Rasûlulah için farz idi. Rasûlullah gece namaz kılarken
sahâbîleri de onunla birlikte namaz kılıyorlardı. Fakat bu namaz onlara
zor geliyordu. Bu sebeple Allah Teâlâ Rasûlullah’ın dışındaki mü’min-
59 73/Müzzemmil, 20
60 İmam Celaleddin es-Suyuti, age., 2/692; V. Zuhayli, age., 15/182
61 Suyûti, age., Vehbe Zuhayli, age., 15/182
• 37 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
lere gece namazının farz olmadığını bildirerek bu konuda onların yükünü
hafifletti.
Gece namazının mü’minlere farziyetinin ne zaman
kaldırıldığı konusunda âlimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, Ebu Abdurrahman ve Hasan-ı Basri’ye göre bir
yıl sonra kaldırılmıştır. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: “Müzzemmil
suresinin baş tarafı nazil olunca müslümanlar bu surenin son ayeti
ininceye kadar, Ramazan ayındaki teravih namazı kadar gece namazı kılıyorlardı.
Bu durum bir sene devam etti.”
Yine Abdullah b. Abbas diyor ki: “Müzzemmil sûresinin baş tarafındaki
âyetlerin hükmünü, bu sûrenin son âyeti olan şu âyet kaldırmıştır: “...Gece
ve gündüzü ölçüp ayarlayan Allah’tır. Gece ve gündüzün bütün vakitlerini
ayarlayamayacağınızı bildiği için Allah sizi affetti...”
2) Katâde’ye göre bir veya iki yıl sonra kaldırılmıştır.
3) Said b. Cübeyr’e göre on yıl sonra kaldırılmıştır.
Âişe (r.a.) müslümanların Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte gece namazını
nasıl kılmaya başladıklarını beyan ederek buyuruyor ki: Rasûlullah’ın bir
hasırı vardı. Rasûlullah onu geceleri hücre haline getiriyor ve içinde namaz
kılıyordu. Gündüz ise o hasırı serip üzerinde oturuyordu. Bunun üzerine
insanlar Rasûlullah’ın etrafında toplandılar, onun kıldığı gibi namaz kılmaya
başladılar. Ve sonunda iyice çoğaldılar. Bu hali gören Rasûlullah: “Ey
insanlar, amellerden gücünüzün yettiğini yapın. Zira siz usanmadıkça Allah
usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.”
buyurdu.62
Taberî ise Âişe annemizin bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları söylediğini
zikretmiştir: “Rasûlullah’a bu surenin baş tarafındaki âyetler inince
müslümanlar, gece namazının kendileri için farz olduğunu kabul ettiler.
Öyle ki bazıları namaz kılarken ayakta durmak için kendilerini iplerle bağlıyorlardı.
62 Buhâri, Libas: 43; Müslim, Müsafirin: 215
• 38 •
Ahmed Kalkan
Allah Teâlâ bunların, kendi rızasını kazanmak için sıkıntıya girdiklerini
görünce bunu onlardan kaldırdı. Bu surenin son ayetini indirerek onların
sadece farz olan ibâdetleri yapmalarını emretti. Gece ibâdetini ise nâfile
kıldı.”63
Mevdûdî diyor ki: “Bunun iki anlamı olabilir. Birincisi, “Geceyi namazla
kıyamda geçirin ve çok az bir kısmında uyuyun.” İkincisi ise “Bütün
geceyi namazla geçirmen emrolunmaktadır. Hem istirahat et ve hem de
gecenin az bir kısmında ibâdet et,” şeklindedir. Fakat, bir sonraki ayetlerden
birinci anlamın daha uygun olduğu anlaşılmaktadır. İnsan: 76/ 26. ayet
de bunu teyid etmekte ve “Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin
uzun uzadıya O’nu tesbih et” denilmektedir.64
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bu üç görüşe göre, bu âyetin
inmesinden itibaren Peygamber’e (s.a.s.) müzzemmil ismiyle hitapta şu
mânâlardan birisinin düşünülmesi gerekir. Birinci mânâ, “Beni örtün, beni
örtün” diyen; ikincisi, “ey namaz kılmak, ibâdet etmek için giyinip hazırlanan”;
üçüncüsü, “ey nebilik ve resullük yükünü yüklenen,” gece kıyam et
kalk. Gece kıyam yani kalkış, maksada göre kapsamlı mânâlar ifade eder.
Burada sözün devamında “Kur’ân’ı yavaş oku”, “Rabbinin ismini zikret”
ve “Rabbine yönel” gibi sözlerin gelmesinden anlaşıldığına göre, maksat,
ibâdet için kalkmaktır. Tefsirciler bunun “namaza kalk” demek olduğunu
açıklıyorlar ki bunun iki izah şekli vardır. Birisi, “namaza kalk” takdirinde
olması; birisi de “kıyam” tabirinin doğrudan doğruya namaz mânâsına olmasıdır.
Onun için “kıyâm-ı leyl” sözü, “gece namazı”nı ifade etmekte şer’î
örf olmuştur. Devamlı ibâdet eden kimseye “gece kaim, gündüz sâim”, yani
“gece namaz kılar, gündüz oruç tutar” denilir. Gece kaim olmak, yatmazdan
önce de, uyuyup sonra kalkmak sûretiyle de olabilir. İkincisine teheccüd
denilir. “Gece kalk” dediğimizde bizim dilimizde uykudan kalkmak anlaşılırsa
da “gece kaim ol” sözü her iki mânâya da gelebilir. Burada açık olan
budur.
İslâm’da beş vakit namaz farz kılınmazdan önce başlangıçta Peygamber’e
bu emirle gece namazı farz kılınmış olup Peygamber (s.a.s.) ve ashâbının
Ramazan’da olduğu gibi her gece uzun uzadıya namaz kıldıkları,
sonra bu sûrenin sonunda gelecek olan “Rabbin biliyor ki sen kalkıyorsun...”
63 Taberi, age., 8/458-459
64 Mevdudi, age., 6/455
• 39 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
âyetiyle miktarı değiştirilip hafifletildiği; bazılarının görüşüne göre bundan
maksadın teheccüd olduğu ve beş vakit namaz farz kılındıktan sonra
teheccüdün vâcipliğinin ümmet hakkında kaldırıldığı, Peygamber (s.a.s.)
hakkında da “Gecenin bir kısmında da sana mahsus bir nafile kılmak için
uyan.” 65 emrinin yürürlükte olduğu açıklanıyor.
Bazılarının görüşüne göre ise gece namazının vacip oluşu hiç kaldırılmamış,
ancak hafifletilmiştir. Diğer bazıları ise bu ilk “gece kaim ol” emrinin
farz için olmayıp mendub olmak sûretiyle bir emir olduğu, “yarım”
veya “daha az” veya “daha çok” diye miktar hakkında bir tercih hakkı tanınmasının
bunu gösterdiği ve dolayısıyla teheccüdün ne başta, ne sonda,
ne Peygamber’e (s.a.s.), ne de ümmete farz kılındığı görüşünü benimsemişlerdir.”
66 Bundan sonra Yüce Allah, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah’a ibâdetle
geçirmesi gereken miktarı açıklamak üzere şöyle buyurdu:
- 3. Âyet -
نِصْفَهُ أَوْ اْنقُصْ مِنْهُ قَلِيلا نصْفَهُ : : yarısı kadar : أَوْ yahut : اْنقُصْ eksilt : مِنْهُ ondan : قَلِيلا : biraz
“(Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt.” (3. âyet)
Gecenin yarısını veya yarısından biraz azını namaz ve ibâdetle geçir.
Kur’an oku. Rabbini tefekkür et. O’nu an!
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Birazı müstesnâ, birazı hâriç,
yani gecenin birazı dışında kalk. Ne kadar? Gecenin yarısı yahut ondan
biraz eksilt yarısından az kalk, ama bu eksiltme yarının yarısından, yani
gecenin dörtte birinden fazla olmasın, en aşağı dörtte biri kadar kalk. Çünkü
dörtte birinden aşağı eksiltmek, yarısının yarısından az değil, çok olmuş
olur.”67
65 17/İsrâ, 79
66 Elmalılı, age., 8/395
67 Elmalılı, age., 396
• 40 •
Ahmed Kalkan
- 4. Âyet -
ِتيلا ¢ أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَِّتلْ اْلقُرْآنَ تَ ْ
أَوْ : veya : زِدْ ekle : عَلَيْهِ üzerine : وَرَِّتلْ oku : اْلقُرْآنَ Kur’an’ı da : تيِلا ¢ت َْ tane
tane
“Ya da bunu çoğalt ve Kur’an’ı da tane tane oku.” (4. âyet)
Yahut yarısından biraz daha çok zamanı ibâdetle geçir. Gece ibâdet
ederken Kur’an’ı tertîl üzere, ağır ağır, teenni ile, ara vermeden, peş peşe,
açık seçik, anlaşılır bir şekilde, tecvid kaidelerine riayet ederek oku ki,
Kur’an’ı anlamana ve manalarını düşünmene yardımcı olsun, kalbin huzur
ile dolsun. (Rasûlullah (s.a.s.) Allah’a şükretmek ve ümmetine örnek olmak
için ayakları şişinceye kadar gece namazı kılıyordu.)
Muhammed Ali es-Sabûnî diyor ki: “Bundan maksat, bu müddetin,
gecenin üçte birinden az, üçte ikisinden de çok olmayacak şekilde uzun
olmasıdır.”
İbn Abbas şöyle der: “Gece ibâdeti Rasûlullah’a (s.a.s.) farz idi. Çünkü
Yüce Allah “Gece ibâdet yap.” buyurmuştur. Sonra “Ondan kolay olanı okuyun.”
68 âyetiyle kaldırıldı. Bu farz oluşun başlaması ile kaldırılması arasında
bir yıl vardır.”
Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâbı gece ibâdetiyle mükellef olmuşlardır ki,
dâvet düşmanlarına karşı koymak için hazırlanmaya teşvik edici olsun ve
aynı zamanda onların en mükemmel bir şekilde ruhen ve bedenen terbiye
edilmeleri için gece ibâdeti ile mükellef kılındılar ki zorluklara, güçlüklere,
tehlikeli ve korkunç şeylere sabretsinler ve karşılarına çıkan her zor şey karşısında,
kendilerini üstün kılacak şeyi kazansınlar. Bu ruh eğitimi neticesinde
müslümanlar, cihadları, sabırları ve Allah yolunda eziyetlere katlanmaları
sayesinde, yeryüzünün doğularına ve batılarına sahip olmuşlardır.”69
68 73/Müzzemmil, 20
69 M. Ali es-Sâbunî, age., 7/102
• 41 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Mevdûdi diyor ki: “Bu gecenin ne kadarını ibâdetle geçirecektir? Âyet,
bu vaktin miktarını açıklamaktadır. Burada, gecenin yarısından biraz fazla
veya biraz az ibâdet etmesi konusunda Allah Rasûlü serbest bırakılmıştır.
Ama anlaşılmaktadır ki, burada gecenin yarısı tercih edilmektedir. Çünkü
o, yarı ölçüt kılınarak bunun biraz azı veya çoğu hususu ona bırakılmıştır.”70
Kur’an’ı tertîl üzere okumanın anlamı
hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
Hasan-ı Basri, Katâde ve İbn Abbas’a göre Kur’an’ı açık seçik okumak
anlamındadır.
Mücahid’e göre Kur’an’ı ara vermeden, peş peşe okumak anlamındadır.
Rasûlullah (s.a.s.) Kur’an’ı iyi anlamak için tane tane ve yavaş yavaş
okurdu.71
Hafsa (r.a.) diyor ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bir sûreyi tane tane okuyordu.
Öyle ki o sûre kendisinden uzun olan bir sûreden daha uzun hale geliyordu.”
72
Enes bin Mâlik’ten Rasûlullah’ın Kur’an’ı nasıl okuduğu soruldu. Enes
dedi ki: Rasûlullah Kur’an’ı uzatarak okurdu. “Bismillâh”, “er-Rahmân”, “er-
Rahîm” uzatarak okudu.73
Ümmü Seleme diyor ki: “Rasûlullah Kur’an okurken her âyette durarak
okurdu. “Elhamdu lillâhi Rabbil âlemîn”i okur sonra dururdu. “Er-Rahmâni’r-
Rahîm”i okur tekrar dururdu. “Mâliki yevmiddîn”i de “Mâliki yevmiddîn”
şeklinde okurdu.”74
70 Mevdudi, age., 6/456
71 Taberi, Tefsir, 8/459.
72 Müslim, Misafirin 118; Tirmizi, Mevakit 158
73 Taberi, age., 8/460
74 Ebû Dâvud, Husuf 1; Tirmizî, Kıraat el-Kur’an 1
• 42 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ı okurken süslü okumak, Kur’an’ı sesiyle güzelleştirmek İslâmî
âdabdandır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Kur’an’ı güzel okuyan kimse,
şerefli ve itaatkâr kimselerle (meleklerle) beraberdir. Kur’an’ı sesinizle güzelleştirin.”
75; “Kur’an’ı güzel sesiyle okumayan bizden değildir.”76
Hâzin şöyle der: “Yüce Allah gece ibâdetini emredince ardından
Kur’an’ı tertîl ile okumasını emretti ki, namaz kılan kalp huzuru bulabilsin,
âyetlerin hakikatlerini ve manalarını düşünüp tefekkür edebilsin. Kur’an
okurken Allah’ın adı zikredildiğinde, namaz kılan kişi, kalbinde Allah’ın
büyüklüğünü hisseder. Vaad ve tehdit ayetleri geçince ümit ve korku meydana
gelir, kıssalar ve darb-ı meseller geçince ibret alır ve böylece Allah’ı
tanıma nuru ile kalbi aydınlanır. Hızlı okumak ise, manaların anlaşılmadığını
gösterir. Böylece anlaşılıyor ki “Tertîl”den maksat, Kur’an’ı okurken
kalbin huzur içinde olmasıdır.”77
Rasûlullah (s.a.s.) Kur’an’ı harf harf yani ağır ağır okur ve harfleri iyice
çıkarırdı. Her rahmet ayetini okuduğunda durur ve onu isterdi. Her azap
âyetini okudukça da durur ve ondan Allah’a sığınırdı.”78
Mevdûdi diyor ki: “Çok hızlı okumayın, yavaş yavaş ve kelime kelime
okuyun. Her bir ayet üzerinde durun ki zihninizde İlâhî kelâm’ın mânâsı
ve esprisi iyice yerleşsin ve muhtevası size tesir etsin. Bazen geçen, Allah’ın
zatının ve sıfatlarının zikri de kalbinize kök salsın, O’nun büyüklüğünü,
heybetini hissettirsin, Allah’ın Rahmeti’nin beyanı içinizde şükran cezbesi
uyandırsın. O’nun gazap ve azâbının zikri ise içinizde korku oluştursun.
Eğer bir şey emrolunmuşsa veya bir şeyden menolunuyorsa bu emir ne
içindir ve bu nehiy hangi şey içindir iyice anlaşılsın.
Velhâsıl, Kur’an’ı okumak sadece kelimeleri telaffuz etmek değildir.
Onun üzerinde tefekkür etmek gerekir. Hz. Enes’ten, Allah Rasûlü’nün
kıraatı sorulmuştu. O da cevaben dedi ki: Allah Rasulü kıraat ettiğinde
kelimeleri uzatırdı. “Meselâ, Allah, Rahmân, Rahîm kelimelerini med ile
(çekerek) okurdu.”79 Aynı soru Ümmü Seleme’den soruldu. O da şöyle ce-
75 Buhâri, Tevhid 52
76 Buhârî, Tevhid 44
77 Hâzin, 4/165
78 M. Ali es-Sabuni, age., 7/103; Rasulullah’ın, Kur’an tilâveti ve Kur’an tilavetinin faziletleri için bkz. İbn
Kesir, Muhtasar-ı İbn Kesir: 3/562.
79 Buhârî
• 43 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
vap verdi: “Allah Rasûlü tane tane ve ara vererek okur, her âyet üzerinde
dururdu. Meselâ, ‘Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn’ der bir dururdu, sonra
‘Errahmânirrahîm’ der durur, sonra ‘mâliki yevmiddîn’ derdi.” 80 Ümmü Seleme
başka bir rivayette de dedi ki: “Allah Rasûlü kelime kelime, açık ve net
okurdu.” 81 Hz. Huzeyfetü’l-Yemânî diyor ki “Bir kere bir gece Rasûlullah’ın
yanında namaza durdum. Azap ayeti gelince kıraatı kesip istiazede bulunur,
rahmet ayeti gelince de kıraati keser duâ ederdi.” 82 Hz. Ebu Zer diyor
ki: “Bir kere gece namazında Allah Rasûlü, sabah oluncaya kadar ‘Eğer onlara
azab edersen, onlar Senin kulların, şayet onları affedersen Sen azîz ve
hakîmsin’ 83 âyetini tekrarladı durdu.” 84
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Yahut onu artır yarısından
fazla kıl ki bu da üçte ikisi, nihayet dörtte üçü kadar olabilir. Burada yarım,
eksik ve fazla, gecenin birazının dışında kalan kalkılacak kısmının veya istisna
edilen kalkılmayacak olan az kısmının açıklaması olabilir. Gerek müstesna
minh gerek müstesna hangi taraftan düşünülürse düşünülsün sonuç
aynı olur. Çünkü bir taraf eksilince diğeri ona karşılık aynı oranda artar.
Birisi arttıkça diğeri aynı oranda eksilir. Şu kadar var ki, eksiltme ve artırma
muhataba nispet edilmiş yani ona “artır” ve “eksilt” denilmiş olduğundan
“kalkmak” gibi bunların da onun fiili olması gerekir. Bu ise, bunların kalkılmayacak
olan istisna edilmiş azını değil, kalkılacak olan gece müddetini
açıklamak olduğunu hissettirir. Bu karineye (ipucuna) göre, Ebussuud’un
dediği gibi “onun yarısını sözünün tamlamada geçen zamirin yerini tutmuş
olduğu “müstesna minh olan gece”den bedel olarak kıyam süresinin açıklaması
olduğu ortadadır. Veya “eksilt” ve “veya artır” fiilleri de “kalk” emrine
bağlanmıştır. Bu suretle istisna edilen birinci “Kalîlen” de dolayısıyla buna
karşılık beyan edilmiş olarak gecenin yarım, üçte bir veya çeyrek veya üçte
iki veya üç çeyreğine kadar olan süresini kapsayabilir. Bunun hepsi, müstesna
minh olan gecenin tamamından az olmakla beraber bazısında istisna
edilen, geri kalandan az olsa da, bazısında eşit veya çok olmuş olur. İstisnalarda,
istisna edilip çıkarılanın bütüne eşit olmamak üzere kalandan az veya
çok olması caizdir. Fakat istisnanın doğal durumuna göre çıkanın kalandan
az olacağı açık olup kurala uygun olan da budur.
80 Ahmed bin Hanbel, Müsned; Ebû Dâvud; Tirmizî
81 Tirmizî; Nesâî
82 Müslim; Nesâî
83 5/Mâide, 122
84 Ahmed bin Hanbel, Müsned; Buhârî; Nesâî; Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, 6/456-457
• 44 •
Ahmed Kalkan
Bunun aksi yapıldığı zaman bir esprisi olmak gerekir. Burada önce genel
kurala uygun olmak üzere, “azı hariç” denilerek geceden bir kısmı istisna
edilmiştir. Bununla beraber o istisna edilen az’ın geri kalanlara eşit ve
ondan çok olabileceği de anlatılmıştır. Bunda başlıca üç incelik vardır:
1) Her şeyden önce, istisna edilen şeyin az olması kuralına dikkat çekmek,
2) İstisnâ edilen şeyin kural dışı olarak, geri kalana eşit veya ondan çok
olması câiz ise de, gece kalkma süresinin yarıyı geçmesinin daha iyi olacağına
işaret,
3) Uyku ve gaflet içinde geçen süre, nicelik itibarıyla yarısından çok
olsa da, kıymet ve nitelik itibarıyla az; zikir ve ibâdetle geçen süre, diğerinden
az da olsa çok demek olacağına işarettir.
İşte bu üç nükteyi göstermek için önce “gecenin azı hariç” denilerek
gecenin azı istisna edilmiş, sonra da bu azın eşit veya az ya da çok olabileceği,
bununla beraber her ne olsa az demek olacağı anlatılmak üzere âyet bu
beyan üslubu ile gelmiştir. Bu üç miktardan birini seçme arasında serbest
bırakma, durumun gereğine veya gecelerin uzun ve kısa olması takdirlerine
göre en uygununu seçmek için demek olur. Bunlar içinde çeyreğe kadar azı
kesin, dolayısıyla farz, fazlası nafilelik ifade eder. O suretle kalk “Ve Kur’ân’ı
yavaş yavaş oku.”
Tertîl: Bir şeyi güzel, düzgün ve tertip ile kusursuz bir şekilde açık açık,
hakkını vererek açıklamaktır. Aralarında çok değil, biraz açıklık bulunmakla
beraber gayet güzel bir düzgünlükte görülen ön dişlere “Seğru ratel”
derler. Sözü de öyle tane tane, yavaş yavaş, ara vererek ve güzel sıralama
ve ifadeyle söylemeye de “tertîl-i kelâm” derler. Kur’ân’ın tertîli de böyle
her harfinin, edasının, tertibinin, mânâsının hakkını doyura doyura vererek
okunmasıdır. Burada “Ratel” emrinden sonra “Tertîla” mastarıyla vurgu
yapılması da bu tertîlin en güzel şekilde olmasının arandığını gösterir.
Bir söz aslında ne kadar güzel olursa olsun gereği gibi güzel okunmayınca
güzelliği kalmaz. Güzel okumasını bilmeyenler güzel sözleri berbat ederler.
Sözün tertîl ile güzel söylenmesi ve okunması ise sade ses güzelliği ile
gelişi güzel eze büze şarkı gibi okumak, saz teli gibi sade ses üzerinde yürümek
kabilinden bir musıkî işi değildir. Kelimelerin dizilişinin mânâ ile
• 45 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
uyum sağlaması ve dilin fesahat ve belağatı hakkıyla gözetilerek ruhî ve
mânevî bir uygunlukla, yerine göre şiddetli, yerine göre yumuşak, yerine
göre uzun, yerine göre kısa okuma, yerine göre ğunne, yerine göre izhar,
yerine göre ihfa, yerine göre iklâb, yerine göre vasıl, yerine göre sekit veya
vakıf; kısacası bütün maksat, mânâyı duymak ve mümkün olduğu kadar
duyurmak olmak üzere tecvid ile okuma işidir. Bunun için Kur’ân okurken
tertîl ve tecvid gerekir. Tecvid de, kaf çatlatmak derdiyle, çatlatmaktaki
mânâyı kaybetmek değildir.
Tecvid ve kırâet ilmi kitaplarında Kur’ân kırâeti üç mertebe üzerine sınıflandırılmıştır:
85 Bunlar tahkîk, tedvir ve hadr’dır.
1) Tahkik, munfasıl meddi dört veya beş elif miktarı çekecek şekilde
gayet ağır bir ahenk ile okumaktır.
2) Tedvir, iki veya üç elif miktarı çekecek şekilde orta halde okumaktır.
3) Hadr de tabii med gibi bir elif miktarı çekecek şekilde hızlı okumaktır.
Bir elif iki fetha miktarı demek olduğuna göre, bir harekenin belli olacak
şekilde okunuşundaki ilk ses, âhenk süresinin hızlılık ve ağırlığına göre, her
kırâetin şifresini teşkil eder. Âsım, Hamza, Nâfi’den Verş kırâetleri tahkik;
İbnü Amir, Kisâi kırâetleri tedvir; diğerleri hadr tarzındadır. Fakat bunların
hiçbirinde bir harf veya harekenin hakkı çiğnenecek şekilde okunmak câiz
olamayacağı için, asıl mânâsıyla tertîl kırâetlerin hepsinde şarttır. Kırâetleri
böyle hadr ve tedvir şeklinde kısımlara ayırmaya cevaz veren ise gelecek
olan “Kur’ân’dan size kolay geleni okuyun.” emridir.
Görülüyor ki bu âyette geçen “Kur’ân’ı tertîl üzere oku.” sözü, gece kalkmaktan
ilk maksadın bu olduğunu gösterir. Bu ise Kur’ân’ı namazda ve namaz
dışında okumak, onu okutup öğreterek başkalarına ulaştırmak mânâlarını
kapsayabilirse de, ayakta okunması örfe göre namazda okunmasıdır.
85 Kur’an’ın nasıl okunacağına gelince; şüphesiz Allah kelamı tahkik, hadr ve bu iki hal arasında orta hal
olan tedvir, Arap nağme ve sesleriyle tertil ve tecvid üzere, elden geldiği kadar sesi ve lafzı güzelleştirerek
okunur.
Tedvir, tahkik ve hadr durumları arasında bir orta halden ibarettir. Medd-i munfasılı rivayet edip onu
tam uzatmayan birçok imamdan gelen de budur. Bu diğer kurranın da mezhebi olup imamların hepsince
sahih bulunmuştur. Eda ehlinin çoğunluğu nazarında tercih gören budur. (İbnü’l-Cezeri, en-Neşr fi’lkıraeti’l-
aşr: 1/205-207’den naklen) (Elmalılı).
• 46 •
Ahmed Kalkan
Bir de bu âyet, bu sûre indiği sırada Kur’an’dan daha önce bazı şeylerin
inmiş bulunduğunu gösterir. Fakat henüz çok bir şey inmemiş olması nedeniyle,
her gece bu kadar uzun süre kalkıp da Kur’ân’ı tertîl üzere okumak,
bunun sadece bellemek için değil, namaz kılıp ibâdet ederek uygulamasını
yapmak için okumaya vesile olduğunu gösterir.”86
Seyyid Kutub, bu âyetlerle87 ilgili olarak şunları söylüyor:
Evet, “Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, kalk...” Bu, göğün
seslenişi, yüceler yücesi Allah’ın komutudur. Kalk, seni bekleyen büyük görev
için, senin tarafından sırtlanmak üzere hazırlanan ağır yükün altına
girmek için ayağa kalk. Çalışmak, yorulmak, sıkıntı çekmek ve eziyetlere
katlanmak için ayağa kalk. Kalk, uyku ve istirahat zamanı geride kaldı.
Kalk, bu görev için hazırlan, onun gerektirdiği eğitimden geç.
Bu komut, Peygamberimizi sakin evinin, ılık yuvasının yumuşak yatağından
çekip çıkararak coşkun ve kurşun gibi ağır dalgalarının ortasına,
vicdanlardaki ve pratik hayattaki çekici ve itici boğuşmaların arasına atan
büyük ve ürpertici bir buyruktur.
Sırf kendisi için yaşayan kimse, belki huzur içinde yaşayabilir. Fakat
küçük olarak yaşar ve küçük olarak ölür. Böylesine ağır bir yükü sırtlanan
büyük adama gelince uyku, rahatlık, ılık yatak, sakin hayat ve gönül okşayan
konfor onun neyine? Peygamberimiz işin iç yüzünü anlamış, gerçeği
fark etmişti. Bu yüzden eşi Hatice’nin heyecanını yatıştırması ve uyuması
yolundaki önerisine “Ey Hatice, uyku zamanı geride kaldı” diye karşılık
verdi. Evet, uyku dönemi bir daha geri gelmemek üzere gerçekten geçmişti.
O günden itibaren Peygamberimizi sadece uykusuz geceler, yorgunluklar,
uzun ve zorluklarla dolu bir cihad görevi bekliyordu. Evet; “Ey örtüye bürünerek
saklanan Muhammed, Geceleyin biraz uyuduktan sonra kalk!
Gecenin yarısında uyanık ol, ya bu miktarı biraz eksilt, ya da artır da
ağır ağır Kur’an oku.”
Burada büyük göreve hazırlayıcı, araçları ilahi kaynaklı ve garantili
sonuç verecek bir eğitim programı ile karşı karşıyayız. Bu programın ana
maddesi gece uykusunu bölerek kalkmaktır. Üst sınırı gecenin yarısından
86 Elmalılı, age., 8/396-398
87 73/Müzzemmil, 1-4
• 47 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
çok ve üçte ikisinden az bir süredir. Alt sınırı ise gecenin üçte birlik bölümüdür.
Gecenin bu saatlerinde namaz kılınacak ve ağır ağır Kur’an okunacaktır.
Âyetin orijinalinde kullanılan “tertîl” sözcüğü tok sesle, “tecvid”
kuralları uyarınca her harfi doğru biçimde seslendirecek, bu arada şarkı
söyler gibi yapmayarak, sözcükleri ağız boşluğunda dalgalandırmaktan kaçınarak
Kur’an okumaktır.
Peygamberimizin geceleri kıldığı “vitir” namazlarının on bir rekâtı
geçmediği yolunda elimizde kesin bilgiler vardır. Fakat Peygamberimiz gecenin
üçte birinden biraz eksik bölümünü bu rekâtlarla geçirirdi. Çünkü
Kur’an’ı ağır ağır, tane tane okurdu.
Bu cevabın arkasından yine kalkmayı düşünmüştüm ki, birden aklıma
Peygamberimizin nasıl bir vitir namazı kıldığı konusu geldi. Hz. Ayşe’ye
“Ey müminlerin annesi, Peygamberimizin nasıl bir vitir namazı kıldığı
hakkında bana bir bilgi ver” dedim. Hz. Ayşe bana şunları söyledi; “Biz
O’nun abdest suyunu ve misvakını hazırladık. Allah O’nu gecenin dilediği
saatinde uyandırırdı. Kalkınca ağzını misvaklar, abdest alır ve namaza
dururdu, hiç oturmadan sekiz rekât kılardı. Sekizinci rekâtta oturunca Allah’ın
adını anar, O’na dua ederdi. Sonra selâm vermeden kalkar, dokuzuncu
rekâtı kılardı. Sonra oturup tek olan Allah’ın adını anar, dua eder, arkasından
işitebileceğimiz bir ses tonu ile selam verirdi. Bu selamın arkasından
oturduğu yerde iki rekât daha kılardı. Yavrum, böylece kıldığı vitir namazı
on bir rekât olurdu. Sonraları yaşlanıp da vücudu ağırlaşınca ayakta kıldığı
dokuz rekâtlık vitri yedi rekâta indirdi. Selam verdikten sonra da oturarak
iki rekât daha kılıyordu. Yavrum, böylece kıldığı toplam vitir namazı dokuz
rekât oluyordu. Peygamberimiz kıldığı namazları sürekli olarak kılmayı
severdi. Bu yüzden geceleri uyanamayınca yahut bir sancısı, bir hastalığı
olunca kaçırdığı bu gece namazı yerine gündüzleri on iki rekât kılardı. Peygamberimizin
gece sabaha kadar Kur’an okuduğunu ve Ramazan dışında
bir ay boyunca oruç tuttuğunu hiç hatırlamıyorum. 88
Yüce Allah uyumamayı, gece ibâdet etmeyi ve Kur’an’ı düşünüp anlamayı
emrettikten sonra, bu meşakkatli ve zor üç emrin sebebini açıklayarak
şöyle buyurdu:
88 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Müzzemmil Sûresi Tefsiri
• 48 •
Ahmed Kalkan
- 5. Âyet -
عَلَيْكَ قَوْلا ثَقِيلا ž سَنُلْقِ ي  إِنَّ
:  إِنَّ gerçek şu ki biz : ž سَنُلْقِ ي bırakacağız : عَلَيْكَ sana : قَوْلا bir söz : ثَقِيلا
oldukça ağır
“Doğrusu Biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz.” (5. âyet)
Ey Muhammed! Sana heybetli, azametli ve yüce bir kelam olan Kur’an’ı
indireceğiz. O her şeyi bilen ve her şeye sahip olanın sözü olduğu için bu
özellikleri taşır. Bunun sorumluluğu ağırdır. Hazırlıklı ol! Nefis terbiyesi
yap, sabret! Kur’an’ın hükümlerini yaşamak, tebliğ etmek ve tebliğ esnasındaki
sıkıntılara göğüs germek zordur. Ayrıca vahyin inişi esnasında da
fiziki olarak zorluklarla karşılaşacaksın. Buna da hazırlıklı ol.
“Ağır bir söz” ifadesi hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
1) Hasan-ı Basri ve Katade’ye göre Kur’an’ı Kerim’in hükümleriyle amel
etmenin ağırlığıdır.
Katâde diyor ki: “Vallahi Kur’an’ın farzları ve cezaları ağırdır.”
2) Bir kısım âlimler ise bu âyetin, Kur’an’ın indiği sırada ağır ağır geldiğini
beyan ettiğini söylemişlerdir.
Âişe (r.a.) diyor ki: “Rasûlullah (s.a.s.) devesinin üzerinde iken ona vahiy
gelince deve çöker, boynu yere uzatırdı.”89
Zeyd b. Sabit diyor ki: “Rasûlullah’ın dizi benim dizimin üzerinde iken
Allah ona vahiy indirdi. Onun dizi o kadar ağırlaştı ki ben dizimin kırılacağını
zannettim.”90
Fahreddin er-Râzi diyor ki: “Kur’an’ın ağır olmasından maksat, onun
kadrinin yüceliği ve öneminin büyüklüğüdür. Değerli ve önemi büyük
89 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/118
90 Buhâri, Salâh 12
• 49 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
olan her şey “sakîl” yani ağırdır. İşte İbn Abbas’ın “Kavlen sakîlen” ayetine
“Büyük söz” demesinin mânâsı budur. Bazılarına göre de, bundan maksat,
Kur’an’daki, mükelleflere ağır gelen emir ve nehiyler gibi mükellefiyetlerdir.
Bana göre nazmın te’vili şudur: Yüce Allah Rasûlüne (s.a.s.) gece namazını
emredince sanki şöyle buyurdu: Sana gece namazını emrettim. Çünkü
sana büyük bir söz indireceğiz. Kendini bu büyük söze mutlaka hazırlaman
lâzım. Bu da gece namazı ile olur. Çünkü insan karanlık gecede Allah’a ibâdetle
meşgul olur. O’nu anmaya ve O’nun önünde boyun bükmeye yönelirse,
o gecede, kendini Allah’ın nur ve azametine hazırlamış olur.”91
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Bu mânâ, gece ibâdeti ile Kur’an
tilâveti arasında irtibat kurma hususunda çok hoştur. Çünkü Yüce Allah,
Rasûlünü insanları İslâm dinine çağırmakla görevlendirdi. Bunda nefse
ağır gelen mükellefiyetler vardır. Ayrıca bu dinin hüküm ve emirlerini yerine
getirmekle insanları mükellef kılmasını emretti. Böyle bir mükellefiyetin,
nefisle mücadeleye ve sabra ihtiyacı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü
bunda, insanların alışmış oldukları inançları bırakmalarına ve atalarından
miras olarak aldıkları gelenekleri terk etmeye teşvik vardır. Ey Nebî! Bu
durumda sen birçok yorucu şeyle ve bu davet ve insanları ona kabule teşvik
yolunda büyük tehlikelerle karşı karşıyasın. Hal böyle olunca sen, elbiseye
bürünmüş, rahat ve sükuna dalmış, meşakkatlerden ve uzun süre ibâdet ve
çokça teheccüd namazı kılarak nefisle mücadele etmekten, Kur’an ayetlerini
anlayacak ve düşünecek bir şekilde anlamaktan uzak bir haldeyken, bu
büyük görevi nasıl yapabilirsin?! Öyleyse yatağından kalk. Gecenin büyük
bir kısmını Rabbine yalvararak uykusuz geçir ki davetin zorluklarına katlanmaya
ve bu yeni dini müjdelemeye hazırlanasın. Allah’ım! Bu ne güzel
bir dikkat çekme! Bundan dolayı Rasûlullah’ın kalbi uyanıyor ve ciddi bir
şekilde işe koyuluyor ve Rabbinin huzurunda ayakları şişinceye kadar ibâdet
ediyor.”92
Mevdûdi diyor ki: “Sana gece namazını kılman emri, “Sana yüklediğimiz
bir ağır sözü taşıyabilmek için sende tahammül gücü geliştirsin”
diye verilmiştir. Bu güç, eğer sen gecenin rahatını bırakır da aşağı yukarı
yarısını ibâdetle geçirirsen hâsıl olacaktır. Kur’an için “çok ağır bir söz”
denmesi, O’nun emirlerini uygulamanın, onun talimatına göre bir örnek
oluşturmanın, onun davetini yaparken bütün dünyayı karşısına almanın,
91 Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb, 30/174
92 M. Ali es-Sabuni, age., 7/104
• 50 •
Ahmed Kalkan
bu Kitaba göre inanç, düşünce, ahlâk, edeb, kültür ve medeniyet düzeninde
bir inkılâb oluşturmanın güç bir misyon olduğu içindir. Ayrıca bu kelâmın
nüzûlüne tahammül etmek çok güç bir işti. Bu konuda Zeyd bin Sabit diyor
ki “Bir defasında Allah Rasûlü’ne vahiy geldiğinde O’nun dizi benim dizime
dayanmaktaydı. O esnada dizlerimin üzerinde o kadar yük hissettim
ki nerdeyse dizlerim kırılacak sandım.” Hz. Âişe buyurmuştu ki, “Şiddetli
soğuk ve kış bir günde Allah Rasûlü’ne vahiy geldiğinde ellerinden ter
damladığını gördüm.” (93.) Başka bir rivayette yine Hz. Âişe diyor ki, “Allah
Rasûlü’ne vahiy geldiğinde o deve üzerindeydi. Vahiy bitene kadar devenin
göğsü yerde kaldı, çökmüş vaziyette. Vahiy bitmeden kıpırdayamadı.” 94
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bununla beraber bu gece
kalkışının ve Kur’ân’ı tertîl üzere okumanın asıl maksat olmayıp hazırlık
mahiyetinde bir giriş olduğu açıklanmak üzere buyruluyor. Çünkü Biz sana
ağır bir söz indireceğiz. Dayanılması, uygulama ve yerine getirilmesi çok
zor olan büyük bir kelâmı üzerine indirip tatbikini ve uygulamasını sana
emredeceğiz. Bu söz, ağır yükümlülükleri ve sorumlulukları kapsayan ve
savulması ve geri çevrilmesi mümkün olmayan Kur’an ile Peygamberlik
emri, indirilmesi de onun vahyidir. Hz. Peygamber’e (s.a.s.) vahiy inerken o
kadar ağır ve şiddetli gelirdi ki, derhal yüzü değişirdi. Nitekim Hz. Âişe demiştir
ki: Gayet soğuk bir günde vahiy inerken baktım, açılırken alnından
ter fışkırıyordu. Aynı şekilde Veda Haccı sırasında Arafat’ta “Gadba” adlı
devesinin üzerinde iken vahiy gelince ağırlıktan deve çöke kalmıştı. Vahy
ve onun inişi böyle maddi olarak bile bir ağırlık ve baskı ile geldiği gibi
mânâsındaki hükümlerin ve ahlâk kurallarının icra ve uygulaması da nice
zorlukları beraberinde getiren ağırlıkları kapsar. Kur’an’ı okumak kolay olsa
da onunla amel etmek zordur. Sonra, terazide ecri ve mükâfatı da ağırdır.”95
Bu eğitim programı, indirilecek olan “ağır söz”e Peygamberimizi hazırlamak
içindi. Okuyoruz: “Çünkü Biz sana sorumluluğu ağır bir söz indireceğiz.”
“Ağır söz”den maksat bu Kur’an ve içerdiği yükümlülüklerdir. Kur’an
aslında “ağır” değildir, okunması ve anlaşılması kolay bir kitaptır. Fakat o
“hak” terazisindeki tartısı ve kalplere yönelik etkisi açısından “ağır”dır. Nitekim
yüce Allah başka bir ayette “Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş
93 Buhârî; Müslim; Muvatta; Tirmizî; Nesâî
94 Müsned-i Ahmed; Hakim; İbn Cerîr ; Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, age., 6/457
95 Elmalılı, age., 8/398-399
• 51 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
olsaydık, sen onun Allah korkusu ile parça parça olduğunu görürdün” 96
buyuruyor. Ama yüce Allah Kur’an’ı bir dağa değil de onu algılamaya yetenekli
ve dağdan daha sağlam, daha sarsılmaz bir kalbe indirdi.
Bu nur ve bilgi feyzini algılayıp özümlemek, gerçekten uzun hazırlığı
gerektiren ağır bir işti. Büyük ve soyut evrensel gerçeklerle iletişim kurmak,
gerçekten uzun hazırlığı gerektiren ağır bir işti.
Yüceler âlemi ile, evrenin özü ile, canlı-cansız tüm yaratıkların ruhları
ile Peygamberimizin kurduğu gibi bir ilişki kurmak, gerçekten uzun varlığı
gerektiren ağır bir işti. Tereddütsüz ve kuşkusuz bir kararlılıkla bu yola
koyulmak, bu görevi yürütürken içgüdülerin fısıltılarına, dışarıdaki çekim
odaklarına ve engellere kapılmaksızın, sağa-sola bakmaksızın ilerleyebilmek,
gerçekten uzun hazırlık gerektiren ağır bir işti.
Geceleyin herkes uyurken ayakta olup ibâdet etmeyi, gündelik hayatın
dağdağasından ve karmaşasından uzaklaşarak yüce Allah ile ilişki kurmayı,,
O’nun feyzini ve nurunu algılamayı, O’nun birliğinin beraberliğinde coşup
O’nunla baş başa kalmanın masum yaşamayı, sanki yüceler aleminden
yeni iniyormuş gibi ve varlık aleminin her yanından sözsüz ve sözcüksüz
bir yankı yükseliyormuş gibi bir heyecanla evrenin sessizliği ortasında ağır
ağır Kur’an okumayı, gecenin karanlığı içinde Kur’an’ın ışınlarını, mesajlarını
ve yüksek frekanslı titreşimlerini düşünelim. Bütün bunlar bu “ağır
sözü” yüklenmeye, bu değerli yükümlülüğü sırtlanmaya, bu ağır sıkıntıyı
göğüslemeye hazırlanan Peygamberimiz için son derece gerekli birer azık
niteliğindedirler. Aynı zamanda bu çağrının savunuculuğunu üstlenen her
kuşaktan dava adamları için bu böyledir. Bu saydıklarımız, uzun ve meşakkatli
yolları boyunca dava adamlarının kalplerini aydınlatır, onları şeytanın
vesveselerinden ve bu aydınlık yolu saran karanlıkların çöllerinde şaşırmaktan
korur.
Bundan sonra Yüce Allah, geceyi ibâdetle geçirmenin faziletini anlatmak
üzere şöyle buyurdu:
96 59/Haşr, 21
• 52 •
Ahmed Kalkan
- 6. Âyet -
شِئَةَ اللَّيْلِ يِ هَ أَشَدُّ وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلا  إِنَّ نَ
إِنَّ : doğrusu شِئَةَ نَ : kalkışı اللَّيْلِ : gece أَشَدُّ يِ هَ : daha kuvvetli وَطْئًا : etki
bakımından وَأَقْوَمُ : daha sağlamdır قِيلا okumak bakımından :
“Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve
sağlam bir kıraate daha elverişlidir (Etki bakımından daha kuvvetli, okumak
bakımından daha sağlamdır).” (6. âyet)
Geceyi ibâdetle geçirmek nefse daha zor ve ağır gelir. Bu zor işi yapmak
ruhları ve bedenleri güçlendirir, irâdeleri sağlamlaştırır, kalbin, kulağın ve
gözün birlik içinde olmalarını daha iyi sağlar. Geceleyin ibâdet etmek, gündüz
ibâdet etmekten daha sağlam ve kalp için daha iyi muhâfaza edicidir.
Geceleyin ibâdet eden, dünyevî meşguliyetlerden uzak kalarak kendisini
tamamen ibâdete verme imkânı bulur. Gece saatleri sakin olduğu, dünya
meşgalelerinden uzak olduğu için bu saatlerde namaz kılmak ve Kur’an
okumak daha güzel, daha doğru, daha sağlam, daha muhâfazalı, anlamaya
ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Ayrıca nefsini tembellikten arındırmış,
Allah yolunda cihada hazır bir hale getirmiş olursun.
“Naşiyete’l-leyli” ifadesi hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Ebi Nüceyh, İkrime, Mücahid,
İbn-i Zeyd ve Dahhak’a göre geceleyin ibâdete kalkmak demektir.
Naşiete kalkmak demektir.
2) Ebu Miclez, Ebu Reca ve Katade’ye göre yatsıdan sonra ibâdet için
kalkmak demektir.
Mevdudi diyor ki: “Metinde geçen “Nâşietel-leyl” hakkında müfessirler
ve dilciler arasında dört değişik görüş vardır. Birincisi, “Naşie”den murad
“gece kalkan kimse”. İkinci görüş; bundan kast olunan “gecenin vaktidir.”
Üçüncü görüş; “geceleyin kalkmaktır.” Dördüncüler ise, “sadece gece kalk•
53 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
mak değil, biraz uyuduktan sonra kalkmaktır.” anlamını verdiler. Hz. Âişe
ve Mücahid bu dördüncü görüşte olanlardandır.”97
“Eşeddu vat’en” ifadesi hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
1) Abdullah İbn Abbas, Katâde ve İbn-i Zeyd’e göre geceleyin ibâdet
etmek, gündüz ibâdet etmekten daha sağlam ve kalp için daha iyi muhâfaza
edicidir, demektir. Yani geceleyin ibâdet eden, dünyevi meşguliyetlerden
uzak kalarak kendisini tamamen ibâdete verme imkânı bulur.
2) Mücahid ve Ebi Nüceyh ise “Vat’en” ifadesini “Vit’en” şeklindeki kıraatiyle
okumayı esas almışlar ve bu ifadeyi şöyle izah etmişlerdir: Geceleyin
ibâdet etmek, kalbin, kulağın ve gözün birlik içinde olmalarını daha iyi
sağlar.98
Mevdûdi diyor ki: “Metinde “Eşeddu vat’en” ibaresi geçmektedir. Bunun
manası çok geniştir, bir cümle ile açıklamak mümkün değildir. Bir manası
şudur; gece ibâdet için kalkmak ve uzunca bir kıyam etmek insan mizacının
tersidir, bu saatte insan istirahat ister. Bu yüzden bu eylem nefsi kontrol
altına almak için çok etkili bir çabadır. Bu şekilde eğer bir kimse nefsi
ve bedeni üzerinde hâkimiyet sağlar ve onları Allah yolunda kullanmaya
muktedir olursa, o kimse Hak dininin tebliğini dünyaya galip kılmak için
daha başarılı olacaktır. İkinci anlamı ise, kalp ve dil arasında bir harmoni
oluşturmak için çok etkili bir vasıta olduğu şeklindedir. Çünkü gecenin bu
saatlerinde kul ile Allah arasına başka bir şey giremez. Bu halde insan diliyle
ne söylüyorsa kalbinin sesiyle de onu söyler. Kalp ve dilde bir ahenk
meydana gelir. Bir diğer anlamı da insanın zahir ve batınında ahenk meydana
getirmek için çok tesirli bir vasıta olduğu şeklindedir. Çünkü gece
yalnızlığında eğer bir kimse istirahatını terk ederek ibâdet için kalkarsa bu
muhakkak ihlâsındandır. Çünkü bunda gösteriş yapmanın bir unsuru yoktur.
Bir diğer dördüncü mana da şöyle verilebilir; Bu gece ibâdeti insan
için gündüz ibâdetinden daha ağırdır. Dolayısıyla bu ibâdete devam eden
kimsede sebat oluşturur. O kişi Allah’ın yolunda daha bir bilinçle ve kesin
iradeyle gider ve her türlü zorluğa karşı direnç gösterir.”99
97 Taberi, age., 8/462
98 Taberi, age., a.y.
99 Mevdudi, age., 6/457
• 54 •
Ahmed Kalkan
“Ve akvmu kîlâ” ifadesi hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
1) Enes b. Mâlik’e göre geceleyin Kur’an okumak daha doğru olur, şeklindedir.
2) Katâde ve İbn-i Zeyd’e göre dünya meşgalesinden uzak kalındığı için
geceleyin Kur’an okumak daha sağlam ve daha muhâfazalı olur, şeklinde
izah etmişlerdir.
3) Abdullah İbn Abbas ise Kur’an’ı anlamaya daha yakın olur, şeklinde
izah etmiştir.100
Mevdûdi diyor ki: “Burada “Ve akvmu kîlâ” geçmektedir. Lügat mânâsı
bir sözü daha doğru yapmak ve düzeltmektir. Fakat burada kast olunan o
zaman insanın Kur’an-ı Kerim’e daha sakin ve ihtiram ile kalbi ona yönelik
olarak ve daha iyi anlayarak okumasıdır. İbn Abbas bunu şöyle izah etmiştir:
“... ecdaren yefkahu fil-Kur’an” yani insanın Kur’an üzerinde daha derin
düşünmeye uygun olduğu vakit.” 101
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Dinlenme, huzur ve gecenin sessizliğinden
sonra, kişinin yatağından kalkarak ibâdet ve itaat edeceği saatler
olan gece saatleri, namaz kılan kimse için gündüz namazından daha zor
ve ağırdır. Çünkü gece, uyku ve dinlenme için yaratılmıştır. Onu ibâdetle
geçirmek nefse daha zor ve ağır gelir. Bu zor işi yapmanın özelliklerinden
biri de ruhları kuvvetlendirmek, iradeleri sağlamlaştırmak ve bedenleri
güçlendirmektir. Hiç şüphe yok ki Allah düşmanı kâfirlere karşı cihad etmek
için kuvvetli ruhlara ve güçlü bedenlere ihtiyaç vardır. Gece saatleri,
daha güzel ve açık okumaya elverişlidir. Çünkü gece sesler sakinleşir. Hareketler
kesilir, dolayısıyla ruh daha saf ve zihin daha kavrayıcı olur. Zira
geceleyin seslerin kesilmesi ve insanların sakinliği, düşünüp anlamaya ve
Kur’an’ın maksat ve sırlarını kavramaya ruh için daha çok yardımcı olur.”102
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İşte önce gece kalkmak ve
Kur’an okumakla emir, bu cümleden olmak üzere gelecek olan ağır emirlerin
uygulanabilmesine imkân ve yetenek kazanmak üzere nefisleri terbiye
100 Taberi, age., 8/462
101 Ebû Dâvud; Mevdudi, age., 6/457
102 M. Ali es-Sabuni, age., 7/104
• 55 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
etmek ve nefsi yenme gayretlerini geliştirip kuvvetlendirmek için hazırlık
mahiyetinde çalışmadır. Bunun gündüz yapılmayıp da geceden başlamasının
sebep ve hikmeti büyüktür. Çünkü gece nâşiesi yani gece yetişen nefis,
veya gece meydana gelen olay veya gece neşesi ve olayı, “Daha baskın, daha
samimidir.”
Vatt: Lügatte; basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak,
yani uygun hale koymak ve uygunluk mânâlarında mastardır. Bir
de tümseklikler arasında basık ve engin yere denir.
Ebû Amr ve İbn Âmir kırâetlerinde vav’ın kesri ve ta’nın fethasıyla ve
uzatarak “Vitâu” okunur. Bununla aynı baptan mastar olan “muvâtae”, uygunluk,
uyuşma demektir. Yani, gece yapılan amel daha baskın, daha samimi
yahut kalp ve vicdana daha uygun demektir. Gece sessizlik ve her
şeyden ayrılma zamanı olduğu için, uyanık olanların gözü gönlüne daha
uygun ve gündüzleyin çeşitli engeller ve meşgaleler içinde duyulamayacak
olayları duymak için keşfi daha açık ve gösterişten, başkalarının bakısından
kurtulmuş olarak ihlâslı davranmaya daha uygun yahut daha keskin, daha
dokunaklıdır.
Ve deyişçe, söyleyiş ve anlayış açısından daha sağlamdır. Söz daha iyi
söylenir ve duyulur, gürültüler kesilmiş bulunacağı için okuma ve düşünme,
inceleme ve zikir, söylenen ve dinlenen söz daha sağlam olur.”103
“Kuşkusuz gece ibâdeti, gündüze göre daha zor, fakat sözü daha etkilidir.”
Âyetin orijinalinde geçen “nâşietelleyli” tamlaması “gecenin yatsıdan
sonraki gelişmeleri” anlamına gelir. Ayette “gece faaliyetleri gündüze göre
daha zor yani vücut için daha yorucu, fakat “sözü daha etkilidir”. Tefsir
bilgini Mücahid’in açıklamasına göre “yararı daha kalıcıdır” deniyor. Gerçekten
gündüz yorgunluğu arkasından uykunun çağrısı çok güçlü olur,
yatağın çekiciliği dayanılmaz boyutlara ulaşır, bu çağrıya ve bu çekiciliğe
karşı koyup bir şeyler yapmak, mesela ibâdet etmek insan vücuduna son
derece yorucu gelir. Fakat vücudun bu isteğini yenerek uyanık kalabilmeyi
başarmak ruhun özgürlüğünü ilan etmek, Yüce Allah’ın çağrısına olumlu
cevap vermek, O’nunla baş başa kalma uğruna özveride bulunmaktır. Bu
yüzden gecenin sözü “daha etkili”dir.
103 Elmalılı, age., 8/399
• 56 •
Ahmed Kalkan
Geceleyin Allah’ı anmanın ayrı bir hazzı, gece kılınan namazın ayrı
ürperticiliği, geceleyin Allah’a yalvarmanın ayrı bir coşkusu vardır. Gece
zikirleri, gece namazları, gece duaları kalbe öylesine büyük bir huzur ve
Allah’a yakınlık duygusu doldurur ki, kalpleri öylesine duyarlı ve ışıklı hale
getirir ki, bu durum gündüz namazlarında ve zikirlerinde görülmeyebilir.
Kalplerin yaratıcısı olan yüce Allah onların giriş kanallarını, bam tellerini,
onlara hangi mesajların gideceğini ve etkili olabileceğini; onların günün
hangi saatlerinde daha açık mesaj almaya daha hazırlıklı ve yetenekli olacaklarını,
hangi uyarıcıların onlarda daha canlı ve güçlü etki uyandırabileceğini
herkesten iyi bilir.
Kulu ve elçisi Hz. Muhammed’i bu “ağır söz”ü algılamaya ve bu koca
yükü sırtlanmaya hazırlayan yüce Allah, O’nun için gece ibâdetini uygun
gördü. Çünkü gece faaliyetleri, gündüze göre daha zor ve daha yorucu
olmakla birlikte geceleyin söylenen sözler daha etkilidir. Bunun yanı sıra
O’nun gündüzleri yoğun işleri ve uğraşmaları vardır, bunlar O’nun enerjisinin
ve ilgisinin çoğunu tüketmektedir. Okuyalım: “Çünkü gündüzleri, seni
uzun uzun uğraştıracak işlerin vardır.”
Öyleyse Peygamberimiz gündüzlerini bu yoğun işlere ve uğraşmalara
ayırmalı, geceleri ise Rabbi ile baş başa kalarak namaz kılmalı, Allah’ı anmalıdır.
Okuyoruz: “Rabbinin adını an, bütün varlığınla O’na yönel.” 104
- 7. Âyet -
ارِ سَبْحًا طَوِيلا ¯ اَلنَّ َ ° إِنَّ لكَ فِ ي
“Zira gündüz vakti, uzun meşguliyetlerin var.” (7. âyet)
Şüphesiz ki senin ihtiyaçlarını karşılaman için gündüzün uzun ve boş
bir zamanın vardır. Gündüzün işlerinde tasarrufta bulunma, dolaşma ve
uzun zaman meşgul olma salâhiyetin vardır. O halde gece saatlerini de teheccüd
ve ibâdetin için ayır. Gündüzün ihtiyaçlarından artan zamanda da
uyuyabilirsin.
104 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Müzzemmil sûresi tefsiri
• 57 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Sebh: Önemli işlerinde tasarruf etmek ve onun için dolaşmak manasınadır.
Sebh, aslında su üstünde yüzmek demektir. Burada hayatın çeşitli
işleri için dolaşmak ve onlarla tasarruf etmek için müstear olarak kullanılmıştır.
105
İbn Cüzeyy şöyle der: “Burada sebh, işlerde tasarruf etme ve meşgul
olma manasınadır. Yani işlerinle meşgul olman için gündüz sana yeter. Geceyi
de Rabbine ibâdete ayır.”106
Bu âyet hakkında bazı âlimlerin görüşleri:
1) Abdullah İbn Abbas ve Katâde bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir:
“Şüphesiz ki senin için gündüzün uzun bir boş zamanı vardır. Geceleyin
ibâdet et. Gündüzün bu boş zamanında da uyursun.”
2) İbn-i Zeyd ise şöyle izah etmiştir: “Şüphesiz ki senin, gündüzün ihtiyaçlarını
karşılaman için uzun bir zamanın vardır. O halde geceni dinine
ayır.” İbn-i Zeyd diyor ki: “Bu emir, gece namazının farz olduğu zamanda
idi. Sonra Allah kullarına lutfederek bu namazı hafifletti. Daha sonra ise
mecburi olmaktan çıkardı.” İbn Zeyd, 73/Müzzemmil, 1-4 âyetleri ile bu
hükmü kaldıran 73/Müzzemmil, 20 âyetlerini okumuştur. İbn Zeyd sözlerine
devamla diyor ki: Daha sonra daha geniş bir emir geldi. Hem mü’minlerden
hem de Rasûlullah’tan gece namazının farziyetini kaldırdı. Allah
Teâlâ buyurdu ki: “Gecenin bir bölümünde, sadece sana mahsus nafile namaz
kıl. Muhakkak Rabbin seni övülmüş bir makama erdirecektir.” 107
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Çünkü senin için gündüzün
uzun bir yüzüş var. Burada sebh, yani yüzmek üç şekilde tefsir edilmiştir:
1) Gündüzün yeryüzünde hareket; insanı meşgul edecek, okumaya ve
ibâdete engel işler vardır. Bunların arasında, geceki huzur ve neşe bulunmaz
demektir.
2) Diğer ihtiyaçlarını ve önemli işlerini görecek uygun bir zaman vardır,
demek olur.
105 M. Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, 7/101
106 İbn Cüzeyy, Teshil, 4/157; M. Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, 7/104
107 17/İsrâ, 79; İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, 8/463
• 58 •
Ahmed Kalkan
3) Bir mânâ da, kalkmakla emrolunduğun bu gecenin bir gündüzü gelecektir
ki sen o zaman uzun bir paklığa ve temizliğe ereceksin mânâsında
gelecek için bir müjde olur. “Ve açtığı sıra o sabaha andolsun.” 108 âyetinde
olduğu gibi.”109
İlâhî hitap, dâvet için bir zemin hazırlama mesabesinde olan bu girişleri
yaptıktan sonra, daveti tebliği emre ve Rasûlullah’a bu dâvetin nasıl yapılacağını
nazarî/teori olarak bildirdikten sonra, ameli olarak da nasıl yapılacağını
öğretmeye geçti:
Kur’ân-ı Kerim’de “Leyl/Gece” Kavramı
Leyl, bütün türevleri ile karanlığı ifade etmektedir. Leylun elyelu ifadesi
ise çok karanlık demektir. Güneşin batışından, fecr-i sâdık yahut güneşin
doğuşuna kadar olan süre gece olarak kabul edilmektedir.110 Bu nedenle
nehâr’ın ortaya koyduğu mânânın
karşıtı bir kozmik, sosyolojik ve psikolojik
yapıya sahiptir. Yevm odak kelimesi ile anlam ilişkisi olan “leyl” kozmik
olarak nehâr kelimesinin karşıt anlamlısı olan anahtar kelime olarak karşımıza
çıkar. Leyl kelimesinin leyâl şeklinde çoğulu olmakla birlikte
ikili
yoktur.111 Ânâe’1-leyl112 terkibi, gece saatleri, gece boyunca, gecenin başı,
ortası, sonu, bu saatlerde yapılan iş ve ibâdetler113 gecenin bir kısmı, belli bir
gecenin belli bir kısmı,114 kat’un min el-leyl115 gecenin sonudur. Teheccüd116
kelimesinin ifade ettiği vakit ise gecenin bir bölümüne tekabül eder.117
Karanlık, gece yapılan işler, gecenin değişik bölümleri, beyazla
siyah
arası durum, gece, konuşmamak, karanlık gece ve dshr gibi mânâları ifade
eden bir başka kelime ise s-m-r kökünden türeyen,118 sâmir119 lafzıdır.
Ayrıca sâmir, bir kabile ismi olarak kullanılmaktadır. 120 Leyl kelimesinin
108 74/Müddessir, 34
109 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 8/399-400
110 el-Ferâhîdî, VIII; 363; el-Cevherî, V, 1815; er-Râgıb el-Isfahânî, s. 457; ez-Zebîdî, VIII, 109
111 İbn Manzûr, XI, 67, 610
112 3/Âl-i İmrân, 113; 39/Zümer, 9
113 İbn Kuteybe, s. 493; er-Râzî, Tefsir, VIII, 85-86, 164-165; XVI, 218), nâşiete (73/Müzemmil, 6)
114 Fahreddin er-Râzî, Tefsir, XIX, 160
115 11/Hûd, 81
116 17/İsrâ, 79
117 er-Râzî, Tefsir, XXI, 25; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tibyân fi Aksâmi'l-Kur'ân, s. 368
118 Râgıb el-Isfahânî, s. 242; İbn Kuteybe. s. 298; ez-Zâvî, II, 610
119 20/Tâhâ, 85, 87, 95; 23/Mü'minûn, 67
120 el-Beydâvî, 11, 65, 124
• 59 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
kuşattığı zaman, yevm kelimesinin ifade ettiği 24 saatlik zaman diliminin
bir parçası olması sebebiyle, yevm ile anlam ilişkisi
olan anahtar bir kelimedir.
Yevm’in ifade ettiği 24 saatlik zamanın,
leyl/gece nin kapsadığı zamanın
yansından başlatılıp ertesi gece aynı vakitte sona erdiği 121 şeklindeki açıklamalar
günümüzde kabul görmektedir.
Kur’ân’da esas olan, gecenin istirahat vakti oluşudur. Ancak geceleyin
ibâdet övgüye daha lâyık,122 ihlâsı yakalamaya
daha müsait bir zaman123
olarak belirtilmiştir.
Gündüzü ifade eden nehâr kelimesiyle birlikte zikredilişinde,
hep geceyi ifade eden “leyl” önceliklidir. Böyle bir filolojik sıralama
kozmolojik sıralamanın ifadeye dökülmesidir. Nitekim Araplar’da da
her günün gecesi gündüzünden önce kabul edilmektedir.
124 Bu nedenle 24
saatlik bir zaman dilimi anlamında, günü gece yarısından başlatmak yevm
hakkında yapılan açıklamalara,
insanın yaratılışına tekabül eden vakte, leyi
kelimesi için anlam ilişkisi içerisinde bulunan kelimelerin kapsadığı zamana,
namaz vakitleri ile ilgili açıklamalara ve pratik hayatın gerçeklerine uygun
düşmem ekte tir.
Kur’ân, dinî, iktisâdi, sosyolojik ve psikolojik olarak 24 saatlik zamanı
fecr ile başlatmakta, güneşin belirtisinin kaybolması ile de bu zamanı sona
erdirmektedir. Binâenaleyh “leyl” kelimesinin ifade
ettiği gece süresince bir
sorumluluk söz konusu değildir. Ayrıca gece ve uykunun ölüme benzetilmesi,
bu durumu destekleyen ayrı bir delil olmalıdır. Bütün bu durumların
yanı sıra Kur’ânın, geceyi, hayatın olmazsa olmazı 125 olarak takdim etmesi
pratik hayatın ve kozmolojinin bir realitesidir. Sürekli geceye veya sürekli
gündüze varlığın hangi kısmı tahammül edebilir.126
Kur’ân’da 92 yerde zikredilen “leyl” kelimesi, ister gündüzü ifade eden
nehâr kelimesiyle ister gündüzde yapılan bir amel ile geçsin, hep Allah’ın
kudretine delil olarak gösterilen süreklilik arz eden bir yapıdadır. Kozmolojinin
hareketi ile işleyen leyl/gece âhiret sahnesinde görülmemektedir. Zira
evrenin yapısının bozulmasıyla varlık sahnesinden
silinmiş olur.
121 Yeni Hayat Ansiklopedisi, III, 1420
122 25/Furkan, 47, 64
123 73/Müzzemmil, 2-8
124 İbn Manzûr, VI, 66
125 16/Nahl, 12; 25/Furkan, 62
126 Fahreddin er-Râzî, Tefsir, XXXI, 173
• 60 •
Ahmed Kalkan
Geceyi yaratan kudret,127 onun işlevini dünyevî hayatn hizmetine sunmuştur.
Onunla ilgili taksimatlar
konusunda, gecenin yansından, yarıdan
az eksiği veya fazlası,
üçte biri,128 şafak, karanlık ve dolunay olmuş ay 129
gecenin çok mühim vakitleridir. Böylece 24 saatlik zaman diliminin anlatımı
için, Kur’ân’da geçen kelimelerin
tahlil ve değerlendirilmesine çalışıldı.
Günlük zaman ölçekleri, daha büyük zaman ölçümleri yapmanın önceliğini
oluşturur. Dolayısıyla
bu öncelikli ölçeklerle ölçülen sürelere geçilebilir.
130
Gece ve İhyâsı
Gecesini diriltemeyenin gündüzü de ölmüştür. Gündüzün yiğidi olmak,
gecenin âbidi olmaktan geçer. İç zenginliğin elde edilmesinde mekândan
(kalpten) sonra ikinci önemli faktör zamandır. Elbet geceler de gündüzler
de Allah’ındır. Ne ki, iç zenginliğin elde edilmesinde en müsâit zaman olan
geceyi kazanmamız gerekiyor. Çünkü gökler gece vakti sıyırırlar duvaklarını.
Gece, amellerin Allah katına arzedildiği müstesnâ zamandır.
Çağdaş zaman anlayışıyla İslâm’ın zaman anlayışı taban tabana zıt. Bu
zıtlık, zamanı kullanmada da kendini gösteriyor. Allah Kur’an’da çeşitli zaman
parçaları üzerine yemin eder: “Ve’l-asr, ve’l-leyl, ve’s-subh, ve’d-duhâ
(Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun)” gibi. Bu yeminler, zamanın izzetinin
İlâhî dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden
bir şey kaybetmez; Aynen su gibi. Zaman hayattır, zamanı israf, hayatı
israftır, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan
umut kesmemelerini tavsiye eden âyet “esrefû alâ enfusihim (nefislerini israf
edenler)” 131 tasvirini yapar.
Çağdaş zaman anlayışı, ünlü tâbirli akşamcıdır, yaratılışın doğasına aykırıdır.
Allah’ın belli maksada mebnî olarak yarattığı geceyi amacının dışında
hovardaca kullanmak, çağdaş insanın tabiatı haline getirildi. İslâmî
anlayışta zaman, doğasına en elverişli biçimde kullanılır. Mü’min, üzerine
güneşi doğdurmaz, güneşin üzerine kendisi doğar. Zamanı kullanmada İslâm,
tâbir câizse sabahçıdır. Bu nedenle, sabahın diriltici dinginliğinden en
127 21/Enbiyâ, 33
128 73/Müzzemmil, 2-4, 20
129 84/İnşikak, 16-18
130 Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları, s. 163-165
131 39/Zümer, 53
• 61 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
çok Müslümanlar yararlanır. Allah rasûlünden gelen rivâyetlerde “yatsıdan
sonra Rasûlullah’la oturup konuşurken…” gibi rivâyetlere pek rastlanılmaz.
Aksine; Buhârî, Evkatu’s-Salât bâbında Ebû Berze’den, Allah Rasûlü’nün
yatsıdan sonra mecbur kalmadıkça konuşmayıp istirahate çekildiğini, yatsıdan
sonra oturmaktan hoşlanmadıklarını nakletmekte.
Gece ve Kur’an
“Kuşkusuz Biz onu mübârek bir gecede indirdik.” 132 Gece, Allah’ın, üzerine
yemin ettiği vakitlerden biri. Kur’an, bir gece vakti indiğini ifşâ ediyor
bizlere. “Kadir” bir gecenin adıdır ki ad olduğu geceyi gecelerin efendisi
yapmıştır. Mi’râc da gecenin armağanlarından, bir gece vakti (leylen) vuku
bulmuştur, insan neslinin erebileceği en yüce rütbeye bir gece vakti ermişti
evrenin efendisi. Gecenin ümmete getirdiği hediyelerden biri de “Hicret”.
Kur’an; “Gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye
kapanan topluluk” 133; bu grubu kitab ehli içerisinde ayrıca anmış, onların
diğerleriyle bir olmadığını ifâde etmiştir. Rasûle de bu bağlamda bir
emir indirilerek gecesinin bir kısmında uykusunu bölerek teheccüd namazı
kılması istenmiştir.134 Rasûlüne iç zenginliğin yollarını gösteren Allah’ın bir
tavsiyesi daha: “Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında O’nu tesbih
et ki, memnun olasın.” 135
Bu konuda açıklamaya çalıştığımız Müzzemmil sûresi çok ilginç bir
sûredir. İlginçliği -hâşâ- garipliğinden değil; ilk nâzil olan sûrelerden olmasına
rağmen ihtivâ ettiği iç zenginliğin elde edilmesine yönelik İlâhî emirlerden
gelmekte. Bilinen bir şey var; bu sûre nâzil olduğunda bildiğimiz beş
vakit namazın henüz farz olmadığı. Daha dâvetin esaslarının bile yeni yeni
belirlendiği nübüvvetin ilk yıllarına ait bu sûrede, Rasûlullah’a ve ona ilk
uyan bir avuç insana neyin emredildiği birlikte okuyalım: “Ey örtüsüne bürünen!
Geceleyin kalk (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu). Gecenin
yarısında (kalk) ya da bundan biraz eksilt. Veya buna ekle. Ve Kur’an’ı tertîl
üzere oku. Doğrusu Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten gece
neş’esi (dinginliği, insanın iç evreninde uyandırdığı) etki açısından daha güçlü,
okumak bakımından da daha etkilidir.” 136
132 44/Duhân, 3
133 3/Âl-i İmrân, 113
134 17/İsrâ, 79
135 20/Tâhâ, 130
136 73/Müzzemmil, 1-6
• 62 •
Ahmed Kalkan
Evet, henüz beş vakit namazın bile farz olmadığı, İslâm’ın gerçekten
garîb olan ilk ve zor günlerinde bu âyetler oldukça anlamlı bir şeyin ifâdesiydi;
gelecekte İslâm’ın tüm yükünü omuzlarında taşıyacak olan çekirdek
kadronun şahsiyet eğitiminin. Onlar projesi Allah’a ait olan, mimarı Rasûlullah
olan İslâm binasının temel taşlarıydılar. Temelin sağlam atılması gerekiyordu.
İşte insanın iç dünyasını zenginleştirici mesajlar taşıyan bu gibi
âyetler bu amaca mâtuf olarak iniyordu.
Adı geçen sûrenin son âyeti ininceye kadar Rasûlullah ve ashâbı gece
namazını farz olarak kıldılar. Sûre-i Müzzemmil’in son âyetindeki “…O sizin
(gece saatlerini) hesap edemeyeceğinizi bildiği için sizi affetti. O halde
Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun (ne kadar kolayınıza gelirse o kadar gece
namazı kılın)” ibâresiyle bu vecîbe hafifletildi. Kaldırılmadı; “fakraû mâ teyessera
mine’l-Kur’an” ibâresinden de öyle anlaşılıyor. “O halde Kur’an’dan
kolayınıza geleni okuyun” anlamına gelen bu cümlede “parça” ile “bütün”
kastedilmiş olup namazda Kur’an okunduğundan gece namazı, mecâzî olarak
“Kur’an okuma” ile ifâde edilmiştir.
Sûrenin sözkonusu son âyetinin, kendisinden önceki âyetlerden ne kadar
sonra indiği hakkında farklı rivâyetler var. Bir yıl, iki yıl, on yıl diyenler
olduğu gibi, son âyetin Medine’de nâzil olduğunu söyleyenler de var. Hz.
Âişe bu âyeti kastederek “12 ay sonra indi, Rasûlullah ve ashâbı 12 ay gece
namazını farz olarak kıldı” demektedir. Abd İbn Humeyd’in Yakub ve Cafer
yoluyla Saîd’den gelen rivâyetinde Allah Rasûlü ve ashâbı on yıl gece
namazını bir vecîbe olarak edâ etmişler, on yıl sonra bu âyet nâzil olarak
mü’minleri rahatlatmıştır.
Şöyle ya da böyle Allah Rasûlü ve ashâbı aylarca -belki de yıllarca- teheccüd
için zorunlu olarak kalkmışlar, hatta bu vecîbeyi hafifleten âyet nâzil
olduktan sonra bile bu namaz Rasûlullah için “Ve gecenin bir kısmında
uykunu bölerek sana özgü bir nâfile namaz kıl” 137 emriyle farziyetini muhâfaza
etmiştir.
En güzel örneğimiz olan Rasûlullah’ın gecesi bizim gecemize niçin örnek
olmamaktadır? Onun iç dünyasının, Rabbi tarafından nasıl zenginleştirildiğinin
delili olan bu âyetler niçin bizim iç dünyamızı da zenginleştir-
137 17/İsrâ, 79
• 63 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
mesin? Rasûlün sünnetlerine sarılması gereken bizler ona has farzlara karşı
niçin bu denli lâkayt davranabiliyoruz? Dahası insan, her şeyin olduğu gibi
zamanın da yaratıcısı olan Allah tarafından “elverişli” olarak nitelenen gece
adlı serveti nasıl hovardaca harcayabiliyor?
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz. Nasıl
dirilirseniz öylece haşrolunursunuz.” Bu Nebevî uyarıdan alacağımız çok
ders var. Uykuyu bir tür “ölüm” olarak nitelemek gerekiyor. Kur’an’da Sûre-
i En’âm’da, uykudan “ölüm” olarak “yeteveffâküm bi’l-leyl” diye söz edilir.
Buradan yola çıkarsak, en azından yarı ölüm olan gecelerimiz için şunu
söyleyebiliriz: Eğer gündüzünüz güzelse, geceniz de güzel olacak; geceniz
güzelse sabahınız da (yeniden dirilişiniz) güzel olacaktır. Bunlar birbirine
bağlı şeyler. Böylesi bir ortamda gecesinin hesabını veremeyenin gündüzünün
hesabını verebilmesi ne mümkün? Her şeyin el ayak çektiği bir özge
vakitte cansızlar, canlılar ve sâlihlerle birlikte bu evrensel koroya eşlik etmenin
insanın iç dünyasında ne ufuklar açacağını düşünebiliyor musunuz?
Gündüzleri imanlarımızı gevreten bireysel ve toplumsal ilişkilerin,
tuğyan ırmağına dönen caddelerin, bulaşıcı bir biçimde ta yüreklere kadar
sirâyet eden riddet, cehâlet ve inanç sefâletinin iç dünyamızdaki tahrîbâtını
gecenin rahmetinden yararlanarak onaramıyorsak, kalbimizin kıyâmeti
yakın demektir.
“Geceler tâ subh olunca inletir bu dert beni” diyen sevgi eri gibi kırık-
dökük hâlimizi Allah’a arzedelim. İçimizin sonsuz ülkesi için yapalım
bunu. Oranın ruh gibi, iman gibi, iz’an gibi, irfan gibi, ihsan gibi sâkinleri
için yapalım bunu; esir coğrafyamız için yapalım, göğsünde kalp yerine taş
taşıyan zavallı insanımız için yapalım bunu. Geceyi yüreğimizin sarnıcında
damıtarak ve gecenin dallarından derinlik yemişleri toplayarak erelim
sabaha.
Geceleyin iç coğrafyamızda edindiğimiz tecrübeyi gündüzün dış dünyamıza
aktaralım. Bilelim ki, gecenin bir vaktinde sıcak yataklarına elvedâ
diyenler; kendi adına, toplum adına; kana, sömürüye ve zulme doymayan
müstekbirler elinde oyuncak olan mazlum ümmet edina, her gün imanı
kundaklanan sayısız insan adına, hâcet kapısının eşiğini aşındıranlar kuracaktır
geleceği.
• 64 •
Ahmed Kalkan
Çünkü her toplumsal değişimin tohumu önce yüreklerde çimlenir ve
baharın ilk goncaları göğüslerde açar. Sözü vardır Allah’ın 138; “sâlih” olma
liyâkatini elde eden kullarına verecektir toprağın ve suyun emânetini. 139
Kıyâmu’l-Leyl, Nâşietu’l-Leyl: Gece Neşesi
Türkçe’de anlam kaymasına uğrayarak “boşuna” mânâsına kullanılır
olan “nâfile” kelimesinin, İslâm’daki nâfile ibâdetler ve namazlar için asla
böyle anlaşılmaması gerektiğinin altını çizelim. İslâm fıkhında, “farzların
dışındaki namazlar nâfile ise de, yaygın olarak; farz, vâcib ve sünnet namazların
dışında kılınan ilâve namazlara “nâfile namazlar” denilir ve bu
namazlar, -hâşâ- boş yere kılınan değil; “zorunlu ve gerekli olana ilâve” olarak
ve Allah’a yak(ın)laşmak amacıyla kılınan, mü’mine mânevî derinlik
kazandıran namazlardır. Beş vakte ilâve olarak, hayatın diğer anlarında da
Allah’ı zikredip anmak, düşünmek, O’na şükretmek, ihtiyaçları O’na arzetmek
için kılınan nâfile namazlar, kulluk bilincini sürekli diri tutar. Teheccüd
namazı, tahiyyetü’l-mescid (mescid selâmlama), duhâ/kuşluk namazı,
şükür, istihâre (hayırlı olanı isteme), istiâne/hâcet (Allah’tan yardım dileme),
tesbih namazı, akşam namazından sonra kılınan altı rekât evvâbîn,
güneş ve ay tutulduğunda kılınan küsûf ve husûf namazları, hatta deprem,
şiddetli rüzgâr, sürekli yağmur, kuraklık, yıldırım ve salgın hastalık… anlarında
Allah’ı zikredip anmak, O’na sığınmak ve O’ndan yardım dilemek
için kılınan nâfile namazlar, hayatı tümüyle ibâdet haline getirir.
Nâfile namazların en güçlü olanı ve insanı Allah’a en çok yaklaştıranı,
gece kalkılarak ik, dört, sekiz… rekât kılınan teheccün namazıdır. Rabbimiz
“kıyâmu’l-leyl”i, yani gece kalkmayı Hz. Peygamber’in şahsında, onun
misyonunu üstlenen tüm mü’minlere ve dâvetçilere emreder. Ve gece kıyâmı
sadece teheccüd namazı için değil; daha çok ağır ağır, anlaya anlaya,
düşüne düşüne Kur’an okumak içindir: “Ey örtüsüne bürünen! Birazı hâriç
gece kalk! (Gecenin) Yarısı kadar ya da ondan biraz eksilt. Veya bunu artır
ve ağır ağır (tertîl üzere) Kur’an oku! Doğrusu Biz sana (sorumluluğu) ağır
bir söz indireceğiz. Gerçekten gece neş’esi/kıyâmı (kalp ve uzuvlar arasında)
tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir kırâate daha elverişlidir. Çünkü gündüz
senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır.” 140
138 7/A’râf, 128
139 Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 73-78
140 73/Müzzemmil, 1-7
• 65 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Müzzemmil sûresinin 6. âyetinde gece kıyâmı için kullanılan tâbir çok
ilginçtir: Nâşietü’l-leyl, yani gece neş’esi!... Gece kalkıp namaz kılarak, akleden
kalple Kur’an okuyarak o riyâsız dinginlikte bir ulvî neş’e yaşamak…
Âyetin devamında; bu zaman diliminde, dil, göz ve kalp arasında tam
bir harmoni/uyum sağlanarak, “sorumluluğu ağır bir söz”ün, yani Kur’an’ın
daha iyi anlaşılacağı vurgulanır. Kuşkusuz, Kur’an’ı gereği gibi, yürekten
okuyup âyetleri üzerinde düşünerek mesajlarını iyi kavrayabilmek için en
uygun zaman, mekân ve ortam seçilmelidir. Tevhid mücâdelesinin en zor
aşamasında, hakkı olanca kesinliği ve netliği ile anlatan Rasûlüne Rabbimizin
“gece kıyâmını/neş’esini” emretmesi hayli düşündürücüdür. Gün boyu
zorlu bir mücâdeleye giren, bütün çabasını insanlara dâvâsını anlatmak
için harcayan bir dâvetçinin gece ciddi bir zihinsel hazırlık yapması gerekir.
İşte bu fikrî/kalbî hazırlığın yapılabileceği en elverişli zaman; gece vaktidir.
Herkesin uykuya daldığı, insan zihninin en uyanık ve zinde olduğu,
sessiz, sâkin ve riyâsız bir ortamda kıyâmu’l-leyl’de bulunup huşû içinde
ibâdet etmek ve uzun uzun, ağır ağır, yani tertîl üzere Kur’an okuyup tefekkür
etmek… Gece kıyâmını nâşietü’l-leyl, yani gece neş’esi haline getirmek
bu olsa gerektir. Müzzemmil sûresi, 6. âyetindeki “eşeddü vat’en” ibâresinin
anlamı da bunu işaret eder: Tam bir uyum! Üstad Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-
Kur’an’da açıkladığı üzere; gerçekten de gece vakti, kalp ile dil arasında
tam bir harmoni oluşturmak için çok elverişli bir ortamdır. Burada kul ile
Allah arasına başka bir engel giremez; dolayısıyla kişi, diliyle ne söylüyorsa
kalbinin sesi de aynı şeyi söyler. Kezâ, âyetteki “akvemu kıylen” (sağlam bir
kırâat) ifâdesi de şu anlama gelir: Gece vakti, Kur’an’ı sâkin, huşû içinde ve
yüreğinde duya duya okumaya, dolayısıyla onu en iyi bir şekilde anlamaya
çok uygun bir zamandır. Gündüz vakti ise, hem meşgûliyetlerin çokluğu ve
hem de insanın dikkatini dağıtan, zihnî çabasını zayıflatan etkenlerin çeşitliliği
sebebiyle okuma, anlama ve kavramaya pek uygun bir zaman dilimi
değildir. İbn Abbas’a göre, “okumaya daha elverişlidir”den maksat, Kur’an’ı
anlamaya, Kur’an’da fıkıh sahibi olmaya demektir.
Evet, var mıyız gece kıyâm edip o ulvî vakti gece neş’esine çevirmeye?!
Huşû içinde ve riyâsız namaz kılıp düşüne düşüne, anlaya anlaya Kur’an
okuyarak Kur’an’da fıkıh sahibi olmaya?! Ve de, gündüz vakitlerimizi de,
öğrendiğimiz Kur’ânî hakikatler doğrultusunda ihyâ edip “yaşayan Kur’an”-
lar olmaya?! 141
141 Abdullah Yıldız, Vakit, 17 Ocak 2006, s. 20
• 66 •
Ahmed Kalkan
Bir müslümanın farzların dışında günün belirli vakitlerinde kılabileceği
nâfile namazları vardır. Fakat bunlar arasında teheccüd namazı birçok
yönüyle üzerinde durulması gereken bir namazdır. Peygamberî deyişle,
bir süt sağımı kadar da olsa gece uyanık olup Allah Teâlâ’nın huzurunda
bulunmalıyız. Diğer insanlardan farklı olarak, uykumuzu bölerek huzur’a
varmalıyız.
Bilelim ki, gecesi olmayanın gündüzü yoktur. Gece sabaha kadar yatağa
boylu boyuna uzanan birisinin gündüze vereceği önemli bir şeyi olamaz.
Gece feyizle dolduğumuz, gündüz ise boşaldığımız vakittir.
Ne güzeldir gece! Yıldızların parlayıp kendisini gösterdiği, nurların
tecellî ettiği zaman ve mekândır gece. Bin aydan daha hayırlı olan vakit,
gündüz değil; gecedir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın şu yalan dünyadaki en yüce ve
mutlu ânı olanı Mi’râc, gece vuku bulmadı mı? Evet, gece gönül adamlarının
akşama kadar bekleyip durduğu vakittir. Gece samimiyettir. Gecenin
riyâsı yoktur. Herkes uyurken kalkmalı, güzel bir abdest alıp soğuk suyla,
Rabbimizin huzuruna varmalı, boynumuzu bükmeli… Gecenin nasıl iletken
olduğunu göreceğiz. Radyo dalgaları bile gece daha iyi çeker.
Gecenin bir kısmından sonra uyanmak, Allah Teâlâ’nın huzuruna
varmak, bu ümmetin güzel özelliklerinden, hoş yükümlülüklerindendir:
“Gecenin bir kısmında da uyanıp sırf sana mahsus fazla bir ibâdet olmak
üzere onunla (Kur’an’la) gece namazı kıl. Ümit edebilirsin, Rabbin seni bir
makam-ı mahmûda gönderecektir.”142. Rasûlullah da şöyle buyurur: “Ümmetimin
en şereflileri Kur’an’ı ezberleyenler ve gece ashâbıdır.” 143
Geceleri ihyâ etmenin, özellikle teheccüd namazının fazileti çok büyüktür.
Biz, dizleri şişinceye kadar geceleri namaz kılan bir peygamberin
ümmeti olarak bu vasfı kazanmak mecbûriyetindeyiz. Başka bir delil ve teşvik
unsurunu aramak niye, önümüzde böyle bir örnek varken?
Allah Teâlâ geceden ayrı olarak bir de seher vakitlerini de af dilemekle,
istiğfarla geçirmemizi tavsiye etmektedir: “Onlar gecenin az bir vaktinde
uyurlardı, seher vaktinde istiğfar ederlerdi.”144; “(O takvâya erenler) ‘Ey Rab-
142 17/İsrâ, 79
143 Taberânî, Beyhakî
144 51/Zâriyât, 17-18
• 67 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
bimiz, biz iman ettik. Artık bizim günahlarımızı mağfiret et ve bizi ateşin
azâbından koru’ diyenler, sâdıklar, itaatle boyun eğenler, infak edenler, seherlerde
Allah’tan mağfiret dileyendir.” 145
Allah yolunda cihad edenler gecelerinin bir kısmını mutlaka ibâdetle
geçirmişlerdir. Geceyi ihyâ etmek bütün mü’minler için güzel bir şeydir,
fakat özellikle bir dâvâ adamı için, bir mücâhid için zarûrettir. Bizimle geçmişte
savaşan düşmanlarımız bizi böyle bilmişlerdir. İbn Esir ve diğer tarihçilerin
belirttiklerine göre, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbıyla ve daha sonra
gelen müslümanlarla savaşan kâfirler, onlardan bahsederken “gündüz savaşan,
geceleri ibâdet eden kişiler” olarak söz etmişlerdir. Müslümanlarla
savaşıp yenilince, cephe gerisinde yenilgilerinin sebebini anlatırlarken, “Biz
öyle bir kavimle karşılaştık ki, gündüzleri savaşıyorlar, geceleri ibâdet ediyorlar.
Bizim yaşamayı sevdiğimiz kadar onlar da ölümü seviyorlar” şeklinde
tanıtmışlardı bizi.
Gündüzleri Allah adına bir şeyler yapmak isteyenler, geceleri mutlaka
Allah ile beraber olmak durumundadırlar. Dâvâ adamı için gece dolma,
gündüz ise boşalma vaktidir. Geceleri boylu boyuna uzanarak deliksiz bir
uyku uyuyanın gündüze vereceği pek bir şey yoktur.
Dikkat edelim, Allah Rasûlünün peygamberliğinin ilk yılları. Yeryüzünün
en karanlık toplumuna, en zâlim ve en câhil toplumuna gönderiliyor.
Bu karanlığı, bu zulmü ve cehâleti yok etmek, onlarla savaşmak için gönderiliyor.
Rasûlullah, bütün bunlar karşısında kendisini ne ile donatıyor,
ne ile kuvvetleniyor? İşte İlâhî emir, işte ilk inen sûrelerden Müzzemmil.
“Ey örtüsüne bürünen! Gecenin birazı müstesnâ, kalk. Yarısında veya ondan
biraz eksilt. Yahut biraz artır ve Kur’an’ı yavaş yavaş oku. Muhakkak ki Biz
sana ağır bir söz vahyedeceğiz. Muhakkak ki gece kıyâmı/kalkışı daha tesirli
ve onda okumak daha elverişlidir. Muhakkak ki gündüzde seni uzun uzun
alıkoyacak işler vardır. Rabbinin adını zikret, her şeyi bırakıp yalnız O’na
yönel.” 146
İslâm tarihinde belirtildiğine göre bu sûre indikten sonra Allah’ın
Rasûlü ve O’na iman edenler gecenin büyük bir bölümünü dizleri şişinceye
kadar ibâdetle geçirmişlerdir.
145 3/Âl-i İmrân, 16-17
146 73/Müzzemmil, 1-8
• 68 •
Ahmed Kalkan
Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’indeki rivâyetlere göre Müzzemmil
sûresinin başındaki bu âyetler gece ibâdetini farz kılmıştır. Daha sonra
mü’minlerin bu durumunu gören Allah teâlâ, bir yıl sonra aynı sûrenin son
âyetlerinde belirtildiği üzere bu farziyeti kaldırmış ve gece ibâdeti sünnet
olarak kalmıştır. Tabiî bundan sonra da Rasûlullah (s.a.s.) bu ibâdeti yine
bırakmamış, devam ettirmiş, ümmetinin de farz olarak değil de sünnet olarak
sürdürmelerini ısrarla istemiştir.
Şimdi iyi düşünelim; şu anda bizim her yanımız küfürle kuşatılmış,
küfür ve şirk bizi bombardımana tutmuş. Özellikle günümüzün her saniyesinde,
her ânında ve her noktasında küfrün ateş mevzii içerisindeyiz. Basını,
yayını, sokağı, kitabı, çarşısı ve pazarıyla şeytanın, küfrün, tâğutların
kesintisiz hücumuna muhâtabız. Küfrün ve bâtılın ateş sağanağı altındayız.
Bu alev ve ateşler içerisinden sıyrılıp kendimizi kurtarıp atabileceğimiz tek
zaman ve tek mekân gecedir. Kendimizi küfrün bu alevlerinden kurtardıktan
sonra yine küfrün üzerine dönerek, ona karşı duracak, onu söndürecek
gücü temin edebileceğimiz tek yer, gece değil midir? Küfrün bu türlü
amansız ve kesintisiz hücumları karşısında akşama kadar kaybettiğimiz
enerjiyi alabileceğimiz başka bir zaman ve mekân var mıdır?
Kendisi bir yana, başka insanlara bir şey verme iddiâsında olanların,
onları küfrün kesintisiz hücumlarından kurtarmak isteyenlerin bu güce, bu
kuvvete, yani geceye ve gecede dolmaya ne kadar da ihtiyaçları var!
Allah yolunda cihad etmek arzusunda olanlar, Allah için çevresinde bir
şeyler yapmak isteyenler, Allah adına kıpırdamak isteyenler bilmelidir ki,
en büyük düşmanlarından birisi de sıcak yataklardır. Sıcak yatakları dost
edinenler bütün cephelerde savaşı kaybetmeye mahkûmdurlar. 147
8-10. Önceki âyetler, İlâhî mesajı alarak onu kendi manevî dünyasına
yansıtması
ve insanlara tebliğ etmesi İçin Hz. Peygamber’i psikolojik
yönden hazırlamaya
yönelikti. Bu âyetler ise manevî hazırlıkla birlikte tebliğin
nasıl yapılması ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini öğretmektedir.
Bunlar, daima Allah’ı anarak O’ndan yardım istemek, samimi kalp ile O’na
yönelmek, O’nun gücüne dayanmak ve koruyuculuğuna güvenmek; inkârcıların
kendisi hakkında söyledikleri “sihirbaz,
kâhin, şair, mecnun” gibi
yakışıksız sözlere, iftiralara aldırmamak, bunlara sabırla
göğüs germek ve
147 Mehmed Göktaş, Namaz Gözaydınlığım, İstişare Y., s. 99-103
• 69 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
böyle durumlarda bu tür sözleri söyleyenlerle gereksiz ve verimsiz bir tartışma
ve çatışma ortamına girmektense onlardan uzaklaşmaktır. 148 Mekke
döneminin ilk zamanlarda inkârcıların, Rasûlullah’a ve yeni müslüman
olan az sayıdaki insana karşı tutumları daha çok sözlü sataşma şeklindeydi.
Âyette Peygamber Efendimiz’in gittikçe şiddetlenecek olan bu olumsuz
davranışlar karşısında takınacağı tavır belirlenmektedir. Buna göre Rasûl-i
Ekrem’in
gerek üstün ahlâkı gerekse tebliğ görevi onun kötülüğe kötülükle
karşılık vermesini engelleyecek; dolayısıyla o, -korktuğu, âciz olduğu için
değil- ödevi gerektirdiği
için düşmanlarının haksız sözlerine, sataşmalarına
katlanmayı bilecektir. Onun, bu tür saldırganlardan “uygun bir şekilde
uzaklaşması” da fiziksel anlamda uzaklaşmaktan çok, onlarla tartışma ve
çatışmaya girişmekten, karşılık vermekten kaçınmak şeklinde yorumlanmıştır.
Nitekim hicrete kadar Hz. Peygamber’in tutumu
da burada belirtildiği
şekilde olmuştur. 149
- 8. Âyet -
وَاذْكُرْ اسَْ رَبِّكَ وََتبَتَّلْ إَِليْهِ تبْتِيلا
“Rabbinin adını zikret. Bütün varlığınla O’na yönel.” (8. âyet)
Ey Muhammed! Rabbinin ismini çokça zikret. Dâvet için, gece ve gündüz
Allah’ı anarak yardım iste. İbâdet ve O’na tevekkülünde, her şeyi bırakarak
tamamen O’na yönel. İşlerinden hiçbirinde O’ndan başkasına dayanma.
Dünya işlerini bitirince O’na samimi bir şekilde ibâdet için vakit ayır.
Mevdûdi diyor ki: “Gündüzün meşguliyeti anlatıldıktan sonra “Rabbinin
adını an” buyurulmaktadır. Bundan şu anlam çıkar; dünyada bir iş
yaparken daima ve her durumda Allah’ın adını zikretmeli ve O’ndan gâfil
olunmamalıdır.”150
148 krş. 6/En'âm, 68
149 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, V/411
150 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, Ahzâb an: 63; 6/458
• 70 •
Ahmed Kalkan
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İşte bu iç ve dış sebeplerden
dolayı ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve tertîl ile Kur’ân
oku ve Rabbinin ismini an. Gece ve gündüz onu an. “Sübhânallah”,”Lâ ilâhe
illâllah”, “Allahu Ekber” demek, Allah’ı ululamak, namaz kılmak, Kur’ân
okumak, ilim öğretmek, Allah için öğüt verip yol göstermek gibi Rasûlullah’ın
(s.a.s.) gece ve gündüz bütün saatlerinde meşgul olduğu şeyler buna
dâhildir. “Tam anlamıyla ona yönel” Kendini her şeyden çekerek Rabbine
çekil, samimi bir şekilde onun emir ve itaati ile meşgul ol. İçinde yüzdüğün
dünya meşgale ve maksatları, alakası gönlünü asla işgal etmesin.
Tebettül: Lügatte, kesmek demektir. Nitekim her şeyle ilgisini kesip
Allah’a ibâdet ettiği için Hz. Meryem’e “betûl” denilmiştir. Erkeklere karşı
istek ve arzu duymayan kadına da betûl denir.
Tebtîl: İyice ve tamamen kesmek; tebettül ise çalışarak kesilip çekilmektir.
Râzi şöyle der: “Vetebettel ileyhi tebettülen” veya “Bettel nefseke
tebtîlen” buyurulmayıp “Vetebettel ileyhi tebtîlen” buyurulması ince bir
mânâyı ifade eder. Şöyle ki, asıl maksat, her şeyden kesilip Allah’a dönmektir.
Tebtîlde ise, Allah’a yönelmek için bir iş yapma mânâsı vardır. Bir işle
meşgul olan kendini tamamen Allah’a vermiş olamaz. Zira Allah’tan başkasıyla
meşgul olan, Allah için her şeyden ilgisini kesmiş olmaz. Fakat “tebettül”
ün yani Allah’a çekilmenin meydana gelebilmesi için de önce “tebtîl”
yani kendini her şeyden çekmek gerekir. Nitekim bir âyette, “Uğrumuzda
cihad edenlere gelince, elbette Biz onları yollarımıza hidâyet ederiz.” 151 buyurulmuştur.
Onun için, yüce Allah önce asıl gaye olan “Allah’a yönelme”yi,
sonra da onun şartı olan “bu iş için çalışma”yı zikretmiştir.152
“Rabbinin ismini zikret ve ona yönel” denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin
Rab ismine bağlanması da önce, yaratılanlardan ve kullardan
ilgiyi kesip Yüce Allah’ın İlâhlık hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki
idare şeklini ve tasarrufundaki sırları düşünmeye dalmak; ikinci olarak
da işten o işi yapana, hükümden o hükmü verene nefsi teslim etmek
mânâsına işarettir.”153
“Rabbinin adını an, bütün varlığınla O’na yönel.”
151 29/Ankebût, 69
152 Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 179.
153 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/400.
• 71 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
“Allah’ın adını anmak” demek sadece yüzlük ya da binlik “zikir” tesbihleri
ile O’nun yüce adını tekrarlamak demek değildir. Gerçek anlamda
“Allah’ın adını anmak” dille yapılacak zikir ile birlikte uyanık bir kalbin
O’nu anmasıdır; bunun yanı sıra aynı kalp duyarlılığı ile namaz kılmak ve
Kur’an okumaktır. Ayetin orijinalinde geçen “tebettül” sözcüğü de insanın
yüce Allah dışındaki her şeyle ilgisini tamamen kesmesi, tüm varlığı ile Allah’a
yönelerek ibâdete ve zikre dalması, her türlü oyalayıcı ve gönül karıştırıcı
yabancı duygudan arınması, tam bir duygusal duyarlılıkla Allah ile baş
başa kalması demektir.
Yüce Allah dışındaki her şeyle ilişkiyi kesme anlamına gelen “tebettül”
ün gereği vurgulandıktan sonra zaten gerçekte Allah dışında hiçbir şeyin
var olmadığı, isteyenin O’na yönelebileceği vurgulanıyor. 154
“Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel.” (8. âyet)
Zikir
“Zikir”, sözlükte; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi
dile getirme, hatırlatma demektir. Bir başka deyişle ‘zikir’, kişinin mârifet
(bilgi) olarak elde ettiği şeyi korumasını sağlayan bir faaliyettir ki, bu;
zihne aittir. Kavram olarak ‘zikir’; Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi
tavsiye edilen, hamd, duâ, ibâdet ve övgü gibi fiiller ve sözlerdir.
Zikir, insanın bilgi olarak elde ettiği şeyleri muhâfaza altında tutmasına
ve gerektiğinde hatırlamasına imkân sağlayan bir bellek anlamında potansiyel
bir gücü ifade ettiği gibi, bir şeyin kalben veya sözlü (dil ile) hatırlanması
şeklinde aynı gücün harekete geçirilmesine de denir. 155 Kalp veya
dil ile zikir, unutulmuş bir şeyin yeniden hatırlanması, ya da hâfızadakinin
unutulmamak üzere sürekli canlı tutulması şeklinde olabilir. 156
“Zikir”, aslında kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı
uyanık olmasıdır. Bunu dil ile ifade etmeye zikir denilmesinin sebebi, kalpteki
zikre (hatırlamaya) işaret etmesindendir. Bazılarına göre zikir, insana
sevap kazandıran her türlü amelin genel adıdır.
154 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Müzzemmil sûresi tefsiri
155 Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s. 328
156 Râğıb, a.g.e. s. 328
• 72 •
Ahmed Kalkan
Zikir, Allah’a itaattir. O’na itaat etmeyen kişi, diliyle ne kadar tesbih
ederse etsin veya tevhid kelimesini söylerse söylesin, gerçek zikri yapmış
olmaz. Aynı kökten gelen ‘mezkûr’, zikredilen, anılan şey demektir. “Gerçek
şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer (mezkûr) bir şey
değilken, uzun zamanlardan bir süre gelip geçti.” 157 Yani insan, Allah’ın ilminde
var iken, bizzat kendisi henüz mevcut değildi, henüz ortalıkta yoktu.
Bu gerçeğe değinen başka âyetleri de görmekteyiz. 158
Yine aynı kökten gelen ‘zikrâ’, çok zikir, yoğun zikir demektir ki bu,
‘zikir’ kavramından daha geniş bir manayı kapsamaktadır. “Korkup sakınanlar
üzerinde onların (âyetlerle alay edenlerin ) hesabından herhangi
bir şey (sorumluluk) yoktur. Ancak (bu) bir yoğun hatırlatmadır (zikrâ’dır).
Umulur ki korkup sakınırlar.” 159; “Gündüzün iki tarafinda ve gecenin (gündüze)
yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler (hasenât), kötülükleri
(seyyiâtı) giderir. Bu, öğüt alanlara yoğun bir hatırlatmadr (zikrâ’dır).” 160
‘Zikir’ kökünden gelen bir başka kelime de ‘tezkira’dir. Tezkira; hatırlatma,
öğüt, hatırlatan şey demektir. (Tezkire; belli bir meslek mensuplarının
biyografilerinin anlatıldığı kitaplara da denilmektir. Türkçe’de ‘tezkere’
şeklindeki söyleyiş; rapor, izin belgesi, askerlik görevinin bittiğini gösteren
belge anlamında kullanılmaktadır.) Kur’an ‘tezkira’ kelimesini bir hatırlatma,
bir uyarma olarak kullanmaktadır. “Hayır; O (Kur’an) bir tezkiradır (bir
hatırlatma, bir öğüttür). Artık dileyen, onu düşünüp öğüt alsın.” 161
‘Zikir’ kökünden gelen ‘zeker’, ‘müzekker’, ‘zükûr’ kelimeleri ise, dişinin
karşıtı olarak erkekliği ifade ederler. Aynı kökten gelen bir başka
kelime ise ‘tezekkür’dür. Bu da düşünüp öğüt almak, ibret almak demektir.
Kur’an bazı şeyleri hatırlattıktan sonra ‘düşünmez misiniz, ibret almaz
mısınız?’ diye soruyor. 162 Kur’an, ‘zikir’ kelimesini çeşitli formlarda kullanıyor.
Peygamberimize, mü’minlere, ehl-i kitaba, İsrâiloğullarına, sahâbelere,
157 76/İnsan, 1
158 19/Meryem, 67; 36/Yâsin, 79; 10/Yûnus, 4, 34 vd.
159 6/En’âm, 69
160 11/Hûd, 114; Ayrıca bkz. 6/En’âm, 90; 7/A’râf, 2; 21/Enbiyâ, 84; 29/Ankebût, 51 vd.
161 80/Abese, 11-12; Ayrıca bkz. 20/Tâhâ, 3; 57/Vâkıa, 73; 69/Haakka, 12, 48; 73/Müzemmil, 19; 74/Müdessir,
49, 54
162 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 3, 57; 11/Hûd, 24, 30; 24/Nûr, 1, 20
• 73 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
kendilerine elçi gönderilmiş topluluklara; ‘hatırlat’, ‘hatırlayın’, ‘aklınıza
getirin’, ‘an’ ‘anın’ şeklinde hitap etmektedir.
Bu kullanılışlara ait birkaç örnek görelim: “Âhireti arzu edenler ve Allah’ı
zikredenler için, Hz. Muhammed’de en güzel örnek vardır.” 163 “Kur’an’da
Allah’ın bir olduğunu zikrettiğin (andığın veya hatırlattığın) zaman, kâfirlerin
gerisin geriye kaçtıklarını görürsün.” 164 Bazı hayvanların insanın emrine
verilmesinin sebebi; insanların Allah’ı nimet veren olarak hatırlamalarıdır
(zikretmeleridir). 165 Müşrikler boğazladıkları hayvanların üzerine Allah’ın
adını anmazlar (zikretmezler). 166 Hâlbuki mü’minler avladıkları ve boğazladıkları
hayvanların üzerine Allah’ın adını anarlar (zikrederler). 167
Kur’ân-ı Kerim’de Zikir Kavramı
“Zikr” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de 292 yerde geçer. Sadece
“zikr” kelimesi ise, 76 yerde zikredilir. Sadece emir halinde 37 yerde geçer.
İslâmî kavramlardan, anlamı en çok daraltılanlardan biri “zikir” kavramıdır.
Zikir kelimesi, çok geniş bir anlama ve muhtevâya sahip olduğu
halde, neredeyse tek anlama indirgenmiş ve içi boşaltılmıştır.
“Zikr” kelimesi, Kur’an’da 30’un üzerinde farklı anlamlarda kullanılmaktadır:
Zikir kelimesiyle ifade edilen bu anlamlar: Zikretmek, söylemek,
bahsetmek, konuşmak, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, gereğini
yapmakla birlikte hatıra getirmek, kadrini bilmek, tefekkürle birlikte hatıra
getirmek, mükâfatlandırmak, övmek, şükrünü edâ etmek, tekbir getirmek,
telbiye, duâ ve yakarış, söz, laf, kıssa, haber, Kitab, Kitab indirme,
Kur’an, Kur’an dışnda ilâhî kitaplar, Peygamber, şân, şeref, şeref verici
husus, nasihat ve düşünceye sevkeden husus, düşünce, ikaz ve nasihat,
delil, hatırlamaya (ibrete) sevkeden vaaz ve öğüt anlamlarına gelir. 168
163 33/Ahzâb, 21
164 17/İsrâ, 47
165 43/Zuhruf, 13
166 6/En’âm, 138
167 5/Mâide, 4; 22/Hacc, 28, 34, 36; 6/En’âm, 118, 119, 121; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan
Yay. s. 774
168 Mahmut Çanga, Kur’ân-ı Kerim Lügatı, Timaş Y. s. 193-195
• 74 •
Ahmed Kalkan
Bir başka araştırıcı, zikir kelimesinin Kur’an’da 37 mânâda kullanıldığını
belirtir. Bu anlamları alfabetik olarak şöyle sıralar: Anlamak,
anlatmak, besmele, bilme, dâvet etmek, delil, düşünenler, düşünmek,
görmek, hatırlamak, hatırlatmak, ibâdet etmek, ibret, iman, itaat etmek,
kıssa, kitap, konuşmak, kulluk yapmak, Kur’an, Levh-i Mahfûz, mükâfatlandırmak,
namaz kılmak, okumak, öğüt, öğüt almak, öğüt vermek,
sevmek, söylemek, şan, şeref, şerefli, şükretmek, Tevrat, uyarı, vahiy, yol
göstermek, erkek. 169
Kur’an’da “zikir” kelimesinin anlamlarını göstermek için, bu kavramın
geçtiği âyetlere örnekler vererek belirtelim:
Anlamak: Kur’ân-ı Kerim, bir durumun belirginleşmesi ya da iki konu
arasındaki farkın anlaşılması hususunda zikir kavramını anlamak şeklinde
kullanır. Bu anlamda Kur’an’da dokuz yerde kullanılan zikir, daha çok akıl
sahipleri ve ilim ehli için kullanılmaktadır. 170 Bu âyetlere bakıldığında ilim,
araştırma ve tefekkür isteyen konuların, ancak ilim sahiplerince anlaşılabileceği
ifade edilmekte, bir konuyu derinlemesine düşünüp araştırmayanların
onu anlamayacakları, zikir kavramılyla ortaya konulmaktadır.
Anlatmak 171
Besmele 172
Bilmek 173
Dâvet etmek 174
Delil 175
Düşünenler 176
169 Ramazan Yılmaz, Kur'ânî Kavramlar, Mücahede Yay. s. 145
170 Bk. 2/Bakara, 269; 3/Âl-i İmrân, 7; 17/İsrâ, 41
171 10/Yûnus, 71; 12/Yûsuf, 42
172 6/En'âm, 118
173 13/Ra'd, 19; 24/Nûr, 27
174 17/İsrâ, 46; 37/Sâffât, 3
175 21/Enbiyâ, 24-25
176 11/Hûd, 114
• 75 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Düşünmek. 177 Zikrin Kur’an’da en çok kullanılan anlamı, düşünmektir.
Allah Teâlâ, kullarından düşünmelerini istemekte, ancak düşünenlerin
gerçekleri kavrayacaklarını, düşünmeyenlerin ise, yolca hayvanlardan daha
sapık olduklarını bildirmektedir. Çünkü düşünmeyenlerin âyetleri anlamayacakları,
bu nedenle Yüce Allah’a gereği gibi kulluk yapamayacakları bir
gerçektir. Düşünmek, vahyî gerçekleri kavramayı ve Cenâb-ı Hakk’ı gereği
gibi tanımayı sağladığı için hem insanı, insan olma onuruna yükseltir, hem
de kulluk bilincini geliştirir. Bu nedenle de ibâdetlerin temelidir.
Görmek 178
Hatırlamak 179
Hatırlatmak 180
İbâdet etmek. 181 Yüce Allah’a ibâdet etmek anlamına da gelen zikir, bu
ibâdetin nasıl ve ne şekilde yapılacağı ile ilgili açıklamaları da beraberinde
getirir.
İbret almak 182
İman etmek 183
İtaat etmek 184
Kıssa 185
Kitap 186
Konuşmak 187
177 3/Âl-i İmrân, 191; 7/A'râf, 3; 11/Hûd, 30
178 40/Mü'min, 44
179 2/Bakara, 40; 5/Mâide, 11; 6/En'âm, 68; 7/A'râf, 201
180 6/En'âm, 69; 8/Enfâl, 2; 14/İbrâhim, 5; 25/Furkan, 73; 38/Sâd, 49
181 2/Bakara, 151-153, 238-239; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 14
182 7/A'râf, 57; 8/Enfâl, 57; 38/Sâd, 43
183 6/En'âm, 126; 7/A'râf, 130; 9/Tevbe, 126; 13/Ra'd, 28
184 20/Tâhâ, 43-44
185 18/Kehf, 83
186 3/Âl-i İmrân, 58; 16/Nahl, 43; 20/Tâhâ, 99
187 21/Enbiyâ, 60
• 76 •
Ahmed Kalkan
Kulluk Yapmak 188
Kur’ân-ı Kerim 189
Levh-i Mahfuz ya da Tevrat 190
Mükâfatlandırmak 191
Namaz kılmak 192
Okumak. 193 Bu âyetlerde, verilen kitabın okunup emirlerine tâbi olunması
ve böylece korunulması istenmekte ve Kitab’ta Hz. Meryem (r.a.) ve
Hz. İbrâhim’in (a.s.) okunması tavsiye edilmektedir. Bunlar da gösteriyor
ki zikir, okumak anlamında da kullanılmaktadır. Yoksa, bazılarının iddia
ettikleri gibi, burada zikir kavramı “adını söylemek” şeklinde olsaydı, o durumda,
Kur’an’ın bu ifadesine dayanarak sürekli bir şekilde “Meryem, Meryem”,
ya da “İbrahim, İbrahim” denilmesi gerekirdi. Bu ise hem gülünç bir
şey ve hem de şirktir.
Öğüt. 194 Zikrin en fazla kullanılan anlamlarından biri de öğüttür. Bu
anlam, kimi yerde Kur’ânî âyetlerin, kimi yerde kâinattaki olayların ve nizamın
öğüt olduğu şeklinde verilmektedir.
Öğüt almak 195
Öğüt vermek 196
Sevmek 197
Söylemek 198
188 20/Tâhâ, 33-34; 23/Mü'minûn, 110; 24/Nûr, 37
189 15/Hicr, 6, 9; 16/Nahl, 44; 25/Furkan, 29-30
190 21/Enbiyâ, 105
191 2/Bakara, 110, 157
192 2/Bakara, 198; 29/Ankebût, 45; 62/Cum’a, 9; 7/A’râf, 205; 24/Nûr, 36
193 2/Bakara, 63; 19/Meryem, 16, 41
194 11/Hûd, 120; 12/Yûsuf, 104; 50/Kaf, 36-37
195 2/Bakara, 221; 24/Nûr, 1
196 50/Kaf, 45; 51/Zâriyât, 55
197 38/Sâd, 32
198 12/Yûsuf, 42; 18/Kehf, 63; 21/Enbiyâ, 10; 94/İnşirâh, 4
• 77 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Şeref 199
Şerefli 200
Şükretmek.201 Allah (c.c.) Zekeriyâ (a.s.)’ya bir oğul lutfettiği için kendisinden
şükretmesini (zikretmesini) istemektedir.202 Çünkü, verilen bir
nimete ancak şükredilerek karşılık verilebilir. İşte bu nedenle, âyette geçen
zikir ifadesi şükür olarak anlam kazanmaktadır.
Uyarı 203
Vahiy 204
Yol gösterme 205
Erkek (Zikir kökünden zeker ve müzekker). 206
Kur’an’da bu kadar farklı anlamlarda kullanılan, dolayısıyla çok boyutlu
ve insan hayatının bütününü kuşatan zikir, aynı zamanda insanın
farklı şekillerde icrâ edebileceği ibâdettir. Zikir, dille, kalple, düşünce ile
ve bedenin diğer organları ile yerine getirelebilen bütüncül bir özelliktir.
İnsanın sadece dil ile bazı kelimeleri tekrarlaması, filin sadece bir organını
tutup onu o parça ile değerlendiren körün tutumuna benzer. Otuzdan
fazla anlamından birini almak ve sadece dil ile bazı kelimeleri tekrar etmek
zikir değil; zikirden sadece bir bölümdür. Bu parçacı anlayış, dinin
tahrif edilmesi demek değilse, en azından gaflet ve cehâlet ürünüdür.
Zikir; sadece “Allah!” demek veya O’nu hatırlatan kelime veya cümleleri
tekrarlamak değildir. Allah’ı, güzel isimlerini hatırlamak, anmak, O’na
hamd ve şükürde bulunmak, O’nu tesbih etmek, tekbir ile ululamak, Kitabullah’ı
okumak, duâ etmek; bütün bunlar zikrin yalnızca lisana ait olan
bölümüdür..
199 23/Mü'minûn, 71
200 38/Sâd, 1, 46
201 3/Âl-i İmrân, 41; 7/A'râf, 69
202 3/Âl-i İmrân, 41
203 5/Mâide, 14; 6/En'âm, 44
204 7/A'râf, 63; 21/Enbiyâ, 63
205 21/Enbiyâ, 48
206 3/Âl-i İmrân, 36; 53/Necm, 45; R. Yılmaz, a.g.e. s. 145-164
• 78 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın varlığına delâlet eden delilleri, O’nun sıfat ve isimlerini düşünmek,
Allah’ın ahkâmını, emir ve yasaklarını, tekliflerini, vaadini ve vaîdini,
O’na olan kulluk vazifelerini ve bunların hikmet ve delillerini düşünmek,
enfüsî (öznel) ve âfâkî (nesnel) bütün yaratılmışları ve bunların yaratılış
sırlarını düşünmek, varlığın her zerresinde mevcut ilâhî hikmetlerini görmek...
Bu da kalbî ve fikrî zikirdir. Bedenin memur bulunduğu görevlerle
meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak durması
ise, fiilî ve bedenî bir zikirdir.
Her çeşit ibâdette asıl olan ihlâstır, gönlün Allah’a yönelmesidir. İbâdete
değerini veren, onun derûnî boyutudur. Huşûdan yoksun, Allah’ın rızâsı
dışında başka hangi amaçla yapılmış olursa olsun, şekilce ibâdet zannedilen
hususlar, Allah’ın müslümandan istediği kulluk değildir. Yapılan ibâdetlere
Allah’ın ihtiyacı kesinlikle düşünülemeyeceği için, insanın kalbini, zihnini
ve davranışlarını güzele doğru, fıtrat istikametinde ve Allah’ın hoşnutluğu
esas alınarak değiştirme özelliği öne çıkmalıdır. En büyük ibâdet olan
namaz bile kalb-i selîm ile, ihlâsla ikame edilmediği müddetçe gerçek namaz
olmadığı değerlendirilmelidir. Zikir için de aynı durum sözkonusudur.
Sadece dille, alışkanlık kabilinden, tören havasıyla edâ edildiğinde
gerçek anlamda zikir kabul edilemez. Zikir, gönül, tefekkür/düşünce, dil
ve eylem bütünlüğü ile edâ edilmesiyle Kur’an’ın istediği gerçek zikir ve
kulu Allah’a yaklaştıran ibâdet özelliğinde olacaktır. Zikrin esası kalple,
gönülle zikirdir, Allah’dan gâfil olmamaktır. Bu başlıca üç çeşittir:
1- Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah’ın
isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir.
2- Allah’ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerini, Allah’ın bildirdiği
sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah’ın vaadini
ve tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.
3- Maddî ve mânevî varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip
düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya,
gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları
yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşâhede zevkinin bir göz kırpacak
kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının sonu,
zirvesi yoktur.
• 79 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, O da ona lâyık
bir şekilde kendisini zikreden kimseyi zikrederek karşılık verecektir. “Beni
zikredin; Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin; sakın nankörlük yapmayın!”
207 Allah’ın, zikreden kuluna zikirle cevap vermesi konusunu izah için çeiştli
açıklamalar yapılmıştır. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
Beni, Bana itaatla zikredin; Ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
Beni duâ ile zikredin; Ben de sizi, duânızı kabul ile zikredeyim.208
Beni övgü ve itaatle zikredin; Ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
Beni dünyada zikredin; Ben de sizi âhirette zikredeyim.
Beni gizli yerlerde zikredin; Ben de sizi geniş yerlerde ve yalnızlıkta
zikredeyim.
Beni ibâdetle zikredin; Ben de sizi yardımla zikredeyim.
Beni, Benim yolumda cihadla zikredin; Ben de sizi hidâyetimle zikredeyim.
Beni refâhınız, rahatınız zamanında zikredin; Ben de sizi belâ ve musîbete
uğradığınız zaman zikredeyim.
Beni doğruluk ve samimiyetle zikredin; Ben de sizi kurtuluş ve size tahsis
ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
Beni, önceden ilâhlığımı kabul ile zikredin; Ben de sizi sonunda rahmet
ve kulluğa kabul ile zikredeyim.
(Görüldüğü gibi, zikir hem insan açısından ve hem de Cenâb-ı Hak
tarafından farklı şekillerde açılımlarla değerlendirilmiştir. Sesli bir şekilde
ismi tekrarlayıp durmak şeklinde anladığımız zaman, bunun Allah tarafından
kulunu bu şekilde zikretmesi düşünülmemesi gereken bir durumdur.
O yüzden zikrin anlamını daraltmaktan şiddetle sakınılmalıdır.)
207 2/Bakara, 152
208 40/Mü’min, 60
• 80 •
Ahmed Kalkan
Zikir, mârifet ve bilgi ile olmalıdır. Allah’ın zikir emri karşısında ilk
duyulan şey, âcizlik ve Yaratıcı’nın kudretine teslim olma arzusudur.
“Sana lâyık olduğun şekilde ibâdet/kulluk ve zikir yapamadık.”
İmanın ve kulluğun başı, bu anlayıştır. En güzel zikir de “Lâ ilâhe illâllah
(Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” kelime-i tevhîdidir. Bu tevhidin ve
teslimiyetin gereği de, bu âcizlik içinde kendini, Allah’ın emirlerinin tek
yürütme vâsıtası bilerek, istenilen görevleri en güzel şekilde ve âzamî derecede
yerine getirmek için yalnız Allah’tan yardım dileyip en iyi şekilde
yapmaya çalışmaktır. İşte bu da, zikrin ve şükrün ta kendisidir. Yani, yüklenen
sorumluluk, imkân ve kabiliyet şartına bağlanmıştır. Fakat o yetenek,
Allah’ın bir yardımı olduğu için onun da işin aslında bir sınırı ve sonu
yoktur. Bundan dolayı kul, Allah’ı zikirle O’ndan yardım diler ve kendine
verilen kabiliyeti sarfeder. Şu halde, her mü’min “Beni zikredin!” emri karşısında
âcizliğini hissederek önce: “Ancak Sana ibâdet/kulluk eder ve ancak
Senden yardım dileriz.”209 şeklindeki kesin sözünü hatırlayacak; zikir ve şükür
için Allah’tan yardım isteyecektir. 210
Zikir; bir şeyin dilde veya kalpte hazır olması, o şeyin söz ile veya kalpte
hatırlanmasıdır. Bu hatırlama iki şekilde olabilir: Birincisi, unuttuktan sonra
olan bir hatırlamadır ki, bu her insanda her zaman olan bir şeydir. İkincisi,
akılda tutulan, öğrenilen ve zaten kalbe yerleşen şeyin hatırlanmasıdır
ki, kişi hiç unutmadığı bu gibi şeyleri dil ile söylediği zaman onu zikretmiş,
dile getirmiş olur. “Andolsun, size, (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin
içinde olduğu bir Kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız?” 211
âyetinde bu anlamları bulmak mümkündür.
‘Zikir’ bir âyette Peygamberimiz’in bir özelliği olarak kullanılmaktadır.
Tıpkı Hz. İsa’ya (a.s.) ‘Allah’ın Kelimesi’ denilmesi gibi. Hz. Muhammed
(s.a.s.) Allah’ın elçisidir, ama hatırlatan, uyaran veya şerefi yüce bir elçidir.
“Allah, onlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır; öyleyse ey iman etmekte olan
temiz akıl sahipleri! Allah’tan korkup sakının. Doğrusu Allah, sizin için bir
zikir (hatırlatan) indirmiştir.” 212 Bazı tefsirciler bu âyetteki zikr’in Kur’an
olduğunu, bazıları ise kelimenin burada ‘uyarı’ anlamına geldiğini söylemişlerdir.
213
209 1/Fâtiha, 4
210 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 1, s. 445-447
211 21/Enbiyâ, 10
212 65/Talak, 10
213 Muhtasar İbn Kesir, 3/518; Tefhimu’l-Kur’an, 6/384
• 81 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ın ‘zikir ehli’ (ehlu’z zikr) dediği insanların kim olduğu konusunda
da farklı görüşler bulunmaktadır. Bu kavramın geçtiği âyetin meâli
şöyle: “Biz senden önce kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (resûl)
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” 214 Bazılarına göre
‘zikir ehli’, Allah’ın daha önceden gönderdiği kitaplardır. Çünkü onlar da
peygamberlerden ve onlarla beraber gelen vahy’den bahsediyorlar, onları
hatırlatıyorlardı. Kimilerine göre, kitap ehli kimselerdir. Çünkü onlar da
peygamberleri ve görevlerini biliyorlar. Kimilerine göre de, kendilerine tebliğ
edildiği zaman daha önceden iman etmiş mü’minlerdir. Eğer müşrikler,
Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in dâvetinden şüphe ediyorlarsa, daha önce
bu dâveti anlamış ve iman etmiş kimselere sorsunlar. Çünkü onlar ‘zikr’i
anlayan, ne olduğunu bilen kimselerdir.215
Bir âyette ‘zikr’in, unutmadan sonra hatırlama anlamına geldiğini görüyoruz.
Daha önce bilinen bir şey unutulduktan sonra hatırlanıyor ve bu
hatırlama dil ile ifade ediliyor.216
Kalp ve dil ile zikrin beraber ifade edildiği âyetler de bulunmaktadır. Şu
örnekte olduğu gibi: “(Hac) ibâdetinizi bitirdiğinizde, artık (câhiliye döneminde)
atalarınızı andığınız (zikrettiğiniz) gibi hatta daha kuvvetli bir anma
ile Allah’ı anın (zikredin)…” 217 Buradaki zikir, hem kalb ile Allah’ı hatırlamaktır,
hem de Hacc esnasında veya hac bitiminde çeşitli duâ ve zikir
sözleri okuyup dil ile Allah’ı anmaktır. 218
Rabbimiz (c.c.), Peygamberimiz’e, Hz. Meryem’i, İbrâhim’i, Mûsâ’yı, İsmail’i,
İdris’i (a.s.) anmasını veya onları mü’minlere hatırlatmasını istiyor.219
Yine Peygamberimize; “Hz. Dâvud’u, Eyyûb’u, İshak’ı, Yakub’u, Elyesâ’yı,
Zülkifl’i220 ve Hûd’u da hatırlat”221 buyuruyor. İsrâiloğullarına birçok yerde;
“Allah’ın size verdiği nimetleri ve size verdiği makamları hatırlayın” demektedir.
222
214 16/Nahl, 43
215 el-Keşşâf, 2/584; Muhtasar İbn Kesir, 2/332; Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2173
216 18/Kehf, 63
217 2/Bakara, 200
218 Ayrıca bkz. 2/Bakara, 198, 203, 239; 4/Nisâ, 103
219 19/Meryem, 16, 41, 51, 54, 56
220 38/Sâd, 17, 41, 45, 48
221 46/Ahkaf, 31
222 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 8/Enfâl, 45
• 82 •
Ahmed Kalkan
Kur’an, mü’minlerden de sürekli bir şekilde Allah’ın nimetlerini hatırlamalarını
istiyor.223 Kur’an, ayrıca bütün insanlara Allah’ın kendilerine verdiği
nimetleri hatırlamalarını emrediyor. 224
Zikrin Yozlaştırılması; Zikirde
Usûl ve Âdâba Riâyetsizlik
Zikir, Kur’an’ın emrettiği önemli bir ibadettir ve yukarıdan beri anlatıldığı
şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı kesimler tarafından
“gizli mi - açık mı; toplu mu - tek başına mı yapılmalı?” gibi tartışmalara
ihtiyaç yoktur. İslâm, mü’minlerin nasıl ibâdet edeceklerini göstermiştir.
Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid’at olmamak şartıyla, Peygamberimizin
yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet yapabilir.
Ancak İslâm’ı bize öğreten Peygamberi ve O’nun sahâbelerinin hayatında,
kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden
geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri mutlaka bir
üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek, onların
da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü yettiği
kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur
ki Allah (c.c.) ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir. 225
Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah’ı zikrederken (daha doğrusu
zikir ibâdetinin bir cüz’ünü icrâ ederken) gülünç ve komik durumlara
düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter içinde kalıp
başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin bir harekettir.
Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde kalıncaya
kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların hareketlerine
benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen cehâletten ve
düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur. 226
Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı düşünmeli, sükûnet
ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım kimselerin
havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir. Bu ha-
223 2/Bakara, 231; 3/Âl-i İmrân, 103; 5/Mâide, 7, 11
224 35/Fâtır, 3; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 776-778
225 Hüseyin K. Ece, a.g.e. a.g.e. s. 92
226 Kemaleddin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 11
• 83 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
reket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm’ın ibâdet anlayışına
da ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir
ve tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar
bütün müslümanların malıdır. 227
Tasavvufta zikir, hem anlayış hem de uygulama bakımından, sünnetteki
zikir anlayışıyla bağdaşmayacak bazı ögeler içermektedir. Anlayış olarak
zikrin Kur’an’da otuzdan fazla anlamından sadece birini, en fazla birkaçını
alıp zikir olarak sadece bunu öne çıkartması, bununla yetinmesi ve hatta
zikri, bütünün bir iki parçasını cennet için yeterli kabul etmesi, halka bu anlayışı
yayması, zikri ve dolayısıyla dini daraltması, ilk dikkat çeken husustur.
Bazı kelimeleri tekrarlarken, bilincini kaybederek cezbe içinde kendinden
geçmesi halinde hiçbir sevap da elde edememiş olur. Zira uyku, unutma
ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden kaldırılmıştır.
Böyle durumlarda kalemin sevap defterine birşeyler yazmasını
ummak, İslâm’ı bilmemek demektir. Zikir; uyanıklığın, düşünmenin ve bilincin
esası iken (Kur’an ışığında böyle olması gerekirken), zikir adı verilen
bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, âdeta uyuşturucu
kullanan esrarkeşler gibi hayal dünyasında tatlı rüyalara daldırılmaktadır.
Bazıları defle dümbelekle halay çeker, dans eder gibi dönüp durmakla zikir
yaptığını zannediyor. Kimi de kendini kaybedip, kendilerini hipnotize eden
şeyhleri tarafından oralarından buralarından şiş kebabı gibi şişleniyorlar,
kendi nefislerine zulmediyorlar. Kimileri bağıra çağıra, taşkınca; kimileri
de sessiz sâkin ama şaşkınca “zikir” yaptıklarını iddia ediyorlar.
Bu anlayış ve gelenekte zikrin aksiyoner, dinamik hiçbir yönü yoktur.
İbâdet ve zikre ayrılmış belirli zamanların dışındaki günlük hayatla zikrin
hiçbir ilişkisi yoktur. Ya çok sesli veya tümüyle dilin devreden çıkartıldığına
şahit olunur. Nakşîlikte zikir, hemen tamamen zihinseldir. Dille zikir,
sadece “hatm-i hâcegân” sırasında Kur’an’dan bazı küçük sûreler okumak
ve biraz salevât getirilerek yapılır. Onun dışında kelime-i tevhid ya da lafza-
i celal’in tekrarı dille değil, zihinden, içinden geçirilerek yapılır. Bunların
yanında Nakşî tarikatlarda, esas zikir şekli, râbıtadır. Râbıta, diğer zikir
biçimlerinden üstün sayılmıştır.
227 Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş
• 84 •
Ahmed Kalkan
Yani, râbıta; kelime-i tevhidin, ya da lafza-i celâlin, gerek dille ve gerekse
zihinden tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur’ân-ı Kerim’i okumaktan
bile faziletli sayılır. Râbıtanın kaynağı ise Budizm’dir. Kitap ve Sünnette bununla
ilişkin herhangi bir delil yoktur. 228
Bu anlayış ve tavır, Tasavvuf Sözlüğünde şöyle açıklanır: “Tasavvufa
göre zikir, ‘Allah’ kelimesini veya ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini söylemek ve
tekrarlamak demektir. İlkine ‘lafza-i celâl’, ikincisine ‘kelime-i tevhid zikri’
veya ‘tevhid zikri’ denir. Tarikat ehlinin belli kelime ve ibâreleri belli
zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak
söylemeleri; ‘vird’ ve ‘hizib’ olarak da adlandırılır. Tarikat ehlinin ve sûfî
cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin gözetiminde ‘Allah,
Allah’; ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ gibi belli ibâreleri belli bir hareket düzeni içinde
söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere; tarikat âyini, semâ, hadra ve deverân
gibi isimler verilir. Söylenen sözleri ve hareketlerin ritmik (âhenkli) olması
icap eder. Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def gibi enstrumanlar
da kullanılır; Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür zikirler ekseriya
tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka her şeyden geçer,
zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini kaybeder, yaptığı
zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet,
vecd) ve Hakk’ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.
Zikir iki türlüdür: 1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye: Yüksek sesle veya çevrede
bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan zikirdir.
Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir. 2- Zikr-i hafî: Zikredenin,
sadece kendisinin işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz
zikri esas alan tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşbendîler
hafî zikri; Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.
Kaiden zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup oturarak ritmik hareketlerle
yaptıkları zikir. Kaimen zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup
ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir. Bu zikir döne döne yapıldığı için
devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i minşârî: Yesevîlikte hançereden
testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan zikir. 229
228 Râbıta konusunda geniş bilgi almak için bkz. Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşibendîlik, Ekin Y.
229 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 588-589
• 85 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Bazıları, zikir denilince, özel bir tören ve bazı büyüklerin, hocaların yönettiği
ve adına “hatim” veya “hatme” denilen halkalar içinde olacağı anlayışına
sahiptir. Bunlara karşı çıkanlar, belki biraz abartılı bir yaklaşımla “bu
âyin mi, ibâdet mi?” diye sormaktan kendilerini alamamakta; öte yandan
tâğûtî güçler ve onların güdümündeki medya da, bu tür toplantıları, saçı
sakalına karışmış, dansa benzeyen tuhaf gösterileri İslâm’ı ve müslümanları
karalamak için saf zihinleri etkilemek ve onların beyinlerine kazımak kasdıyla
bıkmadan gündemde tutup göz önüne getirmektedir.
İbrahim Sarmış, şöyle der: “Şişlerin batırıldığı, karınların yarıldığı ve
boyunların kesildiği zikir âyininde olsun, bir şef yönetiminde “illallah”, “Allah”,
“Hû”, “yâ Hû” nâraları ve göbekten çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan
zikir âyinlerinde ve kadın-erkek karışıp insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden
geçtiği âyinler, bir çeşit dansla geçen böyle saatlerin ilâhî tecelli
saatler olduğunu söylemeleri, bir garâbettir. Her yıl, bir hafta süren semâ
âyinlerinde atılan nâralar, çalınan müzik ve dans eden semâzenlerin yaptıkları
da aynıdır. Söyler misiniz, Rasûlullah Rabbini böyle mi zikretti? Ondan
sonra, ashâbı Allah’ı böyle mi zikretti? Sahâbîler Allah ve Rasûlünün
öğrettiği gibi huşû ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, havf ve recâ arasında,
münferiden ve Rasûlullah’ın öğrettiği duâlarla Allah’ı andılar. O’na
yalvardılar. Nimetini istediler ve azâbından O’na sığındılar.
Tasavvufçular, zikir esnâsında müridin şeyhini zihninde canlandırmasını,
“destûr yâ üstâz (üstâdım yardım et!)” diyerek zikre başlarken, ondan
yardım istemeyi, tıpkı Rasûlullah’tan yardım istemek gibi olduğuna inanmasını
şart koşarlar. Çünkü kendisini Allah Rasûlüne ulaştıracak şeyhidir.
Kalbiyle ve lisanıyla şeyhinden izin isteyerek “destur ey şeyhim!” demesi
yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izin istemesi, yahut
onlara râbıta yapması gerekir. Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması,
önce sağa “lâ” ile başlayıp sola “illâ” ile dönmesi ve doğrulması gerekir.
Sola doğru öne eğilerek “illâllah” demesi ile bu işi tamamlar. “Allah”,
“Hû” gibi tek isimle zikrediyorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde
ve yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin
derinliklerinden çıkarması icab eder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların
zikir şeklidir.
• 86 •
Ahmed Kalkan
Allah için söyleyiniz, Rasûlullah Rabbini zikrederken böyle tepeden
tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola
mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Çünkü o, Allah’ın peygamberidir ve Allah’ın
huzurunda edeple nasıl ibâdet edileceğini bilir ve insanlara bildirir.
Nasıl zikredeceğini Allah ona ve bize şöyle tarif etmiştir: “Rabbini içinden,
yalvararak ve O’ndan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret.
Gâfillerden olma.”230; “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilmelisiniz
ki haddi aşanları O sevmez.”231; “Onların (müşriklerin) Beytullah’ın
yanında namazları (duâları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka bir şey
değildir.” 232
Mevdûdi, ibâdetin özü ve anlamının itaat ve sadâkat olduğunu açıklar.
233 İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, şu
açıklamada bulunur: “Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma
ondan sonra cevap verin:
Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri
bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında
ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git, şu şu işleri yap’ diyor, köle bulunduğu
yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp
elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışları düzelt’ diye
tâlimât veriyor, ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde
eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes!’ diye
emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini
tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini kes’ emrini
yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet
ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı
ne yapardınız, Allah bilir!
Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete
adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama
kadar Allah bilir kaç kere Kur’an’daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine
getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile
namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar.
230 7/A'râ, 205
231 7/A'râf, 55
232 8/Enfâl, 35; İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 214, 217
233 Kur'an'da Dört Terim, s. 28-29
• 87 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğümüz
zaman: ‘Ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar!’ dersiniz. Bu yanlış
anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar.” 234
Allah’ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel kelime ve
isimleri, anlamını ve mesajını düşünmeden belli sayıda tekrarlamanın fazla
bir önemi yoktur. Bu tavır, insanın vicdanını bastırması, cehâlet ve yozlaşmayı
meşrû görüp yaptığı ile tatmin olması, esas zikir olan Kur’an’a karşı
sorumluluğu ihmal etmesine sebep oluyorsa, o takdirde bu zikir anlayışının
zararı vardır. Hemen tarikatların hepsinde, belirli aşamalardan geçen
ve tarikatta kıdemli olanlara, zikir adıyla çok yanlış ifadeler de ders olarak
verilmektedir. Anlamını bilmeden (biliyorsa daha kötü) tekrarladığı virdler
içinde, belki de insanı şirke götürecek bâtıl sözler vardır.
Meselâ “Lâ mevcûde illâllah” gibi. Bu sözün anlamı: “Allah’tan başka
varlık yoktur” demektir. Bir başka deyişle, “tüm varlık Allah’tır” Yani,
iyi-kötü yaratılmış ne varsa hepsinin -hâşâ- Allah olduğunu iddia etmek.
Ne büyük hata ve sapıklık! Ne dehşetli bir cehâlet! Allah’ın yarattığını, Allah’ın
kendisi yerine koymak. Çok korkunç bir gaflet, affedilmez bir suç! Ve
sonra bunun adını zikir koymak! Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta,
anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine; ondan
daha önce, bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek,
Allah’ı kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru
yolda yürümektir.
Zikri İhyâ Etmek, Zikirle İhyâ Olmak
Müslüman; zikri yozlaştıran, Kur’an ve Sünnet ölçüleri içinde bütüncül
anlamlarından soyutlayan ve zikir gibi büyük bir ibâdete bid’atler karıştıranlara
ve sünnetteki âdâbına uymayanlara bakarak, zikirden gâfil olamaz.
Zikri yeniden ihyâ etmek ve zikirle ihyâ olmak zorundadır. Kur’an kavramlarını
yozlaştırıp dejenere etmek, anlamlarını daraltmak ne kadar yanlış ise;
kuru, yavan, sevgisiz, bereketsiz, zikirsiz, takvâsız, ihlâssız din anlayışının
da insanı kurtarmasını beklemek o kadar yanlıştır. Günümüz muvahhid
gençliği, diğer insanlara ve özellikle müslümanlara aşırı eleştiri oklarını
yöneltir, tenkit kılıcıyla kendinden başka tüm mü’minleri doğrarken, nef-
234 Mevdûdi'den naklen; Ebu'l Hasan Ali Nedvî, İslâm'ın Siyasî Yorumu, s. 77
• 88 •
Ahmed Kalkan
sini ihmal etmekte, eleştirdiği yarı doğruların yerine tam doğruyu kendi
şahsında örnek olarak gösterememektedir. Bu tavır da, müslümanlararası
kördöğüşü andırmaktadır. İslâm, bir kötülüğü yıkarken, yerine mutlaka
ondan çok daha hayırlı bir alternatifi getirmiş ve insana sunmuştur. Soyut
tartışmalar, pratiğe/eyleme dökülmeyen iddialarla Allah’ın rızâsına erişilmez.
Zikirdeki yanlışlardan yola çıkarak bir müslümanın zikirsiz bir hayatı
tercih etmesi, ancak, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla izah edilebilir. “İman
edenlerin Allah Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için kalplerinin
saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?...” 235
“...İlâhınız bir tek İlâhtır. O’na teslim olun! (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve
mütevâzi insanları müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman
kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler; namazı kılarlar ve kendilerine
rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler (Allah için harcarlar).” 236
“Rabbini, içinden, yalvararak ve O’ndan korkarak, yüksek olmayan bir
sesle sabah ve akşam zikret. Gâfillerden olma!” 237
Allah, zikreden, zikir okuyanlara yemin etmiştir. Bu yemin, Allah’ın
verdiği şerefi ve bu konunun insan açısından Allah’ın râzı edecek önemine
vurgu yapılmak için olsa gerektir. “Saf saf dizilmişlere; Toplayıp sürenlere;
Zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilâhınız birdir.”238 Bu âyetlerde özellikleri
sayılanların melekler olduğu söylenmiştir. Ayrıca, bunların gök cisimleri,
ruhlar, kudsî cevherler, Kur’an âyetleri, âlimler ve gâziler olduğunu söyleyenler
de vardır.
Allah’ı zikretmekten yüz çevirenlere şeytan musallat olur. Şeytan ise
insanın düşmanıdır. 239 Rabbimiz’in övdüğü insanlar, her durumda, çarşıda-
pazarda, işinde-gücünde, alımda-satımda... Allah’ı zikretmekten, O’nu
hatırlayıp O’nun hükümlerine bağlı kalmaktan geri durmayanlardır. “Öyle
adamlar vardır ki (Allah’ı tesbih ederler), ne ticâret ne de alışveriş onları Allah’ı
zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar,
kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” 240 İnsan her
235 57/Hadîd, 16
236 22/Hacc, 34-35
237 7/A’râf, 205
238 37/Sâffât, 3-4
239 43/Zuhruf, 36
240 24/Nûr, 37
• 89 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
durumda Allah’ı zikretmekle mükelleftir. Bir kulu, Allah’ı zikirden alıkoyacak
hiçbir sebep olamaz/olmamalıdır. Mü’min, rahatlık ve âfiyette Allah’ı
zikrettiği ve şükrettiği gibi; musîbetler, âfet ve felâketler olduğunda da Allah’a
sığınmak, O’nun yardımını istemek mecbûriyeti hisseden kimsedir.
Zikir, içindeki hevâsına karşı zafer silâhı olduğu gibi, dış düşmanlara karşı
da zikir, çok önemli bir silâhtır. O yüzden savaş anında, düşmanlarıyla çarpışırken
de Allah’ı, hem de çok zikretmek emredilmiştir: “Ey iman edenler!
(Savaşmak için) herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebât edin ve
Allah’ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.” 241
Kamer sûresinde dört kez şu âyet tekrarlanır: “Biz Kur’an’ı zikir (öğüt,
uyarı, hatırlama) için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” 242 Burada Yüce
Allah’ın dört defa Kur’an’ın kolaylaştırmasının gerekçesini tekrarlaması
gerçekten dikkat çekicidir. Bu durum bizi devamlı sûrette Allah’ın mesajını
okuyup onu pratiğe geçirmenin mecburiyetini ortaya koyar. Yüce Rabbimiz
iman edenlerden kendisini çokça zikretmelerini/anmalarını ister. 243 Seyyid
Kutub bu âyetin tefsirini yaparken Allah’ı zikretme olayını şöyle açıklar:
“Allah’ı anmak demek ona kalpten bağlanmak, sürekli olarak onun gözetimi
ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru kuruya Yüce Allah’ın
adını tekrarlayıp durmak değildir. Kur’an Allah’ı anmak ile insanın geçirdiği
bazı vakitler ve durumlar arasında bağ kurar. Amaç, bu vakitleri ve
durumları Allah’ı anmakla donatmak ve onunla ilişki halinde olma bilinci
ile renklendirmektir.” 244
Zikir; dille, bedenle ve kalple olmak üzere üç kısımda mütâlaa edilmiştir.
Dilin zikri, Allah’ı güzel isim ve sıfatlarıyla yâd etmek, hamdetmek, tesbih
edip yüceltmek, Kitabını okumak v eO’na duâ etmektir. Bedenin zikri
de, her uzvu ne ile emr olunmuş ise onunla meşgul etmek ve yasaklardan
alıkoymaktır.
May.ih simni ibe üç çeşittir: Birincisi, Allah’ın varlığına delâlet eden
delilleri düşünmek ve şüpheleri defederek sıfat ve esmâ-yı ilâhiyeyi tefekkür
etmek. İkincisi, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları, va’d ve vaîdi ve
241 8/Enfâl, 45
242 54/Kalem, 17, 22, 32, 40
243 33/Ahzâb, 41
244 Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an, Dünya Yay. c. 8, s. 336
• 90 •
Ahmed Kalkan
bunların delillerini düşünmek. Üçüncüsü ise enfüsî ve âfâkî tüm varlığı ve
bunlardaki yaratılış sırlarını temâşâ ve tefekkür ile her zerrenin kudsî âleme
ayna olduğunu görmektir. Zikrin bu makamının sonu yoktur. 245
Zikir, bütün kısımlarıyla birlikte kalple doğrudan ya da dolaylı olarak
ilgilidir. Zira yapılan ameller, kalbi -müsbet ya da menfî- bir şekilde etkileyecektir.
Çünkü insanın maddî ve mânevî yönü arasında şaşılacak derecede
bir ilişki vardır. “Bu alâka sebebiyledir ki ruhta meydana gelen bir eserin
ruha birtakım etkileri olur. Meselâ sıradan bir örnek olmak üzere bir ekşi
hayal etmekten diş kamaşır ve bir fâcia hayalinden baş ağrısı, harâret veya
baygınlık meydana gelir ki bunlar ruhtan bedene inen eserlerdir. Aynı şekilde
bedende birtakım fiil ve davranışın tekrarından nefiste kuvvetli bir
meleke meydana gelir ki bu da bedenden ruha çıkan eserlerdir. Bu yüzden
insanda hüsn-i tefekküre engel olmayacak şekilde ve kendisine işittirecek
kadar dil ile zikir yapıldığı zaman bu dille zikirden hayalde bir etki oluşur.
Ve bundan ruha bir nûr yükselir. Sonra bu nurlar ruhtan dile, lisandan
hayâle, hayalden akla yansır. Karşılıklı aynalar gibi birbirini takviye ve biri
diğerini geliştirerek kemal noktasına eriştirir. Bunun mertebelerine son
yoktur. 246
Zikir, dil ve beden ile yapılan kalbî bir uyanıklık içinde gerçekleştirilmelidir.
Zira zikir, gafletin zıddı demektir. Dolayısıyla gafleti gidermeyen
zikir, hakikatte zikir değildir. Nitekim Allah’ı zikir için farz kılınan namazı
247 gafletle edâ edenler kınanılırken, 248 onu huşû içinde yerine getirenler
methedilmiştir. 249 Yine aynı şekilde “Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah
zikredilince kalpleri ürperir.”250 âyeti, zikrin âdeta gönlü titretecek derecede
bir şuur içinde yapılması gerektiğine dikkat çekerken, Hz. Peygamber’e
hitâben yapılan: “Rabbini, içinden yalvarıp yakararak, yüksek olmayan bir
sesle sabah akşam zikret, gâfillerden olma” 251 uyarısı dakalbî hassâsiyetin
nasıl olması gerektiğine açık bir şekilde delâlet etmektedir.
245 Fahreddin Râzî, Mefâtihu'l Gayb 4/152-153; Elmalılı, Hak Dini , Eser Y.1/540-541
246 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. 4/2362-2363
247 20/Tâhâ, 14
248 107/Mâûn, 4-5
249 23/Mü'minûn, 1-2
250 8/Enfâl, 2
251 7/A'râf, 205
• 91 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Zikir, Allah’ı tekrar e devamlı kendine merkez olarak alma ânıdır. Zikir,
dünyayı Allah’ın hidâyetine/kılavuzluğuna göre biçimlendirmek için inancın
ve ruhsal hayatın ifadesidir. Zikir, tefekkürden sonra gelen bir davranış
tarzıdır. Arınma, önce tefekkür ve sonra da tezekkürle gerçekleşir. Tefekkür
bir talep, çağrıştırmaktır. Zikir ise, zihinde çağrışımı yapılmış nesnenin
bizzat içinde var olmaktır.
Seyyid Kutub’un belirttiği gibi Allah’ı anma, hayatın dışında bir olay
olarak algılanmamalıdır. Allah’ı zikir/anmak demek, O’nun emirleri doğrultusunda
yaşamı düzenlemek demektir. Vahiyle bütünleştiğimiz oranda
zikir eylemini gerçekleştirebiliriz. Zikrin bir de toplumsal boyutu vardır.
Cemaat boyutu en fazla olan Cuma namazına Allah’ı zikretmeye koşmamız
isteniyor.252 Dikkat edilirse Cuma konusundaki âyetlerde namaza çağrıldığı
zaman Allah’ı anmaya koşulması, namazdan çıkıldıktan sonra yeryüzüne
dağılındığında da Allah’ın çok anılması isteniyor. Bu da bize toplumsal hayatta
Allah’ın belirleyiciliğinden uzaklaşılmaması, hayatımızda laik bir alan
olmaması gerektiğini vurgular.
Zikir, “ez-Zikr” diye nitelendirilen Kur’an’ı okumak, düşünmek, öğüt
almak ve yaşamaktır. Salât etmek zikirdir. Kur’an’ın hükümlerini uygulamak
zikirdir. Yapmakla Allah’ın rızâsını kazanacağımız her eylem zikirdir.
Zikretmek, anlamanadan, kurukuruya bir şeyleri tekrar etmek, vird haline
getirmek değil; aksine zikri anlamak ve anladığımızı pratiklerle göstermektir.
253
Allah’ın zikri ile kalplerin titremesi: Zikir, tam anlamıyla gerçekleştiği
zaman kalpler onunla uyanır, titrer ve kendine gelir. “İman edenlerin
Allah Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için kalplerinin saygıyla
yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap
verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri
katılaştı. Onlardan birçoğu fâsıktır/yoldan çıkmış kimselerdir.”254 “Mü’minler,
Allah zikredildiği/anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir.”255 Kalbin
titremesi, duyarlılık göstergesidir. Allah’tan bahsedilmesine, kendisine Allah’ın
hükmü hatırlatırlamsına rağmen yanlışı değiştirmeyen, ürpermeyen
252 62/Cum'a, 9-10
253 Resul Bozyel, Zikir Üzerine, Haksöz 8 (Kasım 91), s. 7
254 57/Hadîd, 16
255 8/Enfâl, 2
• 92 •
Ahmed Kalkan
ve gidişatını düzeltmeyen, (gerçek) mü’min olma vasfını kaybeder. Böylesi
bir duyarlılıktan uzak olarak yapılan zikirler gerçek zikir değildir. Sarhoş
bir halde atılan “Allah” nâraları, ancak Allah’ın gazabını celbettirir.
Zikirden Uzaklaşmak: Zikirden uzaklaşmak, kişinin özünden uzaklaşması
demektir. Çünkü zikir; aklın, düşünce ve duyguların tertemiz bir
şekilde faâliyette olması demektir. İnsanın doğru yolda yürüdüğünün işaretidir.
Zikirden uzaklaşmak ise bâtıla geçişin ve çöküşün bir başlangıcıdır.
Allah’ın kitabının zikir olduğunu hatırlarsak, Kur’an’dan uzaklaşmak
demek; dalâlete/sapıklığa düşmek, İlâhî kitabın ışığından mahrum olmak,
karanlıkta kalmak demektir. Rabbimiz, kitabına karşı ilgisiz kalan kimselerin
kalplerinin katılaşmış olduğunu bildiriyor ve onlara “yazıklar olsun!”
diyor: Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı kimse, Rabbinden gelen bir nur üzerinde
değil midir? Kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış olanlara yazıklar
olsun! Bunlar apaçık bir sapıklık içindedir.” 256
Allah’ın zikrinden uzaklaşanlar, şeytanın kardeşi olurlar. Şeytan da onları
doğru yoldan uzaklaştırır. Bâtıllarla oyalar. Fakat, insanın bundan hiç
haberi olmaz da kendini hidâyette zanneder: “Allah’ın zikrini kim umursamazsa,
ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir
arkadar olur. O şeytanlar onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin
hâlâ doğru yolda olduklarını zannederler.” 257
Kıyâmet günü Allah’ın zikrinden, yani kitabından uzaklaşmış olan kimse,
feryad ederek şöyle der: “Ah ne olurdu peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!
Yazıklar olsun bana! Ne olurdu filanı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!
Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.
Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.
Peygamber der ki: ‘Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terkettiler.” 258 Sonuçta,
Rabbin zikrinden uzaklaşmak, azâbı getirir: “Kim Rabbinin zikrinden
yüz çevirirse, Allah onu çok ağır bir azâba sokar.”259; “Şeytan onları hükmü
altına almış ve Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte bunlar, hizbuşşeytandır
256 39/Zümer, 22
257 43/Zuhruf, 36-37
258 25/Furkan, 27-30
259 72/Cinn, 17
• 93 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
(şeytanın taraftarlarıdır). İyi bilin ki hüsrana uğrayacak, kaybedecek olanlar,
şeytanın taraftarlarıdır.” 260
Zikir kelimesinin; düşünme, hatırlama, anma, öğüt ve uyarı gibi anlamlar
taşıdığını Kur’an’dan yola çıkarak biliyoruz. Dolayısıyla zikrin gerçekleşmesi
için bu anlamların bir bütünlük arzetmesi gerekir. Kitabın zikir
olması ile kişinin zikretmesi arasında bir bağlantı vardır. Zikir, sadece dil
ile bir “anış”tan ibâret değildir. Bir ismi tekrar tekra söylemek, tek başına
bir zikir sayılmaz. Söylemenin ötesinde olması gereken şartlar vardır. Bunlar:
Düşünmek, 261 öğüt almak,262 hatırlamak,263 Rabbin ismi (esmâü’l-hüsnâ’dan
biri) olması, yani “Hû” kelimesi gibi aslında zamir olan birçok kişi
için kullanılıp onların yerini tutan bir kelime olmamalıdır. 264
Allah’ı çokça zikredilmesi istenen âyetlere265 dikkat edildiğinde, bizden
istenen zikrin sayısal değerinden bahsedilmediği görülecektir. Yani, “şu
isimleri şu kadar tekrarlayın” şeklinde bir emir yok. Zikrin sabah akşam
çokça yapılması, her yerde ve her zaman Allah’ı zikretmenin istenmesi gösteriyor
ki, dil ile çok çok tekrarlama yerine (ondan daha önemli olarak);
hatırlama, düşünme, idrâk etme, ifade etme ve öğüt alma, hep zikir halidir.
Bilinçsiz bir şekilde yapılan tekrardan öte, gerçek zikrin, düşünerek, ibret
alarak şuurlu bir şekilde yapılan hareketler olduğu bilinmelidir. 266
Muhammed el-Behiy, zikrin Kur’an’da öncelikli ve ağırlıklı olarak
Kur’an anlamında kullanıldığını belirtir ve şöyle der: “Zikir, Kur’an’da çok
yerde Allah’ın kitabı olan Kur’an anlamında kullanılmıştır. Zikir, daha sonra
‘tesbih’e, tesbihin yapıldığı ve zâhidlerin devam ettiği yere isim olarak
verilmişse de, bu isimlendiriş, tesbihte aslolanın Kur’an ve âyetleri olmasından
ileri gelmektedir. Allah’ı zikir, O’nu sürekli biçimde hatırında tutmak,
O’ndan gâfil olmamak, O’nu anmaktır. Allah’a anmak; mü’min insanı Allah’ın
yüceliği, azameti ve korkusu karşısında şuurlandırarak açık bir anlayış
kazandıran bilinçli bir işlemdir.
260 58/Mücâdele, 19
261 3/Âl-i İmrân, 191
262 37/Sâffât, 13; 7/A'râf, 3
263 5/Mâide, 110
264 76/İnsan, 25-26; 73/Müzzemmil, 8
265 3/Âl-i İmrân, 41; 33/Ahzâb, 41-42; 62/Cum'a, 10
266 Zikir, Kur'an Okulu, Heyet, Hanif Y. sayı 14
• 94 •
Ahmed Kalkan
Bu aklî davranışın insan hayatındaki eseri; doğruluk, Allah yoluna
uyma, kendisine ve başkasına kötülük veren şeyden kaçınma şeklinde belirir.
Mü’min kişi, her şeyden önce insandır. Bu yüzden kendisinde yanılma
ve unutma olabilir. Allah yoluna uymasına engel olan hatalı durumları görülebilir.
Yanılır, unutur veya hata ederse; Allah’ı anması, bütün bu durumlardan
önceki güvenle yürüdüğü doğru çizgiye dönmesi gerekir. Kur’an, bu
konuda mü’minlere şöyle sesleniyor: “O takvâ sahipleri, bir kötülük yaptıklarında,
ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı zikrederler. O’nu hatırlayıp
günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfâr ederler...” 267 Özetle, Allah’ı
zikir, olumlu davranışa iten aklî ve ruhî bir işlemdir. Zikir (Kur’an), sözden
önce anlamdır. Sembolik bir tablodan öte bir değer ve fonksiyon taşır.” 268
Yusuf Kerimoğlu, zikir kavramını açıklarken, zikrin İslâmî hükümleri
bilmek ve ahkâmı edâ etmek olarak ifade eder ve şöyle der: Bir mükellef, sahih
bir itikada sahip olmadığı ve ihlâsı esas almadığı müddetçe, sâlih amel
işleyemez. Müslümanlar, zikir ibâdetini edâ ederek gafletten kurtulabilirler.
Bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Yeryüzündeki hilâfet vazifesini hakkı
ile edâ etmeye niyet etmeyen kimselerin, bazı lafızları “dudak servisi” ile
tekrarlamalarına zikir denilemez. Kur’ân-ı Kerim’de zikir ehli, şeriatı bilen
ve ahkâmını hakkı ile edâ eden kimseleri ifade için kullanılmıştır: “Bilmiyorsanız
zikir ehlinden sorunuz.” 269 âyet-i kerimesindeki incelik budur. 270
Zikir, insanı Allah’a yaklaştırır. O’nu çok zikreden O’na daha çok yaklaşacaktır.
Allah’ın zikrini dilinden düşürmeyen, kalbinden eksiltmeyen, aklından
çıkarmaya kişi ile Allah araksındaki uzaklık, soğukluk kalkar. Allah’a
karşı insanda bir ünsiyet, samimiyet ve muhabbet oluşur. Allah’ı zikreden
kişi, Allah ile beraberdir. O’nun yasakladığı, rızâ göstermediği bir durumla
karşılaşınca zikirullah sâyesinde ona yaklaşmaz. Allah’ın her şeyi her an
görüp işittiğini, bildiğini insanın devamlı aklından çıkarmaması, zikirdir,
zikrin ta kendisidir. Bunun bir diğer adı takvâ ve ihsandır. Bu anlamıyla
zikirden başka hiçbir şey, insanda Allah kontrolünü, murâkabeyi sağlayamaz.
Mü’min, karşılaştığı sıkıntılar ve musîbetler ânında Allah’a yönelir,
O’na sığınır, O’na tevekkül eder. Bu vasıflar, Allah’ı iyi tanıyan, O’nunla beraber
olan, O’nu zikreden kişilerde yer alır. Son zamanlarda yapılan araş-
267 3/Âl-i İmrân, 135
268 Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, s. 30, 189
269 16/Nahl, 43
270 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 345
• 95 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
tırmalarda Allah Teâlâ’yı zikretmek sûretiyle yeni yeni beyin hücrelerinin
faâliyete geçtiği, beyinde yeni galerilerin açıldığı, böylece insan için yeni
açılımlar meydana geldiği, zikrin bu yolda yeni sıçramalar yaptırdığı ortaya
çıkmıştır. Zaten “zikir ehli” olan Kur’an vârisleri olan âlimlerin olaylara
yaklaşımında bu husus açıkça görülmektedir.
Müslümanların ayrılmaz vasıfları olan cihad ve zikir, görünüşte birbirlerine
hiç benzemeyen vasıf ve amel gibidir. Fakat iyice araştırıldığında,
birbirlerine çok yakın, birbirlerini tamamlayan, netice itibarıyla aynı noktada
birleşen iki amel olduğu görülecektir. İnsanın kendi nefsi ve şeytanla
olan cihadında zikir, bu cihadın ta kendisidir. İnsan, nefsinin ve şeytanın
kötülüklerinden ancak Allah’ı zikretmek/hatırlamak sûretiyle kurtulabilmektedir.
Ve insanın düşmanlarla yaptığı cihadında en büyük desteği zikir
sağlamaktadır. Allah’ın zikriyle bütünleşmiş bir bünye, bâtılı düşman ilan
etmiş, bâtılla cepheleşmiş ve onun asla uyuşmaz hale gelmiştir.
Müslümanlar olarak, zikirle emrolunduğumuz gibi, cihadla da emrolunduk.
Hak adına, Allah’ın askeri olarak bâtıla karşı savaşmak müslüman
olmanın gereğidir. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler de tâğut
(bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın evliyâsına/
dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” 271
Müslüman, bâtılın temsilcilerine karşı yürüteceği bu cihad ve savaşı, “îlâ-yı
kelimetullah” (Allah’ın adının yücelmesi) için yapmak zorundadır. Cihadı
yerine getirdikçe Allah Teâlâ’nın ismi yücelmekte, Allah’ı zikretmiş olmakta,
cihada yönelmektedir. Müslümanların sahip olmakla emrolundukları
cihad ve zikir vasıflarını bu noktada birbirlerinden ayırmak mümkün değildir.
272
Zikrin Psikolojik Faydaları
Her çeşit ibâdet ve zikir, insanı Rabbine yaklaştırır. Kendisinin O’nun
koruma ve gözetiminde olduğu duygusunu verir; bağış umudu güçlenir,
içinde gönül rahatlığı oluşur, üstüne sekînet ve huzur iner. “İyi bilin ki kalpler,
ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur, huzur bulur.”273; “Allah’ı çok zikredin;
umulur ki bu sâyede kurtulursunuz.” 274
271 4/Nisâ, 76
272 Mehmed Göktaş, Cihad-Zikir Ayrılmazlığı, s. 71-73
273 13/Ra'd, 28
274 62/Cum'a, 10
• 96 •
Ahmed Kalkan
Rasûlullah (s.a.s.) da, Allah’ı zikretmenin insanın içinde huzur ve sükûnet
yaydığını dile getirmiştir: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa,
melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekine (huzur,
feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.” 275
İnsanın huzur ve sükûna erebilmesi için, mutlaka vücudun kontrol mekanizması
durumunda olan kalbin mutmain olabilmesiyle mümkündür.
Bunun içindir ki, karaktersiz, kişiliksiz, renksiz kişiler, ya da iki yüzlü, iki
kişilikli, çifte standartlı olan yahûdiler, Allah’ı yeterince zikretmez, gerektiğinden
çok az zikrederler.276 Allah’ı zikretmeyen kâfir veya gâfiller, dünyada
da ıstırap ve stresden, bunalım ve şikâyetlerden kurtulamaz, huzûr-ı kalp
denilen saâdeti yakalayamaz. Ve esas mutluluğun âhirette olduğunu bilen
ve unutmayanlar için, bu istekleri de zikir sâyesinde olacaktır: “... Allah’ı
çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar için Alla bir mağfiret ve büyük bir
mükâfat hazırlamıştır.”277 Şeytanın vesvese ve tuzaklarına, haramları güzel
gösterip mü’mine Allah’ı ve kendisinin müslümanlığını unutturmasına karşı
en etkili silâh; kişinin diliyle, kafasıyla, gönlüyle ve her organı aracılığıyla
yaptığı eylemleriyle zikretmektir.
Allah’ın zikri, kulunu kendine yaklaştırır, onu gözetimine alır, nimet ve
rızâsıyla doları, kendini güven ve huzur duyguları kaplar. Zikir, kesinlikle
ruhu canlandırır. Allah’ın rızâsı ve bağışı yolunda umudunu güçlendirir,
rahatlama ve mutluluk duyguları verir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Allah’ı zikredenle
zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler.” 278 Zikir, stres ve kaygıya sebep
olan anlayış ve psikolojiyi giderir. Kalp, âdeta Allah’ı zikretmek için yaratılmıştır.
Zikir, kalbin kasvetini, katılık ve karanlığını giderir; Gam ve kederi,
hüzün ve tasayı, gönül darlığı ve can sıkıntısını dağıtır. Allah’ı zikreden
insan, nimetlerin farkına varıp şükreden insandır, zikir ve şükrü yüzünden
anlaşılan, devamlı tebessüm içinde olan kimsedir.
Kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olabileceğini bildiren Ra’d
sûresi 28. âyetini açıklarken, Bayraktar Bayraklı şunları söyler: “Âyette yer
alan “zikir” kavramı, Allah’ı anmak ve düşünmek mânâlarını ifade etmektedir.
İnsanın Allah’ı düşünmek üzere yoğunlaşması, kalpte bazı değişim-
275 Müslim, Zikir 25, 30, hadis no: 2689, 2700, 4/2069; Tirmizî, Deavât 7, hadis no: 3375
276 4/Nisâ, 142
277 33/Ahzâb, 35
278 Buhârî, Deavât 67
• 97 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
leri meydana getirmektedir. Bu değişimlerin en önemlisi, en dirini ve en
kalitelisi, tatmin denen doyum merhalesini yakalamasıdır. “Kalp”, gelişme
ve değişme süreci içinde daima yeni merhalelere geçer ve geçmeye de âşıktır.
Doyuma ulaşmadan, onu daha aşağı bir seviyede tutmak ve onu orada
hapsetmek, ona yapılacak en büyük zulümdür. Mânâsı değişim olan “kalp”,
daima daha şerefli merhalelere uzanarak huzurunu bulacaktır. Madde âleminde
duyulacak olan lezzet ve doyumun ötesinde daha kaliteli lezzet ve
doyumların olduğunu kalp bilir ve daima onlara sevdâlı olduğunu insana
hissettirir. Kalp ile akıl, beraberce ilâhî bilgi ve ilâhî nur sâyesinde bu merhaleleri
aşmak isterler. Bu merhalelerin en sonu, Allah’ı düşünerek varılan
doyum noktasıdır. Kalp o noktada bir karara ulaşır. Bütün değişimlerden
geçerek değişmeyene ulaşma merhalesi dediğimiz bu mertebe, mutluluğun
en son noktası olmaktadır.” 279
Zikir, kalpleri doyuran, iştahların aç gözlülüğünü gideren, susuzları
suya kandıran, akılları hedefine ulaştıran bir ibâdettir. Zikir kul için uyanıklılıktır,
şuurdur, bilinçli olmaktır. Zikir takvaya ulaştırır, takvayı öğretir,
takvaya arkadaş eder. Zikir şuurları diri tutar, gönülleri gafletten korur. Zikir
ilaçtır, zikir iksirdir, zikir âb-ı hayattır, zikir canlara can katan merhemdir.
Zikir yoksullukları kanaat zenginliğine, yalnızlıkları ebedi ve bitmez
dostluğa, mahrumiyetleri ilâhí ilgiye dönüştürür. Zikir dünyalık korkuları
giderir, endişeleri umuda çevirir, hayalleri götürür; onun yerine solmaz
gerçekleri yerleştirir. Zikir boş kuruntular (ümniyye) yerine Allah’ı bilme,
takdir etme, önünde kul gibi eğilme ve O’ndan isteme cesareti arama ümidini
verir.
İnsan, zikir sâyesinde, iç dünyasında oluşan huzur, sükûnet, doygunluk,
tatmin ve ilâhî aydınlığın yardımıyla, hayatın geçici ve iğreti çemberini
yarıp zorlukları aşarak, geldiği yer olan baba vatanı Cennet’e geldiği gibi saf
ve temiz bir şekilde geri dönme imkânını elde eder. Zikirle insan ayrı bir
güç ve olgunluk kazanır. Allah’ın da insanı zikretmesi, ancak kişinin gereği
gibi Allah’ı zikretmesiyle mümkün olacaktır.280
279 Bayraktar Bayraklı, Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 126
280 2/Bakara, 152
• 98 •
Ahmed Kalkan
İnsan, Allah’ı zikretmez, unutursa; Allah da onları terkeder, hidâyet ve
rahmetini keser; yani mecâzi anlamda Allah da onları unutur: “Onlar Allah’ı
unuttular, Allah da onları unuttu!” 281
Zikir çeşitlerinin en üstünü, Kur’an okumaktır. Bu yüzden, kalbin temizlenmesinde,
psikolojik problemlerinin çözümünde ve ruhun şifa bulmasında
büyük yeri vardır. “Biz Kur’an’dan mü’minlere şifa ve rahmet olan
şeyler indiriyoruz. Zâlimlerin ise ancak hüsrânını/ziyanını artırır.” 282
“Ey insanlar! SizeRabbinizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifâ, mü’minler
için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” 283; “... De ki: ‘O, iman edenler için hidâyet/
doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifâdır. İman etmeyenlere gelince,
onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır...” 284
Günahların bağışlanması, Cehennemden kurtulmak, Cennete girmeyi
başarmak için Kur’an okumanın faziletini ortaya koyan hadisler, günahkârlık
duygusundan doğan nefisteki stresten kurtulmak için, Kur’an’ın çok
önemli bir ilaç olduğunu gösteriyor. Kur’an, yalnızca günahkârlık hissinden
dolayı insanın içinde oluşan gerginliğin değil; aklî ve psikolojik bunalımlar
ve ruhî rahatsızlık durumlarının hepsi için bir ilaçtır. Kur’an, kalplerde
olanın, gönüllerdeki şüphe ve aşırılıkların şifasıdır. Onda hakkın bâtılı nasıl
giderdiğinin, eşyayı olduğu gibi görmeyi sağlayan bilgi, düşünce ve kavramayı
bozan şüphe hastalıklarını nasıl yok ettiğinin açıklaması vardır. Onda
hikmet, korkutma, özendirme ve kalbin iyi olmasını sağlayacak ibret alınması
gerekli şeyleri hikâye etme yollarıyla güzel öğüt verme vardır. Kalbi
kendisine yararlı şeylere teşvik eder, zararlı olacak şeylerden uzaklaştırır.
Kalp, daha önce yanlışın bağımlısı, doğrunun düşmanı olsa bile, böylece
doğruyu sever, yanlıştan nefret eder.
Kur’an, bozuk irâdenin nedeni olan hastalıkları giderir. Kalp düzelince,
irâde de düzelir, yaratıldığı hale, fıtrata döner. Ayrıca beden de normal
haline kavuşur. Vücudun, gelişim ve güçlenmesi gibi kalp de, temizleyici ve
güçlendirici olmaları sebebiyle iman ve Kur’an’la beslenir. Kalbin gelişmesi,
bedenin gelişmesi gibidir.
281 9/Tevbe, 67
282 17/İsrâ, 82
283 10/Yûnus, 57
284 41/Fussılet, 44
• 99 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Müslüman, Allah’ın zikrine devam ettiği zaman, kendisinin Allah’a
yakın, O’nun himayesi ve gözetiminde olduğunu hisseder; bu durum da,
içinde metânet ve güce bağlı bir şuur ile güven, dinginlik ve mutluluk duymasına
neden olur. Allah’ın zikri, insanın gönlünde güven ve tatmin hissi
uyandırdığı için, hayatın sıkıntı, zahmet ve tehlikelerinin önünde zayıflık
ve âcizlik duyulduğu ve hiçbir güvence ve yardımcı bulunamadığı zamanda,
insanın hissettiği stresin ilacı olmaktadır. “Kim Benim zikrimden (Beni
zikretmekten) yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır (onun
dar bir geçimi, geçim sıkıntısı vardır).” 285
Başta namaz olmak üzere bütün ibâdetler, zikirdir veya zikre yardımcı
birer unsurdurlar. Namaz kılan kişi, namazda, her biri birer zikir olan
tekbir getirmekte, Kur’an okumakta, tesbih etmekte, Allah’a hamd ü senâ
etmektedir. “... Bana ibâdet/kulluk et; Beni zikretmek için namaz kıl.” 286
Zikretmeyenler, ya da zikirden yüz çevirenler ebedî açlığa, doyumsuzluğa,
mutsuzluğa, sıkıntılı bir hayata ve yalnızlığa mahkûmdurlar. Kur’an;
bedenin, kalbin ve toplumun mutluluğunu şu veciz ifadeyle ortaya sermektedir:
“Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (doyar).” 287
“İman edenlerin Allah Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için
kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?...” 288
- 9. Âyet -
ذْهُ وَكِيلا · قِِ وَاْلَغْرِبِ لا إِلََ إِلا هُوَ فَا تَّ خِ
¿ رَبُّ اْلَ شْ
“Doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse
O’nu vekil tut!” (Âyet 9)
Ey Muhammed! Mahlûkatın işlerini idare eden ve yaratan yalnızca Allah’tır.
O, yeryüzünün doğularının, batılarının ve ikisi arasında bulunan-
285 20/Tâhâ, 124
286 20/Tâhâ, 14
287 13/Ra’d, 28
288 57/Hadîd, 16
• 100 •
Ahmed Kalkan
ların sahibidir. O’ndan başka ibadete layık ne bir ilah vardır, ne de bir rab.
Bu yüzden sadece O’na güven ve işlerini sadece O’na bırak. Meşru olan
tüm tedbirleri aldıktan sonra sadece O’na sığın, O’ndan yardım iste. O’nun
istediği ve razı olduğu şekilde ibadet et!
Mevdûdi diyor ki: “Vekil” kendisine güvenerek kendi işlerimizi ona havale
ettiğimiz şahıstır. Bizim dilimizde de hemen hemen aynı manada kullanılmaktadır.
Mahkemedeki işlerimizi bu vekilin yürütebileceğine inanır
ve işlerimizi ona havale ederiz. Bizim bir şeyler yapmamıza hacet yoktur. O
halde bu ayetin anlamı şöyledir: “Senin bu dine çağrıda bulunmana karşılık
muhaliflerin veryansın ediyorlar ve sana her türlü zorluğu çıkarmaktalar.
Ama sen bunun için kaygılanma. Sen işini doğunun ve batının Rabbi ve
bütün kainatın sahibine havale et ve O’nun seni savunacağından ve muhaliflerine
karşı bütün işlerini düzelteceğinden emin ol.”289
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bu nedenle açıklama yapılarak
buyruluyor ki, o senin Rabbin bütün doğu ve batının Rabbidir Âlemlerin
Rabbidir. Âlemde gerek parlayan gerek sönen her şeyin her hususta
Rabbi, yöneticisi, terbiye edicisi, maliki odur. Parlatan o, söndüren de odur.
Herkes gerek bilsin gerek bilmesin bütün âlem onun ilâhlığı altındadır.
O’ndan başka ilâh yoktur. Tam bir sevgiyle sevilip, gönül verilecek ve ibadet
edilecek, emrine boyun eğilecek ondan başka ilâh yoktur. İbadet edilecek
varlık ancak odur. Akılların kavrayabildiği ve kavrayamadığı bütün emellere
arzulara hakim olan ancak odur. Başkasından ummak boşunadır. Rablik
de onun, ilâhlık da onundur. Onun için, ancak onu vekil tut, bütün işlerini
onun görmesini iste. Şuurlu dileklerin hepsinde onun emir ve hükmü doğrultusunda
yürü, ona dayan. Ne senin kendinin ne de başkalarının arzusuna
göre yürüme. Onun her hususta irade ve gücü geçerlidir. Oysa onun
hükmüne uymayan her düşünce ve emel batıl ve geçersizdir. O senin bütün
işlerini iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek olanların hakkından
gelmeye yeter.
İnsanların en önemli işleri asıl olarak sadece iki durumla sınırlandırılmıştır.
Birisi Allah ile olan muamelelerin nasıl olacağı, birisi de yaratıklarla
olan muamelelerin nasıl olacağıdır. Birinci kısım daha önemli olduğu için
289 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/458-459.
• 101 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
sûrenin başından buraya kadar onunla ilgili esaslar açıklandıktan sonra,
ikinci kısım için de buyruluyor ki;”290
“Doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse
O’nu vekil tut!” (Âyet 9)
Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçede birlemek şeklinde ifade edilen tevhid, Arapça v-h-d kökünden
türemiş bir mastardır. Tevhid sözlükte, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek,
onu bir olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak,
birlemek gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak tevhid, mutlak
anlamda Allah’ın bir olduğuna, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve
benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder. Tevhid; Allah’ı
zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek; eşi, benzeri,
yardımcısı, ortağı, babası, oğlu olmadığına iman edip ibâdet ile de O’nu
birlemektir. Yani ibâdeti O’ndan başkasına yapmamak ve yalnız O’na tahsis
etmektir.
Tevhid, en geniş anlamıyla ‘bir’ Allah inancının, insanların düşündüğü
bütün yanlış ilâh düşüncelerinden uzak bir dünya görüşünün, tek Yaratıcı,
tek Rab tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. ‘Tevhid’ aynı zamanda
âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından insanlara gönderilen İlâhî dinin
adıdır. İnsanlar ya Tevhid Dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü
bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi hevâ ve heveslerinden
uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa; Tevhid de Allah’ın vahy
yoluyla gönderdiği hak dini tanımlar. Tevhid, hem inanç açısından Allah’ı
zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde “bir”lemek, hem de ibâdeti yalnızca Allah’a
mahsus kılmaktır.
Tevhid, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanan mü’minlerin, bütün
ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak
kudret sahibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri,
O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır. Tevhid ehline, yani şehâdet
getirip mü’min olanlara; Allah’ı tevhid edip birleyen anlamında muvahhid
denilir. Muvahhidler, tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince
göre hayatlarını sürdürürler.
290 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/400-401.
• 102 •
Ahmed Kalkan
Tevhid ehli, yalnızca “Allah vardır” demekle kalmaz. Bunu demekle beraber,
O’ndan başka ilâh, O’ndan başka yaratıcı, O’ndan başka rızık verici,
O’ndan başka hüküm koyucu, O’ndan başka rab olmadığına da inanır. İşte
bu inanç, Tevhid Dininin özüdür.
Tevhid’in Kapsamı: Bilindiği gibi tevhid inancı ve İslâm Dini, Tevhid
Kelimesi ile özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu ifadeyi inanarak söylerse
mü’min olur. Kelime-i Tevhid, İslâm’a giriştir. İslâm’a girdikten sonra İslâm’a
ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme duyurusudur. Mü’min, bunları
söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini kabul ettiğini
ortaya koymuş olur. Allah’la ve diğer mü’minlerle bir antlaşmadır, söz
vermedir tevhid.
Mü’min, niçin Tevhid Kelimesini söylediğinin farkındadır. Bütün kalbiyle
Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığına inanır, bunu diliyle ilân eder
ve inandığı şeyin gereğini yapar. Tevhid veya Şehâdet Kelimesi iki hüküm
cümlesidir. Birinci bölümde önce “lâ ilâhe” (ilâh yoktur), sonra da “illâ
Allah” (sadece Allah vardır), yaygın söyleyişle “Allah’tan başka ilâh/tanrı
yoktur” denilir. Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilâhları/tanrıları,
ilâh/tanrı düşüncelerini, ilâha/tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden
silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce nefy, yani
reddetme, sonra da tasdik, yani kabul etme söz konusudur. İslâm açısından
son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü İslâm’ın üzerinde durduğu en
önemli mesele, Tevhid inancıdır. İnsanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten
sorumludurlar. Tevhid, yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır;
yaratılış amacımız olan sadece Allah’a kulluk yapma bilincidir.
Tevhid, aynı zamanda Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konudur.
Hz.Muhammed (s.a.s.)’in mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların
şirk dinlerini terkederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata
(yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete (İslâm’a) katılmadır,
hem de dünya ve âhiret kurtuluşudur. İslâm’ın bütün yükümlülükleri,
bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı yerleşmiş
muvahhidler tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en
öncelikli faaliyeti ve meselesi, Tevhid ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi
özgür irâdesi elinde bulunan insan, Tevhid ile şirk arasında kendi isteği ile
bir seçim yapacaktır. Yaptığı tercihin, yani seçtiği inanç ve hayat tarzının
sonucuna da katlanacaktır.
• 103 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Tevhid veya Şehâdet kelimesinin ikinci kısmı, Hz. Muhammed’in Allah’ın
rasûlü (elçisi) olduğunu kabul ve ilân etmektir. Bunun anlamı da yalnızca
“O, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir” demek değildir elbette.
O’nu Allah’ın son rasûlü tanıdıktan sonra, O’nunla gönderilenleri, O’nun
tebliğ ettiklerini, O’nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek demektir.
Tevhid, aynı zamanda O’nun anlatıp uygulayarak gösterdiği yaşama
biçimini seçmek, O’nun tebliğ ettiği İlâhî şeriati hayat prensibi haline
getirmek anlamına da gelmektedir. O’nu tek önder ve rehber kabul edip
O’nun izinden gitmeye çalışmak demektir. Rabbimiz, hükümlerini ve kullarından
istediklerini rasulleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Kelime-i
Tevhidi bilinçli şekilde söyleyen kimse, Allah’ın hükümlerini kabul ediyor
ve o hükümleri hayatına uygulamaya karar veriyor, bu konuda her zorluğa,
her çeşit imtihana hazır oluyor demektir.
Tevhid Kelimesi İslâm’ın giriş kapısıdır. Ancak, bu kapıdan içeri girenler,
içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman esasını, her bir kulluk şartını
kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.
İlâh Ne Demektir?
İslâm kültürünün önemli kavramlarından biri de “ilâh”tır. Tevhid inancını
ve onun karşıtlarını yeterince bilmek için bu kavramı iyi tanımak gerekir.
Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak
koşma) arasındaki farkı ortaya koyar.
Sözlük anlamı; kulluk edilen, mâ’bûd haline getirilen, kendisine yönelinen,
alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği “elihe” fiili;
yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtüp gizlemek, alışmak gibi anlamlara
gelmektedir.
Kavram olarak ilâh; kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan şey, her
şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır.
Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün ma’budların ortak
adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî ıstılahta
ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir.
• 104 •
Ahmed Kalkan
İlâh; ibâdet edilmeye, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun
eğilip kulluk ve itaat edilmeye lâyık, her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık
demektir. İlâh kelimesi gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki
böylece ilâhın görülmez ve ulaşılmaz bir varlık olduğu değerlendirilsin.
İnsanoğlu, fıtratı gereği, her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan
yardım istemeye muhtaçtır. O bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü
yetmez ve başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden
üstün görür. Bütün ümitlerin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı
bir gizli “ilâh”tan yardım ister. Çevresinde gördüğü hemen bütün olayların
kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına,
yarattığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan
sığınacak bir melce’ (sığınak, kucak) arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzak insanlar, yaratılışlarında
ve pratik hayatlarındaki “bir ilâha bağlanma” ihtiyacını başka şekillerde,
bâtıl yollarla giderirler. Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı
gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiçbir tanrıya inanmadığını söylese
bile; onların içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden
çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı “bir şey” mutlaka vardır. İşte o
“şey” onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim ilginç bir örnek veriyor: Birtakım
insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün
ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan
hiçbir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, “kendi keyiflerine” uyarlar.
Kendi arzularından (hevâlarından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden
üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için
Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı
edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”291 demektedir.
İlâh zannedilen şey, insanın kendi üzerinde büyük çapta etki ettiğini
var saydığı “güç”tür. Bu kimine göre ateş, kimine göre Güneş, bazılarına
göre gök, bazılarına göre yıldızlar veya burçlar, bazı kimselere göre madde,
bazısına göre ataların rûhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre
devlet erki, bazısına göre de iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Birçok ülkede
tâğutlar, yöneticiler, özellikle diktatörler; tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz
üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman ga-
291 25/ Furkan, 43
• 105 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
zabıyla herkesi cezalandırabillen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok
yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar taparcasına saygı göstermektedirler.
Karşısında âyin şeklinde saygı duruşunda bulunmaktalar ve
o heykeli kutsal kabul etmekte, yani putlaştırmaktalar. Tarihte, Tevhid Dininden
uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir.
Kimileri inandıkları ilâhları adına putlar ve mâbedler yapıp o putlara tapınmışlardır.
Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla
bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp,
sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o
heykelleri ilâh kabul ediyorlardı. “Beşerin böyle dalâleti var / Putunu kendi
yapar kendi tapar.”
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey bir olan Allah’ındır.
Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir.
Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir.
Yerde ve gökte olan her şey isteyerek O’na boyun eğmektedir. Her şey
O’nu tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca
O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiçbir şey O’nun
dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün ve yaratıcılığının
ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir.
İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama “Allah”
birdir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah,
hem ilâhlık (ulûhiyet), hem Rablik (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet),
hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir. Kur’an’da
‘ilâh’ kavramı, daha çok şu iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun
bâtıl olsun, insanların kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek
ibâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi
düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı “şirk”tir. Allah’ın yaratma, öldürme,
diriltme, affetme, azâb etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme,
hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa,
onlar “ilâh” haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişiyi,
bir kurumu veya bir başka şeyi, “tıpkı tanrı gibi” diye düşünmesi, onu ilâh
saymasıdır. İlâh diye düşünülen şey, onu o şekilde kabul eden kişiye göre;
üstündür (müteâldir), en çok sevilendir, emirlerine ve hükümlerine mutlak
uyulacak kişidir, ondan daha büyük bir şey yoktur.
• 106 •
Ahmed Kalkan
Günümüzde bu tür ilâh anlayışını çokça görmek mümkündür. Üzülerek
söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar
hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün
nice insan, atalarının ruhunu, devlet yöneticilerini, kahramanları, devlet
örgütlerini, uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedir. Bu sahte
tanrılar için “bunların gücü çok büyüktür, bunlara asla karşı gelinemez”
diye inanılmaktadır. Gazetelerin sayfalarında görülen “futbol ilâhı”, “müziğin
ilâhı”, “sanat tanrısı”, “seks tanrıçası”, “ey falanca şarkıcı sana kul olayım”,
“ey sevgili sana tapıyorum” gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh inancının
görüntüleridir. Yine bazı şarkılarda geçen, sevgiliyi putlaştıran sözler de
bunun gibidir. Bazıları bir sporcuyu, bazıları da bir müzik veya film yıldızını
kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına
sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu bâtıl fikir, onu
sapık ilâh fikrine sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, tek partilerin, kahramanlaştırılan
bazı ölülerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler
ve uygulamaları hakkında, “karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi
zorunlu ilkelerdir” düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir.
İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar,
dolayısıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler.
Bazılarının, “birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları
en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur” şeklindeki inançları,
onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için
indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine
kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin
göstergesidir.
Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu Adiyy
bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete
geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah
(s.a.s.) o sırada 9/Tevbe sûresi 31. âyeti okuyordu. Adiy b. Hâtem, orada
söylenenleri duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım,
onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki...” Bunun üzerine
Ekrem Rasûl şöyle buyurdu: “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibâdet
etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da
din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp
• 107 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu İslâm’a dâvet
etti, o da müslüman oldu.292
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek veya
kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne
karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.”293 Diyelim ki,
herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçü veya bir hüküm var. Buna
karşın aynı konuda başka bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya
başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan
Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır veya peşinden giderse;
işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş
demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi
haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler
veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, “fâizsiz ekonomi olmaz”
diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor.
Bazıları, “Allah’ın ölçülerinin bir geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak
zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm/kanun daha doğrudur,
zamana daha uygundur, biz onlara inanırız” derse, işte bu inanç başkalarını
ilâh kabul etmektir.
Kim herhangi bir şeyi Allah sevgisinden fazla severse, bir şeye Allah’tan
fazla saygı gösterir veya ondan bu denli korkarsa veya Allah’ın dışında herhangi
bir şeye veya insana tapınırsa, ya da Allah’ın hükmüne aykırı olarak
başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh
haline getiriyor demektir.
Farklı ilâhlara inananlar bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar.
‘Falanca devletin, falanca uluslararası kuruluşun veya falanca adamın
ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen veya diliyle demese de böyle inanan
kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir.
292 Tirmizî, Tefsîr 10, hadis no: 3292
293 33/Ahzâb, 36
• 108 •
Ahmed Kalkan
İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah
Muhammedü’r Rasûlullah (Allah’tan başka tanrı yoktur. Hz. Muhammed
Allah’ın elçisidir).”294
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiçbir ilâh
yoktur.”295 “İnsanlar içinde Allah’tan başkasını O’na denk sayanlar var. Ki
onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha
büyüktür. Allah’a eş koşarak kendi kendilerine zulmedenler, azâbı görecekleri
zaman bütün kudretin ve gücün gerçekten Allah’ta olduğunu gözleri ile görür
gibi bir bilselerdi.”296
İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız
için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız
hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir. İnsanın fıtratında kendinden üstün
bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar.
İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse,
başka ilâhlara tapmış olurlar ki, bu da insanı küfre sokar. Kur’ân-ı Kerim’de
öncelikle ve her şeyden önemli ve yoğun olarak Allah’ın tek ilâh olduğu
üzerinde durulur. Câhiliye döneminde, gerek Mekke müşrikleri, gerekse
yahûdi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat Allah’ın ilâhlık vasıflarını
başkalarına da vererek, Allah’a karşı en büyük yalan ve iftira olan şirke
düşmüşlerdi.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun koyan,
nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk
belirleme Allah’tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını
da vermek olur, ki bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık
taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte
en çok görülen şirk çeşidi bunlara kulluk şeklinde olandır. “Sana indirilene
ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?
Zira tâğûta küfredip inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde tâğûtun
önünde muhâkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Hâlbuki
şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”297; “Kim tâğûta küfredip onu
294 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 295-299
295 28/Kasas, 88
296 2/Bakara, 165
297 4/Nisâ, 60
• 109 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
inkâr ederek Allah’a iman ederse, muhakkak o, kopması mümkün olmayan
sapasağlam kulpa yapışmış olur.”298
Kur’ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akîdesiyle gönderildiğini
bildirir: “(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere;
Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”
299; “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye
(emretmeleri için) her ümmete/topluma, bir peygamber gönderdik.”300
Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “İlâh” kelimesi, toplam 147 yerde geçer. “Allah” lafzı
ise, tam 2697 yerde kullanılır. “Lâ ilâhe illâllah” şeklindeki tevhid kelimesi/
cümlesi Kur’an’da iki yerde301 geçer. Aynı anlama gelen “Lâ ilâhe illâ Hû”
şeklinde 30 yerde tekrarlanır. “İman” kelimesi, değişik kullanımlarla toplam
878, onun zıddı olan “küfür” sözcüğü 525 yerde, tevhidin zıddı olan
“şirk” de 168 defa zikredilir. Sadece bu kelimelerin geçtiği, direkt olarak
tevhidi anlatan âyetlerin sayısının toplam 4447 olduğunu değerlendirdiğimizde,
Kur’an’ın her üç âyetinden ikisinin tevhidden bahsettiğini görmüş
oluruz. Bunun yanında, farklı ifadelerle tevhidin anlatıldığı âyetleri de
göz önünde bulundurduğumuzda, Kur’an’ın Allah’ın tek bir ilâh olduğuna
inanmaya ne kadar önem verdiğini ve bütün Kur’ânî esasların tevhid inancı
esasına dayandığını görürüz.
Tevhid, yaratılıştan bile öncedir.302 “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm
dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de
bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden Tevhidin ilk olarak açıklanması,
tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz
her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”
303 Aslında Kur’ân-ı Kerim Tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın
mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Tevhid akîdesinin, küçük bir
şüpheye yer bırakmadan, saf ve katıksız bir şekilde yerleşmediği bir kalp-
298 2/Bakara, 256
299 21/Enbiyâ, 25
300 16/Nahl, 36
301 37/Sâffât, 35; 47/Muhammed, 19
302 7/A’râf, 173
303 21/Enbiyâ, 25
• 110 •
Ahmed Kalkan
te hakiki imandan bahsetmek mümkün değildir. Gerçek bir iman için de
Allah’a imandan önce tâğutları tanımamak, onları reddetmek gerekir.304
Mü’min olmanın, Allah’ı kabul etmenin anlamı, Tevhid akîdesinin net olarak,
saf, arı ve duru olarak insan kalbine yerleşmesi ve buna bağlı olarak
insan hayatında, yani pratikte tezâhür etmesidir. Buna Allah’ın insan hayatına
hükmetmesi de diyebiliriz. İnsanın Allah’tan gayrı bütün sahte ilâhları
reddetmesi, sadece Allah’ın kopmak bilmeyen sağlam kulpuna yapışarak
diğer bütün iplerin kesilmesi... İşte Tevhidin rûhu budur.
O halde bize düşen, Tevhid akîdesini aslından öğrenmek ve yeniden
ona dönmektir. Ancak bu şekilde câhiliyyenin bataklığından kurtulabilir
ve yeniden dünya toplumları arasındaki izzetimizi kazanabiliriz. Kur’an Allah
Teâlâ’nın varlığını isbat etmeyi değil; O’nun sıfatlarını konu edinmiştir.
Bu âyetlerde özellikle Tevhid, yani Allah’ın bir tekliği üzerinde durularak
Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı ifâde edilmiştir. Kur’an’a göre Tevhidin
asıl mânâsı; Allah’ın birliğine, dengi ve ortağı olmadığına insanların iman
etmesidir.
Ne Yapmalı?
Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok
önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız.
“Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme
getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na
uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
- 10. Âyet -
عَلَ مَا يقُوُلونَ وَا جْ هُرْهُْ جَ هْرًا ج�َ يِلا ³ وَاصْبِ ْ
“Söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl!” (10. âyet)
304 2/Bakara, 256
• 111 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Yüce Allah dışındaki her şeyle ilişkiyi kesme anlamına gelen “tebettül”
ün gereği vurgulandıktan sonra zaten gerçekte Allah dışında hiçbir
şeyin var olmadığı, isteyenin O’na yönelebileceği vurgulanıyor. Okuyoruz:
“O doğunun da, batının da Rabbidir, O’ndan başka ilah yoktur. O halde tek
dayanağın O olsun.”
O bütün yönlerin Rabbidir. O doğunun da, batının da Rabbidir. O kendisinden
başka ilah olmayan “tek” ve “bir”dir. Her şeyden soyutlanıp sırf
O’na bağlânmak, aslında şu evrendeki tek gerçeğe bağlanmaktır. O’na dayanmak,
aslında şu evrendeki tek güce dayanmaktır. Tek olan Allah’a dayanmak,
O’nun birliğine, doğuyu ve batıyı, başka bir deyimle tüm evreni
kapsayan egemenliğine inanmanın dolaysız ürünü ve sonucudur. .
“Kalk” komutu ile bu ağır yükü sırtlanmaya çağrılan Peygamberimizin
her şeyden önce tüm varlığı ile Allah’a yönelmeye, diğer her şeyi bir yana
bırakarak sırf O’na dayanmaya ihtiyacı vardır. Çünkü ağır bir yük altında
çıkacağı uzun yolculuğu sırasında gerekli gücü ve azığı bu kaynaktan alacaktır.
305
“Söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl!”
Ey Muhammed! O yalanlayıcı beyinsizlerin senin hakkında uydurdukları
“sihirbaz, kâhin, şair, mecnun, deli” gibi sözlerle verdikleri eziyetlere
sabret. Çünkü Allah onlara karşı senin yardımcındır. Onlardan şimdilik
uzaklaş, eziyet, hakaret ve sövmekle onlara karşılık verme. Rabbin bu konuda
sana ve iman edenlere yardım edecek ve onlara galip geleceksiniz.
Zafer yakındır. Sabırlı olun, imanınızdan asla taviz vermeyin.
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Müfessirler şöyle der: “Ayette geçen
“Hecr-i cemîl” yani güzel uzaklaşma, azarlama olmadan, sövme ve
eziyet olmadan uzaklaşmadır. Bu savaş emri verilmeden önce idi. Nitekim
Yüce Allah mealen şöyle buyurmuştur: “Ayetlerimiz hakkında konuşmaya
dalanları gördüğünde, onlardan uzak ol.”306 Daha sonra Rasulullah’a kâfirlerle
harb ve öldürme emri verilmiştir.
305 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l Kur’an
306 6/En’âm, 68
• 112 •
Ahmed Kalkan
Bundaki hikmet şudur: Mü’minler Mekke’de iken az ve zayıf idiler. Geceleyin
ibadet ederek güçlüklere alışmaları emredildi ki, bu ruhi eğitimle
kendilerini düşmanlarla mücadeleye hazırlasınlar ve sayıları artsın da azgınlık
ve taşkınlığa karşı durabilsinler. Bu aşamaya gelmeden önce sabretmek
ve sadece dil ile davet etmekle yetinmek gerekir...”307
Mevdûdi diyor ki: “Buradaki “Onlardan ayrıl”dan kasıt, “onlara tebliğ
yapmayı bırak” demek değil. Yalnız, onlar beyhude şeyler söylediklerinde
onları muhatap alma denilmek istenmektedir. Onların terbiyesizliklerine
cevap vermeyin ve bunlara karşı kızmayın, öfkelenmeyin.
Yani senin tavrın tıpkı serseri birisinin şerefli bir kimseye hoş olmayan
laflar söylemesine karşılık o kimsenin onu hiç muhâtap almaması ve aldırış
etmemesi gibi olmalıdır. Burada Rasûlullah’ın tavrı zaten böyle değildi de
Allah O’na böyle olmasını öğütlemişti gibi bir anlayışa gidilmemeli. Aslında
Allah Rasûlü’nün tavrı zaten böyleydi. Ama Kur’an-ı Kerim’deki bu
irşaddan maksat kâfirlere, eğer Allah Rasûlü onların bu hareketlerine cevap
vermiyorsa bunun O’nun zayıflığı dolayısıyla olmadığını bildirmektir. Rasul
şerefli bir kimsedir ve Allah’ın tâlimâtı gereğince onların bu gibi terbiyesiz
tavırlarına bir karşılık vermemektedir.”308
“Onu vekil tut ve başkalarının diyeceklerine sabret ve onları bir hecr-i
cemil ile terket, şimdilik hallerine bırak.”
Hecr-i Cemîl: Kalben ve fikren onlardan uzak durup yaptıkları işlerde
onlara uymamakla beraber kötülüklerine karşılık vermeye kalkışmayıp
hoşgörü, idare ve güzel ahlâk ile güzel bir muhalefet yapmaktır. Bunun
benzeri, “Onun için sen kendilerine aldırma, onlara öğüt ver.” 309; “Ve cahillerden
yüz çevir.” 310; “Onlardan yüz çevir.” 311 ve “Bizden yana her bakımdan
selamette olunuz. Biz cahillik edenleri aramayız.” 312 âyetleridir. Râzi der ki:
Bir kısım tefsirciler bu âyetin “savaş” emrinden önce inip sonra savaş emri
ile hükmünün kaldırıldığı görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bazı âlimler
ise, bunun kabul edilmeye daha çok vesile olan şeyler hususunda Allah’ın
307 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/105.
308 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/459.
309 4/Nisâ, 63
310 7/A'râf, 199
311 6/En'âm, 68
312 28/Kasas, 55
• 113 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
iznine tutunmak olduğunu ve bu gibi hususların hükmünün kaldırılamayacağını
söylemişlerdir ki, en sahih olan da budur”313
Sûrenin başlangıç bölümünün Peygamberimize peygamberlik görevi
yerildiği ilk günlerde indiğini ileri süren birinci rivayetin doğru olması durumunda
surenin bu bölümünün çağrı kampanyasının açığa vurulduğu,
yalanlayıcıların ve dil uzatanların ortaya çıkarak Peygamberimize ve müminlere
eziyet yönelttikleri sonraki yıllarda indiği kabul edilmelidir. Buna
karşılık eğer ikinci rivayetin doğru olduğu varsayımından hareket edilirse
surenin ilk yarısının bir bütün olarak müşriklerin Peygamberimize yönelik
eziyetleri ve yürüttüğü çağrı kampanyası karşısındaki engellemeleri üzerine
indiği düşünülmelidir.
Bu ihtimallerden hangisi doğru olursa olsun, gece ibadetine ve Allah’ı
anmaya ilişkin direktifi izleyen bu ayetlerde Peygamberimizin sabretmeye
yöneltildiği görülüyor. Çünkü gece ibadeti ve zikir ile sabır bu çağrı hareketinin
uzun ve sıkıntılı yolu boyunca kalbi besleyecek olan iki önemli
ve birbirinden ayrılmaz azık türüdürler. Bu iki azık türü, bu çağrının hem
vicdanların kuytu köşelerine yönelik iç yolculuğu sırasında hem de çağrının
düşmanlarına yönelik dış yolculuğu sırasında aynı oranda gereklidir.
Çünkü her iki yolculuk da aynı derecede zor ve sıkıntılıdır. Bu yüzden Peygamberimize
“Müşriklerin senin için söylediklerine sabret” direktifi veriliyor.
Yani müşriklerin kin ve nefret güdüsü ile senin hakkında söyledikleri
bütün çirkin sözleri sabırla karşıla. Bunun yanısıra;
“Yanlarından nazik bir şekilde ayrıl.”
Yani onları paylama, onlara kızma, onlara küsme, onlara kırıcı karşılıklar
verme. Bu direktif, bu çağrı hareketin Mekke dönemine -Özellikle bu
dönemin ilk yıllarına- ilişkin yöntemini yansıtıyor. Bu yöntem sırf kalplere
ve vicdanlara seslenmekten, soğukkanlı duyurma ve anlatma girişiminden
ibaretti.
Kaba davranışları ve yalanlamaları nezaketle karşılayarak tartışma ortamından
tatlılıkla ayrılmak Allah’ı anmanın yanısıra sabırlı olmayı gerektirir.
Yüce Allah bütün peygamberlerine ve bu peygamberlere inanan “mümin”
kullarına ısrarla sabırlı olmayı öğütlemiştir.
313 Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 179; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/401.
• 114 •
Ahmed Kalkan
Sabır bu davayı omuzlayacak kimselerin azığı, cephanesi, kalkanı, silahı,
sığınağı ve korunağıdır. Sabır, cihaddır. Nefse karşı, nefsin arzu ve ihtiraslarına
karşı, nefsin sapmalarına karşı, nefsin zaaflarına karşı, nefsin yalpalanmalarına
karşı, nefsin aceleciliklerine ve umutsuzluklarına, onların
yöntemlerine, önlemlerine, komplolarına, eziyetlerine ve baskılarına karşı
cihaddır. Genel olarak bütün nefislere karşı cihaddır. Çünkü nefisler bu davanın
yükümlülüklerinden kaytarmaya, sıyrılmaya çalışırlar; bu davanın
özü ile bağdaşmayan, onunla çelişen çeşitli kılıklar arkasında saklanmaya
girişirler. Dava adamının bütün tehlikeler karşısındaki tek azığı sabırdır.
Allah’ı anmak ise hemen hemen her durumda sabrın ayrılmaz yoldaşıdır.
Senin için söylediklerine sabret, yanlarından nezaketle ayrıl ve o yalanlayıcılar
ile aramızdan çekil, onların hakkından ben gelirim. Okuyalım:
“Ayetlerimi yalanlayan o zenginlerin işini bana bırak, onlara biraz süre
tanı.” Evet, “Ayetlerimi yalanlayanların işini bana bırak”. Düşünelim ki,
bu sözü kahredici, karşı durulmaz ve sarsılmaz üstün gücün sahibi olan
yüce Allah söylüyor. Yalanlayıcılar ise birtakım insanlar. Onları tehdit eden
ise hiç yoktan var edicileri ve bu uçsuz-bucaksız evrenin tek bir “ol” komutu
ile yaratıcısı olan yüce Allah’tır.
O yalanlayıcıları bana bırak. Dava benim davamdır. Sana düşen sadece
onu duyurmaktır. Bırak yalanlasınlar, nezaketle ayrılıver yanlarından. Onlarla
savaşmayı doğrudan doğruya ben üzerime alacağım. Sen onlar için
kafanı yorma, müsterih ol.
Ne sarsıcı, akılları baştan alıcı, bel kırıcı, ağır bir darbe! Düşünelim ki,
bir yanda ezici iradenin sahibi, öbür tarafta şu zavallı ve güçsüz varlıklar!
Bunlar zengin, varlıklı kimselermiş. Yeryüzünün kendileri gibi olan yaratıkları
karşısında istedikleri kadar zorbalık taslasınlar, yüce Allah karşısında
bunun ne anlamı olabilir ki?! 314
314 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l Kur’an
• 115 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
- 11. Âyet -
أُوِ ي ل النَّعْمَةِ وَمَِّلْهُمْ قَلِيلا Ç وَاْلُكَذِِّب ي نَ É وَذَرْ نِ ي
“Nimet sahibi yalanlayıcıları sen bana bırak ve onlara az bir süre
tanı!” (11. âyet)
Ey Muhammed! Kendilerine nimet verdiğim halde âyetlerimi yalanlayan
ve dünyada refah içerisinde yaşayıp şımaran o zengin kimseleri bana
bırak, onlar için şefaatçi olma, şimdilik onlara biraz mühlet ver de şiddetli
azaba hak kazansınlar. Onların kötülüğüne engel olmak, intikamını almak
için ben sana yeterim. Onlar için dünyada kıtlık ve öldürülme, âhirette de
acı bir azap vardır.
Müfessirler şöyle der: “Yüce Allah, Rasûlullah (s.a.s.) Mekke’den hicret
edinceye kadar onlara mühlet verdi. Mekke’den çıkınca, Allah onlara mühlet
verdi. Mekke’den çıkınca, Allah onlara bela olarak kıtlık yıllarını verdi.
Bu, genel azaptır. Sonra Kureyş’in ileri gelenlerini Bedir’de öldürdü. Bu da
özel azaptır.”315
Mevdudi diyor ki: “Bu şuna işarettir: Mekke’de o yalanlayan ve türlü hileler
ile Allah Rasûlü’ne karşı halkın taassubunu kışkırtanlar kavimlerinin
zengin olanları idiler. Çünkü İslâm inkılâbına çağrı onlara dokunmaktaydı.
Kur’ân-ı Kerim bize bunun sadece Hz. Muhammed’e (s.a.s.) yönelik bir şey
olmadığını bildirmektedir. Her zaman ıslahatçı bir harekete hep bu zenginler
sınıfı karşı çıkmışlardı.” 316
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ama onlar kötülüklerinde
devam edip gitsinler mi? diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe gelmemek ve
bunun kesinlikle geçici olacağı anlatılmak için de buyruluyor ki: Ve Bana
bırak o nimetler içinde zevk sürerek rahat yaşamak isteyen bolluk içindeki
inkârcıları ve mühlet ver onlara biraz. Keşşâf ’ın açıkladığına göre “na’me”,
Fâtiha’da geçtiği gibi bolluk ve nimet içinde yaşama; ni’me, nimet vermek;
nu’me ise, sevinç ve neşe mânâsınadır.317
315 Sâvi Haşiyesi: 4/260; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/105-106.
316 Açıklama için bkz. 7/A’râf, 60, 66, 75, 88; 23/Mü’minûn, 33; 34/Sebe’, 34-35; 43/Zuhruf, 23; Mevdudi-
Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/459.
317 Zemahşeri, Keşşaf: 4/177.
• 116 •
Ahmed Kalkan
“Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler” demektir ki, Kureyş’in ileri
gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi “sen onu bana bırak” demek,
“ben onun tamamen hakkından gelirim” demektir. Yani, “sen yorulma, merak
etme, onları sadece Bana bırak ve acele etme, onlara çok değil biraz
mühlet ver, Ben onların tam olarak haklarından gelmeye ve cezalarını vermeye
yeterim.”318
“Nimet içinde yüzen o yalanlayıcıları Bana bırak” cümlesi, elde ettikleri
nimetlerin şükrünü yerine getirmeyen ve Allah’ın gönderdiği Peygamber’i
yalancılıkla
itham eden varlıklı ve despotik tavırlı Mekke müşrikleriyle ilgilidir.
Allah
Teâlâ Hz. Peygamber’e onlarla uğraşmasına gerek olmadığını,
onların cezalarını
kendisinin vereceğini bildirmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu,
bu cezalandırma sürecinin hicretten sonra Bedir savaşıyla başladığını
belirtirler. 12. âyet onların cezalarının
dünyada sona ermediğine, ahirette
de cehennem ateşiyle cezalandırılacaklarına
işaret etmektedir.
“Prangalar” diye çevirdiğimiz “enkâl” kelimesi “kelepçeler,
bukağılar,
demir halkalar” anlamına da gelmektedir. Buna göre âyet suçluların
elleri
kelepçeli, ayakları bukağılı, boyunlarına halka geçirilmiş olarak cehenneme
sürüleceklerine işaret eder. Müfessirler “boğazdan geçmeyen yiyeceklerden
maksadın zakkum ağacı ve kuru diken olduğunu söylemişlerdir.319 13. Âyetin
son bölümünde suçlular için ayrıca mâhiyeti belirtilmeyen elem verici
bir azaptan söz edilmektedir. 14. Âyette de bu cezaların, dağların ve yeryüzünde
bulunanların şiddetli bir şekilde sarsılması ve dağların kum yığını
haline gelmesi ve kıyametin kopmasıyla başlayacağı haber verilmiştir.320
Bütün bunlar dünyada
verilen ağır cezalara benzetme yoluyla uhrevî cezanın
ağırlık ve dehşetini tasvir etmeye yönelik anlatımlardır.321 Bundan
sonra Yüce Allah, müşriklere âhirette hazırlamış olduğu azâbı anlattı:
318 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/401-402.
319 Şevkânî, V, 367; krş. 88/Gâşiye, 6
320 Dağların parçalanması hakkında bilgi için bk. 18/Kehf, 47
321 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/411.
• 117 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
-12. Âyet -
مًا ÏيÒ إِنَّ لدَْينَا أَنكَلا وَ جَ ِ
“Çünkü yanımızda ağır bukağılar ve yakıcı bir ateş var.” (12. âyet)
Âhirette bizim katımızda onlar için bağlanacakları büyük ve ağır, ateşten
siyah kelepçeler ve yakılacakları alevli bir cehennem ateşi vardır.
Enkâl: Suçluya vurulan ağır kelepçe manasına nekâl kelimesinin çoğuludur.
322
İbn Cüzeyy diyor ki: “Enkâl demirden kelepçe mânâsına gelen nekâl
kelimesinin çoğuludur. Bunların, ateşten siyah kelepçeler olduğu rivâyeti
de vardır.”323
Mevdudi diyor ki: “Cehennemde bunların ayaklarına zincir vurulmuş
olması, bunların kaçma tehlikeleri olduğu için değildir. Aslında yerlerinden
kalkamamaları için bir azap ve cezadır.”324
-13. Âyet -
مًا Ï أَِلي  وَطَعَامًا ذَا غُصَّةٍ وَعَذَا بً
“Boğazı tıkayan bir yiyecek ve can yakıcı bir azab da vardır.” (13. âyet)
Ayrıca onlar için gırtlaktan geçmeyen ve boğaza takılan zakkum ve
kötü kokulu, ateşten bir diken ve elem verici bir azap vardır.
Abdullah b. Zübeyr diyor ki: Âişe dedi ki: “Bu ayetler indikten sonra
çok geçmeden Bedir savaşı oldu. Yani kâfirler daha dünyada iken yaptıklarının
cezasını buldular.”325
322 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/101.
323 İbn Cüzeyy, Teshil: 4/158; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/106.
324 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/459.
325 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/465.
• 118 •
Ahmed Kalkan
İbn Abbas şöyle der: “Bu yemek, ateşten bir dikendir ki, boğazlarına
durup ne aşağı iner, ne de geri çıkar.”326 Bu anlatılan kelepçe ve bukağılara
ilaveten, işte bu yemek ve elem verici bir azap vardır.327
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ve boğaza takılan bir yiyecek,
zakkum, irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki, boğaza girdi mi ne yutulur,
ne çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem verici, dayanılmaz bir azap vardır.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman haykırdığı rivayet edilir.
Hasan Basri bir gün oruçlu iken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek
getirilmiştir. Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, “yemeği kaldırın”
dedi. İkinci akşam konuldu, yine hatırana geldi, yine “kaldırın” dedi. Üçüncü
akşam yine öyle. Sâbit-i Benânî’ye, Yezid-i Dabbî’ye ve Yahya el-Bekkâ’ya
haber verildi, onlar geldiler ve sonunda biraz kavut şerbeti içmeyince bırakmadılar.
Razî şöyle der: Bu dört mertebeyi ruhani cezalar şeklinde yorumlamak
da mümkündür: Enkâl, nefsin cismâni ilgiler ve bedensel lezzetler bağına
bağlanıp kalmasıdır. Çünkü nefis dünyada bunlara sevgi ve arzu yatkınlığı
kazanmış olduğu için bedenden ayrıldıktan sonra hasret ve kaygısı artar,
kazanç aletleri harap olmuş kalmamış bulunduğu için, daha evvel elde ettiği
meleke ve yatkınlık onun kurtulup da ruh ve huzur âlemine geçmesini
engelleyen engeller, tomruklar halini alır. Sonra o ruhani bağlantılardan
ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel durumlara aşırı meyli ile beraber
onları elde etme imkânı bulamaması, bir kimse aradığı şeyi bulamayınca
gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç yanmasını gerektirir ki, işte
o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan “cahîm”dir. Sonra da o yoksunluk
tasalarını ve ayrılık elemlerini yutmaya uğraşır ki, işte bu da “taâmen zâ
ğussa”dır. Daha sonra o bu içinde bulunduğu durumlar sebebiyle İlâhî
nurun tecellisini görmekten ve mukaddes varlıklar zincirine katılmaktan
yoksun kalır ki, bu da hepsinden şiddetli olan “azâben elîmâ”dır. Râzî bunları
söyledikten sonra özellikle şu hatırlatmayı yapmayı da unutmayıp şöyle
der: Sözüm yanlış anlaşılmasın. Ben, “âyetten maksat, yalnız bu rûhanî
mânâlardır” demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismanî, hem de
rûhanî dört mertebenin meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine
de yorumlamak imkânsız değildir. Her ne kadar lafız, cismanî mertebelere
326 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/364.
327 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/106.
• 119 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
göre hakikat, ruhanî mertebelere göre meşhur ve herkesin bildiği mecaz ise
de. Yani genel mecaz ile hakikat ve mecazı bir araya toplamak veya işaret ve
delalet sahih olur.
Buna ipucu (karine) da sûrenin başından beri gelen açıklamaların yalnız
maddiliğe mahsus olmaması ve elem ve sıkıntıların maddeden çok ruh
ile ilgili bir iş olmasıdır. Zira ruh ile ilgisi olmayan bir cansız varlığın yanarken
azap çekmesi tasavvur olunamaz.”328
Bundan sonra Yüce Allah, bu azabın vaktini anlatarak şöyle buyurdu:
-14. Âyet -
رْضُ وَا جِْ لبَالُ وَكََنتْ ا جِْ لبَالُ كَثِيبًا مَِيلا أَجُفُ ا ل ¢ يَوْمَ تَ ْ
“O gün, yer ve dağlar sarsılır. Dağlar da yığılarak akıp dağılan kum
gibi olur.” (14. âyet)
Dağların ve yeryüzünde bulunanların şiddetli bir şekilde sarsılıp sallandığı
gün, dağlar sertliğine rağmen göçüverip akıp giden bir kum yığını
haline gelir.
Kesîb: Kum yığını demektir. Mehîl: Çöküp dağılarak akan manasınadır.
Dilciler şöyle der: “Mehil, ayakla bastığında ayağın altından kayan, altını
aldığında akıp dökülen şeydir. Mekîl kelimesinin aslı mekyul olduğu gibi,
bunun aslı da mehyûl’dur.329
İbn Kesir şöyle der: “Dağlar daha önce som kaya iken, kum tepeleri
haline gelir. Sonra bu dağlar ufalanıp savrulur da neticede hiç bir şey kalmayacak
şekilde hepsi gider.”330
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Yüce Allah, müşrikler için hazırladığı
elem verici azabı, yerini, aletlerini ve zamanını anlattı. Yeri, cehennem;
aletleri, bukağı ve kelepçeler; zakkum yemeği; zamanı ise, yerin sarsılıp
328 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/402-403.
329 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/101.
330 Muhtasar-ı İbn Kesir: 3/565.
• 120 •
Ahmed Kalkan
üzerindekilerin sallandığı zamandır. Yüce Allah böyle buyurarak, kâfirler
Allah’ın rasûlünü yalanlamaya devam ettikleri takdirde, bütün bu cezalarla
onları cezalandırmakla korkutmayı ve tehdidi murad etmiştir.”331
Mevdudi diyor ki: “Çünkü o zaman yer çekimi kalmayacaktır. Dağlar
parçalanacak ve önce bir kum yığını haline gelecek, daha sonra zelzele ile
yer sallanacak ve bu sayede bu tepeler çökerek dümdüz bir hale gelecektir.
Aynı husus arasında da açıklanmaktadır: “Sana dağların ne olacağından soruyorlar.
De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Yerlerini de dümdüz bir
toprak olarak bırakacak. Öyle ki orada da bir eğrilik ve bir tümsek de göremeyeceksiniz.”
332
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bunların ne zaman olacağına
gelince, yerin ve dağların sarsılacağı ve o sivrilip duran dağların erimiş
kum yığınına döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz olacak. Burada eriyen
dağların olacağı anlaşılıyor ki, bu değişimde hepsi sarsılmakla beraber
özellikle büyüklerinin yıkılacağına işaret vardır.” 333
Yüce Allah daha sonra, onlardan önce gelmiş olan azgın milletlerin
başlarına gelenleri, nasıl isyan ve inat ettiklerini, bu yüzden de onlara indirdiği
azabı anlattı ve onlara zorba Firavun’u misal olarak getirdi:
-15. Âyet -
أَرْسَلْنَا إَِليْكُْ رَسُولا شَاهِدًا عَلَيْكُْ كََا أَرْسَلْنَا إِلَ فِرْعَوْنَ رَسُولا  إِنَّ
“Şüphesiz Biz Firavun’a bir rasûl gönderdiğimiz gibi, size de üzerinize
şahid olacak bir rasûl gönderdik.” (15. âyet)
Ey Mekke halkı! Daha önce azgın ve zalim Firavun’a, kendi terbiyesinde
büyüyen Mûsâ’yı rasûl olarak gönderdiğimiz gibi, yaptığınız zulüm ve
inkârlara karşı aleyhinizde şahitlik etmesi için aranızda büyüyen Muham-
331 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/106.
332 20/Tâhâ, 105-107; Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/459.
333 Haakka Sûresi'ne bkz.; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 8/403.
• 121 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
med’i de size ve Kıyâmet kopuncaya kadar tüm insanlara ve cinlere rasûl
olarak gönderdik.
Hazin şöyle der: “Yüce Allah, diğer ümmetler ve rasuller arasından
özellikle Mûsâ’yı (a.s.) ve Firavun’u zikretti. Çünkü Muhammed (s.a.s.),
kendi içlerinde doğduğu için Mekkeliler onu hafife alıp eziyet ettiler. Aynı
şekilde Firavun da, Mûsâ’yı terbiye edip büyüttüğü için onu küçümseyip
eziyet etmişti.”334
Mevdudi diyor ki: “Şimdi, Allah Rasûlü’ne karşı çok hararetle karşı çıkan
Mekke’deki kâfirlere hitap edilmektedir.
Allah Rasûlü’nü insanlar üzerine şahit olarak göndermenin anlamı,
dünyada onlar için hem söz, hem de eylem ile Hakk’a işaret etmesidir. Ayrıca
şu da düşünülebilir; ahirette Allah’ın mahkeme-i kübrâsı kurulduğu
zaman Allah Rasûlü “Ben onlara doğruyu göstermiştim” diye şahitlikte bulunacaktır..”
335
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Buraya kadar hitap Peygamber’e
(s.a.s.) idi. Peygamber’i bu şekilde hazırladıktan sonra, ilk önce
âyetlerin iniş sebebi olan Mekke müşrikleri dâhil olmak üzere inkârcılara
hitap edilerek Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamber olarak gönderildiğini
duyurmak için buyuruluyor ki: Haberiniz olsun, biz size bir elçi gönderdik.
Allah’ın emirlerini size ulaştıracak; üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza
şahit olarak inkârlarınıza, yalanlamalarınıza o Kıyâmet günü
aleyhinizde tanıklık edecek. Aynı şekilde biz Firavun’a da bir elçi göndermiştik.
O Mûsâ idi. Bu benzetmede üç mânâ vardır.
1) Bakara ve Saff sûrelerinde geçtiği üzere Tevrat’ta Hz. Mûsâ’ya hitâben
son Peygamber hakkında “Senin gibi bir elçi” diye haber verilmiş olan elçinin
bu elçi olduğunu açıklamaktır.
334 Hâzin: 4/169; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/107.
335 İzah için bkz. 2/Bakara an: 144; 4/Nisâ, an: 64; 16/Nahl, 84-89; 33/Ahzâb, an: 82; 38/Fetih, an: 14;
Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/459.
• 122 •
Ahmed Kalkan
2) O vakit Mekke Cumhuriyeti’ni idare eden müşriklerin Firavun gibi
zâlim ve zorba olduklarına işarettir.
3) Netice olan şu korkutmayı anlatmaktır:” 336
-16. Âyet -
هُ أَخْذًا وَِبيلا  فَعَصَ فِرْعَوْنُ الرَّسُولَ فَأَخَذْنَ
“Fakat Firavun rasûle isyan etti, Biz de onu müthiş bir şekilde yakaladık.”
(16. âyet)
Ey Kureyş topluluğu! Siz nasıl Muhammed’e isyan edip onun risaletini
yalanlamışsanız, Firavun da Mûsâ’yı yalanlamış, ona iman etmemiş ve emrine
karşı çıkmıştı. Biz de onu ve ordusunu suda boğmak suretiyle şiddetli
ve korkunç bir şekilde azap ettik, cezaya çarptırdık. Siz de onun durumuna
düşmeyin. Yoksa siz de aynı cezaya çarptırılırsınız.
Vebîl: Büyük, şiddetli, âkıbeti korkunç olan demektir.337 Ebussuud şöyle
der: “Bu âyet, Firavun’un başına gelenin, kesinlikle, Kureyşlilerin başına
da geleceğine dikkat çekmektedir. Vebîl, ağır ve sert demektir. Hazmı ağır
olduğu için hazmedilemeyen bitki manasına gelen “Kelâ vebîlun” sözünden
alınmıştır.338
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ki Firavun o elçiye isyan
etti de biz o Firavun’u korkunç bir tutuşla tutup, alıverdik.”339
Firavun Niçin ve Nasıl Cezalandırıldı?
İnkârcılara yönelik uyarı ve azabı içeren bu âyetlerde, Yüce Allah’ın zâlim
Firavun’u niçin ve nasıl cezalandırdığı anlatılır. Bu anlatımda, Allah’ın
gönderdiği elçiye karşı çıkan Firavun nasıl cezalandırılmışsa, Hz. Muham-
336 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/403.
337 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/101.
338 Ebussuud: 5/205.
339 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/403.
• 123 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
med’e (s.a.s.) ve onun Allah katından getirdiği hak dine karşı çıkan inkârcıların
da bir gün benzer şekilde cezalandırılabilecekleri mesajı verilmiştir.
15’inci âyette, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) kavmine elçi olarak gönderildiği
belirtilmiş ve nüzul sırasına göre ilk kez, Hz. Muhammed (s.a.s.) bu
âyette resul olarak nitelendirilmiştir. Resul sözcüğü, elçi veya haberci göndermek
anlamlarına gelen rsl kökünün türemiş şeklidir. Bu sözcük İslâmî
terminolojide, “vahiy eseri bir kitap ve şeriatle insanlara gönderilen peygamber”
anlamına gelmektedir. Bu âyette resul sözcüğü, “Peygamber Muhammed
(a.s.)” mânâsına gelir. Aynı ayette yer alan şahid sözcüğü ise, bir
mecliste hazır olmak, tanıklık yapmak ve ikrar etmek gibi anlamlar taşıyan
şhd kökünün türemiş şeklidir. Şahid sözcüğü bu ayette, hakikate tanıklık
eden anlamına gelir.
Yine nüzul sırasına göre ilk defa bu âyetlerde, Firavun’dan ve onun Allah’ın
elçisine karşı takındığı olumsuz tutumdan söz edilmiştir. Bunun nedeni,
anılan kıssanın, Kur’an’ın ilk muhatapları tarafından iyi bilinmesidir.
Çünkü Araplar, yıllar önce Yemen’den gelip Hicaz bölgesine yerleşmiş olan
Yahudi kabileleriyle birlikte yaşıyorlardı. Onlar, anılan kıssayı, o yörede yaşayan
Yahudilerden dinlemiş ve öğrenmişlerdi. İşte Kur’an, ilk muhataplarının
meçhulü olmayan, onlar tarafından çok iyi bilinen bu kıssayı onlara
hatırlatarak, Firavun ve avaresi gibi davrananların, aynı acı akıbete uğrayacakları
uyarısında bulunmuştur.
Bu âyetlerde yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen Firavun
sözcüğünün, Eski Mısır dilinde büyük ev anlamındaki “Per’ao”dan
geldiği; bu kelimenin Arapçaya, İbraniceden veya Süryaniceden geçtiği belirtilir.
Takriben, M.Ö. 2400 tarihinden itibaren kullanıldığı tahmin edilen
bu sözcük, başlangıçta krallık sarayını ve orada oturanları ifade ediyordu.
M.Ö. 1370’lere doğru Per’ao sözcüğünün, kral anlamında kullanılmaya başlandığı
tespit edilmiştir. Belirtilen dönemden sonra Firavun kelimesi, Mısır
krallarının ünvanı olarak kullanılmıştır. Eski Mısır inancında Firavun, yeryüzündeki
düzenin muhafaza ve devamından sorumlu olduğu gibi, dini
hayatın da en önemli ve yetkili kişisiydi.
Kur’an’da Firavun kelimesi, sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını
ifade eder. Hz. Yusuf devrindeki Mısır kralı için de, rabb ve melik sözcükleri
kullanılır. Hz. Yusuf, Hiksoslar’a mensup bir kralın saltanatında Mısır’a
• 124 •
Ahmed Kalkan
gelmiş ve orada kraldan sonraki en önemli mevkiye yükselmiştir. Hz. Yusuf
zamanında yaşayan Firavun’un adının Reyyan b.Velid olduğu ve bunun Hz.
Yusuf vasıtasıyla iman ettiği; Reyyan’dan sonra Ka’bus b. Mus’ab’ın kral olduğu
fakat onun iman etmediği söylenir.
Ka’bus’un yerine geçen Ebu’l Abbas b. Velid’in, firavunların en zalimi
olduğu ve Hz. Mûsâ’nın bununla mücadele ettiği bildirilir. Ancak, gerek
Hz. Yusuf ’u Mısır’da yüksek bir mevkiye getiren gerekse İsrailoğullarına
baskı uygulayan ve Mısır’dan çıkışları sırasında iş başında olan firavunları,
isim veya dönem açısından tam olarak tespit etmek, oldukça güçtür.
Kur’an’ın tamamında “yetmiş dört” kez geçen Firavun, Hz. Mûsâ’ya
karşı çıkan, büyüklük taslayan, ilahlık iddiasında bulunacak kadar kendini
beğenen, Mûsâ’nın tanrısına ulaşmak için kuleler yaptıracak kadar taşkınlık
eden, halkını küçümseyip zayıfları ezen ve gerçeklere sırt çeviren bir
kral olarak tasvir edilir.
Konuyla ilgili ayetlerin bir kısmında, Firavun’un tek başına değil de
erkânıyla birlikte anılması, çok dikkat çekicidir. Bu kullanım biçimi, onun
tek kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim edildiğini gösterir. Mûsâ
(a.s.), insanlık tarihinde hak, adâlet ve sağduyuyu temsil ederken Firavun
ve erkânı, bunun karşısında yer alan zihniyeti temsil etmektedirler.
Firavun ve avanesi, Allah’ın elçisini dinlemedikleri ve isyana devam ettikleri
için cezalandırıldılar. Ancak onlar cezalandırılmadan önce birçok
kez uyarıldılar. Bütün uyarılara rağmen isyana devam eden Firavun ve kavminin
yaptıkları yüksek kuleler, bir süre sonra yıkıldı; sonunda Firavun ve
beraberindekiler boğuldular. Firavun, boğulmak üzere iken iman etmiş; fakat
imanı kabul edilmemiş, cesedi de daha sonra gelenlere bir ibret olmak
üzere saklanmıştır. Mûsâ’yı evlatlık olarak alan Firavun’un eşi ise, iman etmiştir.
Hatırlanacağı gibi, Cebelein mevkiinde, mumyalanmadığı halde hiç
bozulmamış bir ceset bulunmuştur. British Museum’da muhafaza edilen bu
cesedin, en az 3000 yıllık olduğu tespit edilmiştir.
Kur’an’ın eskiye dair anlattığı bütün kıssaların, muhataplarına yönelttiği
azap ve helâk uyarılarının temel hedefi, onlara sorumluluklarını hatırlatıp
içinde bulundukları kötü durumun vehâmetine dikkat çekmektedir. Bu
yüzden ayetler, durumu anlatıcı ve inkârcıları uyarıcı bir muhtevaya sahip•
125 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
tir.340 Yüce Allah Firavun’u cezalandırdığını, mülk ve zorbalığının ondan
azabı savmadığını anlattıktan sonra, tekrar Mekke kâfirlerine dönerek, onlara
Kıyâmeti ve onun korku veren hallerini anlattı ki, başına gelen olaydan
Firavun nasıl kurtulamamışsa onların da asla kurtulamayacağını açıklasın:
-17. Âyet -
عَلُ اْلوِْلدَانَ شِيبًا · يوْمًا يَ جْ â فَكَيْفَ تتَّقُونَ إِنْ كَفَرْتُ ْ
“Eğer inkâr ederseniz, çocukları ihtiyarlatacak bir günden kendinizi
nasıl koruyacaksınız!?” (17. âyet)
17-19. âyetlerde, ceza gününün dehşeti, insanı en çok etkileyen ifadelerle
dile getirilir. Âyetlerin beyanına göre, o günün dehşetinden çocukların
saçları ağarır, gençler ihtiyar, gökler de paramparça olur. Allah’ın vaadi
(buyruğu) böylece yerini bulur. İşte o gün, bu kadar korkunç, bu kadar dehşetli
ve acı bir gündür.
Kıyâmet gününün dehşeti, Kur’an’da değişik üslûplarla ve insanı en çok
etkileyen ifadelerle anlatılır. Buradaki asıl hedef, inkârcı insanları psikolojik
yönden çözmek, gönüllerdeki duyarlılığı artırarak insanları doğru inanca
ve yaşayışa yöneltip onları, dünyada yaptıkları işlerin hesabını verecekleri
bir güne hazırlamaktır.
Bu ayetlerde yer alan temel sözcükler şunlardır:
Vildan; doğmak, doğurmak ve üremek gibi anlamlar taşıyan vld kökünün
türemiş şeklidir. Vildan, yeni doğmuş çocuk demektir.
Şîben, saçı ağarmak ve ihtiyarlamak gibi anlamlara gelen şyb kökünün
türemiş şeklidir. Burada, saçların ağarması ve gençlerin ihtiyarlaması anlamında
kullanılmıştır.
340 Fahreddin Yıldız, Tefsir Notları
• 126 •
Ahmed Kalkan
Munfatır, yarmak, açmak ve yaratmak gibi anlamlar taşıyan ftr kökünün
türemiş şeklidir. Burada, yarılıp paramparça olan anlamına gelir.
Va’d; söz vermek, sözleşmek, sözünü ve buyruğunu yerine getirmek gibi
anlamlar taşıyan va’d kökünün türemiş şeklidir. Va’d sözcüğü bu ayette, Allah’ın
varlık ve oluşa yönelik sözü, buyruğu anlamına gelir.
Mef ’ul; yapmak, işlemek, iş ve fiil gibi anlamlara gelen fa’l kökünün türemiş
şeklidir. Burada mef ’ul sözcüğü, yapılmış ve yapılagelmiş anlamında
kullanılmıştır.
Şâe; irade, istek ve dilek gibi anlamlar taşıyan şye kökünün türemiş şeklidir.
Mastarı, meşiettir. Bu sözcük Allah hakkında kullanılırsa, O’nun yaratmasını,
lütuf, bağış ve yardımını ifade eder. İnsan hakkında kullanıldığı
zaman da, isabet, arzu ve isteğin yerini bulması anlamına gelir. Burada, insan
hakkında kullanıldığı için kim isterse manasına gelir.
Bu âyetlerde yer alan ve çocukların saçlarının ağardığını yahut göklerin
paramparça olduğunu belirten ibareler, uyarma, sakındırma ve Kıyâmetin
dehşetini anlatmaya yönelik mecazî ifadelerdir. Çünkü Arapçanın kadim
kullanımında, korkunç olaylarla geçen bir gün, mecazî olarak, çocukların
saçlarının beyazlaştığı gün olarak tanımlanırdı. Gerçekten de saçın ağarması,
insandaki yıpranmışlığı gösterir ve acılı günler, insanı daha çok ve
daha çabuk yıpratır. Değinilen gerçek, gam ve keder saç ağartır deyimiyle
dile getirilmiştir. Demek ki bu ibareler, ceza gününün dehşetine dikkat çekmektedir.
O gün dağlar erimekle ve çocuklar ihtiyarlamakla kalmayacak, o
yüksek sema bile yarılıp paramparça olacaktır.341
Ey Kureyş topluluğu! Eğer şirk, küfür ve zulümlerinizde ısrar ederseniz
son derece korkunç ve çetin olduğu için çocukların saçlarının bile ağardığı
Kıyâmet gününün dehşetinden nasıl korunacaksınız? Hiç düşünmüyor
musunuz? Firavun’u cezalandırdığımız gibi sizi de dünyada cezalandırırız.
Taberi diyor ki: “O günün korkunçluk ve sıkıntılarından, çocukların
saçları ağarır. Bu olay, Yüce Allah’ın Âdem’e şöyle hitap ettiği zaman olacaktır.”
342
341 F. Yıldız, Tefsir Notları
342 Taberi, Tefsir: 29/86.
• 127 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Ebu Said el-Hudri’den Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde
Allah Teala: “Ey Âdem.” buyuracak. Âdem de: “Buyur Rabbimiz, emrine
amadeyim ve emrinle mutluyum. Hayır senin elindedir.” diyecektir. Bunun
üzerine şöyle seslenilecektir: “Allah sana, soyundan cehennemlikler gurubunu
ayırmanı emrediyor.” Âdem: “Ey Rabbim, cehennemlikler gurubu nedir?” diyecek.
Allah: “Her binden dokuz yüz doksan dokuzudur.” buyuracaktır. İşte
o zaman küçük çocuklar ihtiyarlayacak hamile olan, çocuğunu düşürecek,
sen insanların sarhoş olduğunu göreceksin. Hâlbuki onlar sarhoş değillerdir.
Fakat Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” 343
Mevdudi diyor ki: “Siz, eğer Rasûl’ün dediklerine kulak vermezseniz o
zaman bu dünyada tıpkı Firavun’un başına gelenler gibi size de aynı âkıbetin
geleceğinden korkun. Farzedelim ki bu dünyada sizin üzerinize azap
gelmeyecek, peki Kıyâmet günü nasıl kurtulacaksınız?”344
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Firavun’un durumu böyle
olunca inkâr ettiğiniz takdirde siz nasıl korunabilirsiniz? Yeni doğmuş çocukları
ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız?
Bu o kadar korkunç, o kadar şiddetli acı bir gündür. Çünkü “gam ve keder
saç ağartır” diye bir darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün
gelmesine, yeni neslin ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna
ve kuşaktan kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.”345
-18. Âyet -
السَّمَاءُ مُنْفَطِرٌ بهِ كَنَ وَعْدُهُ مَفْعُولا “Gök bile bu sebeple yarılmıştır. O’nun va’di gerçekleştirilmiştir.” (18.
âyet)
343 Buhari, Enbiya: 7; Tefsir: 22/1.
344 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/461.
345 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/403-404.
• 128 •
Ahmed Kalkan
O korkunç ve zor günün şiddeti dolayısıyla gök çatlayıp yarılır... O günün
geleceğine dair Allah’ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir. Zira Yüce Allah
verdiği sözden dönmez.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “O gün sebebiyle gök çatlayacaktır.
O öyle dehşetli bir gün ki yalnız dağlar erimek, çocuklar kocalmakla
kalmayacak, o yüksek gök bile yarılıp ayrılacak, İlâhî emir gelip yeni
bir âlem kurulacak. “Böyle şey olur mu?” denilmesin. Allah’ın vaadi hep ola
gelmiştir.”346
Kıyâmet ve Dehşeti
Kıyâmet: Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek anlamına
gelir. İslâm inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst
olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması
olayını dile getirir. Bu olay Kur’an’da çok çeşitli isimlerle anılır.
Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm’ın ikinci temel inancı olan Âhiret
hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle
birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep
Kıyâmet gününün gündemi içindedir. Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet
ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka birşey değildir. Bu büyük
önemi yüzünden Kur’an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman da
bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyâmet kesin olarak gerçekleşecek,
347 şüphe götürmeyen bir olaydır.348 Alâmetleri belirmiş,349 yaklaşmıştır.
350 Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır.351 Kâfirler bu günden
devamlı bir şüphe içinde kalırlar,352 yalanlarlar.353 Onun ağırlığına ne
gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir.354 Sarsıntısı korkunç bir şeydir.355
Belâlı ve acı bir Sâat’tir.356 Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır.357
346 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/404.
347 15/Hicr, 85
348 22/Hacc, 7
349 47/Muhammed, 18
350 54/Kamer, 1
351 16/Nahl, 77
352 22/Hacc, 55
353 25/Furkan, 11
354 7/A'râf, 187
355 22/Hacc, 1
356 54/Kamer, 46
357 25/Furkan, 11
• 129 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Kur’an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş
biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde, zamanı konusunda bir açıklama
yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah’ın dilemesine bağlı bir olaydır
ve O’ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur’an, “Kıyâmet
sâatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır”358 gibi âyetlerle Kıyâmet’in
zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda
sorulan soruları şöyle cevaplar: “De ki: ‘Onun bilgisi ancak Rabbimin
katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz”359; “Kıyâmet’in
ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek.
Onun nihâyeti ancak Rabbine âittir.” 360 Cibril Hadisi olarak bilinen
ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Cebrâil’in bu konudaki sorusunu
“Sorulan, sorandan daha bilgili değildir” diye cevaplayarak kendisinin de
Kıyâmet’in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır.361
Kur’an Kıyâmet’in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar
çizer. Buna göre Kıyâmet “Sûr’a üflenince”362 başlayacak, kulakları sağır
edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki
çocukları unutacak, hâmile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar
sarhoş gibi olacaklardır.363 Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış
yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır.364 Gök yarılacak, yıldızlar
dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler altüst edilecektir.365 Gözler
dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak
sığınacak bir yer bulamayacaktır.366 Dehşetten on aylık gebe develer bile
salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak,
nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet
yakınlaştırılacaktır.367
358 31/Lokman, 34
359 7/A'râf, 87
360 79/Nâziât, 42-44
361 Buhârî, İmân 37
362 39/Zümer, 68
363 22/Hacc, 1-2
364 70/Meâric, 8-10
365 82/İnfitar, 1-5
366 75/Kıyâme, 6-12
367 81/Tekvîr, 1-13
• 130 •
Ahmed Kalkan
Kıyâmet’in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sûr ‘a ikinci kez
üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa
kalkacaklardır.368 Bu diriliş ve kalkışı (ba’s) toplanma (haşr) izleyecektir.
Kur’an Kıyâmet’in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar
gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler
gibi kabirlerinden çıkacak ve dâvet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler
“bu ne çetin gün” diyerek korkularını dile getireceklerdir.369 Muttakî kullar
ise Allah’ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır.370 O gün herkes kardeşinden,
anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır. Çünkü
her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır.
Mü’minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, onlar gülecek ve sevinç içinde
olacaklardır. Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine
kapkara kesilecektir.371 Tüm insanlar tabî oldukları önderlerle birlikte çağrılacak,
372 peygamberler ümmetlerine şâhitlik etmek üzere toplanacak,373
gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir.
374
Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insanlara amel defterleri
dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hak edenler
Cennet’e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem’e gönderilecek;
böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azapla başlayacaktır.
Kur’an ve Sünnet’ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte, müslümanlar
arasında ölüme küçük Kıyâmet (Kıyâmet-i suğrâ) denilmesi gelenekleşmiştir.
Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir
geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın
Kur’an’a dayandığını öne sürmektedir. Bu bilginlere göre “Allah’a kavuş(up
huzura çık)mayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihâyet kendilerine
ansızın Sâat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek
(gelirler ve): ‘Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı ya-
368 39/Zümer, 68
369 54/Kamer, 7-8
370 10/Yûnus, 45
371 80/Abese, 34-42
372 17/İsrâ, 71
373 77/Mürselât, 11
374 25/Furkan, 25
• 131 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
zıklar olsun bize!’ derler...”375 âyetinde “Kıyâmet” anlamındaki “Sâat” aynı
zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek Kıyâmet,
Kıyâmet-i kübrâ (büyük Kıyâmet) olarak anılır.
Küçük Kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük Kıyâmet’e kadar süren
dönem Kabir hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir hayatı içinde
Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü’min ya da kâfir
oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir Hayatı’na ilişkin bir hadisinde
Hz. Peygamber (s.a.s.) kabri “ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya
da Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak nitelemiştir.376 Bir başka hadiste
de Münker ve Nekir’in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği
ya da azâba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü’minin mezarı yetmiş arşın
genişletilir, aydınlatılır ve ona “Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından
uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et”
denilir. Münâfık kişinin mezarına da “Bu adamı alabildiğine sıkıştır” emri
verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır
ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür. 377
Yaygın kanaate göre herkesin Kıyâmeti kendi ölümüyle başlar. İnsan,
yaratılışının gereği ölümü hoş karşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde
dünyanın meşrû nimetlerinden faydalanılması emredilmiş ve yeryüzünün
imar edilmesi istenmiştir.378 Hz. Peygamber de ölümün temenni
edilmemesini tavsiye etmiş ve yaşamanın mü’mine hayır getireceğini bildirmiştir.
379
Genelde vaaz, tasavvuf ve ahlâk alanlarına dâir kaleme alınan eserlerde
ölüm uyarıcı ve korkutucu bir vâsıta olarak kullanılıp dehşet verici tasvirler yapılmıştır.
Kur’an’da bile bile küfür ve inkâr yolunu tutanlar, zulmedenler, müslüman
topluma karşı kin besleyip dinî hayat alanında çifte şahsiyet ortaya koyanların
ölüm hallerinin elem verici olacağı ifâde edilir.380 Buna karşılık dünyada
iman edip dürüst davrananların kendilerine esenlik dileyen melekler tarafından
karşılanacağı, hiçbir korku ve üzüntüye kapılmadan hak ettikleri cennet
mutluluğuyla sevinmelerinin kendilerine telkin edileceği haber verilir.
375 6/En'âm, 31
376 Tirmizî, Kıyâmet 26
377 Tirmizî, Cenâiz 70; Ahmet Özalp, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 366-367
378 2/Bakara, 168, 172; 2/Ankebût, 17; 62/Cum'a, 10
379 Buhârî, Deavât 30; Müslim, Zikir 10, 13
380 6/En'âm, 93-94; 8/Enfâl, 49-51; 16/Nahl, 28-29; 47/Muhammed, 26-29
• 132 •
Ahmed Kalkan
Melekler onların dünyada ve âhirette dostları olduklarını, hizmetlerine
hazır bulunduklarını ifâde edecek, ğafûr ve rahîm olan Allah’ın sayısız
ikrâmına mazhar kılınacaklarını belirteceklerdir.381 Yine Kur’an’da meleklerin
Allah’a dönüp O’nun yoluna uyanlar için duâ ve niyazda bulundukları,
Cenâb-ı Hak’tan böylelerini bağışlamasını, cehennem azâbından korumasını,
kendilerini iyi yoldan ayrılmayan ataları, eşleri ve nesilleriyle birlikten
Adn cennetlerine koymasını talep ettikleri anlatılır.382 Bu âyetlerden çıkarılabilecek
sonuçlara göre ölümle başlayan âhiret hayatı neşesi veya sıkıntısı
bulunmayan bir yaşantı değildir. “Berzah âlemi” diye de anılan bu hayatın
dünya ile âhiret arasında bir geçit yeri teşkil ettiği ve Kıyâmetin kopmasından
sonra başlayacak ebedî hayatın bir örneğini oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından
bir çukur olduğunu ifâde eden ve Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadis383
yakın anlamlı başka rivâyetlerle de desteklenmektedir.384
Kozmik anlamda Kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmemektedir.
Kur’an’da 40 yerde geçen “sâat” kelimesiyle anlatılan Kıyâmetin kopuşunun
-jeolojik zaman çerçevesinde- yakın olduğu, ansızın geleceği ve alâmetlerinin
belirdiği 385 ifâde edilmektedir. Ancak bu alâmetlerin nelerden ibâret
olduğu açık bir şekilde haber verilmemiş, sadece Ye’cûc ve Me’cûc’un gelişiyle,
386 dâbbetu’l-arzın çıkışı387 Kıyâmet alâmeti mânâsına alınabilecek bir
bağlam içinde zikredilmiştir. Çeşitli hadis rivâyetlerinde yer alan Kıyâmet
alâmetlerinden zaman içinde sosyal hayatın bozuluşu ve ahlâkî gerileyişi
konu alanların dışında kalanlar, isnâd veya metin kritiği açısından iman
derecesinde bağlayıcı olmaktan uzak bir görünüm arzetmektedir.
Kıyâmetin Halleri: Kıyâmet hallerini sûra üfleniş, ba’s, haşir, hesap,
cennet ve cehennem durakları olmak üzere beş merhalede incelemek
mümkündür.
Hadis ve tefsir rivâyetleriyle desteklenen bazı âyetlerde Kıyâmet gününde
cezâ ve mükâfat safhasının fiilen başlamasından önce dünyada işlenen
381 16/Nahl, 32; 41/Fussılet, 30-32
382 40/Mü'min, 7-8
383 Tirmizî, Kıyâmet 26
384 Müslim, Cennet 65-66; Tirmizî, Cenâiz 70
385 47/Muhammed, 18
386 21/Enbiyâ, 96
387 27/Neml, 82
• 133 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
kötü amellerin ibret verici yansımalarının olacağı haber verilir. Meselâ toplumu
sömürücü bir nitelik taşıyan ribâ/fâiz işlemini sürdürenler kabirlerinden
şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacak,388
devlet malına hıyânet edenler Kıyâmet meydanına haksız yere aldıkları mal
boyunlarına asılı olarak geleceklerdir.389 Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir
hadiste kaydedildiğine göre Hz. Peygamber sahâbîlere bir hitâbede bulunurken;
başında ülü’l-emr bulunun bir yönetimde devlet malına hıyânet
etmenin dehşet verici sonuçlarından söz etmiş ve şöyle demiştir: “Kıyâmet
gününde birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin boynunda için
için kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve, başkasının boynunda
altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez parçası bulunuyorken
karşıma çıkmayın! Bunların her biri benden yardım isteyecek, ben de,
‘elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ etmiştim’ diyeceğim.”390
Kur’an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman dilimini
kuşatır. Kur’an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi, aynı zamanda
çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur’an, hali ve halimizi anlatırken
mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli
göz önüne serer. İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra
yaşanan dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli
değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir;
yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur’an’ın mesajından beslenerek
bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan çıkar; diri diri yaşar ve her
yaptığı ibâdet değeri kazandığından canlı Kur’an olur. Bu şuurdaki insan,
din günü bilinciyle hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden
kendi nefsini hesaba çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine
kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok
kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk
görevini terk etmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da
çok merhametli, bizi uyarıyor ve bize din gününü hatırlatıyor.
İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp
göndermeliyiz. Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
388 2/Bakara, 275
389 3/Âl-i İmrân, 161
390 Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
• 134 •
Ahmed Kalkan
Kıyâmet ve Âhiretin Tek Sahibi Allah’tır: Âhirete, din günü denilmesinin
bir sebebi de, âhiretin dinin temel esaslarından olmasıdır. Allah ve
âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını içermektedir. Allah, âhiretin sahibi
olduğu gibi; dünyanın da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama Fâtiha
Sûresinde “din gününün, cezâ gününün mâliki” denmiştir. Bunun sebebi:
Bu dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına
Allah’ın fırsat vermiş olmasındandır. O’nun dünyanın sahibi ve
yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir. Ama O’nun âhiret
gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik hiçbir kimse olamayacaktır.
Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite yalnız ve yalnız O’na
aittir. “Kimindir o gün hükümranlık? Elbette kahhâr olan tek Allah’ındır.”391;
“O gün iş tamamıyla Allah’ındır.”392
Elbette âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah’tır. Yoksa, âhiretin
sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir. Ne var ki,
O’nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince tartışılsa bile, âhiret
mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır. Gerçek mü’min ise, O’nun dünya mâlikliği
konusundaki tartışma ve itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.
Yüce Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren pek
çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak bilinen atom ve hayat
binasının ana maddesi olarak kabul edilen hücre. Atom, bunca küçüklüğüne
rağmen büyük bir mûcize; Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir
başka mûcize. Şüphesiz bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan
apaçık bir gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice
bakmak, Allah’a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir.
Allah’ın okunan kitabı olan Kur’an’da din günü anlatılırken, görünen kâinat
kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir. Böylece öldükten
sonra dirilme işi, Kıyâmet günü ve âhiret hayatı, en gerçekçi ve doğru bir
şekilde anlatılmıştır.
391 40/Mü'min, 16
392 82/İnfitar, 19
• 135 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman
gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak
bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği
sûreler Mekkî sûrelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik,
kâfir, ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür
ve cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı
kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür.
Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına
inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat
etmesi, canı ve malı pahasına müstaz’afların haklarını savunup zalimlere
karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca
bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da
yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler.
Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey vaad etmez. Aksine insan, akidesi
için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun
karşılığını yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’tan beklemek zorundadır.
Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına
geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik
demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce
ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur’an, her
konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde
Allah’ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek
insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret
(cezâ-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş
ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden
önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve
hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme
istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak
anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen
hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan,
bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği
daha da iyi olacağını söylüyor.
• 136 •
Ahmed Kalkan
Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi de ortadan
kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca
mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar
cezâlandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezâsını
Allah, âhirete saklamıştır.
Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda
müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri
boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o
inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları
yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan
çıkaranlar gibi tutacağız?” 393
Bu dünyada sırf Rabbinin rızasını gözeterek her tür meşakkate katlanan,
Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her
tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının
bulunması gerekir.
Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı
gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında daha
fazla yükselir.
Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı
işler ve yapmaması gerekenler, İlâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada
irâdesiyle Allah’a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah’ın
kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O’nun istediği gibi
kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de
bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın
âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı
işlerine göre olacaktır.
Ebû Hureyre’den (r.a.), Rasülüllah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet
edilmiştir: “Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge
olmayan Kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1-
393 38/Sâd, 27-28
• 137 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci), 2- Rabbına itaat ve
ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah
için seven ve yine Allah için buğz eden iki kimseden her biri, 5- Makam ve
güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen “ben Allah’tan korkarım” diyerek
haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin
haberdar olmayacağı kadar gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen
veya kalben) Allah’ı zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi.” 394
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun
fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde,
insanlar kabirlerinden çıkarak Allah’ın huzurunda toplanacak ve hiçbir
kimse -Allah’ın izin verdikleri müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir.
İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik edecektir.395 Kısacası bu
günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın
kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği anlaşılıyor.
Kur’an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, Kıyâmet tasvir edilirken, yer ve
gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup toz haline gelmesinden
bahsedilmiştir. “O gün arz (yer) başka bir arz olup değişecek; gökler de
değişecek...” 396 Bu âyetten de anlaşıldığına göre Kıyâmet, âlemin nizamının
bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan
sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır.
Kıyâmet inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön
vermede çok etkili olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının
gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.
Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği Kıyâmet gününün çeşitli durumlarına,
ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak
inanmamaktadır. Dilleri ile “Kıyâmet günü haktır” derken, kalpleri o
günden gâfil bulunanlar, dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü
yalanlamış olanlardır. Şu da unutulmamalıdır ki, Kıyâmeti davranışlarla
yalanlamak, yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah
ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı
394 Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
395 41/Fussılet, 20-21
396 14/İbrâhim, 48
• 138 •
Ahmed Kalkan
şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti inkâr etmek küfürdür.
Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah, kullarına bildirmemiştir.
O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı zamanı kimse tayin
edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak
ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği
gibi, insan ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Âhirete iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap
ve cezâ meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç esaslarının bir bölümüdür.
Allah’ın tek bir ilâh olduğunu kabul etmenin hemen ardından
bunlara inanmak gereklidir. İslâm’da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının
hakikati birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî ve
ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânâsı, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa
zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz
yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların süregelen hayatı ifade edebilir.
İslâm tasavvurundaki hayat, şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi,
Allah’tan başka kimsenin bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır.
Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü
içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına
şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü gerçeklerini Allah’tan
başka kimsenin bilmediği “gayb” âlemini de kapsamaktadır. O gayb
âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur. Mâhiyet itibarıyla
hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz
âhiret yaşayışını da içine almaktadır.
İşte Kıyâmete ve âhiret gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz
mesafesini, mekânın hudutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen
derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle kişinin
dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir inançtır. Her
asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, âhiret gününe
iman etmek konusudur. Bunun içindir ki, Kur’an, tevhid inancıyla beraber
bu inanç üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle
bu inancın önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan
âhiret konusunda da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu
• 139 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur, insan
yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı.
Oysa insan, maksatsız ve gâyesiz olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi
iradesiyle yaptıklarının karşılığını görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve
kötülük aynı şey olur, günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını görürler.
Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok zâlim günahkârlar,
kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar da, birçok iyi insan
musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin asıl karşılığının
görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî
adâletin tecellî edeceği an din günüdür. 397
Allah’ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünnetullah
dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri “cezâ=karşılık kanunu”dur. Yapılan
hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan
meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak,
Allah’ın koymuş olduğu bu “karşılık kanunu”nu görürüz. Atasözlerinde de
“eden bulur”, “eşen düşer”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “ne ekersen
onu biçersin” gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği
esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür
irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır. Bu İlâhî kanuna
göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse başkasının günahını
çekmeyecektir.398 Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en
küçük iş karşılıksız kalmayacaktır.399 Bu da insanın, bahane bulma duygusunu
yok edecek; “kendim ettim, kendim buldum” şeklinde bir neticeye
varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan
hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün
karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi değildir. O zaman
şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer
tarafta dünya hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” söz
konusudur. Bu açıdan bakıldığında “karşılık kanunu”, âhirete inanmanın
zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya
397 Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 61
398 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
399 99/Zilzâl, 7-8
• 140 •
Ahmed Kalkan
hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık
zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha’da Allah bu “karşılık günü = din günü”nün tek
sahibi olduğunu belirtmektedir.
Burada “din”, yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı manasını ifade
eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah’tır;
âhirette de hesaba çeken Allah’tır. Allah, karşılıkları imhal eder, ama ihmal
etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir; ama ihmal etmez.)
Allah’ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir.
Burada problem, işin İlâhî boyutunun göz ardı edilmesidir. 400
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu
ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu.
Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın
geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur’an da, bu tarihin akacağı
yatağın İlâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi
tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret
de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezâsını görmeyecekse yaratıklar arasındaki
bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme
hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah
tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan,
onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen
Allah’ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini
düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların
en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı
evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah’ın “vaad” ve “vaîd”inin, yani ödül ve cezâsının bir gereğidir.
Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken Hâlık’ın bir
tutması O’nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer “şunu yaparsan ödüllendirilir,
bunu yaparsan cezâlandırılırsın” deniliyorsa elbette sonuçta “iyi”
olanla “kötü” olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezâsı verilecektir.
Bu nedenle âhiret, adâlet-i İlâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak
adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
400 A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, 26
• 141 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete
dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini
koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle
âhirete iman eden kâmil bir mü’min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan
kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler,
mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün
hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler.
Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık
sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin
ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini
Nebi’nin diliyle özendirmişti. 401
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete)
götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü’min, her
ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk
duygusu verir. Kur’an’daki Kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan
ve sorgu sahneleri, mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek
için istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir.” 402 Oyuncaktan hoşlanan
çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına
verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler,
çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Kıyâmet ve hesap günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi
oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet
rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil;
dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve
ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak
bu sayede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini
öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahudi, teknik
imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu
sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan
gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın
müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an
vardır. Her asırda olduğu gibi, günümüzde de birkısım insanın, Kıyâmet
401 M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 285
402 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
• 142 •
Ahmed Kalkan
gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal
görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz
ve gayesiz bir hareketten ibârettir.
Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde
de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı
şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, cezâ ve hesap gününe döndürülmüş
olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu
gerçekleri bilip, bunların gerisinde kudret ve hikmet sahibi yüce Yaratıcı’yı
düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine erişeceği
bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın ilerler. Ne
geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar. Korkanların
korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez.
Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek, çok ilkel bir düşüncedir.
Kur’an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını
şöyle dile getirir: “Onlar derler ki: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat
yok! Tekrar dirilecek değiliz.” 403
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan
her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve
adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi,
âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek
gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve
bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini,
câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah’a ve âhiret
gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır.
Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde
inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin
çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap
vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve
âhireti hayal zannederler.
403 6/En'âm, 29
• 143 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Âhiret gününe, Kıyâmete inanmak ve bu inancın gereğini yapmak,
kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir
engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur’an, bu günün olmasını imkânsız
görenlere en kesin ve doğru cevabı verir: “İnsan, kendini bir nutfeden nasıl
yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi.”404 İnsanın yaratılışındaki
hayret verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler,
onun tekrar diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah’ın
sanat ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler,
öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet
etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü
ve hem de sür’atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi
kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller
ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü
yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir.
Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına
cehâlet gösterenlerdir. “Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır,
düşünmüyor musunuz?” 405
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/
ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp
eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite
imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler,
din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri
için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler,
örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan
korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Çünkü
Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” 406
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde Kıyâmet ve âhiret
günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet
olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu
diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki
görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne
kadar mantıklılıktır?
404 36/Yâsin, 77
405 6/En’âm, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 65
406 59/Haşr, 18
• 144 •
Ahmed Kalkan
Ne mutlu, Kıyâmet ve ahret bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba
hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!
-19. Âyet -
ذَ إِلَ رَبِّهِ سَِبيلا · نْ شَاءَ ا تَّ خَ ä إِنَّ هَذِهِ تذْكِرَةٌ فَ َ
“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine doğru bir yol alır.”
(19. âyet)
Şüphesiz ki Kıyâmet gününü, onun dehşetini ve Allah’ın orada kâfirlere
nasıl azab edeceğini beyan eden bu âyetler, insanlar için bir ibret ve öğüttür.
Unutan gafillerden kim, zamanı geçmeden bu öğütten faydalanmak istiyorsa
iman ve itaat ederek Allah’a götüren yola, İslâm dinine girsin. Sebepler
kolaylaştırılmış, yollar emre hazır hale getirilmiştir.
Bu âyette, gerek vahiy yoluyla insana gönderilen (tenzilî), gerekse Allah’ın
yaratmasıyla meydana gelen (tekvinî) âyetlerin, öğüt ve uyarı içeren
bir duyuru oldukları belirtilir. Bu ayette yer alan tezkire sözcüğü, öğüt, uyarı
ve nasihat içeren duyuru anlamına gelir.
Bu mesajı alan insan, o günün dehşetinden korunmak ve ebedi saadete
ermek için artık Rabb’ine varan bir yol tutmalıdır. Yani insan, imanla ibadeti
(ameli) bütünleştirip dinin hayata akışını sağlamalı, nefsini kötülüklerden
arındırıp İslâmî kişiliğini diri tutmalıdır. Hemen belirtelim ki, doğru
tercih yapıp vahyi hayatında aktif biçimde uygulayan insan, Rabb’ine varan
bir yol tutmuş olur. Zaten bütün yollar, sonunda Allah’a varır. Bu âyet insana,
doğruyu ve yanlışı seçmede serbest olduğu, bu yüzden irâdesini kullanma
biçiminden sorumlu tutulacağı mesajını da verir. Şu halde her şey,
insanın irâdesini iyi veya kötü yönde kullanmasına bağlıdır. Çünkü insan,
eğilimlerine hâkim olabilecek irâde ve güce sahiptir.407
407 Fahreddin Yıldız, Tefsir Notları
• 145 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Müfessirler şöyle der: “Bundan
maksat, âhiret için bir sermaye olarak kalsın diye imana, Allah’a itaate ve
sâlih amel işlemeye teşvik ve özendirmedir.”408
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İşte (bu hatırlatmaları, bu
uyarıları kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir öğüt ve nasihat mânâsı taşıyan
bir duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. O günün şiddet ve
dehşetinden korunmak ve Rabbine esenlik içinde ermek için iman, itaat ve
güzel amelle Allah’a yaklaşmaya çalışır.”409
-20. Âyet -
مَعَكَ ç ي اللَّيْلِ وَِنصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَاِئفَةٌ مِنْ اَّلذِي نَ
é مِنْ ثُلُ ثَ É إِنَّ رَبَّكَ يعْلَُ أََّنكَ تقُومُ أَدْ نَ
صُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُْ فَاقْرَءُوا مَا تيَسََّ مِنْ · ارَ عَلَِ أَنْ لنْ تُ ْ ¯ وَالَّلُ يقَدِّرُ اللَّيْلَ وَالنَّ َ
رْضِ يبْتَغُونَ مِنْ
أَْ ا ل° بُونَ فِ ي ë وَآخَرُونَ ي ضْ ِ ì اْلقُرْآنِ عَلَِ أَنْ سَيَكُونُ مِنْكُْ مَرْ ضَ
سَِبيلِ الَّلِ فَاقْرَءُوا مَا تيَسََّ مِنْهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَةَ ° فَضْلِ الَّلِ وَآخَرُونَ يقَاِتلُونَ فِ ي
دُوهُ عِنْدَ · تَ جِ ³ نْفُسِكُْ مِنْ خَيْ ٍ
أَِوَآُتوا الزَّكَةَ وَأَقْرِضُوا الَّلَ قَرْضًا حَسَنًاوَمَا تقَدِّمُوا ل
 ا وَأَعْظَمَ أَجْرًا وَاسْتَغْفِرُوا الَّلَ إِنَّ الَّلَ غَفُورٌ رَحِي ٌ ³ الَّلِ هُوَ خَيْ ً
نَِّ : şüphesiz رَبَّكَ : Rabbin يعْلَُ : bilir أنَكََّ تقَُومُ : senin kalktığını É : أَدْ نَ
biraz eksiğinde ي
é مِنْ ثُلُ ثَ : üçte ikisinden يْلِ اللَّ : gecenin وَِنصْفَهُ : yarısında
وَثُلُثَهُ : ve üçte birinde وَطَاِئفَةٌ : ve bir topluluğun مَعَكَ ç : مِنْ اَّلذِي نَ
yanındakilerden وَالَّلُ : şüphesiz Allah يقَدِّرُ :ُ takdir eder اللَّيْلَ : geceyi ارَ ¯ وَالنَّ َ
: ve gündüzü عَلَِ : bildi (de) صُوهُ · أَنْ لنْ تُ ْ : sizin bunu sayamayacağınızı
فَتَابَ عَلَيْكُْ : tevbenizi kabul etti فاَقرَْءُوا : (şu halde) okuyun مَا تيَسََّ : kolay
geleni مِنْ اْلقُرْآنِ : Kur’an’dan عَلَِ : Allah bilir أَنْ سَيَكُونُ : olacağını : مِنْكُْ
sizden ì مَرْ ضَ : hastalananlar وَآخَرُونَ : diğer bir kısmının da بُونَ ë : يَ ض ِْ
dolaşacaklarını رْضِ
أَْ ا ل°فِ ي : yeryüzünde يَبْتَغُونَ : aramak için : مِنْ فَضْلِ الَّلِ
408 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/108.
409 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/404.
• 146 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın lutfundan وَآخَرُونَ : başka bir kısmının da يُقَاتِلوُنَ : çarpışacaklarını
سَِبيل الَّلِ °فِ ي : yolunda Allah فاَقرَْءُوا : öyleyse okuyun مَا تيَسََّ : kolay geleni
مِنْهُ : ondan وَأقَِيمُوا : dosdoğru kılın الصَّلَةَ : namazı وَآتوُا : verin : الزَّكَةَ
zekâtı وَأقَرِْضُوا : ve borç verin الَّلَ : Allah’a قَرْضًا : bir borç حَسَنًا : güzel وَمَا
تقَُدِّمُوا : önceden takdim ettiğiniz şeyleri نْفُسِكُْ
أَِل : kendi nefisleriniz için
³ مِنْ خَيْ ٍ : hayır olarak جِدُوه ·تَ : bulursunuz عِنْدَ الَّلِ : katında Allah ا³ : هُوَ خَيْ ً
daha hayırlı وَأَعْظَمَ : ve daha büyük أَجْرًا : bir karşılık olarak : وَاسْتَغْفِرُوا
bağışlanma dileyin الَّلَ : Allah’tan إِنَّ الَّلَ Allah : şüphesiz غَفُورٌ : Ğafûr’dur
 رَحِي ٌ : Rahim’dir
“Şüphesiz Rabbin, senin ve yanındakilerden bir topluluğun gecenin üçte
ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde kalktığını bilir. Şüphesiz
geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi de
tevbenizi kabul etti. Şu halde Kur’an’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden
hastalananlar olacağını, diğer bir kısmının da Allah’ın lutfundan aramak için
yeryüzünde dolaşacaklarını, başka bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını
bilir. Öyleyse ondan kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın,
zekâtı verin ve Allah’a güzel bir sûrette borç verin. Kendi nefisleriniz için önceden
hayır olarak takdim ettiğiniz şeyleri, daha hayırlı ve daha büyük bir
karşılık olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz
Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (73/Müzzemmil, 20)
İlk âyetlerde gece namazına kalkılması ve bunun belli bir vakit içinde
edâ edilmesi emredilmişti. Uygulamada hem gece namaza kalkma hem
de istenen vakti
tespit etme hususunda zorluk ortaya çıkınca yükümlülük
hafifletilmiş veya maksadın
kesin olarak vakte riâyet etmek ve mutlaka kılmak
olmadığı, emrin teşvik ve tavsiye mahiyetinde olduğu açıklanmıştır.
Gece namazının başlangıçta hem Hz. Peygamber’e hem de ümmete farz
kılındığını, daha sonra halkın zorlandığı ortaya çıkınca onlar için nâfile,
Hz. Peygamber için farz haline getirildiği görüşünde olanlar da vardır. 410
Müfessirler “Artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyunuz” mealindeki
bölümü
iki türlü yorumlamışlardır:
410 Şevkânî, V, 371-372
• 147 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
a) Geceleri kolayınıza gelen miktarda teheccüd namazı kılınız;
b) Gece namazında Kur’an’dan kolayınıza gelen miktarda okuyunuz.
411
Birinci yoruma göre mü’minler geceleyin belli bir vakte bağlı kalmadan ve
farz olmaksızın kalkıp kolaylarına
geldiği miktarda nâfile namaz kılarlar;
ikinci yoruma göre ise gece kalkıp
kıldıkları namazda Kur’an’dan kolaylarına
gelen miktarda ve kolay gelen âyetleri
okurlar. Bununla birlikte bu
cümleyi, namazla alâkası olmaksızın, “Sadece Kur’an’dan kolayınıza gelen
miktarı okuyunuz” şeklinde yorumlamak da mümkündür.
412
Âyetin bundan sonraki bölümünden anlaşıldığına göre hastalıktan, geçim
temini
için veya başka maksatlarla yapılan yolculuklardan; Allah yolunda
cihadda bulunmak gibi mâzeretlerden dolayı Allah Teâlâ kullarına
kolaylık lutfetmiş, yani mü’minlerin gece kalkıp kolaylarına geldiği miktarda
namaz kılmaları farz değil mendup olmuştur.
Âyetin son bölümünde ise Yüce Allah mü’minlere, namazlarını usûl ve
âdâbına
uygun olarak kılmalarını, zekâtlarını vermelerini, Allah rızâsı için
hayır yapmalarını, iyilikte bulunmalarını, fakirlere karşı şefkat ve merhametle
davranıp onlara
yardım etmelerini buyurmakta, dünyada bu tür iyi
işler yapanların âhirette Allah
katından bu yaptıklarının karşılığını kat kat
alacaklarını haber vermektedir. Müfessirler genellikle burada geçen “Namazınızı
kılın, zekâtı verin” cümlesindeki
namazı beş vakit namaz, zekâtı da
farz olan zekât olarak yorumlamışlarsa da sûrenin tamamının Mekke döneminde
inen ilk sûrelerden olduğunu dikkate alırsak bu yoruma katılmak
mümkün değildir. Çünkü beş vakit namaz ve belirli kurallara bağlanmış
haliyle zekât vecibesi yıllar sonra farz kılınmıştır. Buna göre âyette, İslâm’ın
beş temel erkânından ikisini teşkil eden namaz ve zekât ibâdetlerine ilişkin
yükümlülük bilincini oluşturmanın ve bunların ilk uygulamalarını başlatmanın
amaçlandığı söylenebilir. Kullar dünya hayatında ne kadar dikkat
ederlerse etsinler
hatadan kurtulamayacakları için sûrenin son cümlesinde
Allah’tan bağış istemeleri
emredilmiştir. 413
İbadette Denge ve Dinde Kolaylık İlkesi
411 bk. Şevkânî, V, 371-372; İbn Âşûr, XXIX, 283-284
412 bk. Ebû Bekir İbnu'l-Arabî, IV, 1881
413 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, V/412-413.
• 148 •
Ahmed Kalkan
Bu âyet, Peygamber’in (s.a.s.) ve onunla beraber olan ilk nesil Müslümanlarının
ibâdet yaşantılarından bir kesit sunmakta; ibâdette denge ve
dinde kolaylık ilkelerine yer vermektedir.
Bu âyetin, sûrenin ilk bölümünü oluşturan âyetlerden sonra indiği kesindir,
ancak ne kadar sonra indiği konusunda farklı görüşler vardır. Hz.
Âişe ve İbn Abbas’tan gelen bir rivâyete göre, Müzzemmil sûresinin son
âyeti, aynı sûrenin ilk âyetlerinden, yaklaşık bir yıl sonra nazil olmuştur.
Said b.Cübeyr’den gelen bir rivâyete göre ise, bu âyet, sûrenin ilk bölümünü
oluşturan âyetlerden on sene sonra inmiştir. Bu rivâyetlere göre, Müzzemmil
sûresi’nin 20’inci âyeti, Mekke Dönemi’nde nazil olan âyetlerdendir.
Bir başka görüşe göre de bu âyet, sûrenin ilk kısmını oluşturan âyetlerden
yıllar sonra Medine’de inmiş, sûrenin başındaki konu ile ilgili olduğu
için Medine’de indiği halde bu sûrenin sonuna konmuştur. Çünkü bu âyette
Allah yolunda savaştan söz edilir. Allah yolunda savaş, ilk kez Medine Dönemi’nde
farz kılınmıştır. Bu da, âyetin Medine Devri’nde indiğini gösterir.
Ancak bu yaklaşım, pek ikna edici değildir. Allah yolunda savaş, ilk kez
Medine Dönemi’nde farz kılınmış olsa da, açıklamasını yaptığımız bu âyet,
Allah yolunda savaşı değil savaşacak olanları gelecek zaman kipi (se-yekûnu)
kullanarak ifade etmiştir. Bu durumda âyet, gelecekte olacakların bir
öngörüsü olarak değerlendirilebilir ve sûrenin de tamamıyla Mekke Dönemi’ne
ait olduğu söylenebilir. Nitekim bu konuda İbn Abbas’ın şöyle dediği
rivâyet edilir: Müzzemmil sûresi’nin başında yer alan kıyam (geceleyin ibâdet
için kalkma) emri, mü’minlere çok zor geliyordu. Sonra Allah merhamet
buyurdu da bu emir hafifletildi. Allah’a hamd olsun ki o, daraltmadı (zorlaştırmadı),
tam aksine genişletti (kolaylaştırdı.) Sûrenin öncesi ile sonu arasında
yaklaşık bir sene kadar süre geçti. İbn Abbas’ın bu açıklaması, hem tarihî
bilgilere hem de İlâhî hikmete daha uygun düşmektir. Çünkü Peygamber
(s.a.s.) ve ashâbı, sûrenin ilk âyetlerinde yer alan emre uyarak gecenin büyük
bir kısmını, Kur’an okumak ve namaz kılmak için uyanık geçirmeye
çalışıyor, geceleri pek az uyuyor, seherlerde Allah’tan bağışlanma istiyorlardı.
Ancak günler ilerledikçe, Müslümanların işleri ve görevleri çoğaldı. İşler
yoğunlaşınca da artık eskisi gibi gecenin çoğunu ibâdetle geçirmek güçleşti.
İşte bu yüzden Yüce Allah, gece kalkıp ibâdet etmeyi hafifletmiş ve ibâdette
her türlü aşırılıktan uzak durulması gerektiğini belirtmiştir.
• 149 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Âyetin beyanından anlaşıldığına göre, önceleri gece ibâdeti, Peygamber’e
(s.a.s.) ve mü’minlerden bir kısmına hem tatlı geliyor hem de bu ibâdet
onlara zevk ve huzur veriyordu. Bu yüzden onlar, geceleyin kalkıp onun
üçte ikisini, yarısını veya üçte birini namaz kılmak ve Kur’an okumak için
uyanık geçiriyorlardı. Ancak mü’minlerin hepsi, gece kalkıp uzun süre
ibâdet etmiyor veya buna güç yetiremiyorlardı. Her şeyi her yönüyle bilen
Yüce Allah, ileriye doğru insanların hepsinin geceleyin kalkıp uzun süre
ibâdet edemeyeceklerini, onu ifa ve ihya etmeye güç yetiremeyeceklerini
de çok iyi bildiği için gece ibâdetini hafifletmiş, bundan böyle belli bir vakit
gözetmeden gecenin herhangi bir ânında kalkıp Kur’an’dan kolay gelenin
okunmasını, ibâdette aşırılığa kaçılmamasını istemiştir. Görüldüğü gibi bu
âyetle, gece kalkıp Kur’an okumak veya namaz kılmak büsbütün kaldırılmıyor,
fakat insandan, kıraat ve ibâdet niteliği taşımak şartıyla ne miktar
kolayına gelirse onu yapması isteniyor. Şu halde geceleyin kalkıp Kur’an
okumak ve namaz kılmak isteyen kimse kalkıp bunları yapabilir; ancak kıraatı
ve ibâdeti, öncesi gibi uzun tutmak şart değildir.
Bu âyette yer alan ve lafzen onu sayamazsınız anlamına gelen len-tuhsûhu
ibâresi, iki şekilde mânâlandırılabilir:
Bu ibârenin sonundaki zamir, daha önce geçen takdir kelimesinin yerini
tutabilir ve bu durumda ibâre şu anlama gelir: “Siz, gecenin saatlerini
bütün parçalarıyla eşit ve tam olarak sayacak şekilde takdir edemezsiniz.”
İbârenin sonundaki zamir, gece ibâdeti’nin yerini tutan bir zamir olarak
da kabul edilebilir. Bu durumda anılan ibâre, ileride bu gece ibâdetini hepiniz
tam olarak ifaya güç yetiremezsiniz anlamına gelir. Demek ki sûrenin
başında yer alan geceleyin kalk buyruğu, önceleri hazırlık mâhiyetinde özel
bir emir olarak verilmiş, o hazırlık süreci tamamlanınca bu emir hafifletilip
herkesin yapabileceği şekilde teşrî kılınmış ve genelleştirilmiştir. Artık
isteyen herkes, geceleyin kalkıp Kur’an’dan kolayca okuyabileceği kadar
okur, namazdan da kolayına geldiği kadar kılar. Allah’ın, ibâdette güçlüğü
kaldırıp kolaylık murat etmesi, O’nun insanlara karşı ne kadar lütufkâr ve
merhametli olduğunu gösterir.
Allah’ın, kullarına bağışla yöneldiğini belirtmek için, âyette, sizi affetti
anlamına gelen fe-tâbe aleykum ibâresi kullanılmıştır. Bu ibâredeki tâbe
sözcüğü, hatadan dönmek, pişman olmak ve affetmek gibi anlamlar taşıyan
• 150 •
Ahmed Kalkan
tvb kökünün türemiş şeklidir. Aynı kökten gelen tevbe sözcüğü ise, “insanın
günah ve hatasını terk edip Allah’a dönmesini, Allah’ın da kendisinden af
dileyen kuluna bağışla yönelmesini” ifade eder. Günahlardan kurtulma ve
bağışlanma yolu olan tevbe, başlı başına bir ibâdet şeklidir. İnsan, dünya
hayatında var olduğu sürece her an tevbe edebilir. Ancak insan için ömrün
süresi meçhul olduğundan o hiç beklenmedik bir anda sona erebilir.
Öyleyse insan, ölümün eşiğinde olduğunu unutmadan işlediği günahlardan
bir an önce tevbe etmelidir. Asıl felâket, insanın kendine tanınmış olan
imkânlardan yararlanmamasıdır. Tevbe, insana Allah tarafından sunulan
bir umut oluğu, kurtulma ve bağışlanma yoludur. Bunun için insan, umutsuzluğa
düşmeden geçmişi imkân nisbetinde onarıp daha iyi bir gelecek
kurma çabası içinde olmalıdır.
Âyette, gece kalkıp Kur’an okumak istenmektedir. Âyetin devamında
namaz kılmaktan ayrıca söz edildiğine göre, buradaki emrin sadece Kur’an
okumaya ait olması daha uygun düşmektedir. Ancak, hem kıraetin hakiki
mânâsı muhâfaza edilerek hem de namaz manası gözetilerek bu ibâreyi,
namazda veya namaz hâricinde Kur’an’dan kolayca okuyabileceğiniz kadarını
okuyun şeklinde anlamak ve mânâlandırmak da mümkündür.
Bu âyette, gece ibâdetinin hafifletiliş nedenine açıklık getirilmekte; hastalık,
meşru işlerle meşgul olmak ve Allah yolunda savaşmak gibi nedenlerle
şartların değişebileceği, buna bağlı olarak da bazı hükümlerde değişikliğe
gidilebileceği mesajı verilmektedir.
Allah, zorluğu değil, kolaylığı diler; insana gücünün üstünde bir şey
teklif etmez. İslâm’da bir işin vazife olması, insanın o işi yapmaya güç yetirebilmesine
bağlıdır. Bu yüzden İslâmî hükümler, mâkul ve âdildir; Kur’an
da emirlerine bunun için kolaylık atfetmektedir. “…Allah size kolaylık diler,
sizin için zorluk istemez.” 414 Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Din kolaylıktır.”
415; “Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.”416; “Müjdeleyin, nefret
ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 417
414 2/Bakara, 185
415 Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
416 Ahmed bin Hanbel, III/479
417 Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71
• 151 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Şu halde dini, insanların nefret ettiği, ibâdeti de fıtratın kabul etmediği
bir duruma sokmamak gerekir. Çünkü Allah’ın irâdesi, dinin insan hayatında
aslî şekliyle ve kolayca uygulanır biçimde yer almasıdır. İslâm’ı, insan
ve hayat gerçeğiyle çelişen bir kurum haline getirmek, İlâhî irâdeye ters düşeceğinden
sonuç hüsran olacaktır. “Dinle yarışa giren her insan, mutlaka
yere serilir.”418; “Heleke’l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-”
Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 419
Kolaylık, İslâm’ın en önemli ilkelerinden biridir. Peygamber (s.a.s.),
bu ilkeyi: “Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini
zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun
bir biçimde uygulayın.”420 sözüyle dile getirmiş; o, sözleriyle daima kolaylığı
tavsiye etmiş, uygulamaları ile de bizzat kolay olanı yapmıştır. Hz. Âişe
(r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle
karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.”421 Çünkü zor iş, daha
çok ihmale uğrar.
Allah Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min
kullarını hayat mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı
dilemiştir. Namazla hevâsına direnecek, kötülük ve fahşâdan
uzaklaşacak, oruçla kolay kolay cihad etmeye alışacak, lüzumunda sabır
yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın
zorlukları yenilecek, âhiret saâdetindeki güzellik, kolaylık ve saâdetlere
erişecektir. İbâdetler insanı olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî
yönden güçlendirir. İbâdet ve Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet,
hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş mü’min için hiç de zor değildir.
Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu
şeytanın zor gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder,
insanın kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip
onlarla yücelip güçlenmesine engel olmak ister.
Mü’min şeytana ve hevâsına kanmayacak, imtihanını kazanma gayreti
içinde Allah’a kul olmanın, başka tüm kulluklardan daha kolay ve daha
güzel olduğunu unutmayacaktır. İslâm’ın hükümleri ne zordur, ne de çok
418 Buhârî, İman 69
419 Müslim, İlim 7
420 Buhârî, İman 29
421 Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
• 152 •
Ahmed Kalkan
basit. Müslüman da en küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve
tembellikte bir insan değildir. “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!” Devin
yükü ağırdır, ama kaldıramayacağı kadar değildir. Dev için o yük kolay bir
yüktür, ama seviyesi küçük olanlar için o yük, kaldırılamayacak kadar zor
kabul edilebilir; bu konudaki problem, eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan,
kandırılıp yönlendirilebilen âciz alıcılarla bakmakta, yani serabı su, suyu
da serap zannetmektedir. Mü’min, Allah’ın nûruyla bakar, kalp ve iman
gözünü devreden çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler, bakmasını bilmeyen bakar
körlerdir. “...Onların gözleri var, fakat onlarla görmezler, onlar gâfillerin ta
kendileridir.”422; “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalpler
kör olur.” 423
Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz.
424 Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi
karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip
neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir
şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/
nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık
istediği için,425 Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama
nasıl birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği,426 kolay
ve güzel gösterdiği gibi; Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır.
Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatle Allah’a teslim olup O’na yönelmek,
aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan şeytanla ve günahlarla
imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi
gösterir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Dünya hayatında onlara sadece
bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha meşakkatlidir/şiddetli ve zordur.
Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.” 427
Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah’ın hudûdudur. Allah’ın göstermediği
kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır.
Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap
dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır:
422 7/A’râf, 179
423 22/Hacc, 46
424 2/Bakara, 286
425 2/Bakara, 185
426 6/En’âm, 43
427 13/Ra'd, 34
• 153 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
“Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca
bütün günahların silinmesine sebep olur.” (Hâbuki, Peygamber sünnetinde
ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır,
ne de bol keseden vaatler.) “Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen
bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden
bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman
sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun,
tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi
geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır...” gibi yaklaşımlar, dini
kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir. Dine ilâveler (bid’atler) ve bu
şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini
insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir.
“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği
şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar? Eğer (azâbın âhirete ertelenmesiyle
ilgili) o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (helâk kararı) verilirdi.
Gerçekten zâlimler için acıklı bir azap vardır.” 428
İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır!
Kendisini, fıtratın ve hayatın dini olarak tanıtan bir sistemin insan için
en kolay ve âhenkli olanı sunduğu kuşkusuzdur. Çünkü fıtrat/yaradılış nizamı
olmanın ilk şartı, yaradılış ve insanla çatışmamaktır. Çatışmamanın
ilk gereği de, hitâb edilen varlığı zora sürmemek olduğu kesindir. İslâm
düşüncesinin temel kabullerinden biri de şudur: İnsanı yokuşa süren, hayat
ve insan gerçeğiyle çatışıp çelişen ne varsa yaradılışa ve insana terstir. Böyle
terslik ve aykırılıklar hayat tarafından itilir ve insan hayatında uzun süre
tutunamazlar. Fakat burada bir noktayı akıldan çıkarmamak lâzımdır: Fıtrat
dinindeki kolaylık ve hoşgörü prensibi, herkesin kendisine kolay geleni
yapması anlamını taşımaz. Bunun anlamı; fıtrat dininin, insanlar için en
kolay ve uygulanabilir olanı getirdiği merkezindedir.
Allah ve O’nun seçtiği ve mü’minler için örnek gösterdiği, tebliğ görevlisi
Hz. Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insana yüklememiştir.
İslâmiyet, insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı işkenceye çeviren
emir ve disiplinler içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi bünyesinin
dışında sayar. Nefsi öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve insanlar-
428 42/Şûrâ, 21
• 154 •
Ahmed Kalkan
dan kaçıp dağlarda münzevî olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu
terk gibi tavırlar Rasûlullah (s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilân
edilmiştir. Zorluk ve işkence bir yana; “din kolaylıktır.” 429;
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 430; “Esası, peygamberlik ve
rahmet olan dini”431 insan için azap haline getirmek dine en büyük ihânet
olacaktır. İbâdetler bir işkence, bir sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve Yaratıcı’ya
huzur dolu bir yaklaşma oldukları sürece anlam taşırlar. Bunun içindir ki,
“Dinde zorlama ve baskı yoktur.” 432 Dış görünüşü bakımından ne kadar mükemmel
olursa olsun, insanın içten gelen isteklerinden kaynaklanmayan
bir davranış, Allah katında değer ifâde etmemektedir.
İslâm, insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi, insanın kendi kendini
baskı altına alıp ezmesine de karşı çıkmıştır. Tahrîm sûresinin ilk âyetinin
meâli şöyledir: “Ey Peygamber! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri neden
kendine haram ediyorsun?”433 Bir başka âyette ise şöyle deniyor: “De ki: ‘Allah’ın
kulları için ortaya serdiği süs ve güzelliği, hoş ve temiz rızıkları kim
haram etmiştir? De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte)
iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir.” 434 Bu İlâhî
beyanlara dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün
zevkler, en ideal anlamda, vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur.
Allah, bu konuda kulları adına, kullarından daha cömert davranmıştır. Haram
alanına çıkıp orada zevkler arayanlar, İslâm düşüncesine göre, fıtratı
bozuk, sapmış ve yaradılış âhengi bozulmuş dejenere ruhlardır. Dini, hayata
zıt, yaşanması imkânsız denecek kadar zor bir kurum olarak görüp
ondan kaçmalarına sebep olmak, din adına bir cinâyettir. Fıtrat dini, hayat
ve insanla çatışmaz.
Allah’ın koyduğu ölçülere müdâhale edilemez. Bunlar, kâinat kanunlarıdır.
Bu ölçülerin zedelenmesi insanı İslâm’ın dışına çıkarır. Fakat, bir
konuda vahyin koyduğu kesin bir ölçü yoksa, başka bir deyimle konu, mubahlar
dâiresine giriyorsa, o noktada kolaylığı seçmek, Hz. Peygamber’in
tavrı ve emridir. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay,
429 Buhârî, İman 29
430 Ahmed bin Hanbel, III/479
431 Dârimî, Eşribe 8
432 2/Bakara, 256
433 66/Tahrîm, 1
434 7’Arâf, 32
• 155 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.”435
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 436 Zoru seçmek,
bir ifrattır. Her ifrat, bir tefriti gerektirir. Bu yüzdendir ki, Rahmet
Peygamberi, Allah tarafından konmuş emir ve yasakları “az” bularak bunlara
ilâveler yapmaya kalkanları kınamıştır. Esasen böyle bir tutum, dinin
tek vaz’ edeni/koyucusu olan Allah’a noksanlık izâfe etmek anlamına gelebilir
ve insanı şirke düşürebilir. Öte yandan, böyle bir tutum Allah’a güvenmekten
çok, kendi nefsine yaslanmayı ve bu da insanın şuuraltında bir
bozukluğun varlığını gösterir. Bu tip davranışlarla, kitle içinde sivrilmek
isteyenlerin Hz. Peygamber’den asla itibar görmemeleri bunun en çarpıcı
delilidir. Hz. Âişe (r.a.) şunu anlatıyor: Evlerine gelen bir kadının kim olduğu
Peygamber tarafından sorulmuş, Âişe annemiz bu kadını tanıtırken
onun çok namaz kıldığını söylemiş. Hz. Peygamber, bunun üzerine, takdir
beklenen bir sırada, şöyle demiştir: “Heh! Sanki bir şey! Ben size fazlasını
değil; gücünüzün yettiği kadarını tavsiye ederim.” 437 Hz. Peygamber, oruçlu
insanın iftar etmeden akşam namazını kılmasını yasaklamıştır. Bunun da
ötesinde, bu tavrı, sünnete uymanın en güzel belirişi olarak göstermiştir.
Burada vurgulanmak istenen şudur: Allah’ın bir emrini yerine getirmek
için bütün bir gün nefsini ezmiş bir insanı; orucunu açmaya hazır ve müsâit
hale geldiği bir zamanda, ikinci bir beklentiye, ikinci bir zorluğa itmek yersizdir.
Bazı nâfile ibâdetleri yerine getirme, azîmeti tercih etme konuları, bütün
toplumu bağlamaz, onlara emredilmez. Bu çeşit takvâ ile ilgili gayretler,
seçkin benliklere hitâb edilen istisnâlardır. Kolay olanı tercih, İslâm’ın genel
tavrı ve insana tanıdığı bir haktır. Fert, bu hakkını kullanmayabilir. Problem,
bu hakkın inkâr edilmesidir. Varlığı kabul ve ilan edilen hakkın, sahibi
tarafından kullanılmamasına gelince, bu bir fedâkârlık olarak övülebilir, bir
ahlâkî fazîlet olabilir. Böyle bir tutum, fâiline maddî ve mânevî değerler
de kazandırır. Fakat unutmayalım ki, bunu başarabilecek ruhlar çok azdır.
İslâm ise, bütün insanlığa, büyük kitlelere ışık tutar. O, daima geneli,
kamuyu, büyük yığınları dikkate alarak kurallar koyar; ancak bu kurallara
mûnis yaklaşımlarla ve seçkin benliklere hitap edecek istisnâlar getirir. İslâm’ın
bu istisnâî yanlarını kurallaştırarak onu, hayatı zora süren bir kurum
haline getirenler, İslâm’ın karakteristik yapısını, genel tavrını bozmaktadır.
435 İbn Sa’d, 1/369
436 Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71
437 et-Tâc, I/48
• 156 •
Ahmed Kalkan
Bir hak ve yetki, önce teslim edilir, sonra bu haktan ferâgat için sahibine dâvet
edilebilir. O, bu dâvete icâbet eder veya etmez. Hak sahibini hakkından
vazgeçmeye zorlamak ayrı bir şeydir. Bunun adı zulümdür. 438
İslâm, hayata/fıtrata rağmen gelmiş bir din değildir. Onun amacı insana
dünyayı dar etmek de değildir. Bilakis, hayata hayat vermek için gelmiştir.
Dinin gâyesi, insanın fıtratını zorlamaksızın dünya ve âhiret saâdetini
te’mine mâtuftur. Din, insanı yeniden inşâ eden, ahlâkî tekâmülünü gerçekleştirmesine
zemin hazırlayan bir hakikattir. İnsanı gerilimlerden uzak
tutarak ihtiyaçlarının giderilmesini öngörür. Fıtrat dini İslâm, bu yapısı ile
“kolaylık” üzere inşâ edilmiştir; kolaylık/yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında
vardır.
İbâdetlerin miktarı Allah tarafından belirlenmiş ve Elçisi tarafından da
pratiğe aktarılmıştır. Bu açıdan, herhangi bir ziyâdeleştirme ya da noksanlaştırma
kesin bir şekilde yasaklanmış ve bu yöndeki her davranış haddi
aşma/bid’at olarak isimlendirilmiştir. Nitekim İmam Gazzâlî, ibâdetlerin
miktarını, ilâçların karışımına benzetmiş ve sağlıklı bir netice alınabilmesi
için bu ölçüye dikkat edilmesi gerektiğini ifâde etmiştir.439 İbn Teymiyye de,
amelinin daha makbul olması için ameldeki meşakkati artıranlar hakkında
şöyle der: “Bilmek lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı ve sevgisi, faydasız
bir şekilde kendi kendine azap çektirmek, canını zorluklara sürmekte değildir.
440 Buna göre, kışın ortasında, sıcak su varken sevâbı çok olsun düşüncesiyle
soğuk su ile abdest almak ve aynı anlayışla, yakında câmi varken
uzaktaki bir câmiye gitmek, mâkul ve doğru değildir.
İslâm, kolaylık üzere binâ edilmiştir; yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında
vardır. Ancak bu, bir başıboşluğu, her şeyin câiz ve serbest olabileceğini
ifâde etmez. Elbette ki bu kolaylığın da bir sınırı vardır. Kur’ân-ı Kerim’de
yer yer şu ifâdelere rastlamaktayız: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a
ve Rasûlüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere zemîninden
ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de
Allah’a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak
438 İslâm Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 262-268
439 Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-Dalâl, s. 111
440 İbn Teymiyye, el-Fetâvâ, 10/192-193
• 157 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
üzere ateşe sokar.” 441; “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını
aşarsa, şüphe yok ki kendine zulmetmiş olur.” 442
İnsanın kendine zulmetmesi, ifrâta kaçması ya da tefrîte düşmesi sûretiyle
olur. Allah Rasûlü, ümmetini ibâddetlerle ilgili hayatta da i’tidâl üzere
olmaya çağırmıştır. Hadislerde belirtildiğine göre, Rasûl-i Ekrem, ümmetine
farz kılınıp îfâsında zorluk çekileceği endişesiyle terâvih namazının
cemaatle kılınmasına üçüncü veya dördüncü geceden sonra ara vermiş,
hastalık ve yolculuk esnâsında namaz ve oruç gibi ibâdetler için tanınan
ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, insan gücünü zorlayacak şekilde
nâfile namaz kılmayı tasvip etmemiş, imamlık yapanların namazı uzatmalarını
eleştirmiş ve dinî hükümleri aşırılığa kaçarak uygulamaya çalışanların
bunda muvaffak olamayacaklarına dikkatleri çekmiştir.
İslâm, sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve mücâhidlerin/savaşçıların
dini değil; bedevîlerin, ihtiyar kadınların, ortalama kültür ve bilgiye sahip
yığınların da dinidir. Saçı başı dağınık, bedevî bir müslüman, Rasûlullah’a
gelerek, Allah’ın kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri sormuştu. Peygamberimiz
de; şehâdet kelimesi ve farz olan 5 vakit namaz, Ramazan orucu, her
yıl zekât ve ömürde bir kere hac konusunu ve zekâtı saymıştı. Adam: “Sana
ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de
yapmam, eksik de bırakmam’ diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz (s.a.s.)
de arkasından şöyle demiştir: “Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.”
443
Dinin tüm hükümleri, beşerî ve askerî yapıda emirler ve yasaklar sıralaması
halinde değildir. Farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah sıralaması
ve haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh, müfsid gibi merdiven basamakları
vardır. Yine, azîmet ve ruhsat tercihi sözkonusudur. Ruhsatlar,
İslâm’ın her şart ve ortamda kolaylıkla yaşanabilmesi, yükümlülerden ağır
yüklerin kaldırılması ve İslâmî hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları
onlara alıştırmak için başvurulan kolaylıklardır. Müslümanlar, hayatın
akışı içerisinde çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. İbâdetlerini yerine getirirlerken,
kendilerinden kaynaklanmayan zarûret durumuyla karşı karşıya gelebilirler.
Bu gibi durumlarda ruhsatlar onların önünü açabilir. İhtiyaç oldu-
441 4/Nisâ, 13-14
442 65/Talâk, 1
443 Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9
• 158 •
Ahmed Kalkan
ğu zaman ruhsatlardan herkes yararlanabilir. Bir konuda ruhsat gündeme
gelirse, mü’minler azîmetle amel etmeye zorlanamaz. Dileyen azîmet ile,
dileyen ruhsat ile amel eder. Ruhsat ve kolaylığı kullanma da, Yaratıcı’nın
kuluna verdiğ bir hak olduğuna göre, bu haktan yararlanıp yararlanmama
meselesi, kulun tamamen serbest seçimine kalmıştır.
Nâfile ibâdetler, sünnet olan sınır aşılmamak şartıyla istenildiği kadar
yapılabilir. Ama başkalarına emredilemez, bunlar dinin olmazsa olmazları
arasına sokulamaz. Tebliğ ve tavsiyede önceliği alamaz. Tevhidî hususlardan,
farzlardan daha önemli gibi gösterilemez. Aksi takdirde din zorlaştırılmış,
ölçü kaçırılıp ifrâta gidilmiş olur.
Müslümanca Yaşayış Güzel ve Kolay; Gayri İslâmî Hayat Çirkin ve
Zor Bir Yaşamdır: İnsanı en iyi tanıyan, onun gücünün neye yeteceğini
bilen merhametli Allah, ona kolay dini vermiş, kaldırabileceği yükü yüklemiştir.
Allah’a teslim olmuş müslüman bir kula da Allah’a itimat, güven
ve tevekkül yakışır. “Sen bunları yapabilirsin, gücün yeter, bunlar kolaydır,
senden zorluk istemiyorum” deniyorsa, “hayır, yapamamam, zor!” demek,
her şeyden önce bir isyan ve yalanlamadır. Sırât-ı müstakîm, dosdoğru
yol demektir; Peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin444 yoludur.
Bu dosdoğru İslâmî yolda yolculuk kolaydır, ayağı kaymadan nice insan
bu yoldan yürümüştür. Ayrıca bu yolda tehlikelere karşı uyarılar, işaretler,
yardımlaşmalar, İlâhî ikram ve ihsanlar vardır. Diğer yollar sapıklıktır,
dolambaçlı, zigzaglarla dolu ve kaygandır, zordur. Yaşadığımız ülke dâhil,
hemen bütün dünyada yürürlükteki kapitalizm, insanların hayatını zorlaştırmaktan
başka bir şey getirmemiştir. Tüketim ve israf toplumu, bunalım
toplumuna dönüşmüştür. Herkes daha çok tüketmek için, daha çok kazanmaya,
dolayısıyla daha zor bir hayata kendini mahkûm ediyor. Bu, kırılması
mümkün olmayan bir kısır döngüdür.
İslâm’ın dışındaki tüm düzenler, dünya görüşleri ve ideolojiler birer
şirk düzenidir. Şirk ise, büyük bir zulümdür. “Gerçekten şirk, büyük bir zulümdür.”
445 İslâm dışı düzenler ve uygulamalar zorbalık ve zulümdür, ağır
yüktür. Haksız vergiler, hortumlar, adâletsiz hukukî düzenlemeler, halkın
sırtındaki ağır yükler. Toplumdaki bütün bireylerin şikâyet ve huzursuzluğu,
zorlukların isbatıdır. İnsanların hayatını kolaylaştırma vaadiyle orta-
444 4/Nisâ, 69
445 31/Lokman, 13
• 159 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
ya çıkan materyalizm ve kapitalizm hayatın düzenini bozmuş, insanların
fıtratını dejenere etmiş ve ihtiyaç kavramını alabildiğine genişletip bitmek
tükenmek bilmeyen yarış içinde insanları tüketim araçlarının, teknolojik
aygıtların kölesi yapmış, maddî-mânevî zorluk üstüne zorluklar üretmiştir.
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki,
Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah
dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının
adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan
zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice
insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya
başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Sevgi dağları deldirir, olmazları oldurur. Esas sevgi, Allah sevgisi ve Allah
için olan sevgidir. Dini, imanı sevdiren de Allah’tır. “Allah, size imanı
sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip çekici kıldı ve size küfrü, fıskı ve isyânı
çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş/irşâd olmuş olanlardır.” 446 İman
sevgisi, dünyadaki her zorluğu kolay ve güzel kılan esrârengiz bir güçtür.
Zorlukların en büyüğü, fedâkârlığın en yücesi, candan geçmektir. Ama Allah
sevgisiyle dolu bir mü’min şehâdeti kolaylıkla arzular ve bu arzusuna
ulaşmak için gözüne güzel gelen ölüm de ona kolaylaştırılır: “Sizden biriniz
karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden
ancak o kadar acı duyar.” 447
Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin
ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin
ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız
engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin
yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma
dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak,
sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık
yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle
değiştirilen, atma ve katmalarla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah’ın
râzı olduğu, tamamlanmış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık
446 49/Hucurât, 7
447 Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
• 160 •
Ahmed Kalkan
da kaybolur. Namaz kılmayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması
zordur. Oruç tutmayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir;
aynen zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor
olduğu gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan
bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir.
Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri
yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı
nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse
de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan
görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.
Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar,
farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine
şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına
boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu
insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar,
ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler...
hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel
amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları
kolay zannettirir. İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı
halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ
etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de
kolay bir şey olmasa gerektir.
“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık
içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm
insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın
zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu zorlukları kolaylık ve güzelliklere
çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak, ya da gayri meşrû bir amaç uğruna
zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada
zor bir hayat onu bekleyecektir.
Geleneksel Din Anlayışı ve Yozlaşmasının
Sonucu: Dinin Zorlaştırılması
Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapma, Hz. Peygamber tarafından her
bid’atin dalâlet/sapıklık olduğu belirtilmesine rağmen bazı bid’atlerin “ha•
161 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
sene/güzel” olduğu anlayışı ve bu düşüncenin sonucu “tamamlanmış din”e
ilâveler, dini zorlaştırma çizgisini başlatmıştır. Giderek, fıkhî/mezhebi hükümler
Kur’an ahkâmı gibi, ictihad ve yorumlar dinin kendisi gibi, beşerî
ve göreceli doğrular mutlak hakikat gibi, fazîlet ve tavsiyeler farz gibi görülmeye/
gösterilmeye başlanmış, din ortalama insanın kaldıramayacağı
zorluklarla dolmuştur.
Kur’an; öğrenilmesi, okunması, ezberlenmesi ve hayata geçirilmesi kolay
olan, Allah tarafından kolaylaştırılmış olan bir kitap olduğu halde,448
Kur’an’ın zor olduğu, halkın anlamasının mümkün olmadığı belirli çevrelerce
ısrarla belirtilmiştir. Kur’an’ın sadece okunması, ezberlenmesi değil,
aynı zamanda insanlar öğüt alsın diye kolayca anlaşılmasını sağlamak için
Arapça indirildiği halde,449 kolaylaştırılmış Kur’an’ın yerine tavsiye edilen
başka beşerî kitaplar dini zorlaştırmıştır. Ruhbanlık benzeri aşırılıklar yasaklanmış
olmasına rağmen; çile, inzivâ hayatı, azîmet ve zorluğu tercih
etmek gerektiği, zora tâlip olunmasının şart olduğu, kendine ezâ verme, bir
lokma-bir hırka anlayışı, dinin zorlaştırılmasında büyük etkenlerdendir.
Sözgelimi resmin ve müziğin her çeşidi haram kabul edilmiş, bazı yiyecek
ve giyecekler dinden, hatta kutsal kabul edilmiştir. Allah ve Rasûlü’nün
haram kılmadığı nice hususlar, birçok yazarın eserinde ve konuşmacının
dilinde haram ve günah ilan edilmiş, halk da “o haram, bu haram; şunu
yapmak günah, bunu yapmak günah; İslâm’ı yaşamak mümkün değil, öyleyse
boş ver gitsin!” demiştir.
İslâmî hayatı ve hayatın İslâmîleştirilmesini aşırı idealize etmek de dini
zorlaştıran başka bir etkendir. Toplumun tümü veya önemli bir bölümünün
harekete geçmesiyle ya da bir kıyamla gerçekleşebilecek şeylerin suçunu
karşımızdaki müslüman bireylere atfetmek ve bunları şikâyet tarzında, sıkıntı
ve görev kaçkınlığı olarak sunmak, mükemmeliyetçilik, hem hastalıklı
bir tipi ortaya çıkarmakta ve hem de hastalıklı, ütopik, hayata uygulanamayan
ideal bir din anlayışını doğurmakta ve dini yaşamanın imkânsızlığı
vurgulanarak din zorlaştırılmaktadır. Kendini dâvet ve tebliğ görevini
yüklenmek zorunda hisseden, samimi, ama “kolaylaştırın, zorlaştırmayın!”
ilkesinden ve bunun nasıl pratize edileceğinden habersiz genç, aşırı idealize
edilmiş, zor bir tablo ile, “cihad, İslâm devleti, tâğutlara savaş, zorluklara tâ-
448 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 19/Meryem, 97
449 44/Duhân, 58
• 162 •
Ahmed Kalkan
lip olmak...” kavramlarının öne çıktığı dini sunmakta, muhâtabını da suçlamakta
ve ilk elde ve hemen çok şey beklemektedir. Bu tavır, bırakın “çok”u,
“az”ın bile oluşmasına engel olmakta, hatta bazen eldekinin bile gitmesini
neticelendirmektedir.
Bu tavrın bir benzeri, bazı müslümanların bireysel İslâmî yaşayışı için
de sözkonusudur. Güçlü iman, sabır, ibâdetlere özen, ahlâkî tutarlık, insanî
ilişkilerde düzey gibi hususlarda yeterli olmadığı ve mânevî/psikolojik
altyapı eksikliği ve bazen hastalıklı ve zigzaglarla dolu tavırlarına rağmen,
dozu yüksek tutulmuş nâfile ibâdetler, fazla infak, fedâkârlık ve aşırı faâliyet
içinde ezilebiliyor, ifrattan tefrîte yuvarlanabiliyor. Belirli bir zaman sonra
da, bir müslümanın asgarî görevlerini bile terkeden çizgiye gelebiliyor. Hâfızlığa
zorlanıp, insanî ve İslâmî olmayan usûllerle zorla hâfız yapılan nice
gencin, hayatı boyunca Kur’an’dan ve dâvâdan uzak yaşaması gibi durumlar
hep dinin zorlaştırılması ve idealize edilmesiyle ilgili problemlerdir.
İslâmî faâliyet ve hizmetlerde dâvânın yükü ve sorumluluğu fedâkâr
ve gayretli bir tek kişinin üzerine yüklenmekte, onlarca insanın yapacağını
bu bir kişi aşırı zorluklarla yerine getirmektedir. Cemaatin diğer fertleri
de sadece onu eleştirip onun moralini bozmaktadır. Bunun sonucu olarak
üzerine aşırı yük yüklenen kişi maddî ve mânevî yönden yıpranmakta ve
bir zaman sonra ister istemez bir köşeye çekilip pasifize olmakta, hatta bazen
dâvâdan, faâliyetten soğumaktadır.
Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü ve Hevâ
Allah Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min
kullarını hayat mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı
dilemiştir. Namazla hevâsına direnecek, kötülük ve fahşâdan
uzaklaşacak, oruçla kolay kolay cihad etmeye alışacak, lüzumunda sabır
yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın
zorlukları yenilecek, âhiret saâdetindeki güzellik, kolaylık ve saâdetlere
erişecektir. İbâdetler insanı olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî
yönden güçlendirir. İbâdet ve Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet,
hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş mü’min için hiç de zor değildir.
Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu
• 163 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
şeytanın zor gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder,
insanın kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip
onlarla yücelip güçlenmesine engel olmak ister.
Mü’min şeytana ve hevâsına kanmayacak, imtihanını kazanma gayreti
içinde Allah’a kul olmanın, başka tüm kulluklardan daha kolay ve daha
güzel olduğunu unutmayacaktır. İslâm’ın hükümleri ne zordur, ne de çok
basit. Müslüman da en küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve
tembellikte bir insan değildir. “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!” Devin
yükü ağırdır, ama kaldıramayacağı kadar değildir. Dev için o yük kolay bir
yüktür, ama seviyesi küçük olanlar için o yük, kaldırılamayacak kadar zor
kabul edilebilir; bu konudaki problem, eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan,
kandırılıp yönlendirilebilen âciz alıcılarla bakmakta, yani serabı su, suyu
da serap zannetmektedir. Mü’min, Allah’ın nûruyla bakar, kalp ve iman
gözünü devreden çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler, bakmasını bilmeyen bakar
körlerdir. “...Onların gözleri vardır, fakat onlarla görmezler, onlar gâfillerin
tâ kendileridir.”450; “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalpler
kör olur.” 451
Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benimseyen kişi
ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşmaları rahatlıkla
sağlanır. Kur’an, bu konuyu ifâde ederken “yüsrün teysîri” deyimini kullanıyor
ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak demektir. Kolayı sevip
aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte,
Kur’an bu sırra dikkat çekiyor.452 Cimrilik yolunu seçen, insanlarla hiçbir
madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele
sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur’an burada
“usrün teysîri” deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek
olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince,
zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve
problem sarabilir. 453
İnsanın hevâsı/nefsi, arzu ve hevesleri, doğrunun ölçüsü olmadığı gibi,
kolaylığın ölçüsü de olamaz. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/
450 7/A’râf, 179
451 22/Hacc, 46
452 92/Leyl, 5-7; 87/A'lâ, 8
453 Bkz. 92/Leyl, 8-10
• 164 •
Ahmed Kalkan
farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.
Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.454 Dünyada insan nefsinin hoşuna
giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak
uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir.
Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme
noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması,
Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri
yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu
birtakım güçlüklerin, ya da zor zannedilen bazı görevlerin olması normaldir.
Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz
insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez. 455
Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp,
kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar.
Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır
bir teklif olarak kabul etmektedirler.456
Eski ümmetler, başlarında peygamberler olduğu halde, çok büyük zorluklarla
imtihan olmuşlardı. Habbâb İbnu’l-Eret (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah
(s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip
(müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: “Bize yardım etmiyor
musun, bize duâ etmiyor musun?” dedik. Şu cevabı verdi: “Sizden önce öyleleri
vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra
getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı,
demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar
onları dininden çeviremiyordu. Allah’a kasem olsun Allah bu dini
tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San’a’dan kalkıp Hadramût’a
kadar gidecek, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu
için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.” 457
454 2/Bakara, 216
455 2/Bakara, 286
456 42/Şûrâ, 13
457 Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet
98
• 165 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Allah, eski ümmetlerin bu zor imtihanları gibi imtihana tâbi tutulmamamız
ve ağır yüklerden muaf olmamız için Kendisine duâ etmemizi bize
öğretir: “Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.
Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla,
bize acı!”458 Hz. Mûsâ şeriatının İsrâiloğullarına yüklediği ibâdetlerin
ağırlığı, Hz. İsa’nın kendi tâkipçilerine tavsiye ettiği dünyayı terk etmeye ve
ondan sonra hıristiyanların icat ettiği ruhbanlık özellikleri gibi durumları,
kaldıramayacağımız veya çok zorlanacağımız imtihanlardan Allah’ın bizi
muaf tutmasını istiyoruz. “Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan gidenlerin
sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama!” diye duâ etmemiz gerekiyor.
Hak yola tâbi olanların zor sınav ve denemelerden geçirilmelerinin Allah’ın
kanunu olmasına rağmen, bir mü’min bu yolda kendisine kolaylıklar
göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesâret ve sabır vermesi, zorlukları
kolaylıklara çevirmesi için Allah’a duâ etmelidir.
Konuyla ilgili büyük müfessir Elmalılı şu açıklamaları yapar: “Allah
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez.”459 “Yükleyemez” değil;
“yüklemez.” Allah’ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç
yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanı zora koşmaz,
güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülât ve meşakkat
vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek
şekilde yapabilirler. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması
da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah’ın kudreti olmadığından
değildir; sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu sûretle Allah’ın kullarına
bahşettiği güç ve tâkat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır.
Bu sâyede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak,
dünya ve maîşet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan
hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkân kalabilecektir.
Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler.
Meselâ, günde beş vakit namazdan başka daha nice işler görebilirler. Gerçi
sorumluluk, irâdeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet
de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı, her yükletilen
sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü
zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu, gücüyle ve kapa-
458 2/Bakara, 286
459 2/Bakara, 286
• 166 •
Ahmed Kalkan
sitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve tâkatleri farklı
olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de
fazla olacaktır ki, adâlet ve eşitlik de bunu gerektirir. Meselâ, malı olmayan
zekâtla mükellef olmayacağı gibi, farklı derecede zenginlerin zekâtları da
bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi
yüz verir.
Fakat hepsi de aynı nisbet dâhilinde, meselâ kırkta birdir. Güç ve imkân
hesaba katılmayarak nüfus başına eşit olarak “herkes şu kadar verecek”
demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik
olan farz-ı kifâyenin fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine
düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği zaman dahi onun gücünü
aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz kudret-
i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen, yani daha da
kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur. Velhâsıl bu âyet, hikmet-
i teşrî’in en büyük esasını özet olarak ifâde etmiştir. Sorumluluk onu
yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır.
“Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük
de yükleme.” 460 Bizi isyan eden toplumlar gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere
yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar,
şiddetli mîsaklar, ağır bağlılıklar, meşakkatli buyruklar, katı
kanun, kural ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini
meshederek (sûretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek
sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar,
zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.
Bu âyette geçen “ısr” kelimesinin, lügatte esas anlamı, esâret ve hapis
mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük
ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır mîsaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa,
yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki,
tarihlerde görüldüğü üzere, yahûdi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde
katı yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ
yahûdiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının dörtte birini vergi
vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak,
birçok konuda hemen idam cezâsı uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile
460 2/Bakara, 286
• 167 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen cezâ verilmek, herhangi bir hata
meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümler
vardı. Kaffal Tefsirinde denilmiştir ki, “Yahûdilerin ellerinde Tevrat
diye iddiâ ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların
ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin mîsaklara tâbi tutulmuş oldukları
daha birçok acâyip hükümlerle birlikte görülür. İşte mü’minler bu gibi
sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyâz ettiler ki, Allah da fazl u
keremi ile, “Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları çözen Peygamber...”
461 âyetiyle bunları giderdi.
“Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez”462 buyurulduktan
sonra, “aynı âyetin devamında bu duâya ne hâcet vardı?” denilmesin. Çünkü
önce vüsû’, yani kapasite kelimesinin anlamı, tâkat kelimesinin anlamından
daha geniş kapsamlı ise de, onun tâkat yerine kullanıldığı da meşhurdur.
O halde mükellefiyetin tâkat ile orantılı olması da ihtimal dâhilindedir.
Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki ümmetlerde bunun
meydana gelmiş olduğu da sâbittir. Bundan dolayı bu mücmel mânânın
ortadan kaldırılıp vüs’un açık olan kolaylık anlamına olması dilenmiştir.
İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha geniş
kapsamlıdır. Bunların bizzat İlâhî teklifin ve teşrîin eseri olarak değil; tam
aksine bunların zıddına hareket eden Firavun ve benzerleri gibi azgınların
tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için ‘lâ tükellif (mükellef
tutma)’ yerine; “ve lâ tahmil (yükleme)” denilmiştir. Sûrenin başından beri
sürüp gelen İsrâiloğulları kıssalarında her iki yönden de uyarılar olmuştur.
Aynı mânâ, âyetin devamındaki şu duâda daha ziyâde düşünülebilmektedir:
“Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme”463; hiç çekilmez,
tâkat getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyana sevkeder,
uygulanacak olursa cezâlandırma olur, mahveder, helâk eder, tâkat
yetişmez belâlar, sevdâlar altında inletme ey Kaadir Rabbimiz! Çünkü Sen
her şeye kaadirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan
da imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı cezâlandırmak
için yapabilirsin. Her şey, Senin istek ve irâdene bağlıdır. Bundan
dolayı bize yükümlülük olarak, imtihan cinsinden de cezâ şeklinde de güç
yetiremeyeceğimiz şeyleri yükletme.
461 7/A’râf, 157
462 2/Bakara, 286
463 2/Bakara, 286
• 168 •
Ahmed Kalkan
Evet, “Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez” 464 müjden
Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu
ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlâs, irâde gücü ve Hakk’a
bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu kanunu tanımayanlar,
bunun çerçevesinden dışarı çıkabilecek değiller; o zaman onlara birbirlerinin
gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen
yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak,
fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler
getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda
adâlet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır.
Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu olduğu
görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde İlâhî bir yüklemenin varlığına
dayanır. Şu kadar ki, mü’minlerinki müstakîmdir ve İlâhî rahmet eseridir;
kâfirlerinki gayr-i müstakîmdir, dolaylı olarak İlâhî adâletin ve gazabın
eseridir. Mü’minlere adâlet olan şey, kâfirlere adâlet olmaz; kâfirlere adâlet
olan şey de mü’minlere adâlet olmaz. Bütün bu liyâkat ümmetin rûhunda
ve kalbindedir. “Kalpler, Rahmân ve Zülcelâl’in iki parmağı arasındadır.” Yâ
Rab! Sen kalbimizi dilediğin gibi evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm
dininin kolay hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma!
Bundan ayrılmaya ve rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle
dayanılmaz dertlere uğratma!
O şekilde sorumlu tutma ve bu şekilde yük yükletme de, “Va’fu annâ
(günahlarımızın izlerini bizden gider)”465 İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun
hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlâsımızla taahhüt etmiş
olduğumuz halde, yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün
çalışmalarımız esas itibarıyla Senin bir nimetinin bile şükrünü edâya
yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs’at esâsen Senin bize ihsân
ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize
bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız
gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızâna aykırı olarak kendimize
zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermâyesi olarak verdiğin
irâde ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini
kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden dilediğimiz
dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil; fazl u rahmetin-
464 2/Bakara, 286
465 2/Bakara, 286
• 169 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
den ümid ederek diliyoruz. Hâlbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir
şekilde sâdır olmuş olan günahlar, Senin İlâhî bilginde zâten belli ve sâbittir.
Onların oradan silinmesi imkânsızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların
bize yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan
ve gerçekten etki sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların
doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi dilersen mahvedebilirsin.” 466
Müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekât ve cihadla mükellef
tutulmamalarını şart koşan Tâif ’lilere; Peygamberimiz’in, kesinlikle namazsız
dinde hayır olmadığını belirterek böyle bir tâvizi kabul etmediğini
biliyoruz.467 Âişe vâlidemiz, Efendimiz’in müsâmahasını anlatırken, şahsî
hiçbir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini,
kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: “Allah’a
âit bir hak ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden
Allah adına intikam alırdı.” 468
Dini, Allah’ın koyduğu ölçüleri hiçe sayarak kendi kafasına göre kolaylaştırmak,
Allah’ın göstermediği kolaylıklara müsâade etmek, -hâşâ-
Allah’tan fazla merhametli olmaya kalkmak demektir ki, bu Allah’a karşı
isyan, dine karşı da zulümdür. Bu ifrâtın yanında, Allah’ın mubah kıldığı
şeyleri haram kılan tefrît çizgisi de aynı oranda sakattır/bâtıldır. Eski kavimlerde
bu tefrît çizgisi, dinde tahrîfi ortaya çıkarmıştır. Bu yahûdileşme
çizgisiyle ilgili olarak Mustafa İslâmoğlu şu tesbitte bulunuyor:
“Dini zorlaştırmanın ve uydurmacılığın en tehlikeli yanlarından biri,
Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmektir. İsrâiloğullarına
mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur’an’dan öğreniyoruz:
“Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup Peygamber)’in kendisine haram
kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: Getirip
okuyun Tevrat’ı, eğer doğruysanız!”469 (Gerçekten de İsrâiloğullarının kendilerine
yasak kıldıkları inek etinin Tevrat’ta helâl kılındığını görüyoruz:
Levliler, 22/20-30).
466 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 273-274, 280-2281
467 Ahmed bin Hanbel, IV/218
468 Müslim, Fedâil 79
469 3/Âl-i İmrân, 93
• 170 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın koymadığı yasakları koymak, sünnetullaha aykırı olduğu gibi,
fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa elbette
bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse
yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar
da bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını
din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin
“değişken” ve “sâbitelerini” birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme
sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede
hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din, kalabalıkların
dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor;
kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu,
tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’dan sonra dinlerine karşı lâubâli oluş serüveninin
aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından,
bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti” derecesine, dün “erkek çocuklarını
dahi okula göndermeme” ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların
okuması hatırına “başlarını açıversinler canım” tefritine, dün vesikalık resmin
dahi zarûrete binâen ancak tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday
“hidâyet filmleri”ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların,
yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde
verilen “İslâmî konser”lere, dün dinlenmesi “haram” olan radyodan bugün
kurulması “farz” olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda
vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı
da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.” 470
Hz. Peygamber’in zorluklara mâruz kaldığı dönemde Allah, rasûlünün
göğsünü genişlettiğini, yükünü kaldırdığını, şânını yücelttiğini471 zikretmektedir.
Ve eklemektedir: “Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet,
her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.”472 Güçlük bittikten sonra değil; güçlükle
beraber kolaylık. Güçlükle kolaylık net çizgilerle birbirinden ayrılmamış;
tersine geçişli, her ikisi de belirli bir oranda bir arada bulunabilmekte-
470 Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, Denge Y. s. 206
471 94/İnşirâh, 1-4
472 94/İnşirâh, 5-6
• 171 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
dir. Güçlüklerin, sıkıntıların arttığı dönemlerde, çözüm yolları yavaş yavaş
açılır, sıkıntılar süreç içinde azalırken, kolaylık da artar.
Yaşadığımız sıkıntılar, hatta mağlûbiyetler; moralimizi bozabilir, yıpranmamıza
neden olabilir. Ama bunlar kesinlikle trajedilere, çaresizliklere
dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması,
ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla mümkündür. Allah Teâlâ, bizi
başardıklarımızla değil; yapıp ettiklerimizle hesaba çekeceğine göre, zor zamanlarda
üzerimize düşeni yerine getirmeli, bütün gücümüzle cehdetmeli
ve Allah’a tevekkül etmeliyiz. Karanlığın en fazla koyulaştığı, ümitlerin yitirilmeye
başlandığı an, İlâhî yardımın yaklaştığı andır.473 Zorlukları aşmada
gösterdiğimiz çaba, kolaylıkta da sürmeli, dinamizm süreklileştirilmelidir:
“O halde, boş kaldığında yeniden yönel.”474 İmtihan, her zaman belâ, sıkıntı
ve zorlukla olmaz; bazen de kolaylık ve nimetlerin bolluğu ile olur. Allah’a
iman edenler için ümitsizliğe yer yoktur: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten
iman etmiş iseniz, mutlaka siz üstün geleceksiniz.” 475
Dinde Kolaylık ve Müsâmaha Esastır: “Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ben
kulumun, benim hakkımdaki zannı üzereyim. Kulum Beni nerede zikreder/
anarsa Ben oradayım. Bana bir karış yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım.
Bana bir kulaç yaklaşana Ben iki kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek
gelene Ben koşarak giderim.” 476
“Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız.
Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta
hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir.” 477
“İsmah yüsmehu lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.” 478
Yeni müslüman olmuş ve İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı
ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevîlerin (çölde
yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar) kaba ve haşin
davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî imkânlardan uzak
473 2/Bakara, 214
474 94/İnşirâh, 7
475 3/Âl-i İmrân, 139; Oktay Altın, Hak Söz, Sayı: 114, Eylül 2000, s. 36
476 Müslim, Tevbe 1
477 Müsned, Ahmed b. Hanbel, 5/160
478 Müsned, Ahmed bin Hanbel, 1/248
• 172 •
Ahmed Kalkan
hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı. Bir defasında
Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashabı ile oturmuş konuşuyorlardı. Bedevînin
biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım!
Bana ve Muhammed’e rahmet et! Başka kimseye de bizimle beraber
rahmet etme!” diye dua etti. Bunu duyan peygamberimiz: “Pek geniş olan
ilâhî rahmete sınır çektin yahu!” buyurarak bedevînin hatasını düzeltmeye
çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid’in bir tarafına giderek abdest
bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler bağrıştılar. Hz. Peygamber
(s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu: “Bırakın (işini görsün).
Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek
üzere gönderildiniz.” Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki:
“Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir. Bunlar, Allah’ı anmak, namaz
kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır.” 479
İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz. Peygamber’in hiddetlenmesi,
kendi mübarek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir hakaret karşısında
asıl onun öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasül-i Ekrem düşünüyor ki, bedevî
bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamaştır. Cehâleti sebebiyle böyle
davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir hareket
olmazdı.
“Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Mûsâ’ya sorulduğu gibi peygamberinize
sorular sormak (,onu sorguya çekmek; daha önce Mûsâ’dan
istenen şeyler gibi talepte bulunmak) mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre
değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.”480 Bu âyet-i kerimede
Allah Teâlâ, zor gelebilecek görevler insana yüklenmesin diye, olayların
olmasından önce Hz. Peygamber’e çok soru sorulmasını yasaklamaktadır.
Nitekim bir başka âyette şöyle buyrulur: “Ey iman edenler, size açıklanınca
hoşunuza gitmeyen şeyleri sormayın. Kur’an indirilirken onları sorarsanız
size açıklanır. Allah (sorduğunuz şeyleri veya açıklanmadığına göre diğer
hususları) affetmiştir. Ve Allah ğafûrdur, halîmdir.” 481
Eğer âyetin nüzûlünden sonra tafsîlâtını soracak olursanız o konu size
açıklanır. Ayrıca bir şeyi, olmazdan önce sormayın; belki sormanız nedeniyle
o şey yasaklanabilir, din zorlaştırılmış olur. Bunun için, sahih hadiste
479 Buhâri, Vudû, 58, Edeb 35, 80; Müslim, Tahâret 98-100; Ebû Dâvud, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112
480 2/Bakara, 108
481 5/Mâide, 101
• 173 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
ifade edilmiştir ki; müslümanlardan vebâli en büyük olan, yasaklanmamış
olan bir şeyi sorup da bu soru sebebiyle o şeyin yasaklanmasına sebep
olanlardır. Bunun için Buhârî ve Müslim’de Muğîre bin Şu’be’den naklen
zikredilen hadiste Rasûlullah (s.a.s.)’ın, “denilmiş ve dedi” gibi şeyleri çok
sormayı ve malı boşa harcamayı yasakladığı belirtilir. Müslim’in Sahîhinde
de buyrulur ki; “Benim bıraktığım şeyleri, siz de bırakın. Çünkü sizden öncekiler
çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı çıkmaları sebebiyle helâk
olmuşlardır. Ben, size bir şeyi emredersem gücünüzün yettiğince yerine getirin.
Size bir şeyi de yasaklarsam ondan sakının.” Hz. Peygamber’in Allah
Teâlâ’nın müslümanların üzerine haccı farz kıldığını bildirmesinden sonra,
adamın biri, “her yıl mı yâ Rasûlallah?” dediğinde Hz. Peygamber susmuş.
Adam üç kere tekrarlayınca O, “hayır!” demiş. “Eğer evet deseydim, böyle
gerekirdi ve sizin buna gücünüz yetmezdi. Benim bıraktığım şeyleri siz de
bana bırakın!” buyurmuştur.
Demek ki kolaylaştırma, “dini değiştirme ve yapılabilecek olanı yapmama”
anlamına gelmez. Kolaylaştırma, işleri dinin ölçülerine ve eşyanın
tabiatına uygun biçimde yapmaktır. Aşırı gidip dinin ölçülerinin ve fıtrat
gerçeğinin dışına çıkmak da zorlaştırmadır. Allah’ın istediğinden fazla dindar
olmak isteyen kimse, sonunda mağlup olur. Bunun için hiç kimsenin,
dinin ölçülerini aşarak veya onları kendi arzusuna göre değiştirerek dini
zorlaştırma hak ve yetkisi yoktur.
Kur’an, Allah’ın lütuf ve iyilik sahibi olduğunu bildirirken, anahtar kavram
olarak fazlullah terkibini kullanır. Bu terkip, Allah’ın lütuf ve ihsanı, iyilik
ve ikramı anlamlarına gelir. Fazlullah terkibi, nüzul sırasına göre ilk kez
bu âyette geçer ve insanın, Allah’ın lutfundan rızık araması için öncelikle
çaba sarf etmesi gerektiği mesajını verir. Demek ki insan gerçek başarıya,
Allah’ın istediği işleri yapıp elde ettiği haklı ve helâl kazançla ulaşabilecektir.
Kur’an’a göre lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir, Allah onu dilediğine verir.
Öyleyse insan, başkasının elindekini değil, Allah’ın lütuf ve ihsanını istemelidir.
Çünkü erdem ve helâl kazanç, atâletle ve hasetle değil, irâdeye
dayalı onurlu gayretle kazanılır.
• 174 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın, İslâm’a özgü bir dünya görüşü oluşturmak için kullandığı
anahtar kavramlardan biri de sebîlullah terkibidir. Allah’ın yolu anlamına
gelen sebîlullah terkibi, nüzul sırasına göre ilk kez bu âyette geçer.
Sebîlullah terkibi, İslâm öğretilerinin tümünü ifade etmek için kullanılır.
Çünkü Allah’ın yolu, iyilik nev’inden O’nun emrettiği her şeyi içeren ve
Kur’an vahyi aracılığı ile insana bahşedilen hidâyet yoludur. Ayrıca bu terkip,
çoğunlukla cihad âyetleri içinde yer aldığından cihad vâsıtaları olarak
da yorumlanmıştır. Cihad, Allah yoluna konan engellerin kaldırılması ve
bu yolun açılması için girişilen bir eylem olsa da Allah’ın yolu tabiri, cihaddan
daha genel bir anlam taşır. Bunun için Yüce Allah, bu yola hikmetle,
güzel öğütle çağırmayı; İslâm’ın, hayatı belirleyen bir sistem olmasına karşı
çıkanlarla en güzel biçimde mücadele etmeyi istemiştir.
Görüldüğü gibi sebîlullah terkibi, dünya ve âhiret hayatında insanlara
yararlı olan, insanlığın iyi yönde gelişmesini sağlayan bütün sâlih amelleri
(iyi işleri) içermektedir. Kur’an ve sünnet bu terkiple, insanları daha yüce
ve olumlu bir sosyal düzen kurmaya yöneltir. Bu terkibin kullanıldığı âyetlerde,
Allah yolunda infak, hicret ve savaş’ın emredilmesi, değinilen tespiti
doğrular mâhiyettedir.
İktisadî Sorumluluk
Vahiy kronolojisinde ilk kez bu âyette geçen zekât sözcüğü, artmak,
gelişmek, arınmak ve temizlik gibi anlamlara gelen zky kökünün türemiş
şeklidir. Zengin olan kişinin, malının belli bir miktarını fakirlere vermesine
zekât denir.
Zekât, insanın malını, gelirini ve nefsini, yoksullara yönelik faaliyetlerle
(sadaka ve karşılıksız yardım yoluyla) bencillik kirinden temizlemesi
anlamına gelir. İslâm hukukunda zekât, ilgili yerlere dağıtıp kullanması için
İslâm Devletine verilen Müslümanlara farz kılınmış olan zorunlu bir vergiyi
ifade eder. Bu verginin hâsılatı, Kur’an’da belirtilen482 ihtiyaç sahiplerine
dağıtılır. Sonuç olarak zekât, hem insan nefsini ve malını arındırıcı bir işlevi
görmekte, hem de zorunlu ve mâlî bir yükümlülüğü ifade etmektedir.
482 9/Tevbe, 60
• 175 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
İslâmî kaynaklarda zekâtın, hicretten sonra Medine Dönemi’nde farz
kılındığı belirtilirse de, konuyla ilgili âyetler, onun İslâm’ın başlangıcından
beri var ve farz olduğunu gösterir. Demek ki Kur’an’ın indiği ilk dönemlerde
Araplar, malın belli bir miktarını yoksullara vermek biçimindeki sadakayı,
zekât olarak biliyorlar ve bunu yapanların mânen temizleneceğine
inanıyorlardı. Bu yüzden zekât, onlarda namaz ve hac gibi köklü dini geleneklerden
biri olmuştu. Bu gelenek o günkü toplumda çok iyi bilindiği için,
Kur’an zekâtı emrederken onu tanımlama yoluna gitmemiştir.
Mekke Devri’nin ilk yıllarında Kur’an’ın emriyle desteklenip farz haline
getirilen zekâta, Medine Dönemi’nde inen âyetlerle daha da açıklık getirilmiş,
zekâtın kimlere verilmesi gerektiği ayrıntılı biçimde anlatılmıştır.483
Daha sonra Medine’de İslâm toplumu gelişip İslâm, dâvetten devlete erişince,
Peygamber (s.a.s.), hangi tür mallardan ne miktar zekât verileceğini
açıklamıştır. Şu halde zekât da aynen namaz gibi öteden beri var olan ve
Arap toplumunca bilinen bir ibâdetti. Kur’an, zekâtın varlıklı Müslümanlara
farz olduğunu açıkça belirtmiş, Peygamber (s.a.s.) de zekâtla ilgili ayrıntıları
insanlara öğretmiştir. Bunun için, zekâtın ayrıntılarıyla ilgili gerçek
başvuru kaynağını, Peygamber’in söz ve uygulamaları oluşturmaktadır.
İnsanın, İlâhî buyruklara hürmetkâr olması gerekir. Bu da Kur’an vahyini,
içerdiği mânâ ve maksadıyla kavrayıp ona iyi niyetle uymakla gerçekleşir.
Şu halde insanın, Kur’an çağrısına sahih (doğru) inanç ve sâlih amelle
(iyi işlerle) cevap vermesi gerekir.
Kur’an, insanın hayata aktif ve olumlu biçimde katılımını sağlamak
için, güzel bir borç anlamına gelen karz-ı hasen tabirini kullanır. Kard/Karz,
borç vermek ve bir yerden ayrılıp gitmek gibi anlamlara gelen krd kökünün;
hasen de güzel olmak ve güzel yapmak gibi anlamlara gelen hsn kökünün
türemiş şeklidir. Karz-ı hasen, “kişinin helâl ve kıymetli olan servetini yahut
en aktif ve verimli olan gayretini, Allah rızâsı için insanların hayrına
sarfetmesidir.” İşte, helâl servetin ve anlamlı gayretin, Allah rızâsı için sarfedilmesi,
Kur’an’da Allah’a verilen güzel bir borç484 olarak isimlendirilmiştir.
483 "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, fakirlere (yoksullara), miskinlere (düşkünlere),
(zekât toplayan İslâm devletinin görevlisi) memurlara, müellefe-i kulûba, yani gönülleri (İslâm'a)
ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp
cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah her şeyi çok iyi bilendir, hikmet sahibidir." (9/Tevbe, 60)
484 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20
• 176 •
Ahmed Kalkan
Bundan maksat, Allah yolunda yapılan harcamaların, mâlî bir zarar olmadığını
anlatmaktır.
Burada, Kur’an’ın anlaşılması ve uygulanması açısından çok önemli
gördüğümüz bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Kur’an âyetlerinin taşıdığı
bir mânâ, bir de maksat vardır. Kötü niyetli insanlar, âyetlerin Arap dili
açısından taşıdığı mânâyı anladıkları halde, Yüce Allah’ın onlarda gözettiği
maksadı anlamaya yanaşmazlar. Değinilen gerçeği yansıtan çok sayıda örnekler
vardır. Ancak biz, bu âyetle bağlantılı olan bir örnekle yetineceğiz.
Kaynaklarda belirtildiğine göre: “Kim Allah’a güzel bir borç verirse, Allah
ona, onun karşılığını kat kat artırarak öder...” 485 anlamındaki âyet indiği
zaman, bu sözün mânâsını anlayan, ancak taşıdığı maksadı anlamak
için Peygamber)’e (s.a.s.) gelen Ebu’ddahdah: “Allah zengindir. O, hiçbir
şeye muhtaç değildir. Bize verdiği şeyi, bizden istemesindeki maksat nedir?”
diye sorar. Allah Elçisi bu soruya: “Evet, Allah sizi cennete sokmak için
sizden, muhtaç olanlara karşılıksız yardım etmenizi istiyor.” cevabını verir.
Aldığı bu cevapla âyetin maksadını da öğrenen Ebu’ddahdah’ın, büyük bir
hurma bahçesini Allah yolunda infak ettiği söylenir. Fakat aynı âyeti yahûdiler,
“Allah fakir, biz zenginiz” şeklinde anladılar.486 Çünkü onlar, âyete iyi
niyetle yaklaşmadılar ve lafzî mânânın taşıdığı maksadı anlamak istemediler.
Bu yüzden, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın borç istemesini, fakir
bir insanın borç istemesi şeklinde yorumladılar.
Verilen bu örnekten çıkarılabilecek genel sonuç şudur: Allah yolundan
sapan her kimse, Kur’an’ın mânâ ve maksadından kaybı oranında sapmış;
hakka ulaşan kimse de, onun ruhuna, mânâ ve maksadına vâkıf olduğu
ölçüde başarılı olabilmiştir. Öyleyse Kur’an’ın lafız, mânâ ve maksat bütünlüğü
içinde zihnimizde; işlev yönüyle de hayatımızda etkin biçimde yer alması
gerekir.487
Allah Günahları Bağışlar
Kur’an, Yüce Allah’ın günahları bağışlayıcı olduğunu belirtmek için
daha çok örtmek, bağışlamak ve affetmek gibi anlamlar taşıyan ğfr kökünü
485 2/Bakara, 245; 57/Hadîd, 11
486 3/Âl-i İmrân, 181
487 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları
• 177 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
kullanır. Ğfr kökünden türeyen ve nüzul sırasına göre ilk kez bu âyette geçen
Ğafûr ismi, “insanların günahlarını örten, hatalarını ve suçlarını çokça
bağışlayan Allah” anlamına gelir. Bu isim, Kur’an’ın tamamında “doksan
bir” kez geçmektedir.
Ğafûr ismi, insanların günahlarının çokluğu nisbetinde Allah’ın bağışlamasının
da çok olduğu mesajını verir. Bunun için, günahların sadece bir
kısmını bağışlayana ğafûr denmez. Ğafûr ismi, Kur’an’da çeşitli terkipler
halinde kullanılır. Ancak burada, Kur’an’da en çok görülen ve nüzul sırasına
göre ilk kez bu âyette geçen Ğafûr-Rahîm şekline kısaca değinilecektir
Hem Mekke hem de Medine Dönemi’nde inen vahiylerde yer alan
Ğafûr-Rahim terkibi, Allah’ın bağışlamasının sürekli ve çok, merhametinin
de sınırsız olduğu anlamına gelir. Allah, sonsuz rahmet sahibidir. O, rahmeti
ve adâleti gereği insanların günahlarını bağışlar. Yüce Allah, bağışlayıcı
olduğunu, Elçisi’ne yönelik şu buyrukla bütün insanlara duyurur: “Haber
ver kullarıma; hiç kuşkusuz Ben, Ğafûr Rahîm’im, çok bağışlayan ve merhamet
edenim.”488; “Bir haksızlık yapıp da sonra kötülüğü iyiliğe çeviren (herkes)
i bağışlarım, Ben, Ğafûr Rahîm’im.”489
Her şeyin mutlak sahibi olan Allah, dilediğini bağışlar, dilediğine de
azap eder. O’nun bağışlaması ve merhameti sınırsız, azâbı da serî ve çetindir.
Ancak, Allah’ın rahmeti gazabını geçmiş ve her şeyi kuşatmış olduğundan490
O, sonsuz rahmet sahibi bir Rab’dir.
Yüce Allah, insanların kendinden bağış dilemelerini bekler ve onlara,
bu âyetin491 son bölümünde ifade edildiği gibi “Allah’tan, günahlarınız için
bağışlanma dileyin” çağrısı yapar. Yüce Allah’ın bu çağrısına uyup O’ndan af
dileyen kimse de Allah’ı çok bağışlayıcı ve merhametli bulur.
Biz de Yüce Allah’ın çağrısına uyarak ve O’nu bağışlayıcı bulacağımızı
umarak diyoruz ki: Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi
bağışla; imana ermiş olanlardan hiçbirine karşı kalplerimizde
488 15/Hicr, 49
489 27/Neml, 11
490 7/A’râf, 156
491 73/Müzzemmil, 20
• 178 •
Ahmed Kalkan
uygunsuz düşünce ve kin bırakma. Ey Rabbimiz! Şefkat sahibi ve rahmet
kaynağı olan sadece Sensin! 492
Allah Affedicidir: Allah (c.c.), bağışlaması, af ve mağfireti bol olduğu
için, şirk dışında bütün günahları istediği kimseler için affedebileceğini beyan
ediyor. “Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan
başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah
(ile) iftira etmiş olur.” 493
Bilindiği gibi İslâm’a girmek, kendinden önceki bütün hataları siler. Allah’a
şirk koşan müşrikler, şirklerinden tevbe edip yeniden iman ederlerse
onların da geçmiş günahları bağışlanır.
Rabbimiz, mü’minlere tevbe ve af konusunda genişlik veriyor.“Allah’ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar.”
494 Bu bağışlamanın şartı, şüphesiz ki tevbedir, günahtan vazgeçmektir,
hatada ısrar etmemektir. Zaten takva sahibi mü’minler, bir hayâsızlık
yaptıkları (günah işledikleri) zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen tevbe ederler,
günahta bile bile ısrarcı olmazlar.495
“Umulur ki Allah bunları affeder. Allah Afüvv’dür (affedicidir), Ğâfur’dur
(bağışlayıcıdır).”496 Bir âyette bu isim ‘Kadir’ ismiyle beraber kullanılıyor.
Bu âyet, Allah’ın günah işleyenleri cezalandırmaya güç yetirebildiği halde,
onlara ceza vermeyip bağışlayabildiğini ifade ediyor.497 Allah (c.c.) sonsuz
bağışlayıcı ve affedicidir. O’nun bu bağışlayıcılığı öncelikli olarak dinî emirleri
ve yasakları (teklifleri) hafifletmede görülür.498
Rabbimiz, kul olarak yarattığı insanın günah işleyeceğini, hata ve isyan
edeceğini, hatta inkârcı olup küfre düşeceğini biliyordu. Buna rağmen ona
günah işleme ya da ibâdet etme özelliğini verdi.499 Yani insanın iradesini
kendi eline vermiştir. Ancak onu başıboş da bırakmamıştır. Bütün insanlara
‘tâğuta kulluk yapmayın, Allah’a ibâdet edin’ diye dâvet yapması için elçiler
492 59/Haşr, 10; Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları
493 4/Nisâ, 48
494 39/Zümer, 53
495 3/Âl-i İmran, 135
496 4/Nisa, 99; ayrıca bkz. 22/Hacc, 60; 58/Mücadele, 2; 4/Nisâ, 43
497 4/Nisâ, 149
498 2/Bakara, 187; 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 101
499 91/Şems, 7-10
• 179 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
(peygamberler) göndermiştir.500 Elçilerin dâvetine uymayıp, Allah’ın gönderdiği
âyetlere sırtını dönenler azgınlık, sapıklık ve isyan içinde kalırlar.
Peygamberlere iman edip müslüman olanlar da zaman zaman hata edebilir,
günah işleyebilirler. İşte kim bu şekilde hataya düştükten sonra, hatasından
vazgeçer ve Allah’a tevbe ederse Allah (c.c.) onu affedebilir. İnkârcı iken
mü’min, isyancı iken itaatkâr, günahkâr iken takvâ sahibi olanı (sorumluluk
bilinci içinde Allah’tan korkup günahlardan korunanı) affedebilir. Af
yetkisi Rabbimizin elindedir. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.
Eğer Rabbimiz bütün isyanlara ve günahlara ceza verseydi, hiç affetmeseydi
şüphesiz yeryüzünde kimse kalmazdı.501 İnsanların yaptıkları yüzünden
karada ve denizde fesat (çarpıklıklar, bozulma) meydana gelir.502 Bazı
insanlar veya topluluklar daha dünyada iken cezalandırılır. Ancak bütün
bunlar, insanların ürettikleri kötülüklerden Allah’ın affının dışında kalan
fazlalıklardır. Allah, kullarını sürekli affediyor. Ancak bazılarının ceza alması
da kâinat düzeni ve ibâdetin değerinin bilinmesi açısından Allah’ın
adâletinin gereğidir. “Size isâbet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta
olduğu dolayısıyladır. (Allah,) çoğunu da affeder.” 503
Allah (c.c.) Uhud savaşında Peygamberin sözünü dinlemeyenleri,504
hac ibâdetinde daha önceden yapılan hataları,505 buzağıyı tanrı edinip sonra
tevbe eden İsrailoğullarını506 affettiğini bildiriyor. Kötülükleri bağışlayıp
affedenler,507 güçsüz ve zayıf olduğu için Allah yolunda hicret veya cihad
edemeyen müstaz’aflar,508 Allah’a şirk koşmaksızın başka günah işleyenler509
Allah’ı affedici olarak bulurlar.510 İslâm’a göre bir kötülüğün cezası/karşılığı
yine onun kadardır; fazlaya kaçmak helâl değildir. Ancak hak sahibi bu
hakkını bağışlarsa, bu bir fazilettir. Kur’an bağışlamayı tavsiye ediyor. Bir
yanağına vurana öbürünü çevirmek olmadığı gibi; intikam peşine düşmek
de yoktur. Haksızlığa uğrayan, bu hakkını kullanmaz, sabreder ve bağış-
500 16/Nahl, 36
501 35/Fâtır, 45
502 30/Rûm, 41
503 42/Şûrâ, 30; ayrıca bkz. 42/Şûrâ, 34, 40
504 3/Âl-i İmran, 152, 153
505 5/Mâide, 95
506 2/Bakara, 52; 4/Nisâ, 153
507 4/Nisâ, 149; 64/Teğâbün, 14
508 4/Nisâ, 99
509 4/Nisâ, 48
510 16/Nahl, 126
• 180 •
Ahmed Kalkan
larsa bu güzeldir.511 Kur’an, mü’minlerin affedici olmalarını tavsiye ediyor.
Affedenleri Allah’ın seveceğini haber veriyor. 512
Tarih, hatasızlığı iddia eden budalalarla, bunların karşısında hak dâvâyı
müdâfaa eden kahraman insanların mücadeleleriyle doludur. Faziletin,
hata işleyen kimsenin, hatasını kabul etmekle başladığı söylenebilir. Beşer
için ideal olan, mümkün olduğu kadar hatasız bir hayat yaşamaktır. Fakat
peygamberlerden başka bu sırra ermiş bir insanı tasavvur etmek bile zordur.
Allah da hatasız bir insan değil; her çeşit hatadan hemen dönüp mağfiret
dileyen bir varlık yaratmayı tercih etmiştir.513 Bir toplumun bekası da tevbe
ve istiğfar iledir: “Onlar istiğfar ederlerken Allah onlara azâb etmez.” 514
Mü’minler şöyle duâ ederler: “Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan
dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz
şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim Mevlâ’mızsın.
Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.” 515
Günahlarını küçümseyen ve tevbesini sonu gelmeyen yarınlara erteleyen,
ya da yalancı tevbelerle kendini kandıran zavallılardan olmayalım. Ey
Rabbimiz, bizim günahlarımız ne kadar büyük ise de, Senin affın daha da
büyüktür; Bizi affet!
Ey Muhammed! Hiç şüphesiz Rabb’in senin ashâbınla birlikte, gecenin
üçte ikisinden daha azını, bazen yarısını, bazen de üçte birini, kalkıp
O’nun rızâsını kazanmak maksadıyla ibâdet ve teheccüdle geçirdiğini bilir.
Gece ve gündüzün saatlerini bilen, planlayan Allah’tır. Gece ve gündüzün
işini idare eden O’dur. Yüce Allah sizin, ne bütün geceyi, ne de büyük bölümünü
ibâdetle geçiremeyeceğinizi, âciz kalacağınızı bildi de size acıyarak
yükünüzü hafifletmek sûretiyle tevbenizi kabul etti, farz olan gece namazını
sünnet kıldı. Gece namazından sizin için kolay olanı kılın. Gücünüzün
yettiği kadar kılın. Aynı şekilde kolayınıza geldiği kadar Kur’an okuyun.
Yüce Allah içinizde, hastalığın zayıf düşürmesi sebebiyle gece ibâdetinden
âciz olanların bulunacağını, bir başka topluluğun da rızık aramak ve helâl
511 2/Bakara, 178
512 24/Nûr, 22; 2/Bakara, 178, 237
513 Müslim, Şerhu'n-Nevevi 17/65
514 8/Enfâl, 33
515 2/Bakara, 286
• 181 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
mal kazanmak üzere ticaret için ülkelerde yolculuk yapacağını, bir diğer
topluluğun da Allah’ın kelimesini yüceltmek ve dinini yaymak için O’nun
uğrunda cihad edeceklerini bilir. Bu yüzden gece namazından sizin için
kolay geleni kılın ve namazınızda Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Farz
olan beş vakit namazı, rükûn ve şartlarını yerine getirerek huşû içerisinde,
devamla edâ edin, zekâtı verilmesi gereken yerlere zamanında verin. Allah
rızâsı için ihtiyaç sahiplerine sadaka verin. Ey insanlar! Allah rızâsı için ve
Allah’ın istediği şekilde ne yaparsanız sevap ve karşılığını dünyadaki sâlih
amellerinizden kat kat fazlasıyla Rabbiniz katında daha hayırlısını bulursunuz.
Çünkü dünya geçici, âhiret ise ebedîdir. İyi kimseler için Allah katında
olan daha hayırlıdır. Bütün hallerinizde, Allah’ın bağışlamasını isteyin.
Çünkü insanın kusur ve eksiklik yapmaması çok azdır. Şüphesiz Allah, tevbe
etmeleri halinde kullarının günahlarını bağışlayan, mü’minlere dünya ve
âhirette merhamet edendir.
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Bu âyet gece ibâdetinin Rasûlullah
(s.a.s.) ve ashâbına farz olduğuna dair açık bir delildir. Onlar gecenin üçte
birinden az ve üçte ikisinden çok olmamak üzere, uzun zaman ibâdetle
mükellef kılınmışlardı. Çünkü gece ibâdet etmek ve zikir, namaz ve Kur’an
okumak gibi çeşitli ibâdetlerle geceyi ihyâ etmek, müslümanların bedenlerini
kuvvetlendiriyor, ruhlarını arındırıyor ve sıkıntılı hayata hazırlıyor,
refah içinde yaşayanların bulundukları rahatlık, rehâvet ve lezzetlere dalma
gibi şeylerden sakınmaya alıştırıyordu. Yüce Allah onları gece ibâdeti ile
mükellef kıldı ki, rûhen ve bedenen, bu yeni dâvetin yükünü omuzlanmaya
ve bu dini yayma uğrunda meşakkatlere katlanmaya hazırlasın. Bu ne yüce
ve değerli bir eğitim! Adamları ve kahramanları yetiştiriyor.”
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde
de istiğfar ederlerdi.” 516
“Şu halde Kur’an’dan kolay geleni okuyun…” Kıraat, namazın rükûnlarından
biri olduğu için, “Namaz kılın” yerine “okuyun” ifadesini kullandı.
İbn Abbas şöyle der: “Gece ibâdeti, Rasûlullah’ın ashâbından kaldırıldı
ve bunu yapmak onlar için nâfile ibâdet oldu. Fakat Rasûlullah (s.a.s.) için
farz olarak kaldı.”
516 51/Zâriyât, 17-18
• 182 •
Ahmed Kalkan
Fahreddin er-Râzi şöyle der: “Hastaların, hastalıklarından dolayı gece
ibâdeti ile meşgul olmaları imkânsızdır. Yolcular ve mücâhidlere gelince,
onlar da gündüzün zor işlerle meşguldürler. Geceleyin uyumadıkları takdirde,
meşakkat sebepleri peşpeşe gelmiş olur. İşte bu sebeple Yüce Allah,
onların görevini hafifletmiş ve haklarında gece namazının farz olma hükmünü
kaldırmıştır.”517
Müfessirler şöyle der: “Kur’ân-ı Kerim’de namaz emredilip de beraberinde
hemen zekâtın emredilmediği yer azdır. Çünkü namaz, kul ile Rabbi
arasında dinin direğidir. Zekât da kul ile kardeşleri (müslüman toplum)
arasında dinin direğidir. Namaz bedenî ibâdetlerin, zekât da mâlî ibâdetlerin
en büyüğüdür.”
İbn Abbas şöyle der: “Yüce Allah karz-ı hasenle, zekâtın dışında kalan
sıla-i rahim, misafir ağırlama vb. diğer sadakaları kastediyor.”518
Yüce Allah bu sûreyi, infak edip güzel amel işleyenlere Allah’tan af ve
mağfiret dilemelerinin yolunu göstererek sona erdirdi. Çünkü belki de insanlar,
Allah yolunda harcamaya samimiyetle niyet etmemişler veya Allah’a
borç verme işini güzel yapmamışlardır. Böylece harcamayı yersiz yapmışlardır.
Yahut nafakayı kendi istek ve maksatları doğrultusunda harcamışlardır.
Bu, Allah yolunda harcama konusuna uygun düşen bir sona erdiriştir.
Kur’an’ı en açık ifadeyle indiren Allah, noksan sıfatlardan uzaktır.519
Namazda en uzun olan şey Kur’an kıraati idi. Onun için teheccüd namazında
Kur’an’ın ne kadarı kolayınıza gelirse o kadarını okuyun, buyrulmaktadır.
Bu tabii ki namazın hafifletilmesi olacaktır. Bu buyruk görünüşte
bir emir gibi gözüküyorsa da, teheccüd namazının farz değil, nâfile bir namaz
olduğu hususunda ittifak vardır. Bir hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir:
Birisinin sorusu üzerine Allah Rasûlü “Size gece ve gündüz beş vakit
namaz farzdır” dedi. O zat “Bunun dışında bir şey lâzım mı?” diye sorunca
Allah Rasûlü “Hayır, yalnız kendin arzuluyorsan (nâfile kılacaksan) o başka”
diye cevapladı. 520
517 Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/187; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
7/108.
518 Hâzin: 4/171; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/109.
519 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/108.
520 Buhârî ve Müslim
• 183 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Maksadın bizatihi Kur’an okumak olduğu da söylenmiştir. Yani geceleyin
kıldığınız namazlarda size kolay gelen bölümleri okuyunuz. Taberî diyor
ki: “Âyet-i kerimede “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” buyrulmaktadır.
Suddî bundan maksadın yüz âyet okumak olduğunu söyledi, Hasan-ı
Basri ise “Kim bir gecede yüz âyet okuyacak olursa Kur’an onun aleyhine
delil olmayacaktır.” demiştir.”521 Kâ’b dedi ki: Bir gecede yüz âyet okuyan bir
kimse kaanitlerden (âbidlerden) diye yazılır. Said b. Müseyyeb dedi ki: Bu
miktar elli âyettir. Kurtubi dyor ki: Kâ’b’ın sözü daha sahihtir. Çünkü Abdullah
bin Amr’dan rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre Peygamber (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur: “Kim on âyet okuyarak namaz
kılarsa gâfillerden diye
yazılmaz. Kim yüz âyet okuyarak namaz kılarsa
kaanitlerden (âbidlerden)
diye yazılır. Kim bin âyet okuyarak namaz kılarsa
kantarla mükâfat verilenlerden
diye yazılır.”522 Yani ona bir kantar ecir verilir.
Bu âyetten aynı zamanda, rükû ve secde etmek nasıl namazın farzı ise,
Kur’an’ı kıraat etmenin de öyle farz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü pek çok
yerde namazın karşılığı olarak rükû etmek ve secde etmek kelimeleri kullanıldığı
gibi, kıraat zikredilerek namazın kast edildiği de vakidir. Bundan
yola çıkarak “teheccüd namazı mâdem ki nâfiledir o halde onda Kur’an
okumak nasıl farz olabilir?” şeklinde bir soru sorulmamalıdır. Yine de cevap
olarak deriz ki: İnsan “nâfile bir namaz kılmak için bedeni ve elbiseyi
temizlemek, abdest almak, avret yerlerini örtmek vs. gibi şartları yerine
getirmek gerekmez” diyemez. Öyleyse “bu namazda kıyam, rukû, secde etmek
ve teşehhüde oturmak da nâfiledir” denilemez.
Câiz ve helâl görülen yollardan rızık kazanmak için sefer etmeyi Kur’an
“Allah’ın fazlını aramak” tabiri ile ifade etmiştir.
Burada Allah (c.c.) helâl rızık aramak ile Allah yolunda cihada çıkmayı
nasıl bir arada zikretmişse, aynı şekilde, hastalığın yanı sıra iki sebeple
teheccüd namazını affetmeyi ya da hafifletmeyi de zikretmiştir. Burada,
İslâm’da helâl rızk kazanmanın ne kadar büyük bir fazilete sahip olduğu
anlaşılmaktadır. Abdullah İbn Mes’ud’dan rivâyet edilen bir hadiste, Allah
Rasûlü şöyle söylüyor: “Kim müslümanların meskûn oldukları yere buğday
521 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/469.
522 Ebû Dâvud Tayâlisî, Müsned
• 184 •
Ahmed Kalkan
getirir de o buğdayı günün fiyatına göre satarsa işte o, Allah’a yakınlığa nâil
olacaktır.” Bunun üzerine bu âyeti okudu.523
Hz. Ömer, bir keresinde “Eğer Allah yolunda cihaddan başka bir yolda
canımı teslim etmek istesem o da Allah’ın ihsânını aramak için bir vadiden
geçerken ölümün beni yakalamasıdır.” dedi ve sonra bu âyeti okudu. 524
Müfessirler beş vakit namaz kılmanın ve zekât vermenin farz olduğu
hususunda müttefiktirler. İbn Zeyd, “Bundan murat zekâtın dışında malından
sarf etmektir” demiştir. Bu Allah yolunda cihad için de, Allah’ın kullarından
birisine yardım etmek gayesiyle de veya halkın refahını sağlamak
ya da başka bir hayır iş için de olabilir. Allah’a borç verme, karz-ı hasen
Kur’an’da birçok yerde tavsiye edilmiştir. 525
Âhiret için önceden ne göndermişsen sana faydası dokunacak olan
odur. Bu dünyada tuttuğun ve Allah rızâsı için bir iyilikte harcamadığın
malın Abdullah İbn Mesud’dan rivâyet edilen şu hadiste ne işe yarayacağı
güzel izah edilmektedir: “Bir defa Allah Rasûlü ‘içinizden kim kendi vârisinin
malını kendi malından daha çok sever?’ dedi. Hepimiz ‘Kendi malımızı
daha çok severiz’ dedik. Allah Rasûlü ‘İyice bir düşünün bakalım’ dedi. Yeniden
hepimiz, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Doğrusu budur’ dedik. Bunun üzerine
şöyle buyurdu: ‘Senin malın ileriye âhiret için gönderdiğindir, burada bıraktıkların
ise onlar senin vârislerinindir.” 526
Buyruluyor ki: Gerçekte Rabb’in biliyor ki kuşkusuz sen, gecenin üçte
ikisine yakın bir kısmını, yarısını ve üçte birini ibâdetle geçiriyorsun. Demek
ki, gece ibâdetin en uzun süresi “veya yarıyı biraz artır” âyetinden anlaşıldığı
gibi üçte ikiden biraz eksik; ortası, gecenin yarısı; en azı da “veya
yarıdan biraz eksilt” âyetinin gösterdiği gibi, üçte bir oluyordu. Bu kırâatte
“nısfehû ve sulusehû” lâfızları mansub olarak “ednâ” kelimesine bağlanmıştır.
523 İbn Merduye
524 Beyhaki, Şuabu’l İman (İmanın Şubeleri)
525 Bk. 2/Bakara, an: 267; 5/Mâide, an: 33; 57/Hadid, an: 16
526 Buhârî, Müslim, Ebu Ya'lâ; Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/461-462.
• 185 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Ednâ: Yakın veya en az demektir. Nâfi, Ebu Amr, İbnü Âmir, Ebu Cafer
ve Yakub kırâetlerinde ise, “Nısfehû ve sulusehû” kelimeleri “Sulusey”
kelimesine bağlanarak “Nisfihi ve sülüsihi” şeklinde mecrur okunur. Buna
göre mânâ, “sen gecenin üçte ikisinden, yarısından ve üçte birinden az kalkıyorsun”
demek olur. Bu durumda gece yapılan ibâdetin en uzun süresi
üçte ikiden az, yarım veya biraz fazla; ortası yarımdan az üçte bir; en azı da
üçte birden az, dörtte bir kadardır. Şu halde on iki saatlik bir geceden en az
üç veya dört saat; ortası dört veya beş saat; en fazlası da altı veya yedi saat
kalkılıyormuş demek olur. Sen de kalkıyorsun, seninle beraber olanlardan
bir grup da. Yani ashâbından bir cemaat da kalkıyor. Demek ki, hepsi değil,
demek ki hepsine farz değildi veya hepsi dayanamıyordu. Geceyi de gündüzü
de Allah takdir eder. İkisinin de gerçek miktarını ancak o biçer ve o
bilir. O, bütün zamanı bilir.
Başlangıcı olmayan ilmiyle bilmiştir ki siz onu, o gecenin takdirini
sayamazsınız. Bunda iki mânâ vardır. Birisi, her gecenin saatlerini bütün
parçalarıyla eşit ve tamamen sayacak şekilde takdir edemezsiniz. Çünkü
gece ve gündüz değişir. Geceyi bölümlere ayırdıkça ortaya çıkan kesirleri
takdir etmek insanın gücü dışında olup sonsuza kadar gider. Uyku halinde
ise ayırma gücü bulunmaz. Bu nedenle bu emri tam olarak yerine getirmek
hepinizin yapabileceği bir iş olmamakla beraber, sen ve bazı ashâbın gibi,
bunu yapacak olanlarınız da bir tedbir olsun diye fazlasını tutarak zahmet
ve sıkıntılar çekersiniz.
“Lâ tuhsûhu: Onu sayamazsınız” fiilinin sonundaki zamirin “takdir” kelimesinin
yerini tuttuğu kabul edilerek verilen ve Keşsâf ’ın ve birçoklarının
tercih ettiği bu mânâ aslında doğru olmakla beraber, bu yalnız geleceğe ait
değil bu emir verilirken de böyle olduğu için, buna göre başta verilen emrin
pek yerinde olmamış olması gibi yanlış bir düşünce akla getirebilir. Bunun
için “tuhsûhu” kelimesinin sonundaki zamiri, Taberi’nin rivâyet ettiği gibi
“gece ibâdet etmek” isminin yerini tutan bir zamir kabul ederek takdir ve
saymayı şu mânâ ile anlamak daha sade ve pürüzsüzdür: Daha ilerde hepiniz
bu gece ibâdetini başaramazsınız, baş edemezsiniz. Geceyi, gündüzü,
zamanların şu anda ve gelecekte uğrayacağı bütün değişiklikleri takdir eden
ve bilen Allah, sizin bu gece ibâdetini ileriye doğru hepinizin tamamıyla yerine
getirmeye güç yetiremeyeceğinizi, başaramayacağınızı ezelden bilmiş
ve bu şekilde “gece ibâdet et” emrini verirken de, bunu bilerek aslında geçici
bir süre için olmak üzere ilk olarak sûrenin başında işaret edildiği gibi, ilerisi
• 186 •
Ahmed Kalkan
için bir hazırlık mâhiyetinde vermiş, şimdiye kadar o hazırlık yapılmış, bundan
sonra ise işin genişlemesi ve genelleştirilmesi kastedilmiş ve hepinizin
bu zor ibâdeti hakkıyla yapamayacağı da Allah katında bilinmiş olduğundan
onun değiştirilmesi ve hafifletilmesi zamanı gelmiştir.527Onun için Allah sizlere
ilim ve lutfu ile yeniden baktı. Tevbe edip durumlarını düzelterek kendisine
başvuranlara, tevbelerini kabul etmek sûretiyle tekrar bakıp merhamet
buyurduğu gibi, sizlere de yeniden lütuf ve merhametiyle baktı.
O zor ibâdetin ağırlığını kaldırıp kolaylaştırarak yeniden şu emri verdi:
Bundan böyle Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Gece ibâdetinden, kırâetten
büsbütün vazgeçin değil, asıl “gece kalk” emrinin hükmü kaldırılmıyor,
yine kalkın. Fakat gecenin yarısı veya daha azı veya daha çoğu miktarlarıyla
ve uzun uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı olmadan, “Kur’ân” ve
“kırâet” denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar okuyun,
o kadar gece ibâdeti yapın. 528
“Gece ve gündüzü yalnız Allah takdir eder. O sizin bunu sayamayacağınızı
bildi.” Yani gece ve gündüzün miktarlarını gerçek manasıyla Allah
bilir. Geceleyin namaz kılmakla geçirdiğiniz süreyi de O bilir. Fakat Yüce
Allah bu işin hakikatlerini gerçek anlamda bilemeyeceğinizi, bu vakitleri
kıyam ile geçiremeyeceğinizi, gece ile gündüzün miktarını tespit edemeyip
saatlerini tam anlamıyla sayamayacağınızı bilmiştir, ya da Yüce Allah sizin
geceleyin namaz kılmaya güç yetiremeyeceğinizi yahut size emrettiği farzı
yerine getiremeyeceğinizi bildiğinden, âciz kaldığınızdan ötürü namaz kılmayı
terk hususunda affetmek ve ruhsat vermekle size yöneldi ve zorluktan
kolaylığa gitti. Çünkü tevbenin asıl anlamı dönmektir.
Mukatil dedi ki: “Birazı müstesna geceleyin kalk.” buyruğu nazil olunca
bu onlara ağır geldi. Kişi gecenin yarısı ne zamandır, üçte biri ne zaman
olur bilemiyordu. Bu sebeple hata ederim, korkusuyla sabaha kadar namaz
kılardı.
Bundan dolayı da ayakları şişti, renkleri soldu. Yüce Allah onlara
merhamet
buyurup, yükümlülüklerini hafifletti. Bunun için Yüce Allah: “O
527 Burada saymanın geçmişte olmadığı değil, gelecekte olmayacağı söylenmiştir. Geçmiş zaman kipiyle
“mâ ahsaytum/sayamadınız” buyrulmamış, gelecek zaman kipi kullanılarak “len tuhsûhu/onu
sayamayacaksınız” buyrulmuştur (Elmalılı).
528 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/405-406.
• 187 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
sizin bunu sayamayacağınızı bildiği için size doğru yöneldi.” diye buyurdu.
529
Yüce Allah’ın: “Bunu sayamayacağınızı” buyruğu, işin güçlüğünden
ötürü buna güç yetiremeyeceğinizi... demektir. Yoksa onların bu süreyi namazla
geçirecek gücü bulamayacakları anlamında değildir.
Daha sonra Yüce Allah ruhsattan sonra daimi olan hükmü söz konusu
ederek şöyle buyurmaktadır: “O halde ondan (Kur’an’dan) kolayınıza geleni
okuyun. Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin ve Allah ‘a güzel bir sûrette borç
verin.” Yani kolayınıza
geldiği kadar namaz kılın ve Kur’an’dan da kolayınıza
geleni okuyun.
Burada emrin tekrarlanması bu husustaki ruhsatı pekiştirmek
ve iyice
yerleştirmek içindir. Farz olan namazı da farzlarını, rükünlerini,
şartlarını
yerine getirerek namazdan gâfil olmaksızın huzur ve huşu ile
kılarak eda ediniz. Malda farz olan zekâtı veriniz, yine mallarınızdan hayır
yollarında
aile halkınıza, cihada ve muhtaçlara da infakta bulununuz. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a güzel bir ödünç verecek olan
kimdir? Allah da o verdiğini ona kat kat arttırır.” 530
Daha sonra Yüce Allah sadaka verme isteğini pekiştirerek ve bu hususta
teşvikte bulunarak şöyle buyurmaktadır: “Nefisleriniz için önden ne
hayır gönderirseniz onu hem daha hayırlı, hem de ecir bakımından daha
büyük olmak üzere Allah’ın yanında bulursunuz.”
Dünyada iken önden işlediğiniz
sözü geçen ve geçmeyen her türlü hayrın sevap ve mükâfatı size
verilecektir. Bu da sizin dünya hayatında kendiniz için ve ölüm esnasına
kadar erteleyeceğiniz şeylerden yahut ölümünüzden
sonra bırakacağınız
mirastan çıkarılıp verilsin diye vasiyet edeceklerinizden
daha hayırlıdır.
Âyetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler
Âyetler aşağıdaki hususlara delildir:
1- Müzzemmil sûresinde ve âyetlerinde söz konusu edilen husus, öğüt
alan kimseler için öğüt alınacak hususlardandır. İman etmek, imanını, itaatini
Rabbinin rızâ ve rahmetine götüren bir yol edinmek isteyen bu öğüt529
Kurtubi, XIX/53.
530 2/Bakara, 245
• 188 •
Ahmed Kalkan
lere rağbet duyar ve gereğini yapar. Şânı Yüce Allah, bu kimselere delil ve
belgeleri açıkça göstermiş bulunmaktadır.
2- Peygamber (s.a.s.) ve ashâbı, sûrenin baş tarafında emrolundukları
gece namazını kılma buyruğunun gereğini yerine getirdiler: “Birazı müstesna
geceleyin kalk. Yarısı kadar yahut ondan biraz eksilt yahut ona (biraz)
ekle.” Daha sonra bu ağır miktar gece namaz kılmanın farziyeti, sûrenin
sonundaki şu buyrukla kaldırıldı: “Şüphe yok ki Rabbin senin ve seninle
beraber
olanlardan... ayakta durduğunuzu bilir...” Bu hükmün kaldırılması beş
vakit namazın farz kılınması ile tahakkuk etmişti.
3- Daha sonra Yüce Allah ümmetin yükümlülüklerini hafifletti ve onları
affederek onlara yöneldi. Bu da -Kurtubi’nin de belirttiği gibi- aralarında
emrolundukları hususları kısmen terkeden kimseler bulunduğunu
göstermektedir. Fakat daha uygun olan şöyle demektir: O, âciz kaldığınızdan
ötürü gece namazının farziyetini üzerinizden kaldırdı. Ebû Nasr el-Kuşeyri
dedi ki: “Meşhur olan gece namazı kılmanın ümmet hakkında kaldırıldığı,
Peygamber (s.a.s.) için de farziyetinin bâki kaldığıdır.” Belli bir
miktarın kaldırıldığı, fakat (gece namazı kılmanın) vacip oluşunun asıl itibarıyla
kaldığı da söylenmiştir. Yüce Allah’ın: “Kolayınıza gelen kurbanlıktan
(kesin).”531 buyruğunda olduğu gibi. Kurban kaçınılmazdır. Aynı şekilde
gece namazı kılmak da kaçınılmazdır, fakat bunun
miktarını tespit etmek
namaz kılanın tercihine bırakılmıştır. Hasen el-Basrî’nin görüşü budur. Şafiî’nin
görüşüne göre ise büsbütün kaldırıldığı söz konusudur,
gece namazı
kesinlikle farz değildir.
4- Yüce Allah Kur’an’dan kolayına gelenin okunmasını emir buyurmuştur.
Burada okumaktan kasıt namazdır. Çünkü Kur’an okumak namazın
parçalarından bir parçadır. Bu sebeple parçanın adı bütün için kullanılmıştır.
Yani kolayınıza geldiği kadar (gece namazı) kılın. Esasen namaza
da “Kur’an” adı verilir. Yüce Allah’ın: “Sabah Kur’an’ını (namazını) da”532
buyruğunda olduğu gibi. İbnu’l-Arabi dedi ki: Daha sahih olan da budur.
Çünkü Yüce Allah burada namazdan haber vermektedir. Dolayısıyla
söz de
onun ile ilgilidir.
531 2/Bakara, 196
532 17/İsrâ, 78
• 189 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Kurtubi ikinci görüşü lafzın zahirindeki hitabı esas alarak daha sahih
kabul etmiştir. Diğer görüş ise mecazdır. Çünkü buradaki adlandırma bir
şeye amellerinden birisinin adını vermek şeklindedir.
5- Yüce Allah bu hafifletmenin hikmetini açıklamakta ve geceleyin namaz
kılma yükümlülüğünü hafifletmesinin illetini (sebebini) söz konusu
etmektedir.
Çünkü insanlardan kimisi hastadır, kimisine geceleyin namaz
kılmak
ağır gelir. Ticaret maksadıyla yolculuk yapan bir kimse gece namazına
kalkamayabilir. Cihad eden de böyledir. O bakımdan bu kimseler
sebebiyle
Yüce Allah bütün yükümlülüğünü hafifletmiş bulunmaktadır.
6- Yüce Allah bu âyet-i kerimede mücâhidler ile kendisine ve aile halkına
harcayıp nafakalarını sağlamak amacıyla helâl mal elde etmek için kazananları
derece itibarıyla eşit göstermektedir. Bu da helâl mal kazanmanın
cihad seviyesinde olduğuna delildir. Çünkü Yüce Allah bunu Allah yolunda
cihad ile birlikte söz konusu etmektedir. İbrahim’in, Alkame’den rivâyetine
göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir yiyeceği (özellikle buğdayı)
bir beldeden bir beldeye getirip, orada günlük fiyatı ile satan bir kimsenin
Allah nezdindeki makamı şehidler gibidir.” Daha sonra Rasûlullah
(s.a.s.):
“Diğer bir kısmının da Allah’ın lutfundan arayarak yeryüzünde yol tepeceklerini,
başka bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bilir.”
buyruğunu
okudu.
7- “O halde ondan kolayınıza geleni okuyun” buyruğu ile lafzın zâhiri
ile amel ederek namazda Kur’an okumanın kastedildiğini kabul eden ilim
adamları, namaz kılanın namazda okuması gereken miktar hakkında farklı
görüşlere sahiptirler.
İmam Mâlik, Şâfiî ve Ahmed dedi ki: Fâtiha’yı okumaksızın namaz olmaz.
Onun bir kısmı ile dahi yetinilmez. Çünkü Kütüb-i Sitte ile İmam
Ahmed’in, Ubâde b. Sâmit’ten rivâyetlerine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
“Fâtihatu’l-Kitab’ı okumayanın namazı yoktur.” Bu nefyin
zâhiri, Fâtiha okunmadığı takdirde namazın meşrû olmayacağı anlamına
gelir. Bu anlamda pek çok hadis rivâyet edilmiştir. Ebû Hanife dedi ki: Farz
olan mutlak olarak Kuran okumaktır. Bu da Kur’an’m uzunca bir âyeti ya
da üç kısa âyettir. Çünkü en kısa sûre bu kadardır. Delili de Buhâri ve Müslim’de
sâbit olan namazını doğru dürüst kılamayan kimsenin durumunun
nakledildiği hadiste Peygamber’in (s.a.s.) ona hitaben söylediği şu sözler•
190 •
Ahmed Kalkan
dir: “Ve Kur’an’dan bildiklerinden kolayına geleni oku.” Şâyet özellikle Fâtiha
bir rükün olsaydı, onu tayin eder ve eğer onu bilmiyor idiyse ona bu sûreyi
öğretirdi. Aynı şekilde Ebû Dâvud’un rivâyetine göre Ebû Hureyre, Peygamber’in
(s.a.s.) şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Fâtihatu’l-Kitab ile dahi
olsa Kur’an okumadan namaz olmaz.” Bunların zâhirinden anlaşılan, muayyen
olarak Fâtihanın söz konusu edilmediğidir.
8- Yüce Allah farz olan beş vakit namazı vakitlerinde dosdoğru kılmayı,
mallardaki farz olan zekâtı vermeyi emir buyurmuş, farz kılmıştır. Namazdan
maksat, işin başında, gündüzün farz kılınan sabahleyin iki ve akşamleyin
iki rekâtti. Zekâttan maksat da tercih edilen görüşe göre bi’setin
beşinci yılında farz kılman malın zekâtıdır.
9- Yüce Allah karz-ı haseni teşvik etmektedir. Karz-ı hasen ise helâl
maldan ihlâsla, sadece Yüce Allah’ın rızâsı gözetilerek verilendir. Bu da aynı
şekilde nâfile sadaka vermeye bir işarettir.
10- Kul dünyada iken âhirette faydasını göreceği ümidiyle her ne işlerse
ister mal ile ilgili, ister başka husus ile ilgili olsun, mutlaka Rabbi nezdinde
ondan daha güzeliyle karşılığını bulacaktır. Çünkü Yüce Allah bir iyiliğe on
katı ile karşılık verecektir. İşte bu da mutlak olarak infakta bulunmaya bir
teşviktir.
11- Yüce Allah kullarından amellerinde görülebilecek eksiklik ya da
kusurlar sebebiyle sürekli kendisinden mağfiret dilemelerini istemiş ve
Yüce
Zâtına sığınanlara rahmet ve mağfiretiyle muâmele edeceğini vaad
etmiştir. Çünkü O, mağfiretinin büyük, rahmetinin geniş olduğunu bize
bildirmiştir. İşte bu, bütün hallerde mağfiret dilemeye bir teşviktir; isterse
yapılan işler itaat olsun. Çünkü onlarda birtakım kusurlar da söz konusu
olabilir.533
533 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları, 15/201-204
• 191 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
- 1-20. Âyetler -
Müzzemmil Sûresine Toplu Bakış
ve Günümüze Çıkarımlar
Bu sûre, kişisel ve toplumsal değişimi gerçekleştirecek olan İslamî eğitim
ve mücadelenin ilkelerini, yöntemlerini ve uygulamalarını açıklayan
bir sûredir. Kişisel değişim için tertîl ile Kur’an okuma, Allah’a yaklaşmak
için nâfile ibâdetler, gecenin rûhî gelişim için değerlendirilmesi, gece kıyâmı
(nâşiesi, neşesi), taşınması ağır olan (dâvâ) yüküne psikolojik ve rûhî
hazırlık yapılması emir ve tavsiye edilmektedir. Yine, Allah’ı zikir ve O’na
tüm varlığıyla yönelme, tevhidî bilince sahip çıkıp sade Allah’a güvenip
sığınma, kıyâmetin dehşetini unutmama, Kur’an’ın öğütlerinden yararlanma,
namazı dosdoğru kılma, tevbe ve istiğfar etme ile mü’minler bireysel
yönden olgunlaştırılmakta ve mutlaka Kur’an okumaları, ama Kur’an’dan
kolay gelenin okunmasının yeterli olduğu belirtilerek Allah’ın zorluk dilemediğine
işaret edilmektedir.
Bu sûre, aynı zamanda toplumsal değişim dinamiklerini de canlı olarak
taşımakta, mü’minleri toplumlarını nasıl değiştirecekleri, bu hususta
nereden ve nasıl başlanacağı belirtilmiş, tedricîliğe riâyetin önemine işaret
edilmiştir. Câhiliye insanlarının söylediklerine tahammül etmek ve uygun
bir şekilde onlardan uzaklaşmak, nimet içinde yüzen o şımarık ve yalanlayıcıları
Allah’a havâle etmek, toplumsal görev olarak zekât vermek, Allah
için karşılıksız borç vermek, topluma hayrı dokunacak faaliyetler yapmak
toplumsal değiş(tir)im için bu sûrenin tüm mü’minlere ve özellikle dâvâ
adamlarına ısrarla tavsiye ettiği hususlardır.
Siyasal bilinç ve değişim ruhu açısından; zâlim yöneticileri gerçek yüzleriyle
tanımak, mevcut yöneticilerin Firavun’a benzerliğini değerlendirip
Mûsâ’nın (a.s.) safına katılmak bu sûrede net olarak emredilmekte ve böylece
mü’minler bireysel, sosyal ve siyasal değişim ve dönüşüme yönlendirilmektedir.
Bu emir ve tavsiyelere uyduğu için ashâb, örnek nesil oldu. Biz de
aynı teslimiyeti gösterir ve tavsiyeleri harfiyyen yerine getirmeye çalışırsak
istenen bireysel, toplumsal ve siyasal değişim ve dönüşümüzü gerçekleştirmiş
oluruz.
• 192 •
Ahmed Kalkan
“Ey örtünüp bürünen!” (1. âyet)
Ey örtülere bürünen, ey üstüne yük yüklenen, ey büyük iş altına girip
büyük iş sırtlanan, büyük dâvânın büyük yükünü omuzlayan!
“Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut
bunu biraz azalt.” (2. ve 3. âyet)
Bürünmeyi ve örtünmeyi bırak, biraz uyuduktan sonra geceleyin ayağa
kalk! Şimdi artık rahat yatma zamanı geçmiştir. Büyük bir yük yüklendin,
bu işin sorumluluğu başkadır. Birazı müstesnâ geceyi kıyamda ve namaz
kılarak geçir, gece namazı kılmaya ve gece saatlerce Rabbine ibâdet etmeye
gayret et, geceni Ku’an’la ve namazla ihyâ et, yalnız küçük bir bölümünü
uyuyarak geçir ki, o yüce ve güç göreve, Rabbinin dâvetini insanlara ulaştırmaya
ve onlara İslam dinini tebliğ edip açıklamaya hazırlanasın. Müşriklerin
alay, hakaret ve yalanlamalarına hatta ölüm tehditlerine ve suikastlara
karşı sabırlı ve dayanıklı olasın. Gevşemeyesin, azimli ve kararlı olasın.
Kalk, seni bekleyen büyük görev için, senin tarafından sırtlanmak üzere
hazırlanan ağır yükün altına girmek için ayağa kalk. Çalışmak, yorulmak,
sıkıntı çekmek ve eziyetlere katlanmak için ayağa kalk. Kalk, uyku ve istirahat
zamanı geride kaldı. Kalk, bu görev için hazırlan, onun gerektirdiği
eğitimden geç.
Âişe (r.a.) müslümanların Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte gece namazını
nasıl kılmaya başladıklarını beyan ederek buyuruyor ki: Rasûlullah’ın bir
hasırı vardı. Rasûlullah onu geceleri hücre haline getiriyor ve içinde namaz
kılıyordu. Gündüz ise o hasırı serip üzerinde oturuyordu. Bunun üzerine
insanlar Rasûlullah’ın etrafında toplandılar, onun kıldığı gibi namaz kılmaya
başladılar. Ve sonunda iyice çoğaldılar. Bu hali gören Rasûlullah: “Ey
insanlar, amellerden gücünüzün yettiğini yapın. Zira siz usanmadıkça Allah
usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.”
buyurdu.534
Taberî ise Âişe annemizin bu hadisi rivâyet ettikten sonra şunları söylediğini
zikretmiştir: “Rasûlullah’a bu surenin baş tarafındaki âyetler inince
müslümanlar, gece namazının kendileri için farz olduğunu kabul ettiler.
Öyle ki bazıları namaz kılarken ayakta durmak için kendilerini iplerle bağ-
534 Buhâri, Libas: 43; Müslim, Müsafirin: 215
• 193 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
lıyorlardı. Allah Teâlâ bunların, kendi rızasını kazanmak için sıkıntıya girdiklerini
görünce bunu onlardan kaldırdı. Bu sûrenin son ayetini indirerek
onların sadece farz olan ibâdetleri yapmalarını emretti. Gece ibâdetini ise
nâfile kıldı.”535
Bu âyetler, gelecekte İslâm’ın tüm yükünü omuzlarında taşıyacak olan
çekirdek kadronun şahsiyet eğitimini gösteriyor. Önce öncü Peygamberin
ve öncü ashâbın nasıl eğitildiği gösteriliyor. Onlar projesi Allah’a ait olan,
mimarı Rasûlullah olan İslâm binasının temel taşlarıydılar. Temelin sağlam
atılması gerekiyordu. İşte insanın iç dünyasını zenginleştirici mesajlar taşıyan
bu gibi âyetler bu amaca mâtuf olarak iniyordu. Bu âyetler, günümüz
çekirdek kadro adaylarına da aynı eğitimi tavsiye ediyor. Tek kanatlı kuş
uçmaz. Günümüz İslâmî hareket mensupları sadece zihinlerini güçlendirerek,
dillerini kuvvetlendirerek başarılı olacaklarını düşünüyorlar. Ruhun/
gönlün ihmalinin faturası büyük oluyor. İrâdesini güçlendiremeyenin gücü
kendine bile geçmezken, başkasına nasıl geçecek? Kendini eğitemeyen başkasını
nasıl eğitecek? Uykudan vazgeçemeyen başkasını nasıl uyaracak?
Âyette geçen “kum’il-leyl” sadece “geceleyin kalk” mânâsıyla sınırlı değildir;
aynı zamanda “geceyi ayağa kaldır” anlamına da gelir. Herkes uyurken,
dâvâ adamı mü’min uyanmakla kalmayıp geceyi de uyandırır. Aynen
“namazı ikame etme”nin, “namazı ayağa kaldırmak” anlamına da geldiği
gibi. Geceyi ayağa kaldıracağız, namazı ayağa kaldıracağız ki biz de ayağa
kalkalım. Kendisi ayağa/kıyâma kalkıp geceyi kendisiyle birlikte ayağa kaldıran,
namazı ayağa kaldıran, gecenin ve namazın gücünden yararlanan
kimsenin karşısında hangi beşerî güç durabilir?
Gece kalkmayı emreden âyet, açık bir ifadeyle “namaz”dan bahsetmiyor.
Gece kıyâmı, gece kalkmak anlamına geldiği gibi, gece namaz kıyâmı
yap, namaz kıl anlamına da gelir. O yüzden gece kalkıp Kur’an okumak mı,
yoksa namaz kılmak ve namaz içinde Kur’an okumak mı kast edilmiştir?
Bu sûrenin ve Kur’an’ın başka âyetlerinin ışığında gece namazı kast edildiği
daha doğru olur. İnsan sûresinde şöyle denilmektedir: “Gecenin bir bölümünde
O’na secde et ve geceleyin uzun uzadıya O’nu tesbih et.” 536
535 Taberi, age., 8/458-459
536 76/İnsan, 26
• 194 •
Ahmed Kalkan
Gece kıyâmı, gece kalkıp namaz kılma ve Kur’an okunması, Peygamber’i
ve Müslümanları mücadele sürecine hazırlayan mânevî ve bilgilendirici
sürecin başlangıcıdır. Dâvâ adamları, üstlendikleri büyük sorumluluğun
ağırlığını hissettiklerinde, bu yükün ağırlığı altında ezilmemek için,
emaneti en güzel şekilde edâ etmek için Rablerinden yardım isteyecekler,
gece yapacakları secde ile ruhlarındaki sıkıntıyı giderip rahatlayacaklar. Altına
girilen ağır yükün hafiflemesi ancak rûhî/mânevî yönden güçlenmeye
bağlıdır. Bu da, namaz ve anlamını düşünerek Kur’an okumayla sağlanacaktır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde
de istiğfar ederlerdi.” 537
Allah’ın istediği şey, Peygamberimizi, hayatının geride kalan bölümü
boyunca sırtında taşıyacağı ağır göreve hazırlamak ve kendisi ile bu çetin
yola giren az sayıdaki mü’minin ve sonra gelecek dâvâ adamlarının onun
temposuna ayak uyduracak olgunluk düzeyine yükselmelerini sağlamaktır.
“Ya da bunu çoğalt ve Kur’an’ı tertîl üzere, tane tane oku.” (4. âyet)
Tertîl: Ağır ağır, sindire sindire ve anlamını hissederek Kur’an okumayı
ifade ettiği halde; zamanla sadece tecvid kurallarına riâyet etme anlamına
geldiği kabul edilmiş, dolayısıyla bu kavram da (çoğu Kur’an kavramı gibi)
anlam kaymasına, kısmen tahrife uğramıştır.
Tertîl: Bir şeyi güzel, düzgün ve tertip ile kusursuz bir şekilde açık açık,
hakkını vererek açıklamaktır. Sözü tane tane, yavaş yavaş, ara vererek ve güzel
sıralama ve ifadeyle söylemeye de “tertîl-i kelâm” denir. Kur’ân’ın tertîli
de böyle her harfinin, edâsının, tertibinin, mânâsının hakkını doyura doyura
vererek okunmasıdır. Bu okuma, Kur’an’ı diğer kitaplardan ayıran bir
özel okumadır. Kur’an, okunup geçilecek bir kitap değil, okunup durulacak,
dura dura okunacak, okuduğu hazmedilecek, anlamı güncelleştirilecek bir
yüce kitap, bir İlâhî hitaptır. Kur’an’ı okumak aslında Allah’la konuşmak
gibidir. Tadına varılması gereken, anlam derinliklerinin farkına varılması
için sindire sindire tadılması gereken İlâhî bir gıda, yudum yudum içilmesi
gereken bir rahmet çeşmesidir.
Namazı sadece kalıpla kılıp kalple kılamamanın, huşûyu yakalayamamanın
da önemli sebebi Kur’an’ı tertîl üzere okumamaktır. Namazda
537 51/Zâriyât, 17-18
• 195 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
huşûyu yakalamanın yolu, namazda okuduklarımızın anlamını düşünerek
okumamızdan
geçiyor. “Onlar onu (Kur’ân’ı), hakkını vererek okurlar”
538 âyetinin mânâsı Abdullah İbn Abbas’a sorulunca o şöyle cevap veriyor:
“Harflerin mahrecine dikkat ederek okumak, mânâsını anlayarak okumak,
anladığı mânâ ile amel etmektir.” Biz tertîlin bu üç şartına da dikkat edersek,
Kur’ân okumanın hakkını vermiş oluruz. Kur’ân’ın iniş gayesi bizim bu
dünya hayatımızı düzenlemektir. Öyle olunca okuyup, anlayacak ve anladığımızı
hayatımıza tatbik edeceğiz.
Bu âyette geçen “Kur’ân’ı tertîl üzere oku.” sözü, gece kalkmaktan ilk
maksadın bu olduğunu gösterir. Bu ise Kur’ân’ı namazda ve namaz dışında
okumak, onu okutup öğreterek başkalarına ulaştırmak mânâlarını kapsayabilirse
de, ayakta okunması örfe göre namazda okunmasıdır.
Bu âyet, Kur’an’ın ilk inen sûrelerinde, kabul gören anlayışa göre 3. sûrede
indiğine göre, henüz inzâl olan âyetlerin sayısı çok azdır. Her gece
bu kadar uzun süre kalkıp da Kur’ân’ı tertîl üzere okumak, bunun sadece
bellemek için değil, namaz kılıp ibâdet ederek uygulamasını yapmak için
okumaya vesile olduğunu gösterir. Her gece saatlerce Kur’an okunacağına
göre ve okunacak âyetlerin sayısı çok az olduğu dikkate alınınca nasıl yavaş
yavaş okunacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Burada büyük göreve hazırlayıcı, araçları İlâhî kaynaklı ve garantili
sonuç verecek bir eğitim programı ile karşı karşıyayız. Bu programın ana
maddesi gece uykusunu bölerek kalkmaktır. Üst sınırı gecenin yarısından
çok ve üçte ikisinden az bir süredir. Alt sınırı ise gecenin üçte birlik bölümüdür.
Gecenin bu saatlerinde namaz kılınacak ve ağır ağır Kur’an okunacaktır.
Özellikle gecenin dinginliğinde Kur’an okunması, bir kısım zamanın
da ibâdetle geçirilmesi son derece önemlidir. Ama tarih içinde bilgilenme
yerine sadece ritüel olarak ibâdet anlayışı öne çıkmıştır. Özellikle tasavvufun
ürettiği anlayışlar doğrultusunda bilgilenme çabası küçümsenmiştir.
Kur’an okuma, anlamı önemsenmeden sadece metnini terennüm etmekle
538 2/Bakara, 121
• 196 •
Ahmed Kalkan
sınırlı tutulmuş, Kur’an’ın insanı inşâ eden hükümleri, hidâyete ulaştıracak
mesajları arkaya atılmış, Kur’an mehcur bırakılmıştır.
“Tertîl”, ağır ağır ve anlamını hissederek Kur’an okumayı ifade ederken
zamanla sadece tecvid bahsinde anlam kazanan bir kavrama dönüşmüştür.
Gündüz meşgalelerinin yorucu olması nedeniyle Allah, peygamber
ve arkadaşlarından gece kendilerini bilinç, bilgi ve bunların sonucu olarak
içsel zenginliklerle donatmalarını ve mücâdeleye hazırlık yapmalarını
istemektedir. Günümüz dâvâ adamları ve özellikle önderler, üstlendikleri
dâvânın zorluklarını aşmak için gecelerin mânevî ikliminden istifade etmeli,
gündüzleri diğer insanları uyarmak için geceleri kendileri uyanmalıdır.
Günümüz müslümanı, Kur’an’ı sadece yüzünden okuyup sevaba girmek
için veya bir an evvel hatim etmek kasdıyla okumayı gaye edindiği
için, anlamını hiç düşünmeden hızlı hızlı okur. Hâlbuki Kur’an, muttakî
mü’minlere hidâyet için inmiştir. Bu hidâyet de, âyetlerin anlamlarını öğrenerek,
onlar üzerinde düşünerek sonra da o hükümleri yaşayarak gerçekleşir.
Bunun için Kur’an okumak, ama yavaş yavaş, dura dura, tefekkür ede
ede, günlük hayatla ve kendimizle bağlantı kurarak okumak gerekir.
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur.
İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin ilk
vazifesi, O’nu sık sık ve gereği gibi, yani tertîl üzere okumaktır. Kur’an’ın
ilk emri “oku” iken O’nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü’min, asgari
olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur’an’la doğrudan doğruya
bir bağlantı kuracaktır. İslâm’ın iman, ahlak, iktisat, hukuk vs. düsturlarını
teşkil eden Kur’an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği
şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah’a ibâdet edecektir. Kur’an’ı okumaktan
asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur’an’ın
anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur’an, her bir
kişi için gönderilmiştir ve Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından
anlaşılacak kadar açıktır. “Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde
düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var
mı?”539
539 54/Kamer, 17
• 197 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal
harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük
dersler takip etmeliyiz. Kur’an’ı, mutlaka mealli Kur’an’dan okumalıyız. Bir
sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Birazcık
da olsa Arapça bilenler ise bir âyetin metnini okuyunca hemen onun
kırık mânâsını kendisi vermeye çalışıp sonra meale bakıp oradan verdiği
anlamı tashih ederek okumalıdır. Okuduğu âyet üzerinde acele etmeden,
konunun üzerinde durup düşünerek, kendisine şimdi inmiş gibi, Allah’ın
kendisinden istediklerini anlamaya ve uygulamaya çalışarak okumalıdır.
Ayrıca, Kur’an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri, tefsir ve benzeri kitapları
da ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. çeşitli konulardaki Kur’an’ı okumanın,
onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü’min, Kur’an’ı
yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet
etmedikleri için, Kur’an’ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki
Kitab’ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.
Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz
tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten onu yaşamak
içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur’an’a
uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet
olunasınız.”540 Mü’min, Kur’an’ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü
artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve
dinleyecektir. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden
gitmeyenleri de alçaltır.” 541
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan,
okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan da özlenen faydalar
sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’an’ımdan) yüzçeviren kişi(ler)
için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır.” 542
Kur’an’ı tertîl üzere, dura dura ve hayatımıza tatbik etmek için okuma
yapıp yapmadığımızı test etmek için şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız,
ortağı olmayan bir Rab olduğuna ve egemenliğin kayıtsız şartsız O’na
540 6/En'âm, 155
541 Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
542 20/Tâhâ, 124
• 198 •
Ahmed Kalkan
ait olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri,
emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur’ân-ı Kerim’in kişisel
ve sosyal hayatımızdaki etkinliği nedir? Kur’ân-ı Kerim vicdanların hâkim
düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali
bilen Allah’ı fiil ve hayatımızda biricik ma’bud; ortaksız ilâh tanımamız
mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah’ın haram kıldıklarını helâl
kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû
tanımak, onları ma’bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve
bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah’a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah’a ortak koşmayı, sadece
putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır.
Bu kabulden ötürüdür ki, Allah’ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı tanzim edecek
emir ve yasaklarını içeren Kur’ân-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken
günlük hayattan, eğitimden, ekonomiden, siyasal düzenlemelerden çekilmiştir.
Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık
kitabı olmuştur. “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı,
Allah’a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta
tapacaklar demiyorum. Fakat Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına
göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah’a bir nevi şirk koşmak olacak.)” 543
Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine
uyulmak için gönderilmiş olan Kuran’a yönelmektir. Müslümanlar,
işleri
ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran’dan ve Kuran
eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran’ı hayatlarının dışına itemezler. Kur’an’ı
dostlar alışverişte görsün anlayışıyla acele acele anlamını bilmeden okumanın
istenmediğini, bunun okuyana pek bir şey kazandırmayacağı bilinmelidir.
Tertîl ile, anlamını düşünerek, güncel hayatta nasıl tatbik edeceğini, bu
konudaki problemleri nasıl aşacağını değerlendirerek okumanın emredildiğini
unutmamalıdır.
Kur’an’ın bize yol göstermesini, dünyamızı ve âhiretimizi güzelleştirip
bizi kurtarmasını istiyorsak, Kur’an’la irtibatımızı arttırmalıyız. Unutmayalım;
karnımızın doyması için yemekle nasıl irtibata geçmek gerekiyorsa,
rûhî gıdamızı almak, hidâyet üzere insanî özellik ve güzelliklerimizi arttırmak
için de Kur’an’la iç içe bir hayat yaşamamız gerekiyor. Bunun için
543 İbn Mâce, Hadis no: 4205
• 199 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
halkalar oluşturup cemaat olarak dersimizin başına imam-ı mübîn olan544
Kur’an’ı geçirmeliyiz. Onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek,
dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir.
Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Hayat boyu Kur’an
öğrencisi olma şerefiyle yaşamalı, onun rehberliğinden bir an olsun ayrılmamaya
özen göstermeliyiz. Meal ve tefsiriyle bireysel ve ailevî okumalarımızı
da sürdürmeli, evimizi kabirlere çevirmekten, TV. sayesinde sinema,
gazino ve stadyuma benzetmekten sakınmalıyız.
“Doğrusu Biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz.” (5. âyet)
Peygamberimize hitap olarak; Ey Muhammed! Sana heybetli, azametli
ve yüce bir kelam olan Kur’an’ı indireceğiz. O her şeyi bilen ve her şeye sahip
olanın sözü olduğu için bu özellikleri taşır. Bunun sorumluluğu ağırdır.
Hazırlıklı ol! Nefis terbiyesi yap, sabret! Kur’an’ın hükümlerini yaşamak,
tebliğ etmek ve tebliğ esnasındaki sıkıntılara göğüs germek zordur. Ayrıca
vahyin inişi esnasında da fizikî olarak zorluklarla karşılaşacaksın. Buna da
hazırlıklı ol.
Yüce Peygamber’in izinden giden dâvâ erlerine hitap olarak; Biz sizi
ağır imtihanlardan geçireceğiz. Yolunuz uzun ve meşakkatli. Azığa ihtiyacınız
var. Yüklendiğiniz sorumluluk çok büyük. Allah yardım etmeden bu
yükü taşıyamazsınız. Öyleyse Allah’ın yardımını çekecek paratoner edinin;
namaza ve Kur’an’a sarılın. Yüce Allah, Rasûlünü insanları İslâm dinine çağırmakla
görevlendirdiği gibi, siz de onun hayırlı bir ümmeti olarak dâvetçi
dâvâ erleri, nefsinizin arzularına ağır gelecek mükellefiyetler yükleniyorsunuz.
Böyle bir mükellefiyetin, nefsinizin hevâsıyla mücadeleye ve sabra
ihtiyacı olduğunda şüphe yoktur. Siz büyük zorluklara adaysınız. Elbisenize
bürünmüş, rahat ve sükûna dalmış şekilde, Kur’an ayetlerini anlayacak ve
düşünecek bir şekilde tertîl ile okumaktan uzak bir haldeyken, bu büyük
görevi nasıl yapabilirsiniz?!
Öyleyse yatağınızdan kalkın. Gecenin bir kısmını Rabbinize yalvararak
uykusuz geçirin ki dâvetin zorluklarına katlanmaya hazır olun. Bu, sizin
mânevî antrenmanınız olsun. Böylece dayanıklılığınız artsın, olgunlaşıp
büyük görevlere hazır olasınız. Size gece namazı ve gece Kur’an okuyuşu
tavsiyesi, sizin yüklendiğiniz ağır görevi taşıyabilmek için sizde tahammül
gücü geliştirsin, sizi güçlendirsin diye verilmiştir. Bu güç, eğer siz gecenin
544 36/Yâsin, 12
• 200 •
Ahmed Kalkan
rahatını bırakırsanız hâsıl olacaktır. Kur’an’ı okumak kolay olsa da, onunla
amel etmek, özellikle İslâm’ın hâkim değil, mahkûm olduğu zaman ve
mekânlarda zordur. Aslında İslâm’ı yaşamak zor değildir, Allah zorluk dilemez,
kolaylık ister;545 ama zâlim tâğutlar, İslâm’ı anlamayı, anlatmayı, yaşamayı
zorlaştırırlar.
Ayrıca, Kur’an’ın İlâhî terazide ecri ve mükâfatı da ağırdır. Kur’an aslında
“ağır” değildir, okunması ve anlaşılması kolay bir kitaptır. Fakat o “hak”
terazisindeki tartısı ve kalplere yönelik etkisi açısından “ağır”dır. Nitekim
yüce Allah başka bir ayette “Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık,
sen onun Allah korkusu ile parça parça olduğunu görürdün” 546 buyuruyor.
Ama yüce Allah Kur’an’ı bir dağa değil de onu algılamaya yetenekli ve dağdan
daha sağlam, daha sarsılmaz bir kalbe indirdi.
Sırf kendisi için yaşayan kimse, belki huzur içinde yaşayabilir. Fakat
küçük olarak yaşar ve küçük olarak ölür. Böylesine ağır bir yükü sırtlanan
büyük adama gelince uyku, rahatlık, ılık yatak, sakin hayat ve gönül okşayan
konfor onun neyine? Peygamberimiz işin iç yüzünü anlamış, gerçeği
fark etmişti. Bu yüzden eşi Hatice’nin heyecanını yatıştırması ve uyuması
yolundaki önerisine “Ey Hatice, uyku zamanı geride kaldı” diye karşılık verdi.
Evet, uyku dönemi bir daha geri gelmemek üzere gerçekten geçmişti.
O günden itibaren Peygamberimizi sadece uykusuz geceler, yorgunluklar,
uzun ve zorluklarla dolu bir tebliğ ve cihad görevi bekliyordu.
“Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve
sağlam bir kıraate daha elverişlidir (Etki bakımından daha kuvvetli, okumak
bakımından daha sağlamdır).” (6. âyet)
Bu âyette gece kıyâmı için kullanılan tâbir çok ilginçtir: “Nâşietü’l-leyl,
yani gece neş’esi!...” Gece kalkıp namaz kılarak, akleden kalple Kur’an okuyarak
o riyâsız dinginlikte bir ulvî neş’e yaşamak… Âyetin devamında; bu
zaman diliminde, dil, göz ve kalp arasında tam bir harmoni/uyum sağlanarak,
“sorumluluğu ağır bir söz”ün, yani Kur’an’ın daha iyi anlaşılacağı vurgulanır.
Kuşkusuz, Kur’an’ı gereği gibi, yürekten okuyup âyetleri üzerinde
düşünerek mesajlarını iyi kavrayabilmek için en uygun zaman, mekân ve
ortam seçilmelidir. Tevhid mücâdelesinin en zor aşamasında, hakkı olanca
545 2/Bakara, 185
546 59/Haşr, 21
• 201 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
kesinliği ve netliği ile anlatan Rasûlüne Rabbimizin “gece kıyâmını/neş’esini”
emretmesi hayli düşündürücüdür. Gün boyu zorlu bir mücâdeleye giren,
bütün çabasını insanlara dâvâsını anlatmak için harcayan bir dâvetçinin
gece ciddi bir zihinsel hazırlık yapması gerekir. İşte bu fikrî/kalbî hazırlığın
yapılabileceği en elverişli zaman; gece vaktidir. Herkesin uykuya daldığı,
insan zihninin en uyanık ve zinde olduğu, sessiz, sâkin ve riyâsız bir ortamda
kıyâmu’l-leyl’de bulunup huşû içinde ibâdet etmek ve uzun uzun,
ağır ağır, yani tertîl üzere Kur’an okuyup tefekkür etmek… Gece kıyâmını
nâşietü’l-leyl, yani gece neş’esi haline getirmek bu olsa gerektir.
Geceyi ibâdetle geçirmek nefse daha zor ve ağır gelir. Bu zor işi yapmak
ruhları ve bedenleri güçlendirir, irâdeleri sağlamlaştırır, kalbin, kulağın ve
gözün birlik içinde olmalarını daha iyi sağlar. Geceleyin ibâdet etmek, gündüz
ibâdet etmekten daha sağlam ve kalp için daha iyi muhâfaza edicidir.
Geceleyin ibâdet eden, dünyevî meşguliyetlerden uzak kalarak kendisini
tamamen ibâdete verme imkânı bulur. Gece saatleri sakin olduğu, dünya
meşgalelerinden uzak olduğu için bu saatlerde namaz kılmak ve Kur’an
okumak daha güzel, daha doğru, daha sağlam, daha muhâfazalı, anlamaya
ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Ayrıca nefsini tembellikten arındırmış,
Allah yolunda cihada hazır bir hale getirmiş olursun.
Gece ibâdet için kalkmak ve uzunca bir kıyam etmek insan mizacının
hoşlanmayacağı bir zorluktur, bu saatte insan istirahattan hoşlanır. Bu yüzden
bu eylem nefsin arzularını kontrol altına almak için çok etkili bir çabadır.
Bu şekilde eğer bir kimse hevâsı ve bedeni üzerinde hâkimiyet sağlar ve
onları Allah yolunda kullanmaya muktedir olursa, o kimse Hak dini tebliğ
etmek, Allah’ın hükmünü ve nizamını dünya üzerinde galip kılmak için
daha başarılı olacaktır. Ayrıca, gece ibâdeti, kalp ve dil arasında bir harmoni
oluşturmak için çok etkili bir vâsıtadır. Çünkü gecenin bu saatlerinde kul
ile Allah arasına başka bir şey giremez. Bu halde insan diliyle ne söylüyorsa
kalbinin sesiyle de onu söyler. Kalp ve dilde bir âhenk meydana gelir. Gece,
ihlâsın doruk noktaya ulaştığı zamandır. Herkes uyurken, kimsenin görüp
bilmediği bir zaman diliminde Allah için Kur’an okuyacaksınız. Dolayısıyla
bu ibâdete devam eden kimsede sebat oluşturur. O kişi Allah’ın yolunda
daha bir bilinçle ve kesin irâdeyle gider ve her türlü zorluğa karşı direnç
gösterir.”547
547 Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 6/457
• 202 •
Ahmed Kalkan
“Zira gündüz vakti, uzun meşguliyetlerin var.” (7. âyet)
Şüphesiz ki senin ihtiyaçlarını karşılaman için gündüzün uzun ve boş
bir zamanın vardır. Gündüzün işlerinde tasarrufta bulunma, dolaşma ve
uzun zaman meşgul olma salâhiyetin vardır. O halde gece saatlerini de teheccüd
ve ibâdetin için ayır. Gündüzün yeryüzünde hareket; insanı meşgul
edecek, okumaya ve ibâdete engel işler vardır. Bunların arasında, geceki
huzur ve neşe bulunmaz.
Âyette gece vaktinin sessizliği, tenhalık, karanlık, serinlik gibi özelliklerinden
dolayı
bu vakitlerin huzur ve sükûn içerisinde ibâadetle meşgul olmak
ve Kur’an okumak
için gündüzden daha elverişli olduğu veya geceleyin
kılınan namazın insanı mânen yüceltmeye, Kur’an’ı anlayacak ve üzerinde
düşünecek şekilde okumaya daha müsait hale getireceği bildirilmektedir.
Bu âyetteki “sebh” kelimesi, “yüzme” anlamının yanında, mecaz olarak,
“ihtiyaçlar
ve türlü meşguliyet alanları için koşuşturma, gidip gelme, dolaşıp
durma” şeklinde de açıklanır. Burada Hz. Peygamber’e ve onun şahsında
ümmetine, gündüzleri daha çok maişet temini, Kur’an’ı tebliğ, dini
öğretme ve daha başka işlerle meşgul olacakları,
bu tür maksatlarla koşuşturacakları;
bu sebeple namaz, Kur’an okuma gibi ibâdetler için gecenin
daha elverişli bir zaman olduğu hatırlatılmıştır. Eğer gündüzünüz güzelse,
geceniz de güzel olacak; geceniz güzelse sabahınız da (yeniden dirilişiniz)
güzel olacaktır. Bunlar birbirine bağlı şeyler. Böylesi bir ortamda gecesinin
hesabını veremeyenin gündüzünün hesabını verebilmesi ne mümkün? Her
şeyin el ayak çektiği bir özge vakitte cansızlar, canlılar ve sâlihlerle birlikte
bu evrensel koroya eşlik etmenin insanın iç dünyasında ne ufuklar açacağını
düşünebiliyor musunuz?
Gündüzleri imanlarımızı gevreten bireysel ve toplumsal ilişkilerin,
tuğyan ırmağına dönen caddelerin, bulaşıcı bir biçimde ta yüreklere kadar
sirâyet eden riddet, cehâlet ve inanç sefâletinin iç dünyamızdaki tahrîbâtını
gecenin rahmetinden yararlanarak onaramıyorsak, kalbimizin kıyâmeti
yakın demektir.
Geceleyin iç coğrafyamızda edindiğimiz tecrübeyi gündüzün dış dünyamıza
aktaralım. Bilelim ki, gecenin bir vaktinde sıcak yataklarına elvedâ
diyenler; kendi adına, toplum adına; kana, sömürüye ve zulme doymayan
• 203 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
müstekbirler elinde oyuncak olan mazlum ümmet adına, her gün imanı
kundaklanan sayısız insan adına, hâcet kapısının eşiğini aşındıranlar kuracaktır
geleceği. Çünkü her toplumsal değişimin tohumu önce yüreklerde
çimlenir ve baharın ilk goncaları göğüslerde açar. Sözü vardır Allah’ın
548; “sâlih” olma liyâkatini elde eden kullarına verecektir toprağın ve suyun
emânetini. 549
Bilelim ki, gecesi olmayanın gündüzü yoktur. Gece sabaha kadar yatağa
boylu boyuna uzanan birisinin gündüze vereceği önemli bir şeyi olamaz.
Gece feyizle dolduğumuz, gündüz ise boşaldığımız vakittir.
Şu anda bizim her yanımız küfürle kuşatılmış, küfür ve şirk bizi bombardımana
tutmuş. Özellikle günümüzün her saniyesinde, her ânında ve
her noktasında küfrün ateş mevzii içerisindeyiz. Basını, yayını, sokağı, kitabı,
çarşısı ve pazarıyla şeytanın, küfrün, tâğutların kesintisiz hücumuna
muhâtabız. Küfrün ve bâtılın ateş sağanağı altındayız. Bu alev ve ateşler içerisinden
sıyrılıp kendimizi kurtarıp atabileceğimiz tek zaman ve tek mekân
gecedir. Kendimizi küfrün bu alevlerinden kurtardıktan sonra yine küfrün
üzerine dönerek, ona karşı duracak, onu söndürecek gücü temin edebileceğimiz
tek yer, gece değil midir? Küfrün bu türlü amansız ve kesintisiz
hücumları karşısında akşama kadar kaybettiğimiz enerjiyi alabileceğimiz
başka bir zaman ve mekân var mıdır?
Kendisi bir yana, başka insanlara bir şey verme iddiâsında olanların,
onları küfrün kesintisiz hücumlarından kurtarmak isteyenlerin bu güce, bu
kuvvete, yani geceye ve gecede dolmaya ne kadar da ihtiyaçları var!
Allah yolunda cihad etmek arzusunda olanlar, Allah için çevresinde bir
şeyler yapmak isteyenler, Allah adına kıpırdamak isteyenler bilmelidir ki,
en büyük düşmanlarından birisi de sıcak yataklardır. Sıcak yatakları dost
edinenler bütün cephelerde savaşı kaybetmeye mahkûmdurlar. 550
İlâhî hitap, dâvet için bir zemin hazırlama mesabesinde olan bu girişleri
yaptıktan sonra, dâveti tebliği emre ve Rasûlullah’a ve O’nun şahsında dâvâ
548 7/A’râf, 128
549 Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 78
550 Mehmed Göktaş, Namaz Gözaydınlığım, İstişare Y., s. 103
• 204 •
Ahmed Kalkan
erlerine bu dâvetin nasıl yapılacağını nazarî/teori olarak bildirdikten sonra,
amelî olarak da nasıl yapılacağını öğretmeye geçiyor:
“Rabbinin adını zikret/an, bütün varlığınla O’na yönel.” (8. âyet)
Önceki âyetler, ilâhî mesajı alarak onu kendi manevî dünyasına yansıtması
ve insanlara tebliğ etmesi için Hz. Peygamber’i ve O’nun şahsında
mü’minleri psikolojik yönden hazırlamaya
yönelikti. Bu âyetler ise mânevî
hazırlıkla birlikte tebliğin nasıl yapılması ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini
öğretmektedir. Bunlar, daima Allah’ı zikredip anarak O’ndan yardım
istemek, samimi kalp ile O’na yönelmek, O’nun gücüne dayanmak ve koruyuculuğuna
güvenmek ve İslâm düşmanlarının kendisi hakkında söyledikleri
yakışıksız sözlere, iftiralara aldırmayıp bunlara sabırla
göğüs germektir.
“…Bütün varlığınla O’na yönel.” Varlığın O’nun varlığına armağan olsun.
Varlığını O’na vakfet. O’nun için yaşa, sen O’na aitsin, O’nun içinsin,551
unutma! Bu âyette peygamber ve müslümanlardan bütün varlıklarını Allah’a
adamaları istenmektedir. Hayat ve inanç ancak bu şekilde anlam kazanacaktır.
Tebettül (Allah’a yönelmek): Her şeyiyle Yüce Allah’a ibâdete yönelmektir.
Yani insan her şeyle ilgiyi kopararak Rabbine ibâdete yönelmelidir.
O’ndan başkasını O’na ortak koşmamalıdır. Yoksa bunun anlamı şerefli ve
üstün herhangi bir yolla geçimi kazanmak için hayatın meşguliyetlerinden
el etek çekmek değildir.
Kişi bu şekilde, yani çalışmak yoluyla başkasına yük olmaktan kurtulmuş
olur. Hadis-i şerifte insanlardan ve toplumdan ilişkiyi kesmek anlamıyla
tebettül yasaklanmış bulunmaktadır. Yüce Allah da: “Ey iman edenler!
Allah’ın size helâl kıldığı o temiz ve güzel şeyleri haram
kılmayın.” 552 diye
buyurmaktadır. İşte bu toplum ile ilişkilerini
kopartıp insanlardan uzak
kalarak ruhbanlık yolunu izlemenin mekruh olduğunun delilidir.
Emrolunan tebettül (yalnızca Allah’a yönelmek), ihlâsla ibâdette
bulunmak
sûretiyle sadece Allah’a yönelmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Hâlbuki onlar O’nun dininde ihlâs sahipleri ve hanifler olarak
551 2/Bakara, 156
552 5/Mâide, 87
• 205 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Allah’a ibâdet etmelerinden... başkası ile emrolunmadılar.”553 Yasaklanan
tebettül ise evlenmeyi terkedip manastırlarda ruhbanlık
etmek şeklinde,
Hristiyanların yolunu izlemektir.
“Rabbinin adını zikret.” Mevdûdi diyor ki: “Gündüzün meşguliyeti anlatıldıktan
sonra “Rabbinin adını an” buyurulmaktadır. Bundan şu anlam
çıkar; dünyada bir iş yaparken daima ve her durumda Allah’ın adını zikretmeli
ve O’ndan gâfil olunmamalıdır.”554
Rabbinin ismini çokça zikret. Dâvet için, gece ve gündüz Allah’ı anarak
yardım iste. İbâdet ve O’na tevekkülünde, her şeyi bırakarak tamamen O’na
yönel. İşlerinden hiçbirinde O’ndan başkasına dayanma. Dünya işlerini bitirince
O’na samimi bir şekilde ibâdet için vakit ayır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İşte bu iç ve dış sebeplerden
dolayı ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve tertîl ile Kur’ân
oku ve Rabbinin ismini an. Gece ve gündüz onu an. “Sübhânallah”,”Lâ ilâhe
illâllah”, “Allahu Ekber” demek, Allah’ı ululamak, namaz kılmak, Kur’ân
okumak, ilim öğretmek, Allah için öğüt verip yol göstermek gibi Rasûlullah’ın
(s.a.s.) gece ve gündüz bütün saatlerinde meşgul olduğu şeyler buna
dâhildir.
“Rabbinin ismini zikret ve ona yönel” denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin
Rab ismine bağlanması da önce, yaratılanlardan ve kullardan ilgiyi
kesip Yüce Allah’ın İlâhlık hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki
idare şeklini ve tasarrufundaki sırları düşünmeye dalmak; ikinci olarak da
işten o işi yapana, hükümden o hükmü verene nefsi teslim etmek mânâsına
işarettir.”555
“Allah’ın adını anmak” demek sadece yüzlük ya da binlik “zikir” tesbihleri
ile O’nun yüce adını tekrarlamak demek değildir. Gerçek anlamda “Allah’ın
adını anmak” dille yapılacak zikir ile birlikte uyanık bir kalbin O’nu
anmasıdır; bunun yanı sıra aynı kalp duyarlılığı ile namaz kılmak ve Kur’an
okumaktır. Ayetin orijinalinde geçen “tebettül” sözcüğü de insanın yüce
Allah dışındaki her şeyle ilgisini tamamen kesmesi, tüm varlığı ile Allah’a
553 98/Beyyine, 5
554 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, Ahzâb an: 63; 6/458
555 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 8/400
• 206 •
Ahmed Kalkan
yönelerek ibâdete ve zikre dalması, her türlü oyalayıcı ve gönül karıştırıcı
yabancı duygudan arınması, tam bir duygusal duyarlılıkla Allah ile baş
başa kalması demektir.556
“Allah’ı zikretmek” demek ona kalpten bağlanmak, sürekli olarak onun
gözetimi ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru kuruya Yüce Allah’ın
adını tekrarlayıp durmak değildir. Kur’an Allah’ı anmak ile insanın geçirdiği
bazı vakitler ve durumlar arasında bağ kurar. Amaç, bu vakitleri ve
durumları Allah’ı anmakla donatmak ve onunla ilişki halinde olma bilinci
ile renklendirmektir.” 557
“Zikir”, aslında kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı
uyanık olmasıdır. Bunu dil ile ifade etmeye zikir denilmesinin sebebi, kalpteki
zikre (hatırlamaya) işaret etmesindendir. Bazılarına göre zikir, insana
sevap kazandıran her türlü amelin genel adıdır. Zikir, Allah’a itaattir. O’na
itaat etmeyen kişi, diliyle ne kadar tesbih ederse etsin veya tevhid kelimesini
söylerse söylesin, gerçek zikri yapmış olmaz.
Müslüman; zikri yozlaştıran, Kur’an ve Sünnet ölçüleri içinde bütüncül
anlamlarından soyutlayan ve zikir gibi büyük bir ibâdete bid’atler karıştıranlara
ve sünnetteki âdâbına uymayanlara bakarak, zikirden gâfil olamaz.
Zikri yeniden ihyâ etmek ve zikirle ihyâ olmak zorundadır. Kur’an kavramlarını
yozlaştırıp dejenere etmek, anlamlarını daraltmak ne kadar yanlış ise;
kuru, yavan, sevgisiz, bereketsiz, zikirsiz, takvâsız, ihlâssız din anlayışının
da insanı kurtarmasını beklemek o kadar yanlıştır.
Günümüz muvahhid gençliği, diğer insanlara ve özellikle müslümanlara
aşırı eleştiri oklarını yöneltir, tenkit kılıcıyla kendinden başka tüm
mü’minleri doğrarken, nefsini ihmal etmekte, eleştirdiği yarı doğruların
yerine tam doğruyu kendi şahsında örnek olarak gösterememektedir. Bu
tavır da, müslümanlararası kördöğüşü andırmaktadır. İslâm, bir kötülüğü
yıkarken, yerine mutlaka ondan çok daha hayırlı bir alternatifi getirmiş ve
insana sunmuştur. Soyut tartışmalar, pratiğe/eyleme dökülmeyen iddialarla
Allah’ın rızâsına erişilmez. Zikirdeki yanlışlardan yola çıkarak bir müslümanın
zikirsiz bir hayatı tercih etmesi, ancak, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla
izah edilebilir. “İman edenlerin Allah Allah’ı zikretme ve O’ndan inen
556 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Müzzemmil sûresi tefsiri
557 Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an, Dünya Yay. c. 8, s. 336
• 207 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
hak/gerçek için kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?...”
558
“Doğunun da batının
da Rabbi O’dur. O’ndan başka tanrı yoktur.
Öyleyse yalnız O’na güvenip sığın.” (9. âyet)
“Doğunun ve batının Rabbi” nitelemesi hayatı bölüp parçalamadan
Allah’a kulluk ekseninde bir araya getiren evrensel bir ifadedir. Bu ifade
“kamusal alan” dayatmalarının Allah’ın kudreti karşısındaki anlamsızlığını
çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir. Ayrıca hükmü, rubûbiyeti her tarafa
geçen, Doğu dünyasının da Rabbi, Batı dünyasının da Rabbi Allah’tır.
Günümüz dünyasıyla komünist Rusya ve Kapitalist Avrupa ve Amerika;
asr-ı saâdet zamanındaki dünyasıyla İran da, Roma da, oralar dâhil, her
yer Allah’ındır. “Bilin ki yeryüzü Allah’a aittir; kullarından dilediğini oraya
mirasçı kılar. Sonuç, takvâ sahibi olanlarındır.” 559 Kur’an o günkü mü’minlere
hedef göstermişti: Doğuyu, yani İran’ı; Batıyı, yani Roma’yı/Bizans’ı. O
günün mü’minleri bu görevi yerine getirdi. Bugünkü mü’minlere de hedef
gösteriyor Kur’an: Doğuyu da Batıyı da rablik taslamalarından vazgeçir, tek
rabbin Allah olduğuna onları inandır. Doğuyu, yani Avrupa ve Amerika’yı;
Batıyı, yani Rusya’yı zulümden kurtarıp ihyâ et. Bugünün mü’mini kendini
ve içinde yaşadığı ülkeyi kurtaramamış ki, o hedefe kilitlensin…
“O’ndan başka tanrı yoktur.” Öyleyse tanrılık iddia eden Doğu’yu ve
Batı’yı kabullenme. Onları “süper güç” diye niteleme. Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ billâh/Allah’tan başkasında güç ve kuvvet yoktur. Süper güç kabul
edilen İran ve Bizans’ın yerinde yeller esiyor. Aynı şekilde daha dünkü dünyada
süper güç kabul edilen Doğu (Sovyetler Birliği) nasıl çöktü ve süper
cüce olduğu ortaya çıktı ise, yarın kimsenin beklemediği bir zamanda Batı
(Avrupa ve Amerika da) öyle çökecek. Ama sen şimdiden hazır ol boşalacak
yeri İslâm’la doldurmaya.
Allah, Batının (Avrupa, Amerika vs.) Doğunun (Asya vs.) Rabbidir.
Araplar, Bizans ve İran imparatorluklarının haşmeti karşısında eziliyorlardı.
Bu âyet onlara moral takviyesi olmuştur. Burada Rab sahip, yiyecekleri
yaratan, hammaddeleri veren, insanları çeşitli sebeplerle büyüten, vb. manalarda
kullanılır. İlgili imparatorlukların geldikleri nokta Allah’ın yarat-
558 57/Hadîd, 16
559 7/A’râf, 128
• 208 •
Ahmed Kalkan
tıkları ile ilgilidir. O halde asıl olarak Doğu ve Batı’yı düşünürken Rablerine
ne kadar itaat edip, etmedikleri ile ölçmek gereklidir. Yoksa bizi, başkaları
ile kıyaslamak doğru değildir. Çünkü dâvet şahsımızı takdir etmeleri için
değil, Rablerine itaat etmeleri için olmalıdır. O halde biz de, Doğu da, Batı
da Rabbimize itaat etmeliyiz. İnsanlık yüzlerce, binlerce değişik istikametlerdeki
yöneticilerin hangisinin dediğini yapacak? Bir işçi düşünelim karın
tokluğuna birden fazla patronun dediklerini yapmak için ha bire koşturuyor.
Bu mu iyi? Yoksa bir tek patronun dediklerini yapsa daha mı iyi? Patronların
istekleri bitmiyor. Ve işçi ne yapsın? Zamanla değişik patronların
işçileri ile, diğer patron safına geçen işçiler arasında savaş çıkıyor. Görüldüğü
gibi Dünya barışının esas yolu budur.
Bütün Dünyanın bir tek adil patrona işçi olmasıdır. Böyle bir patronu,
diğer patronlar kabul etmez hiçbir zaman. Ne olacak? Savaş kaçınılmazdır.
Barışı yürütmenin yolu patronluk kavgalarına son vererek bütün insanların
Allah’ın işçileri olmasını sağlamaktır.
“Öyleyse yalnız O’na güvenip sığın.” Doğu’ya da Batı’ya da sığınma. Kurtuluşu
komünizmde arayanlar gibi sen de Batı’da, Avrupa Birliği’nde, Amerika’nın
safında arama. Onlar ne güvenilecek kimselerdir, ne de o yerler
mü’minlere sığınak. Onlara güvenip sığınanlar da seni Allah’tan uzaklaştırırlar,
unutma! Sırât-ı müstakîm, dosdoğru yol, kendilerine nimet verilen
peygamberlerin, sıdıkların, şehid ve sâlihlerin yoludur; sapıtmış ve gazap
edilmiş Hıristiyan ve yahûdilerin yolu değil.560 Yalnız, sadece Allah’a güven,
O’na sığın.
O bütün yönlerin Rabbidir. O doğunun da, batının da Rabbidir. O kendisinden
başka ilâh olmayan “tek” ve “bir”dir. Her şeyden soyutlanıp sırf
O’na bağlanmak, aslında şu evrendeki tek gerçeğe bağlanmaktır. O’na dayanmak,
aslında şu evrendeki tek güce dayanmaktır. Tek olan Allah’a dayanmak,
O’nun birliğine, doğuyu ve batıyı, yani tüm evreni kapsayan egemenliğine
inanmanın gereği ve sonucudur.
“O’ndan başka ilâh yoktur.” Tam bir sevgiyle sevilip, gönül verilecek ve
ibâdet edilecek, emrine boyun eğilecek O’ndan başka ilâh yoktur. İbâdet
edilecek varlık ancak O’dur. Başkasından ummak boşunadır. Rablik de
O’nun, ilâhlık da O’nundur. Onun için, ancak onu vekil tut, bütün işleri-
560 Bk. 4/Nisâ, 69; 1/Fâtiha, 7
• 209 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
ni onun görmesini iste. Şuurlu dileklerin hepsinde O’nun emir ve hükmü
doğrultusunda yürü, ona dayan. Ne kendinin ne de başkalarının arzusuna
göre yürüme. Onun her hususta irâde ve gücü geçerlidir. O’nun hükmüne
uymayan her düşünce ve emel ise bâtıl ve geçersizdir. O senin bütün işlerini
iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek olanların hakkından
gelmeye yeter.
Ey Muhammed! Mahlûkatın işlerini idare eden ve yaratan yalnızca Allah’tır.
O, yeryüzünün doğularının, batılarının ve ikisi arasında bulunanların
sahibidir. O’ndan başka ibâdete lâyık ne bir ilah vardır, ne de bir rab.
Bu yüzden sadece O’na güven ve işlerini sadece O’na bırak. Meşru olan
tüm tedbirleri aldıktan sonra sadece O’na sığın, O’ndan yardım iste. O’nun
istediği ve râzı olduğu şekilde ibâdet et!
Mevdûdi diyor ki: “Vekil” kendisine güvenerek kendi işlerimizi ona
havâle ettiğimiz şahıstır. O halde bu âyetin anlamı şöyledir: “Senin bu dine
çağrıda bulunmana karşılık muhâliflerin veryansın ediyorlar ve sana her
türlü zorluğu çıkarmaktalar. Ama sen bunun için kaygılanma. Sen işini doğunun
ve batının Rabbi ve bütün kâinatın sahibine havale et ve O’nun seni
savunacağından ve muhâliflerine karşı bütün işlerini düzelteceğinden emin
ol.”561
“O’ndan başka tanrı yoktur.” Kavram olarak ilâh; kendisine ibâdet edilen,
ma’bûd sayılan şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık
anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan
bütün ma’budların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile
karşılarız. İslâmî ıstılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir.
İlâh; ibâdet edilmeye, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğilip
kulluk ve itaat edilmeye lâyık, her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir.
İlâh kelimesi gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki böylece
ilâhın görülmez ve ulaşılmaz bir varlık olduğu değerlendirilsin.
İnsanoğlu, fıtratı gereği, her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan
yardım istemeye muhtaçtır. O bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü
yetmez ve başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden
üstün görür. Bütün ümitlerin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı
561 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/458-459; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,
Beyan Y., s. 295-299.
• 210 •
Ahmed Kalkan
bir gizli “ilâh”tan yardım ister. Çevresinde gördüğü hemen bütün olayların
kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına,
yarattığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan
sığınacak bir melce’ (sığınak, kucak) arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzak insanlar, yaratılışlarında
ve pratik hayatlarındaki “bir ilâha bağlanma” ihtiyacını başka şekillerde,
bâtıl yollarla giderirler. Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı
gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiçbir tanrıya inanmadığını söylese
bile; onların içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden
çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı “bir şey” mutlaka vardır.
İşte o “şey” onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim ilginç bir örnek veriyor:
Birtakım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini
en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli
olan hiçbir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, “kendi keyiflerine”
uyarlar. Kendi arzularından (hevâlarından) başka kutsal, kendi isteklerinden
ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar
için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını)
ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”562
demektedir.
İlâh zannedilen şey, insanın kendi üzerinde büyük çapta etki ettiğini
var saydığı “güç”tür. Bu kimine göre ateş, kimine göre Güneş, bazılarına
göre gök, bazılarına göre yıldızlar veya burçlar, bazı kimselere göre madde,
bazısına göre ataların rûhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre
devlet erki, bazısına göre de iyilik ve kötülük tanrılarıdır.
Birçok ülkede tâğutlar, yöneticiler, özellikle diktatörler; tanrı gibi algılanmış,
karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken,
kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabillen tanrılar gibi düşünülmüştür.
Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar
taparcasına saygı göstermektedirler. Karşısında âyin şeklinde saygı duruşunda
bulunmaktalar ve o heykeli kutsal kabul etmekte, yani putlaştırmaktalar.
562 25/ Furkan, 43
• 211 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri
gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhları adına putlar ve mâbedler
yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan
yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle
heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız
diyorlar ve o heykelleri ilâh kabul ediyorlardı. “Beşerin böyle dalâleti
var / Putunu kendi yapar kendi tapar.”
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey bir olan Allah’ındır.
Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz
güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir.
Yerde ve gökte olan her şey isteyerek O’na boyun eğmektedir. Her şey O’nu
tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun
hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiçbir şey O’nun dengi olamaz.
O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün ve yaratıcılığının ortağı ve
yardımcısı yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir.563
“Söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl!” (10. âyet)
Ey Muhammed! O yalanlayıcı beyinsizlerin senin hakkında uydurdukları
“sihirbaz, kâhin, şair, mecnun, deli” gibi sözlerle verdikleri eziyetlere
sabret. Çünkü Allah onlara karşı senin yardımcındır. Onlardan şimdilik
uzaklaş, eziyet, hakaret ve sövmekle onlara karşılık verme. Rabbin bu konuda
sana ve iman edenlere yardım edecek ve onlara galip geleceksiniz.
Zafer yakındır. Sabırlı olun, imanınızdan asla taviz vermeyin.
Âyette geçen “Hecr-i cemîl” yani güzel uzaklaşma, azarlama olmadan,
sövme ve eziyet olmadan uzaklaşmadır. Bu savaş emri verilmeden önce
idi. Nitekim Yüce Allah mealen şöyle buyurmuştur: “Ayetlerimiz hakkında
konuşmaya dalanları gördüğünde, onlardan uzak ol.”564 Daha sonra Rasûlullah’a
kâfirlerle harb ve öldürme emri verilmiştir. Bundaki hikmet şudur:
Mü’minler Mekke’de iken az ve zayıf idiler. Geceleyin ibâdet ederek güçlüklere
alışmaları emredildi ki, bu rûhî eğitimle kendilerini düşmanlarla
mücadeleye hazırlasınlar ve sayıları artsın da azgınlık ve taşkınlığa karşı
durabilsinler. Bu aşamaya gelmeden önce sabretmek ve sadece dil ile dâvet
etmekle yetinmek gerekir.
563 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 295
564 6/En’âm, 68
• 212 •
Ahmed Kalkan
Bu âyetlerde Peygamberimizin ve mü’minlerin sabretmeye yöneltildiği
görülüyor. Çünkü gece ibâdeti ve zikir ile sabır bu çağrı hareketinin uzun
ve sıkıntılı yolu boyunca kalbi besleyecek olan iki önemli ve birbirinden
ayrılmaz azık türüdür. Bu iki azık, bu çağrının hem vicdanların kuytu köşelerine
yönelik iç yolculuğu sırasında hem de çağrının düşmanlarına yönelik
dış yolculuğu sırasında aynı oranda gereklidir. Çünkü her iki yolculuk da
aynı derecede zor ve sıkıntılıdır.
Sabır, İslâmî mücadelede anahtar kavramlardandır. Sabır, bu dâvâyı
omuzlayacak kimselerin azığı, cephanesi, kalkanı, silahı, sığınağı ve korunağıdır.
Sabır cihaddır. Sabır, tarih içinde “belâlara boyun eğerek geri çekilme”
şeklinde bir anlam kaymasına uğramıştır.
Sabrı pasiflik ve zillet olarak kabul edip uygulayan yaklaşımın Kur’an’daki
sabır kavramını tahrif ettiğini kabul etmek zorundayız.
Sabır kavramı, lügat manasında çoğunlukla bir şeylere tahammül edip
dayanmak anlamını içerir. İlginç olan bu kavramın vâkıaya göre farklı anlamlara
gelebilmesi ve hepsinde de o duruma karşı direnç kazanmayı sağlayacak
şeylere karşılık gelmesidir. Musibet anında umutsuzluğa düşmemek,
savaşta korkmamak, sıkıntılı zamanlarda gönül ferahlığı göstererek
o sıkıntının geçmesine dek sabretmek gibi. Hepsinden önemlisi de, kişinin
kendini şeriatın gerektirdiği şeylere vakfedebilmesi, selim aklın gereklerini
yerine getirebilmesi, hayatını bunlara göre programlayabilmesidir.
Kötülüğe kötülükle karşılık vermemeli dâvetçi mü’min. O, korktuğu,
âciz olduğu için değil; misyonu/ödevi gerektirdiği
için düşmanlarının haksız
sözlerine, sataşmalarına katlanmayı bilecektir.
Onun, bu tür saldırganlardan “uygun bir şekilde uzaklaşması” da fiziksel
anlamda uzaklaşmaktan çok, onlarla tartışma ve çatışmaya girişmekten,
güzel olmayan karşılık vermekten, onların putlarına sövmekten kaçınmak565
şeklinde anlaşılmalıdır.
“Onlardan güzel bir şekilde ayrıl!” İnsanî ilişkileri düzenleyip mü’minlerin
câhillere karşı nasıl davranması gerektiğini öğretiyor Rabbimiz. Dâvetçilerin
dâvâlarını tebliğ ederken dikkat etmeleri istenen önemli bir ahlâkî
565 6/En’âm, 108
• 213 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
tavırdır, tartışma ortamına girmemek. Tartışma ile bir yere varılmaz. Güzel
bir örneklik,566 güzel söz,567 hikmetli ve güzel bir tebliğ, güzel bir öğüt568 ve
fayda etmeyince güzel bir ayrılış.569 Eğer ille tartışma ortamına çekilmişsek
güzel bir mücadele570 Allah için Allah’ı anlatırken nefisler girmemeli devreye.
Köprüleri atmamaya çalışmalı, bir dahaki görüşmeye giden yolu kendi
elimizle, dilimizle tıkamamalıyız.
“Nimet içinde yüzen o yalanlayıcıları Bana bırak ve onlara biraz süre
tanı.” (11. âyet)
Hakkı yalanlayan ve türlü hileler ile İslâm’a karşı halkın taassubunu kışkırtanlar
hep şımarık zenginler olagelmiştir. Çünkü İslâm nizamı, onların
halkın malını sömürüp çalarak elde ettikleri dünyevî çıkarlarına engel olacaktır.
Tarihsel süreç içinde de İslâm dâvâsına hep bu zenginler sınıfı karşı
çıkmışlardı.571 Sömürücü kapitalist zenginler
“Onları Bana bırak” Allah giriyor devreye. Onların kötülükleri geçicidir,
onlara çok değil, biraz mühlet vermek gerekir. Kısa zaman sonra onların
hakkından Allah gelecektir. O yalanlayıcıları Allah’a bırak, O’na havâle
et. Dâvâ Allah’ın dâvâsıdır. Sana düşen sadece hakkı duyurmaktır. Bırak
yalanlasınlar, nezâketle ayrılıver câhillerin yanlarından. Mekke şartlarında
onlarla savaşmayı doğrudan doğruya Allah üzerine alıyor. Onların cezasını
Allah verecektir; esas olarak âhirette, mümkün ki avans cinsinden bu dünyada
da azâbı tattırarak…
“Kuşkusuz katımızda (onlar için) prangalar, yakıcı bir ateş, boğazdan
geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır.” (12 ve 13. âyet)
Esas cezaları âhirette verilecek. O suçlular,
elleri kelepçeli, ayakları bukağılı,
boyunlarına halka geçirilmiş olarak cehenneme
sürüleceklerdir.
Bundan sonra Yüce Allah, bu azabın vaktini anlatarak şöyle buyurdu:
566 41/Fussılet, 33; 11/Hûd, 88; 2/Bakara, 44
567 2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53
568 16/Nahl, 125
569 73/Müzzemmil, 10
570 16/Nahl, 125
571 Bk. 7/A’râf, 60, 66, 75, 88; 23/Mü’minûn, 33; 34/Sebe’, 34-35; 43/Zuhruf, 23
• 214 •
Ahmed Kalkan
“O gün, yer ve dağlar sarsılır. Dağlar da yığılarak akıp dağılan kum
gibi olur.” (14. âyet)
Dağların ve yeryüzünde bulunanların şiddetli bir şekilde sarsılıp sallandığı
gün, dağlar sertliğine rağmen göçüverip akıp giden bir kum yığını
haline gelir.
Yüce Allah daha sonra, onlardan önce gelmiş olan azgın milletlerin
başlarına gelenleri, nasıl isyan ve inat ettiklerini, bu yüzden de onlara indirdiği
azabı anlattı ve onlara zorba Firavun’u misal olarak getirdi:
“Doğrusu Firavuna
bir elçi gönderdiğimiz gibi size de hakkınızda şâhid/
tanık olacak bir peygamber gönderdik.” (15. âyet)
Bu âyetler, Mûsâ (a.s.) ile Rasûlullah Muhammed’in mücadelesi arasında
bir paralellik kurmaktadır. Kur’an, yalanlayanların sonunun Firavun
gibi olacağını belirtir. Firavun ve Hâman-Karun birlikteliği toplumu ekonomik
ve kültürel olarak sömürmekte ve onlara zulmetmektedir. Bu zulme
susarak ve değişik şekillerde Bel’am da destek vermektedir. Mekke’de de faizci
bir sömürü düzeni vardır. Yetimlere, yoksullara yardım edilmez. Rızık
endişesiyle çocuklar öldürülür. Günümüzde de acımasız bir sömürü düzeni
vardır. Mekke toplumu eğer Firavun’un yolundan gitmeye ısrar eder ve Hz.
Peygamber’in çağrısına uymazsa Allah onları da Firavun gibi kahredici bir
tutuşla kıskıvrak yakalayacaktır. Bu hatırlatma ve tehditler günümüz insanı
için de aynen geçerlidir. Dünkü Mekke ile bugün içinde yaşadığımız ülkeler
bu açılardan farkı olmayan yerlerdir.
Bu âyette yer alan şâhid kelimesi, bir mecliste hazır olmak, tanıklık yapmak
ve ikrar etmek gibi anlamlar taşıyan şhd kökünün türemiş şeklidir. Şâhid
kelimesi, bu âyette, hakikate tanıklık eden anlamına gelir.
“Firavun o peygambere karşı gelmiş, Biz de onu ağır bir şekilde
cezalandırmıştık.”
(16)
Peygamber’e karşı gelip isyan eden Firavun ve ona bağlı askerler, ona
itaat eden halk nasıl helâk olmuş, dünyada cezasını çekmeye başlamışsa,
Allah’ın sünnetinde bir değişiklik yoktur, benzer toplumların başına da
benzer cezalar gelecektir.
• 215 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Mevcut yöneticiler Firavun’a mı benziyor, Mûsâ’ya mı? Değişik bir ifade
ile tâğut mu, yoksa ülü’l-emr (imam, halife) mi? Bunun iyi tespit edilmesi
gerekir ki, yöneticilere karşı ilişkilerimiz netleşsin. Bu konuda ölçü, Allah’ın
indirdiğiyle hükmedip etmemektir.
Konuyla ilgili âyetlerin bir kısmında, Firavun’un tek başına değil de
erkânıyla birlikte anılması, çok dikkat çekicidir. Bu kullanım biçimi, onun
tek kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim edildiğini gösterir. Mûsâ
(a.s.), insanlık tarihinde hak, adâlet ve sağduyuyu temsil ederken Firavun
ve erkânı, bunun karşısında yer alan zihniyeti temsil etmektedirler.
“Siz de inkârda direnirseniz çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi
nasıl koruyacaksınız?” (17. âyet)
Kıyâmet gününün dehşeti “çocukların saçlarının ağaracağı gün” mecazıyla
anlatılır ve o günün azâbından korunma tavsiye edilir. Kur’an birçok
sûredeki çok sayıdaki âyetlerinde kıyâmetin dehşetini haber veriyor ve insanları
o gün gelmeden Hakk’a dâvet ediyor.
Ey insanlar! Eğer şirk, küfür ve zulümlerinizde ısrar ederseniz son derece
korkunç ve çetin olduğu için çocukların saçlarının bile ağardığı Kıyâmet
gününün dehşetinden nasıl korunacaksınız? Hiç düşünmüyor musunuz?
Firavun’u cezalandırdığımız gibi sizi de dünyada cezalandırırız.
Siz, eğer Rasûl’ün dediklerine kulak vermezseniz o zaman bu dünyada
tıpkı Firavun’un başına gelenler gibi size de aynı âkıbetin geleceğinden
korkun. Farzedelim ki bu dünyada sizin üzerinize azap gelmeyecek, peki
Kıyâmet günü nasıl kurtulacaksınız?
“O gün gökler paramparça olacak,
Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelecektir.”
(18. âyet)
O korkunç ve zor günün şiddeti dolayısıyla gök çatlayıp yarılır... O günün
geleceğine dair Allah’ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir. Zira Yüce Allah
verdiği sözden dönmez.
• 216 •
Ahmed Kalkan
“Şüphesiz bunlar bir öğüttür;
artık dileyen Rabbine ulaştıracak bir
yol tutar.” (19. âyet)
Kıyâmet gününü, onun dehşetini ve Allah’ın orada kâfirlere nasıl azab
edeceğini beyan eden bu âyetler, insanlar için bir ibret ve öğüttür. Unutan
gâfillerden kim, zamanı geçmeden bu öğütten faydalanmak istiyorsa iman
ve itaat ederek Allah’a götüren yola, İslâm dinine girsin. Sebepler kolaylaştırılmış,
yollar emre hazır hale getirilmiştir.
Bu anlatılanlar bir öğüttür. O günün şiddet ve dehşetinden korunmak
ve Rabbine esenlik içinde ermek için öğüt almak isteyen insan; iman, itaat
ve güzel amelle Allah’a yaklaşmaya çalışır
“Şüphesiz Rabbin, senin ve yanındakilerden bir topluluğun gecenin
üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde kalktığını bilir.
Şüphesiz geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı
bildi de tevbenizi kabul etti. Şu halde Kur’an’dan kolay geleni okuyun.
Allah sizden hastalananlar olacağını, diğer bir kısmının da Allah’ın lütfundan
aramak için yeryüzünde dolaşacaklarını, başka bir kısmının da
Allah yolunda çarpışacaklarını bilir. Öyleyse ondan kolay geleni okuyun.
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a güzel bir surette borç verin.
Kendi nefisleriniz için önceden hayır olarak takdim ettiğiniz şeyleri,
daha hayırlı ve daha büyük bir karşılık olarak Allah katında bulursunuz.
Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.” (20. âyet)
Klasik müfessirlerin çoğu bu son âyetin nesh edildiği görüşündedir.
Oysa Kur’an’ın diğer birçok yerinde olduğu gibi, burada da bir neshten
bahsetmek mümkün görünmüyor. Dikkatle bakıldığında nesh değil, tahsis
olduğu görülür.
Yani Peygamberimize geceleri kalkması emredilince ashâbın çoğu
bunu bir farz-ı ayn olarak anlayıp onunla birlikte uykusuz geceler geçirmeye
başladılar. Bunun üzerine, onların böyle yapmasına gerek olmadığı, bunun
isteyenin yararlanması gereken bir fırsat olduğu belirtildi. Olabilir ki
içlerinde hasta, yolcu veya savaşa çıkacaklar olabileceği, onların erkenden
yatmalarının gerekeceği ifade edildi. Bu sebeple daha çok, durumu müsait
olanların kalkmasının uygun olduğu belirtildi.
• 217 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
Artık hafifletilen teheccüd namazı için “Ne kadar kolayına gelirse o kadar
oku” buyurulmuştur. Fakat müslümanların asıl önem verecekleri şey,
beş vakit namaz ve zekât farzının tam olarak yerine getirilmesi ve Allah
yolunda mallarını ihlâs ile sarfetmeleridir. Sonunda ise müslümanlara,
dünyada yaptıkları iyiliklerin karşılıksız kalmayacağı söylenilmiştir. O yapılan
iyiliklerin misali tıpkı bir yolcunun varacağı yere daha önceden malını
göndermesi gibidir; Allah’a (c.c.) kavuştuğunuz zaman bunların hepsini
kendi önünüzde bulacaksanız. Bu gönderdiğiniz mal dünyada bıraktığınız
maldan daha hayırlıdır. Allah’ın indinde ise aslından daha fazla bir mükâafat
vardır.
Sûre, teheccüd namazı ve Kur’an okuma müddetini yeniden düzenleyen
ve bu konudaki mükellefiyeti hafifleten ve sûrenin ikinci bölümünü
oluşturan âyetle son buluyor. Mü’minler gece Allah’ı çokça anacak, ibâdet
edecekler, gündüzleri ise, hem İslâm’ı tebliğ edecek, hem de geçimlerini temin
için gayret sarfedeceklerdir. Bütün bu zorluklara karşı koymak çetin
bir iştir. Allah Teâlâ, insanlara rahmet olsun diye, gece ibâdeti ve Kur’an
okumayı, insanların kolayına gelecek şekilde hafifletmektedir. Ayrıca bu
son âyet bütün bir hayat programının nüvesinide bünyesinde taşımaktadır.
“...O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazınızı kılın. Zekâtınızı
verin. Yaptığınız iyiliklerin mükâfatını Allah nezdinde, hem yaptıklarınızdan
daha hayırlı, hem de sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah’tan
mağfiret dileyin. Çünkü Allah “Gafûr’dur, Rahim’dir”çok affeden ve çok bağışlayandır.”
Bundan böyle Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Gece ibadetinden,
kırâetten büsbütün vazgeçmeyin. Fakat gecenin yarısı veya daha azı veya
daha çoğu miktarlarıyla ve uzun uzadıya okumak zorunluluğu duymadan,
“Kur’ân” ve “kırâet” denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar
okuyun, o kadar gece ibâdeti yapın.
Bu Âyetten Çıkarılan Hükümler
Burada zikredilmesi gereken üç mesele vardır:
1) Kırâet. Bunda iki görüş vardır. Tefsircilerden birçoğu demişlerdir
ki, „gece kalk“ emrine tam olarak uygun düşebilmesi için burada kırâetten
maksat namazdır. Kırâet namazın rükünlerinden olduğu için, namazın bir
• 218 •
Ahmed Kalkan
bölümü zikredilip tamamı kastedilmiştir. Nitekim kıyam, rüku ve sücuddan
herbiriyle de böyle namazın tamamı anlatılmış olur. Buna göre mânâ,
„gece namazından kolayınıza geldiği kadar kılın“ demektir. Namaz mânâsı
kastedilmiş olması nedeniyledir ki, önceki zor olan gece kıyamı kaldırılmış,
onun yerine kolayı emredilmiş olur. Buna akşam ve yatsı namazları
diyenler olmuş, teheccüd namazının vacip olma hükmü kaldırılarak nafile
yapıldığını veya tercihe bırakıldığını söyleyenler olmuştur.
Diğer bazı tefsirciler ise, okuyun emri, gece namazla değil, Kur‘ân‘ın
kendisini okumakla ilgili emirdir. Dolayısıyla her gece en az elli âyet okumalı“
demişlerdir.
2) Emrin görünen mânâsı yine vücub yani gereklilik içindir. Yani gece
ibadet ve okuma yine farz, ancak önceki gibi sayılamayacak şekilde çok olmak
şart değil, kolayına geldiği kadar demektir. Bu şekilde bunun da hükmünün
kaldırılması, ikinci „okuyun“ ve „namazı kılın“ emirleriyle gerçekleşmiş
olur. Maksat yalnız Kur‘ân okumak olduğuna göre de, her gece biraz
Kur‘ân okumak bu şekilde farz olmuş olur. Bu ise namazda olabileceği gibi,
namaz dışında da olabilir. Fakat bazı tefsirciler, „kolaya gelen“ sözünden,
bunu kişinin isteğine bırakmak mânâsı anlaşılacağına dayanarak bu emrin
nafile için veya mubah olmak için olduğu kanaatına varmışlardır ki Ebu
Hayyan buna „çoğunluğun görüşü“ demiştir.572
3) „Kur‘ân‘dan kolay gelen.“ Kur‘ân‘dan kolay gelen ne kadar olabilir?
Mutlak mânâda düşünülmesi durumunda güç dahilinde olarak yormayacak,
zahmet vermeyecek kadar demek olacağından bu ise kişilerin ve durumun
şartlarına göre değişebileceğinden, âyetin görünen mânâsına göre
bu miktarın ne olacağı belirlenemez. Bununla beraber bunu mutlak şekilde
okumak mânâsına yorumlayanlar, gelenekleri ve atalarımızın alışkanlıklarını
göz önünde bulundurarak „en az elli âyet olmalıdır“ demişlerdir.
Fakat her farzda esas olarak sabit bir miktar belirlemek zaruri olduğu
için namazın bir rüknü olarak farz olan kırâetin en az ne kadar olacağı hususunda
Ebû Hanife‘den üç rivayet vardır:
1. En az, kısa bir âyet olmalıdır.
572 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/467.
• 219 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
2. Kur‘ân ismi verilecek ve bir insan sözüne benzemeyecek kadar olmalıdır.
3. En az üç kısa âyet veya bir uzun âyet olmalıdır. Çünkü en kısa sûre,
üç kısa âyetten meydana gelmiştir. Bu rivayet, İmam Ebu Yusuf ile İmam
Muhammed‘in de görüşüdür. Fetva da buna göre verilmektedir. İmam
Mâlik ve İmam Şâfii: „En az Fatiha okumak farzdır. Zira “Fâtihasız namaz
yoktur.“573 hadisi bunu ifade eder demişlerdir. İmam-ı Azam vacip ile farzın
arasını ayırarak bu hadis ile namazda Fatiha‘yı okumanın vacip olduğu
sabit ise de „Kur‘ân‘dan kolay gelen“ âyeti ile sabit olan farzlığın mutlak
olduğu ve dolayısıyla kasten Fatiha‘nın terk edilmesi durumunda namazın
yeniden kılınması gerekirse de unutarak terk edilmesi ve sehiv secdesi yapılmaması
halinde vakit geçmiş ise o namazı tekrar kılmanın vacip olmayıp
müstehab olacağı görüşüne varmıştır.
Bu Sûrenin Bize Mesajı
“İbare” mânâsı itibariyle, Müzzemmil suresi de aynen Alak ve Kalem
sureleri gibi peygamberimizin şahsına münhasır emir ve öğretileri içermektedir.
Ama “İşaret” ve “Delâlet” mânâlarıyla, peygamberin misyonunu
sürdürmek durumunda olan Kur’an dâvetçilerini de muhatap alır. Ve buna
göre mesaj şöyledir:
Kur’an dâvetçileri geceleyin kalkmalılar, (gecenin üçte ikisinden biraz
az, yarısı veya yarısından biraz fazla) mutlaka Kur’an çalışmalıdırlar. Normal
iş-güç sahibi olup da, esnaflık, tüccarlık, çiftçilik, işçilik gibi iş yapanlar
bu şarta uymasalar da olur. Onlar imkânları ölçüsünde kolaylarına gelen
kısımları okumalı ve okutmalıdırlar.
Kur’an’ı mutlaka gece çalışmalıdırlar. Zira gece çalışması gündüzden
daha etkindir. Gündüz ise başkalarına anlatmak ve öğretmek gibi işlerle
uğraşmalıdırlar.
Kur’an mutlaka “tertil” ile okunmalıdır. Kur’an’ın ağır sorumluluğu olduğu
asla akıldan çıkarılmamalıdır.
573 Tirmizi, Mevakit: 69, 116; Darimi, Salat: 36; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/241, 478.
• 220 •
Ahmed Kalkan
Kur’an dâvetçileri her şeyden alâkalarını kesip sadece Allah’a yönelmelidirler.
Kur’an dâvetçileri Rabblerinin doğunun ve batının Rabbi olduğunu,
O’ndan başka ilâhın olmadığını iyi kavramalı, Allah’ı vekil tayin edip sadece
O’na güvenmelidirler.
Kur’an dâvetçileri, kendilerine söyleneceklere sabretmelidirler. Ve dâvet
ettiklerinden ayrılırken tekrar onlarla görüşebileceklerinin, yüz yüze
bakabileceklerinin hesabını yapıp onları darıltmadan, incitmeden ayrılmalıdırlar.
Kur’an dâvetçileri, zengin, şımarık, ahireti yalanlayıcıların akıbetini
Allah’a bırakmalı, onlara süre tanımalıdırlar. Yaptıkları dâvetin olumlu sonucunu
veya onların cezalandırılmasını hemen beklememelidirler. Onlardan
bazıları ya zaman içinde doğru yolu bulacaklar, ya da ama bu dünyada
ama ahirette Allah tarafından cezalandırılacaktır.
Kur’an dâvetçileri, dâvetlerini önce kendilerini iyi tanıyan ve kendilerinin
de iyi tanıdıkları kesime yapmalıdırlar. Tıpkı Musa-Mısır ve Muhammed-
Mekke ilişkilerinde olduğu gibi.
Kur’an dâvetçileri, kıyamet ve ahiret konularını muhataplarına, mutlaka
ve aynen Rabbimizin vermiş olduğu ayrıntılarla bildirmelidirler.
Kur’an dâvetçileri, sadece Kur’an’ı bildirmeli, onun düşündürücü ve
öğüt verici olduğunu hatırlatarak seçimi herkesin hür iradesine bırakmalı,
dileyenin doğru dileyenin de yanlış yolu seçebileceğini kabul etmelidirler.
Genel Tesbitler
Kur’an, kendi vahyediliş düzeni içinde ele alınıp incelenirse onun nelere
öncelik tanıdığı açıkça görülür. Kur’an’ın ilk sûresinde Oku! emri yer alır;
ikinci sûrede kalemden ve yazmaktan söz edilir; üçüncü sûre olan Müzzemmil’de
ise, örtülerden sıyrılarak kalk emri verilir. Bu ifadelerle, kendi
iç benliğinde gereken değişimi ve donanımı gerçekleştiremeyen insanın,
• 221 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
dış dünyada girişeceği faaliyetlerde büyük ölçüde başarısız olacağı mesajı
verilir.
Her sistem kendi insanıyla yaşar. Kur’an bu gerçekten yola çıkarak önce
kendi sistemini ayakta tutacak mü’min kişilik inşâ eder. O, varlık alanına
çıkardığı insanın, hayırlı yeniliklere öncülük eden dinamik bir şahsiyet olmasını
ister.
Bu sûrede, gece, kıyam ve Kur’an gündemdedir. Bu da, kâmil şahsiyetlerin
yetişmesinde gecelerin ve ciddi bir eğitimin çok önemli olduğunu gösterir.
Gerçekten de gece ibâdeti ve Kur’an’ın fiilî eğitimi, mü’min şahsiyetlere
hem tatlı gelir hem de onlara zevk ve huzur verir. Bu yüzden mü’min,
gecenin belirli saatlerini Kur’an okumaya ve ibâdete tahsis ederek uyanık
geçirir. Zaten uzun geceleri gaflet uykusuyla kısaltan ve aydınlık günleri
günah kirleriyle karartan noksan şahsiyetler, görülmesi gerekeni göremezler.
Hakikati gören göz ise, fazla uyuyamaz. Demek ki büyük oluşlar
ve hayırlı yenilik içeren başarılı sonuçlar, Kur’an’ı gece gündüz yaşanan
bir süreç olarak algılama başarısını ve becerisini gösterebilen mü’minlere
nasip olacaktır. Öyleyse Kur’an’ı önce anlamak için okumalıyız. Sonra da
anladıklarımızdan bir takım yöntemler çıkarmalıyız. Üzülerek belirtelim
ki günümüzde Kur’an’ı Kur’an’ın yöntemleri ile okumak ve okutmak, İslâm’ı
bu yolla öğrenmek ve öğretmek henüz denenmiş değildir. Çünkü insanımız
yıllardan beri, Kur’an’ı anlamaksızın yüzünden okumayı yeterli görmüştür.
Bugün sergilenen cehâletin temel nedenlerinden birisi de, Kur’an’ın
mânâsını değil, onun okunuşundaki nağmeyi (mûsikîyi) öne çıkarmaktır.
Hemen hatırlatalım ki nağme insanı uyandırmaz uyutur. Hâlbuki insanların
Kur’an’ı anlayarak okumaya ve uyanmaya ihtiyaçları vardır. Kur’an’a
sadece bir mezar veya tören kitabı gözüyle bakanlar, hâfızın sesine kapılıp
bazen kendilerinden geçebilirler. Fakat bugün insanları kendinden geçiren
değil, kendine getiren ve Rabb’ine yönelten okumalara ihtiyacımız var.
Kur’an, anlaşılsın diye nâzil olmuştur. Bunun için onun anlaşılması
esastır. Şu halde biz, sadece Kur’an’ın lafzını okumakla değil, ayrıca onun
mânâsını anlamakla da mükellefiz. Çünkü mânâsını anlayıp inandığımız
zaman, onun hükmüyle amel edebiliriz.
• 222 •
Ahmed Kalkan
Allah tarafından yaratılan ve belirlenen gerçeklerin, insan tarafından
kazanımı söz konusudur. Hayatın dinamik yapısı içinde ahlaki bir cihatla
yükümlü olan insan, hayatta takip edebileceği yolu seçme gücüne ve yeteneğine
sahiptir. Bu güç de akıl ve irâdedir.
Kur’an, İlâhî irâdeyi insanın anlayabileceği bir dille açıklayan Allah
kelâmıdır. O, bütün insanlara açık bir kitaptır. Her insan, manasını anlamak
ve bildirdiği esaslara uymak için onu okumalıdır.
Kur’an’ın en ayırt edici özelliği sadece lafzında değil, aynı zamanda
sunduğu hidâyet tarzındadır. Çünkü Kur’an, hem bir öğüt ve uyarı hem de
toplumsal düzen kitabıdır.
Kur’an’ın dile getirdiği hakikatler, her insanın anlayabileceği gerçeklerdir.
Bu yüzden onun çağrısı, insanı yaşayan bir ölü olmaktan çıkarıp ileriyi
göstermeye ve ilerlemeye yöneliktir. Kur’an’ın İlâhî kaynaklı olması, onun
insan düşüncesini tamamen dışladığı ve ona hiç yer vermediği anlamına
gelmez. Tam aksine Kur’an, kendine ait özel üslûbundan ötürü, bakmasını
ve okumasını bilenler için yoruma açık bir metindir. Çünkü onda, insanın
müsbet çaba ve gayretini engelleyici hiçbir hüküm yer almaz. Ancak insanın,
Kur’an’dakileri anlayabilmesi için zihnini eğitmesi ve ön yargılardan
arınarak düşünüp anlamayı hedef alan bir yöntemle Kur’an okuması gerekir.
Eşsiz bir rehber olan Kur’an, insanlara sadece nasıl inanacaklarını değil,
aynı zamanda nasıl yaşayacaklarını da öğretir. Bu yüzden Müslümanlar,
işleri ne kadar yoğun olursa olsun, Kur’an’dan ve Kur’an eğitiminden uzak
kalamazlar. Çünkü onların hayatı doğru yaşayıp mutlu sona ulaşmaları,
Kur’an’ı hatırlarından ve hayatlarından çıkarmamalarına bağlıdır.
İnsanî ve İslâmî yaşayışın evrensel karakteri Kur’an tarafından tesis
edilmiş, vazife de insana imkân ölçüsünde verilmiştir. İnsana gücünün
üstünde bir yükümlülük yüklenmemiş; fakat ondan bütün gücüyle Allah’a
kulluk etmesi istenmiştir. Öyleyse insan bütün gücünü, Allah’a itaat idealinin
hizmetine sunmalıdır. Çünkü onurlu yaşayış ve şerefli akıbetler, nefsini
ıslah etmesini başarıp insan olma potansiyelini Kur’an’ın doğruluk ve değer
• 223 •
Mü z z e m m i l Sûre s i Te f s i r i
ölçülerine göre sarfedenlere tahsis edilmiştir. Günahlardan arınanın ve sakınanın
varacağı yer cennettir. 574
Bu sûreden Çıkan Hüküm ve Hikmetler
Bu sûredeki âyetler aşağıdaki hususlara delildir:
1- Teheccüdün Peygamberimiz’e farz oluşu,
2- Kur’an’ı tertîl ile okumanın vücubu,
3- Kuranın ve vahyin ağırlığı,
4- Gece kalkışı,
5- Gündüzün meşguliyetleri,
6- Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek,
7- Yalnızca Yüce Allah’a tevekkül,
8- Dâvet yolunda eziyetlere karşı sabır,
9- Kur’an’dan öğüt almak
Müzzemmil Sûresinin Getirdiği Başlıca Prensipler
1. Gecenin yarısında, ya da bundan az veya bundan çok bir zaman kalkıp
Allah’a ibâdet etmelidir. Çünkü biraz uyuduktan sonra fikir dinlenir.
Gecenin
bağrında herkes uyurken yapılan ibâdet ruha çok etki yapar. Geceleyin
kalkıp namaz kılmalı, Kur’ân okumalı ve Allah’tan mağfiret dilemelidir
(1-8, 20).
2. İbâdet yaparken mâsivâyı atmalı, gönlü tamamen Allah’a özgü kılmaya
çalışmalıdır (8).
3. Kâinatın yaratıcısı ve hükümdarı olan Allah’tan başkasına ibâdet
edilmez,
yalnız O’na dayanmalı ve güvenmelidir (9).
574 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları
• 224 •
Ahmed Kalkan
4. Hak dâvetçisi, hakkında çıkarılan dedikodulara aldırmamalı, Allah’ın
desteğine güvenerek doğru bildiği yolda yürümelidir (10).
5. Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir elçidir. Nasıl Mûsâ’nın (a.s.) dâvetini,
en büyük kâfir Fir’avn engelleyememiş ise, Mûsâ gibi bir Hak elçisi olan Hz.
Muhammed’in dâvetini de Kureyş kâfirleri engelleyemeyeceklerdir. Onlar,
tıpkı Fir’avn gibi bir süre sonra helak olup cehennemi boylayacaklardır (11-
16).
6. Bu Kur’ân bir uyarıdır. Dileyen onun sözünü tutup Rabbinin yoluna
girer (19).
7. Verilen sadaka ve zekât, Allah’a verilmiş borç sayılır.
Yapılan iyilik ve hayır zayi olmaz, tnsan Allah için harcadıklarının çok
daha iyisini Allah katında bulur (20). 575
575 Süleyman Ateş, Tefsir
Müzzemmil Sûresi ile İlgili Sınav Soruları
(Cevaplanması gereken toplam 40 soru bulunmaktadır. Her soru, 100
üzerinden 2,5 puandır. 3 Yanlış, 1 doğruyu götürür.)
1) Hz. Peygamber’e ve dolayısıyla bütün mü’minlere Müzzemmil Sûresinde
Kur’an’ı nasıl okuma emredilmektedir?
a- Olabildiğince hızlı
b- Kalabalıklar içinde ve yüksek sesle
c- Kâbe’nin üstünde ve herkese ilân ederek
d- Ağır ağır, tane tane, düşünerek
2) Müzzemmil sûresinde dehşeti beyan edilen Kıyâmet günü ile ilgili
olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- Kıyâmet günü, Allah’ın ödül ve cezasının bir gereğidir. Kıyâmete,
âhirete inanmamak, İlâhî adaleti istememek demektir.
b- Kıyâmet gününe, âhirete inanmak, ölüm korkusunun insanda bir
kâbusa ve kronik bir hastalığa dönüşmesini engeller.
c- Kıyâmet günü inancı, insanın dünyayı hiç önemsemeyip sadece
âhirete değer vermesi, kişinin uhrevî bir hayat sürmesi bilincini oluşturur.
d- “Din (Cezâ, âhiret) gününün sahibi” ifadesinden insanın ve kâinatın
boşuna yaratılmadığı ve iyi kötü her amelin karşılığının görüleceği
anlaşılır.
3) Aşağıdakilerden hangisi Müzzemmil Sûresinde Hz. Peygamber’e gece
kalkması tavsiye edilirken sebep olarak zikredilmemiştir?
a- ece ibâdetinin etkisi daha fazladır.
b- Gece serindir ve çalışmak kolaydır.
c- Gece ibâdetindeki sözler daha düzgün ve açıktır.
d- Gündüz vakti uzun meşguliyetler vardır.
4) Müzzemmil Sûresinde; “Bütün varlığınla O’na yönel. O, doğunun da
batının da Rabbidir. O’ndan başka ilâh yoktur.” buyrularak özlü şekilde
tevhidden bahsedilir. Aşağıdaki seçeneklerden hangisi “tevhid” kelimesinin
tanımıdır?
a- Allah’ın, insanlara, yapmalarını kesin bir şekilde emrettiği fiillere
denir.
b- Allah’a zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde ortak güçler
tanımaktır.
c- Kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri, fıkıh kurallarını öğreten
ilmin adıdır.
d- Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde bir tek olduğuna
inanmaktır.
5) “Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lütfunu arayan
başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar bulunacağını
bilmiştir. Onun için Kur’an’dan .......... okuyun.” Müzzemmil sûresindeki bu
âyet meâlinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi getirilmelidir?
a- Kolayınıza geleni
b- Kısa birkaç âyet
c- Uzun sûreler
d- Anlamca hoşunuza gidenleri
6) Bilindiği gibi, Müzzemmil sûresinde kıyâmetin dehşetli süreci anlatılır
ve âhiret bilinci takviye edilir. Âhiretle ilgili olarak aşağıdaki yargılardan
hangisi yanlıştır?
a- Âhiret inancı, hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde de mevcuttur.
b- Reenkarnasyon, Hindu dininden geçen, ruhların, insan ölünce
başka bedenlere geçeceğine inanılan, temelde de âhireti ve yeniden
dirilişi inkâr anlayışıdır.
c- Dünya ayrı, âhiret ayrıdır. Din ve âhiret işleriyle dünya işlerini birbirine
karıştırmamak gerekir.
d- Kur’an’da âhirete sadece inanmak yeterli görülmemekte, ona kesin
bilgi, şuur ve şehâdet, yani yakînlik istenmektedir.
7) Müzzemmil sûresinde Firavun’dan ve ona gönderilen elçiden (Hz.
Mûsâ’dan) söz edilmektedir. Hz. Mûsâ ile ilgili âyetlerden öğrenmekteyiz
ki, tevhid önderleri, İslâmî öğretilerin veya müslümanların selâmeti için
yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, ortaya koymak istedikleri işlerin
ana gayesini net bir şekilde açıklamak zorundadırlar. Kur’an’da anlatıldığına
göre Hz. Mûsâ, Firavun’un önüne iki mesajla çıktı. Bu iki şey ne idi?
a- 1- Müslüman olsun, 2- Yönetimi Hz. Mûsâ’ya bıraksın.
b- 1- Allah’a itaat edip tevhid akidesini kabul etsin, 2- Eskiden müslüman
olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.
c- 1- Müslüman kölelere zorla yaptırdığı anıtkabirleri, piramitleri
yıktırsın, 2- Putlara tapmaktan vazgeçsin.
d- 1- Saraydaki ahlâksızlıklara son versin, 2- Halkını aç bırakmasın ve
onları küfre zorlamasın.
8) Müzzemmil sûresinde, bilindiği gibi “Allah’a (Allah için mü’minlere)
severek borç/ödünç verin” buyrulur. Bu âyette geçen “borç, ödünç almak”
anlamı, Arapça’da ve Kur’ân’ın bu sûresinde ve diğer bazı sûrelerde (deyn
sözcüğü dışınd hangi kelime ile karşılanır?
a- hasen b- vâde c- karz d- infak
9) Kıyamet konusunda, aşağıdaki anlayışlardan hangisi yanlıştır?
a- Kıyamet alâmetlerini bilip saymak dinin önemli esaslarındandır.
b- Kıyametin ne zaman kopacağını Peygamberimiz dâhil hiçbir kimse
bilmez; sadece Allah bilir.
c- Önemli olan, kıyametin ne zaman kopacağı değil; kıyamet ve sonrasına
neler hazırladığımızdır.
d- Kendi ölümümüz küçük kıyamet sayılır.
10) Kur’an’da Firavun’la ilgili âyetlerden yola çıkarak Firavnî düzenlerin,
İslâm dışı rejimlerin temel özellikleri olarak aşağıdakilerden hangisi
doğrudur?
a- Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini reddetmek
b- Firavunu/tâğutu kanun koymaya, istediği gibi insanları yönetmeye
yetkili ve itaat edilecek güç kabul edip halkı da buna iknâ etmeye
çalışmak
c- Tevhid, adalet, özgürlük gibi nebevî çağrıları baskı ve dayatmalarla
susturmaya çalışmak
d- Hepsi
11) Âhiret bilincine sahip olmak ve dünya-âhiret dengesi sağlamak
için dünya, doğru değerlendirilmelidir. Dünya konusunda aşağıdaki değerlendirmelerden
hangisi yanlıştır?
a- Dünya oyun ve eğlenceden, süs ve övünmeden geçici bir faydalanmadan
ibarettir.
b- Müslüman, âhiret endişesiyle yaşaması gerektiği için dünya ile hiç
ilgilenmemeli; dünyayı, onu tercih edenlere bırakmalıdır.
c- Dünya, hakiki mânâda huzur ve rahatın bulunduğu gerçek vatanımız
değildir.
d- Dünyada imtihan vesilesi olarak kadınlar, evlatlar, altın ve gümüşler,
iyi binekler sevdirilmiştir.
12) Aşağıdakilerden hangisi, hadis rivâyetlerinden yola çıkılarak klasik
müslüman bilginlerince kıyâmetin büyük alâmeti olarak sayılanlardan
biri değildir?
a- Deccâl’ın ortaya çıkması, Duhânın çıkması, Dâbbetu’l-Arzın çıkışı
b- Güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın inmesi, Ye’cûc ve Me’cûcun
çıkışı
c- Gök taşlarının (meteor) düşmesi, zinâ ve binâların çoğalması, çok
yüksek binâların inşâ edilmesi
d- Doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer
çöküntülülerinin meydana gelmesi, Yemen’den çıkacak olan büyük bir
ateşin insanları önüne katarak sürmesi
13) Kur’ân-ı Kerim’de Firavun’dan uzunca bahsedilmesi, onun Allah’ın
hükmünü kabullenmeyip kendini ilâh yerine koyan tâğutların/azgınların
ve müfsidlerin/bozguncuların prototipi/baş örneği olmasındandır. Her
zaman diliminde ve her coğrafyada görülebilecek küfür rejiminin sembol
tipleri de yine Firavun zamanından örneklenir. İslâm dışı rejimlerin temel
direklerini oluşturan bu simge şahıslar kimlerdir?
1- Bürokrat, bakan, üst rütbeli subay sembolü ...........
2- Kapitalist ve emperyalist para babası, kartel ve holding sahiplerinin
sembolü .............
3- Hakka bâtılı karıştırarak, dünyevî çıkar ve tâğutî yönetimlerin istekleri
doğrultusunda dini istismar edip kullanan, Allah ve rasulü adına
insanları aldatan sembol ...............
4- İslâm dışı rejimin emniyet güçleri, silâh zoruyla düzeni koruyan
tâğutun askerlerinin sembolü ............
Bu sembol şahısların Firavun döneminde vurgulanan isimleri, aşağıdakilerden
hangisinde doğru olarak sıralanmıştır?
a- Cünûd/asker, Karun, Hâmân/kâfir medya mensubu, büyücü ve kâhinler
b- Hâmân, Karun, Sâmirî/Bel’am, cünûd/asker
c- Hâmân, Karun/sihirbazlar, Bel’am/kâfir medya mensubu, cünûd/
hizbuşşeytan
d- Firavun, Karun/Hâmân, Bel’am/Sâmirî, cünûd/asker
14) Firavun zamanından örneklenen İslâm dışı rejimlerin temel direklerini
oluşturan aşağıda özellikleri belirtilen simge şahıslar kimlerdir?
1- Akı kara, karayı ak göstermeye çalışan, yalan ve hayallerle halkı kandıran
yazar, gazete patronu; medyanın yani büyülü gücün sembolü ..............
2- Taraftar, sülâle, hânedan ve tâğutla aynı inancı paylaşan, onun yakınlarının
sembolü ........
3- Küfür yönetiminde etkili olan egemen güçlerin, azınlık oldukları
halde çoğunluğa kendi çıkarları doğrultusunda yön veren azgın grubun
sembolü ............
4- Hakkı kabul edip müslüman olduktan ve Allah’ın nice nimetlerine
muhatap olduktan sonra şımarıp azan, yer yer şirke sarılıp hakkı terk eden
yahudileşme karakterinin sembolü ..............
Bu sembol şahısların Firavun döneminde vurgulanan isimleri, aşağıdakilerden
hangisinde doğru olarak sıralanmıştır?
a- Sihirbaz/medyum, ehl/âl-i Firavn, hizb/mele-i Fir’avn, İsrâiloğulları
b- Sihirbaz/falcı, ehl-i Fir’avn, Hâmân/demokratik güçler, cahil halk
c- Okur yazar takımı, hizb-i Fir’avn, tâğutî meclis üyeleri, benî İsrâil
d- Sihirbaz/kâfir medya mensubu, âl/âl-i Fir’avn, mele’/mele-i Fir’avn,
benî İsrâil
15) Bilindiği gibi, müslümanın dinden çıkıp irtidat etmesine sebep
olan çirkin davranışlar sözkonusudur. Allah’a ibâdette O’na şirk koşmak,
kâfirlerin uyduğu İslâm dışı ideolojilerin doğru olduğuna inanmak, şirk
düzenlerini doğrulamak, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiklerinden bir
şeyi uygunsuz görmek, İslâm’ı, dinin haram veya farzlarından birini alaya
alıp eğlence konusu yapmak, mü’minlere karşı kâfirlere yardım etmek, İslâm’ın
hükümlerinden birini kabul etmemek gibi. Aşağıdakilerden hangisi,
bunlardan biridir, yani insanı tevhid inancından çıkarıp mürted yapar?
a- Dinî emirleri yerine getirmede gevşek davranmak
b- Namaz ve sabır gibi hayırlı amellerini Allah’a yaklaşmada vesile
edinmek
c- Tâğutları beğenmeyip onlara isyan etmek
d- İslâm’ın hükümlerinden birini kabul etmemek
16) Bakara sûresi, 85. âyette: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir
kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” denilerek kendilerine Allah tarafından sert
şekilde uyarı yapılan kimselere, âyetin devamında açıklanan ceza, seçeneklerden
hangisinde doğru ve tam verilmiştir?
a- Yazıklar olsun onlara! Yazıklar olsun onların aldattıklarına. Cehennemdeki
veyl deresi onlaradır.
b- Allah’ın, meleklerin ve insanların lâneti ve Allah’ın gazabı onlaradır.
Âhirette ebedî cehennem onlar içindir.
c- Onlar, dünya hayatında rezil ve rüsvay olacaklar, kıyâmet gününde
ise en şiddetli azaba itileceklerdir.
d- Onlar, kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacaklardır. Onlar Allah’tan
başka yardım eden de bulamazlar.
17) Seçeneklerden hangisi, “Kıyâmet günü” kavramının ifade ettiği
anlamlardan biri değildir?
a- Allah’ın bütün kullarına merhametinin görüleceği “Rahmet günü”
b- Hayrın hayır; şerrin de şer olarak görüleceği “Din günü”
c- Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Ceza günü”
d- İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü”
18) Firavun, İsrâiloğullarından dünyaya gelen ve hayatta olan erkekleri
ve erkek çocukları öldürüp kız çocuklarını hayatta bırakmaları için
askerlerine tâlimatlar yağdırmıştı. Firavun’u bu katliamı işlemeye sürükleyen
gerçek sebep ne idi?
a- Firavun, kan görmekten zevk alan birisi idi.
b- İsrâiloğullarının kendisini katletmesinden çekiniyordu.
c- Mevcut rejimi tehdit altında görüyor, tahtının ve saltanatının geleceğini
garanti altına almak istiyordu.
d- Etrafındaki sihirbazlar ve dalkavuklar tarafından kandırıldığı için
bu cinayetleri işliyordu.
19) İbâdetlerin en büyüklerinden biri olan “zikir”, toplumumuzda sadece
bir-iki anlamda kullanıldığı halde, Kur’ân-ı Kerim’de 30’un üzerinde
farklı mânâlarda kullanılmaktadır. Seçeneklerden hangisi, zikrin anlamlarından
belli başlılarını tümüyle doğru olarak vermektedir?
a- Anlamak, delil, düşünmek, namaz, oruç, zekât, görmek, işitmek,
yaşamak, sevmek, saymak, ihsan...
b- Anmak, besmele, düşünmek, hatırlamak, ibâdet etmek, ibret almak,
Kitab, Kur’an, namaz kılmak, okumak, öğüt, şükretmek...
c- İbret almak, iman etmek, dille anmak, tefekkür etmek, tesbih çekmek,
cihad etmek, haccetmek, takvâ, hidâyet, ihsân, şükür, infak etmek...
d- Velî edinmek, hâkimiyet, rükû, secde, sabretmek, inzâr, müjdelemek,
duâ etmek, rızık, bilmek, şefaat, affetmek...
20) Dünyayı âhiret hayatına tercih ettiklerinden dolayı Allah’a şirk
koşanlar, ömürlerinin çok uzun olmasını arzu ederler. Seçeneklerden
hangisi, yahûdi ve müşriklerin dünyaya karşı böyle hırsla dolu olmasının
sebeplerinden biri değildir?
a- Dünyadaki nimetleri terketme korkusu
b- Âhirette, karşılaşacakları azabın şiddetini bildikleri için
c- Yeryüzünde halîfeliği gerçekleştirmek ve yeryüzünü îmar ve ıslah
etmek için
d- Uzun yaşamak sûretiyle azabın kendilerinden uzaklaştırılacağını
zannettikleri için
21) Tevhid, temel olarak ikiye ayrılır. Birincisini insanların çoğunluğu
kabul ettiği halde, ikincisi eski ve çağdaş câhiliyye tarafından kabul edilmez.
Nedir bu iki tevhid çeşidi?
a- Allah’ın hâkimiyetiyle ilgili tevhid ve yaratıcılığıyla ilgili tevhid
b- Ubûdiyet tevhidi ve teslimiyet tevhidi
c- İtaat tevhidi, ibâdet tevhidi
d- Rubûbiyet tevhidi ve ulûhiyet tevhidi
22) “Kanun ve hüküm koyan, otorite ve güç sahibi, kendisinden yardım
istenilen, kendisine ibâdet edilen, güvenilen, sevilen ve korkulan, itaat
edilen ve emirlerine uyulan ihtiyaçları gideren, duâya karşılık veren,
belâları gideren” gibi anlamlara gelen kelime, seçeneklerden hangisidir?
a- İlâh b- Rab c- Tâğut d- Bel’am
23) Aşağıdakilerden hangisi tevhid inancını bozmaz?
a- Allah’tan başkasına ibâdet, duâ ve mutlak şekilde itaat etmek
b- Kur’an’daki hükümlerden bazısının günümüzde geçersiz olduğunu
söylemek.
c- Bazı günahlar işlemek ve Allah’a tevekkül etmek
d- İslâm’ı hafife almak, İslâm diniyle alay etmek
24) İnsanın yüce ve hâkimiyet sahibi birine boyun eğmesi, itaat etmesi,
ona isyan etmeden kulluk etmesine ne denir?
a- İbâdet b- İtaat c- İlâh d- Şükür
25) “Ataların dini” tâbiri ile, “inançlar” arasında ne gibi bir bağlantı
kurulabilir? Bu bağlantı konusunda aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi
doğrudur?
a- İnsanların inandıkları değerler atalarından kalan değerlere uygun
düşmek zorundadır.
b- Ataların bıraktıkları değerlerden doğru-yanlış ayrımı yapılmaksızın
hiçbirinin önemi yoktur.
c- İnsanlar, genellikle atalarının kendilerine miras olarak bıraktıkları
inançları mukaddes olarak kabul ettikleri için, Allah’ın hükmü ile
ters düşenler olunca, Allah’ın hükmüne inanmak istemezler; Bu tavır,
müşriklerin en belirgin özelliklerinden biridir.
d- İnsan, ne olursa olsun babasını sevmek, dedelerinden kalan mirasa
sahip çıkmak zorundadır. Bunun için âdet ve gelenekleri yüceltmek,
onlara kutsallık atfetmek, ataların sözünü ve yolunu ölçü olarak görmek
gerekir.
26) Bilindiği gibi Müzzemmil sûresinde Firavun’dan ve ona gönderilen
elçiden (Hz. Mûsâ’dan) söz edilmektedir. Hz. Mûsâ, Firavun’a İslâm’ı
tebliğ etme görevi verilince Allah’a duâ ederek bazı isteklerde bulunmuştu:
“Fir’avn’a git. Çünkü o iyice azdı. Mûsâ ‘Rabbim! dedi, ruhuma genişlik
ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz ki sözümü anlasınlar. Bana
ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Hârun’u. Onun sayesinde
arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl...” (20/Tâhâ, 24-32). Âyetlerin
devamında Hz. Mûsâ’nın bunları niçin istediği belirtilir. Kur’an’a göre Hz.
Mûsâ, bunları niçin istiyordu?
a- “Küfür düzenini yıkalım diye”
b- “Tesbih ve zikrimiz artsın diye”
c- “Bize inananların sayısı artsın diye”
d- “Fir’avn’a galip gelelim diye”
27) Zorluğun karşıtı olan; kolay, kolaylık, kolaylaştırma, hafifletme,
zorluğu giderme anlamlarına gelen ve Arapça “usr” kelimesinin zıddı olan
Kur’an kavramı aşağıdakilerden hangisidir?
a- Rakabe b- Şiâr c- Sıyâm d- Yüsr
28) “Allah size ........ diler, ........ istemez” Bakara sûresi 185. âyet-i kerimesinin
mealinin bir bölümü olan bu ifâdedeki boş yerlere seçeneklerden
sırasıyla hangi iki kelime gelmelidir?
a-hayır-şer b- cennet-cehennem c- kolaylık-zorluk d- sevap-günah
29) Aşağıdakilerden hangisi müşrikler için doğru değildir?
a- Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkasına vermezler.
b- Allah’ın, göklerde hükmü geçen bir zât olduğunu kabul ederler.
c- Yeryüzündeki otorite hakkını Allah’a âit olarak görmezler.
d- Müşrikler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğuna inanırlar.
30) Müşriklere, ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denildiğinde, ne tür tepkide
bulunurlar?
a- Bu konuyu düşünüp değerlendireceklerini, araştırdıktan sonra karar
vereceklerini, hangi görüşün delili kuvvetliyse ona uyacaklarını
söylerler.
b- Atalarının üzerinde bulundukları yolda devam edeceklerini ifade
ederler.
c- Allah’ın indirdiklerine derhal itaat ederler.
d- Herhangi bir tepki göstermeyip çağrıyı cevapsız bırakırlar.
31) Aşağıdakilerden hangisi, insanı tevhid inancından çıkarıp mürted
yapmaz?
a- Allah’tan başkasına ibâdet ve mutlak anlamda itaat etmek
b- Allah’tan başkasına duâ ve tevekkül etmek
c- Kur’an’daki hükümlerden bazısının günümüzde geçersiz olduğunu
söylemek
d- Mü’min olduğu halde bazı günahlar işlemek
32) İsrâ sûresinde gece namazı ile ilgili olarak ifâde edilen hususlar
konusunda aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a- Peygamberimizin gecenin bir kısmında kalkması emredilmektedir.
b- Peygamberimize ait bir nâfile (5 vakit farz namazlarından ayrı) ibâdet
konu edilmektedir.
c- Teheccüd namazı ümmet için şarttır; ama Peygamberimiz için nâfile
bir ibâdettir.
d- Kur’an’la teheccüd edilmesi, teheccüd namazı kılınması talep edilmektedir.
33) Borç konusunda aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- inin kurallarına uymak, müslümanın Allah’a borcudur. Bu borcunu
ödemesi için insan, kulluk ve ibâdeti ölünceye kadar hayatının her
alanına yayması gerekir. Bu, aynı zamanda Allah’la yapılan bir ticarettir.
b- Kişinin kulluk görevi olarak boynuna borç olduğu halde îfâ etmediği
namaz, oruç, hac gibi ibâdetler de borç kapsamı içinde değerlendirilir.
c- Kur’ân-ı Kerim, müslümanların birbirlerine sırf Allah rızâsı için
güzel bir şekilde borç vermelerini tavsiye etmekte, bu borcu sanki Allah’a
verilmiş gibi değerlendirmektedir.
d- Müslümanların birbirlerine güvenmeleri çok önemli olduğu için,
birbirlerinden şüphe etmeleri demek olan borçların yazılmasını
Kur’an uygun görmemektedir.
34) Nâfile namazlardan hangisi Kur’ân-ı Kerim’de isim verilerek açıkça
tavsiye edilmektedir?
a- Kuşluk namazı c- Teheccüd namazı
b- Hâcet namazı d- İstihâre namazı
35) Allah yolunda gayret göstermek, çaba sarfetmek demek olan cihad
konusunda, aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
a- Kur’ân-ı Kerim’de cihad emriyle ilgili olarak birçok yerde “Canınızla
ve malınızla cihad edin” denilmektedir. O yüzden önce canla sonra
malla cihad edilmelidir. Canıyla cihad edemeyen kimseler malıyla hiç
cihad edemezler.
b- Cihad, bir saldırı değil; olabilecek bir saldırıya karşı yapılan bir savunmadır.
İslâm’a ve müslümanlara karşı yapılan saldırıyı savabilmek
üzere çaba göstermek, çalışmaktır.
c- Cihad kelimesi ile savaş kelimesi aynı anlamda değildir. Savaş, salt
askerî harekât olup güce dayanırken; Cihad, askeri operasyonlar da
dâhil İlâhî hedefler uğruna gösterilen fikrî, fiilî ve kalbî bütün çabaları
içerisine alır.
d- Cihadın, yani Allah yolunda kararlı ve şuurlu çabanın daha çok
ruhsal, yani nefisle olanına mücâhede; fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına
da ictihad denilir.
36) Lügat anlamı; güzel ödünç verme demek olan ve terim olarak; dinin
emirlerine uygun, hiçbir maddî çıkar düşüncesi gözetmeksizin sırf
Allah rızâsını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla
karşılıksız borç vermeye Kur’an kavramı olarak ne ad verilir?
a- deyn b- infak c- fî sebîlillâh d- karz-ı hasen
37) Teheccüd namazının veya Kur’an’ı tertîl üzere okumanın özelliğiyle ilgili
olarak Kur’ân-ı Kerim aşağıdakilerden hangi ifâdeyi kullanır?
a- Gece neşesi b- Gece keyfi c- Gece huzûru d-Gece mutluluğu
38) Aşağıdakilerden hangisi “kıyâmet”in Kur’an’da zikredilen diğer isimlerinden
biri değildir?
a- es-Sâatu c- el-Yevmu’l-Hısâb
b- el-Yevmu’l-Ûlâ d- el-Yevmu’l-Âhır
39) Buhârî’nin rivâyet ettiği meşhur bir hadis-i şerife göre “kaybolduğu zaman,
-yani işler ehil olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti beklememiz gerektiği”, yani o
olmayınca toplumsal kıyâmet gibi sosyal bozukluğun olacağına dikkat çekilen şey
nedir?
a- Cihad b- Emânet c- Sünnet d- Kur’an
40) Kur’ân-ı Kerim’in kıyâmet konusunda vurguladığı esaslar konusunda, aşağıdakilerden
hangisi yanlıştır?
a- Kıyâmetin zamanını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği
b- Kıyâmet alâmetlerinin belirdiği ifâde edilir, ama bunlar hakkında bilgi verilmez
c- Kıyâmetin yaklaştığı, zamanının yakın olduğu ve ansızın geleceği
d- Her insanın ölümünün kendisi için kıyâmet olduğundan, tek bir kıyâmet değil,
birçok kıyâmetlerin olduğu
* * *
Cevap Anahtarı
1 D 11 B 21 D 31 D
2 C 12 C 22 A 32 C
3 B 13 B 23 C 33 D
4 D 14 A 24 A 34 B
5 A 15 D 25 C 35 A
6 C 16 C 26 B 36 D
7 B 17 A 27 D 37 A
8 C 18 C 28 C 38 C
9 A 19 B 29 A 39 B
10 D 20 C 30 B 40 D
Son Söz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, inşâAllah Kur’an’a daha
fazla yaklaşmışsınızdır. Bu okuduğunuz kitapta varsa güzellikler Kur’an’ın güzellikleridir.
Hatalar ise, tümüyle yazarın hatalarıdır. “O halde boş kaldığında
yine kalk yorul! / Ve ancak Rabbinden ümid et, hep O’na doğrul!” (İnşirah
7-8). Kur’an’la yakınlaşmayı fırsat bilerek hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp
baştan sona kadar mealiyle (ve gerektiği zaman tefsiriyle) okumaya başlamalısınız.
Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak,
yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet
doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz
kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak
için…

 
 
Okunma 6959 kez Son değişiklik Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:43

Ortam