Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:01

CUM’A NAMAZI

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

CUM’A NAMAZI


• Cum’a; Anlam ve Mâhiyeti
• Cuma Namazı
• Hanefî Fıkhına Göre Cuma Namazının Sahih Olması İçin Şartlar ve Hanefîlerin Delilleri
• Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığı Görüşü ve Delilleri
• Kur’ân-ı Kerim’de Cum’a Namazı
• Hadis-i Şeriflerde Cum’a Namazı
• Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?
• Cuma Namazı Etrafındaki Bazı Konular:
• (Arûbe Gününe Cuma İsminin Verilişi, Cuma Sûresi ve Cuma Âyetinin Nüzûlü, Cuma Âyetindeki Nidâdan Kasıt Nedir?, Cuma Âyetindeki “Sa’y”in Mânâsı, Cuma Âyetinde Geçen Zikrullah Kavramı, Cuma Âyetinde Geçen Alış-Veriş Kavramı, Cuma Gününün Fazileti ve Bugündeki İcâbet Saati)
• Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığını Söyleyenlere Cevaplar
• Cuma Namazının Şartları
• A- Farziyetinin Şartları
• B- Sıhhatinin Şartları (Vakit, Cemaat, Hutbe, Hutbe Siyasî Bir Konuşma mıdır? Cuma Kılınacak Yerin Şehir Olması, Bir Beldede Bir’den Fazla Yerde Cuma Namazı, Cuma Namazını Devlet Başkanı veya Nâibinin Kıldırması Meselesi)
• Câbir Hadisinin Râvîleri ve Hadis İmamlarının Onlar Hakkındaki Tesbitleri
• Câbir Hadisi ile İlgili Diğer Görüşler
• Cuma Namazı Etrafındaki Bazı Şüpheler:
• (Dâru’I-Harpte Cuma Namazı, Kûfelilerin Mektubu ve Siyasî Tavırla Cuma Namazı Kılmama İddiası, Mescid-i Dırar İddiası, Cuma Günü ve Hafta Tatili Meselesi, Cuma Namazını Edâdan Sonra Zuhr-i Âhir Adıyla Kılınan Namazın Dindeki Yeri ve Hükmü
• Cuma Namazını Terk Etmenin Günahı
• Müctehid İmamların Sünnete Uyulması ve Sünnete Muhâlif olan Görüşlerinin Terkedilmesi Hususundaki Vasiyetleri
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz. Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.”2027
Cum’a; Anlam ve Mâhiyeti
Cuma; İslâmîyet’te büyük değer verilen haftalık toplu ibâdetin yapıldığı gün ve o gün îfâ edilen ibâdete verilen addır.
Cum’a (Cum’a, cumaa) “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem’ kökünden isimdir. Cem’ masdarı ve birçok türevi muhtelif âyetlerde, cum’a ise kendi adıyla anılan sûrede geçmektedir.2028 Cum’a çeşitli hükümleri bakımından birçok hadiste de yer almaktadır. İslâm’dan Önceki dönemde haftanın altıncı gününe arûbe denirdi. Sözlükler bu kelimenin Arapça olmadığını belirtmiş, araştırmacılar da Ârâmî kökenli olduğunu tesbit etmişlerdir. Ârâmî dilinde “arefe günü’ anlamına gelen arûbe, yahûdilerin cumartesiye hazırlık yaptıkları ve bunun için Medine’de sabahtan öğleye kadar pazar kurdukları bir gündü. Bu güne cuma adının verilmesini, Kureyş’in atalarından olup bu günde kavmini toplayan, kendilerine öğüt veren ve Harem’e saygı göstermelerini emreden Kâ’b b. Lüeyy’e kadar götürenler olduğu gibi, hicretten önce Medine’de ensar tarafından toplantı ve ibâdet günü olarak seçilmesine bağlayanlar ve ismi bu tarihten itibaren başlatanlar da vardır.2029 Bu günün cuma adını alması bilhassa toplantı günü olmasından kaynaklanmaktadır. Aynı adı taşıyan sûrede, “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında hemen namaza gidin ve alışverişi bırakın”2030 mealindeki âyet, cuma namazının farz kılınmasından önce de günün bu adla anıldığına ve bir toplantı günü olduğuna işaret etmektedir.
Çeşitli hadislerden anlaşıldığına göre cuma, haftalık ibâdet günü olarak daha önce yahûdi ve hıristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşerek yahûdiler cumartesiyi, hıristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibâdet günü olarak benimsemişler, Allah da cuma gününü müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır.2031 Böylece İslâm’da haftalık toplu ibâdet günü olarak cuma seçilmiş, bu günün bir bayram olduğu birçok rivâyette açıkça belirtilmiştir.2032 Hz. Peygamber, “Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır.” 2033 sözüyle bu günün özelliğini dile getirmiştir. Allah’ın Cennette cuma gününe tekabül eden ve “yevmü’l-mezîd” denilen günde kullarına kendisini ziyaret fırsatı vereceğini, bunun için onlara
2027] 62/Cum’a, 9-11
2028] 62/Cum'a, 9
2029] İbn'1-Cevzî, V3, 264; İbn Hacer, V, 3-4
2030] 62/Cum'a, 9
2031] Müslim, Cum'a 19-23
2032] Beyhakî, 3/243; İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/369
2033] Müslim, Cum'a 18
CUM’A NAMAZI
- 435 -
tecelli edeceğini bildirmiş,2034 başka bir hadiste de bu günde yapılan duâların kabul edileceği bir ânın (icâbet saati) bulunduğunu haber vermiştir. İcâbet saatinin zevalden itibaren namazın başlamasına, İmamın minbere çıkmasından namazın başlamasına veya bitimine ya da ezandan itibaren namazın edâ edilmesine kadar devam ettiği, ayrıca fecir ile güneşin doğuşu, ikindi namazı ile güneşin batışı arasında olduğu şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber’in, “Ben onu biliyordum, ancak Kadir gecesi gibi o da bana sonradan unutturuldu.”2035 mealindeki hadisine dayanarak esmâ-i hüsnâ arasında ism-i a’zamın, Ramazanın son on günü içinde Kadir gecesinin gizli tutulması gibi, icâbet saatinin de insanların bütün gün boyunca Allah’a yönelmeleri için gizli tutulduğu ifade edilmiştir. Cuma günü gerekli temizliği yaptıktan sonra câmiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin o gün ile daha önceki cuma arasında işlemiş olduğu günahların affedileceği belirtilmiş,2036 bu günü önemsemeden üç cuma namazını terkeden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir.2037 İslâm dünyasının her tarafından müslümanların bir araya geldiği en büyük toplu ibâdet olan hac, arefe gününün cumaya rastlaması halinde “hacc-ı ekber” (büyük hac) olarak anılır. Bütün bu özelliklerinden dolayı gerek fert gerekse toplum olarak müslümanlar açısından büyük önem taşıyan cuma gününde farz olan cuma namazından başka şu hususların yapılması sünnet kabul edilmiştir: Boy abdesti almak (bazı âlimlere göre farzdır), bıyıkları kısaltma, tırnak kesme vb. bedenî temizlikleri yapmak, misvak veya fırça ile dişleri temizlemek, güzel elbise giymek, güzel koku sürünmek, câmiye erkenden gitmek, Kehf sûresini okumak, câmileri temizleyip kokulandırmak, sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini, cuma namazında ise Cum’a ve Münâfikun veya A’lâ ve Gâşiye sûrelerini okumak, çokça duâ ve zikir yapmak, Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirmek.
Cuma günü yapılması sakıncalı olan belli başlı hususlara gelince, İmam minbere çıkıp iç ezanın okunmasından itibaren namaz kılınıncaya kadar alışveriş ve benzeri bir dünya işiyle meşgul olmak Hanefîler’e göre tahrîmen mekruh, çoğunluğu oluşturan diğer fukahâya göre ise haramdır. Hanefî ve Şâfiîler’e göre bu zaman zarfında yapılan alışverişin dinî hükmü böyle olmakla birlikte akid hukuken geçerlidir. Mâlikî ve Hanbelîler ise akdin geçerli olmadığı görüşündedirler. Cuma günü namaz vakti girdikten sonra namazı kılmadan yolculuğa çıkmak Hanefiler’e göre mekruh, Mâlikîler’e göre haramdır. Vakit girmeden önce çıkmak ise câizdir. Şâfiîlerle Hanbelîler, ister vakit girsin ister girmesin, cuma namazını kılmadan yolculuğa çıkmanın haram olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak sabah fecirden önce yolculuğa çıkmak câiz olduğu gibi yolda kılma imkânının bulunması veya hac yolculuğu gibi dinî bir gerekliliğin bulunması halinde de yolculuğa çıkılabilir.
Cuma birçok İslâm ülkesinde halen tatil günüdür. Osmanlı Türkiyesi’nde Tanzimat’tan 1935 yılına kadar hafta tatili cuma günü iken bu tarihte pazara alınmıştır. Cuma günü iş ve ticaretle meşguliyetin haram olduğu vakitten sonra câmiden çıkıp işiyle gücüyle meşgul olmak mubahtır.2038 Ancak cuma gününün
2034] İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/369-372, 408-410
2035] Hâkim, 1/279
2036] Buhârî, Cum’a 6, 19; Müslim, Cum'a 26
2037] Ebû Dâvüd, Salât 204
2038] bk. 62/Cum'a, 10
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özellikleri göz önüne alındığında -eğer haftanın bir günü tatil yapılacaksa- bunun cuma olması uygundur. Nitekim yahûdilerle hıristiyanlar cumartesi ve pazarı tatil günü olarak seçmişlerdir.
Cuma Namazı
Cuma gününün özellikleri içinde en başta geleni cuma namazıdır. Bu namaz Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle zikredildiği ve teşvike mazhar olduğu gibi, hadis ve fıkıh kitaplarında da ayrı bölümlerde ele alınmıştır. Hz. Peygamber henüz Medine’ye hicret etmeden önce oradaki müslümanlar, sayıları artmaya başlayınca Ehl-i kitabın haftalık toplantı ve ibâdet günlerinin bulunduğunu göz önüne alıp yaptıkları müzâkereler sonunda kendileri için de böyle bir gün olarak arûbe gününü seçmişlerdir. Bundan sonra Es’ad b. Zürâre kendilerine cuma namazını kıldırmaya başlamıştır. Kaynaklar bu kararın ictihada dayandığını ve kılınan namazın da nâfile ibâdet türünden olduğunu kaydetmektedir.2039 Cuma namazının hangi tarihte farz kılındığı konusunda iki rivâyet vardır. Birinci rivâyete göre Mekke’de farz kılınmış, ancak müşriklerin engellemesi yüzünden fiilen edâsı hicrete kadar ertelenmiştir. İkinci rivâyete göre ise cuma namazı hicret sırasında farz kılınmıştır. Şöyle ki: Rasûlullah Medine’ye bir saat mesafede bulunan Küba’ya ulaşınca orada konaklamış, pazartesiden perşembeye kadar ashâbı ile beraber çalışarak İslâm’ın ilk mescidini inşâ etmiştir. Cuma günü Küba’dan hareket edip Rânûnâ vadisine gitmiş ve Sâlim b. Avf kabilesine misafir olmuştur. Bu sırada cuma vakti girdiğinden vadideki namazgâhta İlk cuma namazını kıldırmıştır.2040 Hz. Peygamber’in daha önce müslümanların serbest oldukları bölgelerde cuma namazı kılmalarını emretmesi, fiilen edâsının farz kılınmasının hicret yılında vuku bulduğunu teyit etmektedir. Cuma namazı Hz. Peygamber ve daha sonra Hulefâ-yi Râşidin tarafından bizzat kıldırılmış, Emevîler’den başlayarak çeşitli İslâm devletlerinde birçok halife ve yönetici de bu uygulamayı sürdürmüştür. Öte yandan cuma hutbeleri de baştan beri sadece dinî öğüt vermekten ibaret kalmamış; önemli olayların, siyasî, askerî ve idarî kararların halka duyurulmasına vasıta olmuştur. Sonraları halife ve hükümdarlar hâkimiyet ve istiklâllerinin ifadesi olarak kendi adlarına hutbe okutmaya başlamışlar, cuma namazı ve hutbeler zamanla siyasî bir anlam ve ağırlık kazanmıştır.
Cuma namazının belli şartların gerçekleşmesi halinde farz olduğu konusunda ittifak (icmâ) vardır. Bu şartlar vücûb ve sıhhat şartları olmak üzere ikiye ayrılır. Vücûb şartları cuma ile yükümlü olmak için, sıhhat şartları ise namazın mûteber ve geçerli olması için gereklidir. Vücûb şartları üzerinde mezhepler arasında önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Bir müslümanın cuma namazı ile yükümlü olabilmesi için erkek, hür, mukim (dinen yolcu sayılmayan) ve mazeretsiz olması şarttır. Cuma namazı kadına farz olmamakla beraber câmiye gidip namaza iştirak ettiği takdirde ayrıca öğle namazını kılması gerekmez. Yolculuk halinde bulunanlara cuma namazı farz değildir, kıldıkları takdirde namazları geçerli olup ayrıca öğle namazı kılmazlar. Cuma namazı yükümlülüğünü düşüren mazeretler de şunlardır: Hastalık, hasta bakıcılık, kişiyi bitkin hale getiren yaşlılık, sağlığa zarar verecek ölçüde sıcak veya soğuk, aşırı derecede yağmur ve çamur, mal veya can bakımından güvenliğin bulunmaması.
2039] İbn Hacer, 56
2040] İbn Hişâm, 1/494
CUM’A NAMAZI
- 437 -
Cumanın sıhhat şartlarında mezhepler arasında önemli görüş ayrılıkları vardır. Kılınan cuma namazının mûteber ve geçerli olabilmesi için gerekli şartlar şu şekilde sıralanabilir:
1. Şehir. Cuma namazının şehir ve civarında kılınması şartını getiren Hanefîler’e göre şehir, “en büyük câmii, cuma kılması gereken kişileri almayacak kadar kalabalık bir nüfusu barındıran mahal”, “bir yöneticisi, bir de hâkimi olan belde”, “devletin şehir saydığı yer” şeklinde tanımlanmıştır. “Şehir civarının ölçüsü normal şartlarda ezan sesinin duyulacağı sahadır. Şâfiîler, cumanın halkın devamlı oturduğu köy ve şehirlerde kılınması gerektiği, meselâ sürekli veya geçici olarak kurulan çadır kentlerde kılınamayacağı görüşünü benimserken; Mâlikîler insanların devamlı oturdukları şehir, köy vb. yerleşim merkezleriyle buralarda okunan ezanın duyulacağı civar bölgelerde kılınması şartını getirmişlerdir. Hanbelîler de ancak cuma namazı ile mükellef en az kırk kişinin oturduğu bir yerleşim bölgesinde kılınabileceğini söylemişlerdir.
2. Câmi. Hanefîler’e göre cumanın devlet başkanının tahsis ettiği halka açık câmilerde kılınması şarttır. Şâfiîler bir yerleşim merkezinde (şehir, kasaba, köy) yalnız bir câmide kılınabileceği görüşünü benimserler. Cemaatin tamamını alacak büyüklükte bir câmi varken birden fazla câmide kılınması halinde önce veya devlet başkanı ile birlikte kılanların namazları sahih olup diğerlerinin ayrıca öğle namazını kılmaları farzdır. Bu ikinci grubun, cemaatin tamamını alacak büyüklükte bir câmi bulunmaması sebebiyle cumayı başka câmide kılmaları halinde ise ayrıca öğle namazını kılmaları menduptur. Cuma namazı, tek bir câmide edâsı mümkün iken birden fazla câmide kılınmışsa hangi cemaatin daha önce kıldığının tesbit edilemediği durumlarda bütün cuma namazları geçersiz sayılır, buna bağlı olarak da öğle namazının kılınması gerekir. Mâlikîler izdiham vb. bir zarûret bulunmadıkça tek câmide kılınması gerektiği, ancak devlet başkanının izin vermesi halinde birden fazla câmide kılınmasının da câiz olduğu görüşündedirler. Bununla birlikte câminin, yerleşim bölgesinin yapılarında kullanılandan daha aşağı olmayan malzeme ile inşa edilmiş olması şartını da ararlar. Hanbelîler’e göre bir câmi bütün cemaati alıyorsa bir başkasında kılınmaması gerekir. Ancak ikinci bir câmide kılınmışsa devlet başkanının bulunduğu veya kılınmasına izin verdiği câmideki namaz sahihtir, diğerleri ise sahih değildir.
3. Cemaat. Bütün mezhepler cemaat şartı üzerinde ittifak etmekle birlikte cemaatin sayısı hususunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre cemaat İmam dışında üç, Ebû Yûsuf’a göre ise iki yükümlüden aşağı olamaz. Şâfiîler namazın en az kırk kişiyle kılınması gerektiğini söylerken, Hanbelîler hutbede de aynı sayının bulunması şartını ileri sürerler. Mâlikîler, İmamdan başka en az on iki kişiden oluşan cemaatle kılınabileceği görüşünü benimsemekle birlikte, mezhepte meşhur olan kanaat, cemaatin sayı ile değil; asgarî bir köy nüfusuna göre belirlenmesidir.
4. Vakit. Hanbelîler dışındaki fakîhlere göre cumanın vakti öğle namazının vaktidir. Hanbelîler’e göre ise güneşin bir mızrak boyu yükselmesiyle başlar, gölgenin kendi aslına eşit olduğu zamana kadar devam eder.
5. İmam. Hanefîler cuma namazını devlet başkanı veya onun yetki verdiği kimsenin kıldırmasını şart koşmuşlardır. Mâlikî mezhebinin bu hususta aradığı şart ise devlet başkanının izin vermesi halinde mukim veya en az dört gün
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalmaya niyetli seferî bir İmamın kıldırması şeklindedir.
6. Hutbe. Dört mezhebin fakîhleri hutbe okunmasının gerekli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Kendilerine cuma namazı farz olmayan kimseler bu namaza iştirak ettikleri takdirde ibâdetleri sahih olmakta ve öğle namazının yerine geçmektedir. Bu bakımdan cuma namazının vücûb şartları, uygulamada kılınmasını engelleyen şartlar değildir. Buna karşılık sıhhat şartları namazın geçerliliğiyle ilgili olduğundan bunlardan birinin bulunmaması namazın kılınmasına engel teşkil ettiği için önem arzetmektedir. Cuma namazının kılınması Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde tekitli ifadelerle emredilmiş, bu namazı kılanlar için büyük mükâfatlar vaad edilmiştir. Böylesine önemli bir ibâdetin, çoğu âyet ve hadise dayanmayan sıhhat şartlarının bulunmaması halinde terkedilmesinin veya kılınsa da geçersiz sayılıp yerine öğle namazı kılınmasının dinin özüne uygun olup olmadığı konusunda iki farklı yaklaşım vardır. Çoğu taklit derecesinde olan bir kısım fakîhlere göre sıhhat şartları bulunmadığı yahut bu konuda bir şüphe mevcut olduğu takdirde de cuma kılınmalı, ancak arkasından bir de öğle namazının yerine geçecek dört rekâtlık bir başka namaz edâ edilmelidir. Delilleri inceleyecek ve şâriin maksadını anlayacak kadar ilmî gücü bulunan fıkıh âlimlerine göre ise söz konusu şartlar naslara değil uygulamaya dayanmaktadır. Cuma namazının yerleşim merkezlerinde, belli sayıda cemaatle, devlet başkanı veya onun izin verdiği İmam tarafından tek bir câmide kılınageldiği görülmüş ve bütün bunların sıhhat şartı olduğu kanaatine varılmıştır. Söz konusu hususlar cumanın sıhhat şartları olsaydı Hz. Peygamber’in bunu açıkça ifade etmesi gerekirdi. Farz oluşu ve fazileti kesinlikle bilinen bir ibâdetin şart olup olmadığı kesinlik ifade etmeyen bazı uygulama örnekleri sebebiyle terk edilmesi yahut onu geçersiz kılacak davranışlarda bulunulması uygun değildir. Buna göre cuma namazının, az veya çok bir cemaat ve arkasında namaz kılmaya rızâ gösterilecek bir İmamın küçük ya da büyük bir yerleşim merkezinde bulunması halinde kılınması gerekir.2041
Muhakkik âlimlerin benimsediği bu ikinci görüşün, asr-ı saâdet’ten itibaren sürdürülen bazı uygulamalar ve muhtelif mezheplere bağlı fakîhlerin farklı kanaatleri çerçevesinde değerlendirildiği takdirde daha isâbetli olduğu görülür.
1. Cemaat. Şevkânî’nin tesbit ve nakline göre cemaatin sayısı ve keyfiyeti üzerinde on beş kadar farklı ictihad vardır. Sayıyı bir kişi olarak kabul eden fakîhler yanında; seksene, hatta sayı ile sınırlanmayan bir kalabalığa kadar çıkaranlar vardır.2042
2. Şehir. Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk cumadan sonra Medine dışında ilk cuma namazı Bahreyn sınırları içindeki Cüvâsâ köyünde kılınmıştır.2043 Bu uygulamaya göre bazı rivâyetlerde geçen şehir (mısr) kelimesini “büyük-küçük yerleşim merkezi” olarak anlamak gerekir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1933 yılında bu konudaki bir izin talebine verdiği cevapta, cumanın sıhhati için ileri sürülen bazı şartların delillerinin kati olmayıp müctehidler arasında tartışma konusu teşkil ettiği, şehir ve devlet başkanının izni gibi şartların bulunup
2041] İbn Rüşd, 1/125; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, 2/478; Sıddık Hasan Han, 1/134-136
2042] Neylü'l-evtâr, 3/246-248
2043] Buhârî, Cum’a 11; Azîmâbâdî, 3/397
CUM’A NAMAZI
- 439 -
bulunmayışının farz olan cumanın sıhhatini etkileyemeyeceği belirtilmiş ve ufak bir köyde bile bu farzı edâ edecek cemaat bulunur ve müsaade için müracaat vuku bulursa onlara izin verilmesinin iktiza edeceği kaydedilmiştir.2044
3. Tek Câmide Kılınması. Bu şartı ileri süren Şâfiî ve Hanbelî fakîhleri, câminin cemaati almaması durumunda birden fazla câmide kılınmasını tasvip etmişlerdir. Hanefî mezhebinde câmi sayısı için bir, iki ve daha fazla şeklinde üç ictihad vardır. Birden fazla yerde kılınabileceği ictihadı İmam Muhammed’e ait olup Ebû Hanîfe’den de nakledilmiş, Şemsüleimme es-Serahsî ve İbnu’l-Hümâm gibi ünlü fakîhler bu ictihadın mezhebin sahih görüşü olduğunu ifade etmiş ve tercihlerini bu yönde kullanmışlardır.2045
4. Devlet Başkanının İzni. Bu şart üzerinde ısrar eden Hanefî fakîhleri delil olarak bir hadis, bir de aklî gerekçe ileri sürmüşlerdir. Onlar tarafından delil gösterilen, “İyi veya kötü bir devlet başkanı (İmam) olduğu halde cumayı terkeden kimseye Allah dirlik düzenlik vermesin” mealindeki hadis, sened yönünden zayıf bulunmuştur.2046 Söz konusu hadis sahih kabul edilse bile devlet başkanı bulunmadığı yahut bulunup da izin vermediği takdirde kılınan cumanın sahih olmadığına delâlet etmez. Hadisten çıkarılabilecek sonuç, bu durumda cumayı kılmayanların sorumlu olmayacaklarından ibarettir. Nitekim Hanefî fakîhleri de ihtilâl vb. sebeplerle devlet başkanının veya izninin bulunmadığı hallerde cemaatin rızâ göstereceği bir İmamın arkasında cumanın kılınabileceğini ifade etmiş, başkanın kötü niyetle izin vermemesi durumunda da cumanın kılınmasının câiz olduğunu söylemişlerdir.2047
Devlet başkanının veya izninin bulunması ile ilgili aklî gerekçe ise cuma toplantısı gibi sosyal yönü de bulunan bir faâliyetin güven içinde yürütülebilmesini sağlayacak kamu düzeninin kurulması ve korunmasından ibarettir. Bu noktada cuma toplantısı ve hutbesinin siyasî ve sosyal yönü göz önüne alınmış, bu yüzden kamu düzeninin bozulabileceği düşünülmüş ve cumayı kıldırma yetkisi konusunda öncelikler belirlenmiştir. Normal durumlarda bu önceliklere riâyet edilmesinde fayda hatta zarûret olabilir; ancak bu şart bulunmadığı takdirde cumanın sahih olmayacağına dair herhangi bir delil yoktur.
5. Hutbe. Cumanın sıhhati için hutbenin şart olduğunda ittifak vardır. Hutbenin şekli ve şartları konusunda ise müctehidler arasında bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Cuma vaktinde kılınacak namazların hükmü ve miktarı konusunda da bazı farklı görüş ve uygulamalar tesbit edilmiştir.
A) Cumanın farzından önce kılınacak namaz. Cumanın farzından önce iki türlü namazdan söz edilmiştir:
a) Tahiyyetü’l-mescid. İlgili hadislerden2048 hareket eden Hasan-ı Basrî, Mekhûl b. Ebû Müslim, Şâfiî, Ebû Sevr gibi müctehidlere göre hutbe okunurken bile mescide gelen kimsenin kısa tutarak iki rekât namaz kılması sünnettir. Ebû
2044] Akseki, s. 172
2045] el-Mebsût, 2/120 vd.; Fethu'l-Kadîr, 1/411
2046] Heysemî, 2/169-170; Sindî, 1/335
2047] İbn'1-Hümâm, 1/409, 412; İbn Âbidin, 1/589
2048] meselâ bk. Müslim, Cum’a 5459
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanîfe, İmam Mâlik ve Süfyân es-Sevrî gibi müctehidlere göre ise hatibin minbere çıkmasından sonra namaz kılmak mekruhtur; çünkü böyle bir zamanda gelen bir kişiye Hz. Peygamber oturmasını emretmiştir.2049 Şevkânî, tarafların delillerini inceledikten sonra bu iki rekât namazın hatip hutbede iken dahi kılınması gerektiğini bildiren hadislerin daha güçlü olduğu sonucuna varmıştır.2050
b) Cumanın ilk sünneti. Cumanın farzından önce tahiyyetü’l-mescidden başka sünnet namazın bulunup bulunmadığı konusunda ihtilâf vardır. Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî fakîhlerine göre böyle bir namaz vardır. Hanefî âlimleri bu namazın dört rekât olduğunu söylerken diğer bazı fakîhler namazın kılınmasının teşvik edildiğini, fakat sayı bildirilmediğini, buna göre imkân ölçüsünde kılınmasının uygun olduğunu belirtmişlerdir. İbn Kayyim el-Cevziyye gibi müctehidlere göre ise böyle bir namaz yoktur; çünkü Hz. Peygamber’in mescide geldiğinde doğruca minbere çıkıp ezanı dinlediği bilinmektedir; ayrıca onun böyle bir namaz kıldığı da sâbit değildir. Sahâbîlerin kıldığı ise nâfile namazdan ibarettir.2051
B) Cumanın farzı. Cumanın farzının İki rekât olup cemaatle kılınacağı konusunda ittifak vardır.
C) Cumadan sonra sünnet. Bu konuda birbirinden farklı rivâyetler bulunduğu için bunları değerlendirme ve uzlaştırma konusunda da çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Hanbelîler iki, dört ve altı rekâtla ilgili hadislere bakarak namazın câiz olduğuna, hiç kılınmaması halinde de bir sorumluluk bulunmadığına kanaat getirmişlerdir. Ebû Hanîfe dört, Ebû Yûsuf ve Muhammed dördü bir, ikisi de bir selâmla kılınmak üzere toplam altı rekâtı tercih etmişlerdir. İmam Şâfiî ise iki selâmda dört rekâtı benimsemiştir. İbn Kayyim ve Şevkânî gibi bazı müctehidler, bütün rivâyetleri bir arada değerlendirdikten sonra câmide kılınırsa dört, evde kılınırsa iki rekât sünnetin bulunduğu sonucuna varmışlardır. İlgili naslarla bunların müctehidler tarafından yapılan yorum ve açıklamalarının ortak noktası alındığı takdirde cuma namazının şu kısımlardan oluştuğu söylenebilir: Cumadan önce vakit uygun ise bir miktar nâfile namaz, câmiye girince iki rekât tahiyyetü’l-mescid, İmamın okuduğu ve cemaatin dinlediği hutbe, cemaatle kılınan iki rekât farz, bundan sonra câmide dört veya başka yerde iki rekât sünnet.
D) Zuhr-i âhir. Cumanın sıhhat şartları ve özellikle bir yerde tek câmide kılınması şartı üzerindeki ihtilâf, Hz. Peygamber ile sahâbe zamanında olmayan bir namazın kılınması sonucunu doğurmuştur. Şâfiîler’e göre bu namaz o günün öğle namazıdır. İmam Şâfiî’nin el-Üm’deki açık ifadesine göre cuma namazı bir yerleşim yerinde ve ancak tek câmide kılınır. Birden fazla câmide kılınmış olursa ilk kılanların İmamları kim olursa olsun cumaları sahihtir, diğerlerininki sahih olmadığı için yeniden öğle namazı kılmaları gerekir. Hangi câmide cuma namazının daha önce kılındığı bilinmiyorsa cemaatin tamamı yeniden öğle namazı kılar. İmam Şâfiî’den sonra yetişen mezhep âlimleri, bir câminin cemaati almaması durumunda ikinci câmide de cuma namazını kılmanın câiz ve sahih olduğu görüşünü benimsemiş, fakat bu takdirde öğle namazını edâ etmenin uygun olacağını ileri sürmüşlerdir. İzdiham bulunmadığı halde birden fazla câmide cuma kılınırsa
2049] İbn Mâce, Cum'a, 10, 11
2050] Neylü'l-Evtâr, 3/272-275
2051] İbn Kudâme, 2/269; İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/431-440; İbnu’l-Hümâm, 1/422; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, s. 445-447
CUM’A NAMAZI
- 441 -
ayrıca öğleyi kılmak farz, izdiham sebebiyle kılınmışsa öğleyi kılmak menduptur. Aslında Şâfiî’nin ictihadında kendi içinde tutarlılık vardır; çünkü ona göre cumanın tek câmide kılınması şarttır. Bu şart gerçekleşmeyince cuma namazı sahih değildir ve dolayısıyla öğle namazı borç olarak durmaktadır, bu durumda öğlenin kılınması tabiidir. Hanbelîler de bu konuda Şâfiîler gibi düşünmektedir. Hanefî fakîhleri ise birden fazla câmide kılınan cumanın sıhhati konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak Ebû Hanîfe’ye de atfedilen İmam Muhammed’in görüşü, izdiham bulunsun bulunmasın birden fazla câmide kılınan namazın sahih olduğudur. Serahsî ve İbnu’l-Hümâm gibi mezhebin müctehid âlimleri de bu görüşün sahih olduğunu açıklamış ve tercihlerini bu yönde kullanmışlardır.
Buna rağmen bazı Hanefî âlimleri ihtiyat gerekçesiyle zuhr-i âhir diye bir namazın kılınmasını uygun görmüşler, şüphe bulunursa bu namazın farz, bulunmazsa mendup olduğunu söylemişlerdir. Zuhr-i âhir “son öğle namazı” demek olup bu namaza, “Vaktine yetiştiğim halde henüz edâ etmediğim yahut henüz üzerimden düşmeyen son öğle namazını kılmaya” şeklinde niyet edilir.2052
Bu namazın kılınmaması gerektiğini, İslâm’da böyle bir namazın bulunmadığını savunanlar da iki gruba ayrılmaktadır:
a) Cuma namazını korumak gerekçesiyle zuhr-i âhire karşı çıkanlara göre cuma namazı çok önemli bir ibâdettir. İfa edilen bir ibâdetle ilgili şüphe ise onu hükümsüz kılar. Yukarıda kaydedilen niyette “öğle namazının kılınmamış veya borçtan düşmemiş olduğu” açıkça zikredilmek sûretiyle kılınmış bulunan cuma namazının geçersizliği ifade edilmiş olmaktadır. Böyle bir niyet ve ifade, sonuç olarak cuma namazının iptali anlamına gelir. Ayrıca bu namazın kılındığını gören halk cumanın değil öğle namazının farz olduğunu yahut aynı vakitte biri cuma, diğeri öğle olmak üzere iki namazın farz kılındığını zanneder; böylece dinde olmayan bir ibâdeti farz telakki etmiş olur. Bu sebeplerle zuhr-i âhir namazını kılmak mekruhtur.2053
b) Bid’at ve abesle iştigal gerekçesine dayanan Şevkânî, Azîmâbâdî, Şebrâmellisî, Mustafa el-Galâyînî, Cemâleddin el-Kâsımî, Reşîd Rızâ gibi âlimlere göre ise sıhhat şartları bulunmadığı takdirde bâtıl olan bir namazı (cumayı) kılmak câiz değildir. Tercih edilen ictihada göre cuma namazının sıhhat şartları bulunuyorsa bu namaz sahih olup öğle namazının yerine geçmiştir, yeniden bir namaz kılmaya gerek yoktur. Nitekim Rasûlullah, sahâbe, tabiîn ve müctehid imamlar devrinde böyle bir namaz kılınmamıştır; dinde olmayan bir ibâdeti âdet haline getirip ona katmak ve halkın uygulamasını sağlamak tasvip edilmeyen bir bid’at, hatta bir haram olup bunu yapanlar günah işlemiş olurlar.2054
İhtiyat gerekçesiyle sonradan ortaya konmuş bulunan zuhr-i âhir namazının kılınmaması gerektiğini savunanların delilleri daha güçlü ve tutarlı görünmektedir. Gerek ibâdetlerde gerekse dinin diğer hükümlerinde mezhepler arasında, bazan bir mezhebin kendi içinde birçok ihtilâflar, farklı görüşler ve değerlendirmeler mevcuttur. Uygulamada ise müslümanlar ibâdet ve işlemlerini her mezhep ve görüşe göre ayrı ayrı tekrarlayarak yapmazlar. Bir mezhebi veya
2052] İbn Âbidin, 1/595; Yûsuf en-Nebhânî, s. 6 vd.; Muhammed Bahît, s. 14, 22
2053] İbn Nüceym, 2/154-155; Haskefî, 1/595; Mehmed Zihni, 2/535-536; Cemâleddin el-Kâsımî, s. 50
2054] Şevkânî, 3/299; Azîmâbâdî, 3/406; Cemâleddin el-Kâsımî, s. 49-51; Reşîd Rızâ, 1/199-200, 301-305, 3/941; 4/1551, 1591; V1/2521
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müctehidi tercih eder, onun ictihadına göre dinî hayatlarını sürdürür, bunun geçerli, sahih ve makbul olduğuna inanırlar. İctihad ve ihtilâfa açık bırakılan konularda müctehidlerin vardıkları sonuçlara göre hareket eden halkın amelleri dinen makbul sayılmış, mükelleflerden bundan fazlası istenmemiştir. Cuma namazını da bu genel kuralın dışında tutmaya gerek yoktur. Bir yerde herhangi bir mezhep, müctehid veya fetvaya göre cumanın vücûb ve sıhhat şartlarının gerçekleştiğine inanılıyorsa orada cuma namazı kılınır, inanılmıyorsa öğle namazı kılınır. Olmayan namazları icat ederek farz namazları geçersiz kılmak veya şüpheli göstermek müslümanları güçlüğe mâruz bırakıp sünnetten ayrılmaya yönlendirmek anlamına gelir ki bu kesinlikle câiz değildir. 2055
Cum’a Arapça bir isim olup, “toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk” anlamlarına gelir. Sözlükte Cum’a ve cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekât farz namazın da adıdır. Cum’a gününe, müslümanların ibâdet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir.2056
Hafta günlerine İslâm’dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum’a gününe “yevmu’l-arube” denirdi.2057 Süheylî’ye göre bu isim süryânîce olup “rahmet” manasına gelmektedir. Cum’a’dan sonraki günler de “şeyar: cumartesi”, “evvel: pazar”, “ehven: pazartesi”, “cebar: salı”, “debar: çarşamba”, “mûnes: perşembe” idi. Araplar’da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum’a adını veren, bir rivâyete göre Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dedelerinden Kâ’b İbn Lüeyy’dir. İbn Sîrîn’den gelen bir başka rivâyete göre de bu ad cum’a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine’de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn’in rivâyeti şöyledir: “Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret etmeden ve cum’a âyeti nâzil olmadan önce Medineliler cum’a namazı kılmışlardı.” Ensâr: “Yahûdilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah’ı zikredelim; şükredelim.” dediler. Bunun üzerine: “sebt: cumartesi günü yahûdilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapâlim.” demişlerdi. Bu sûretle Es’ad İbn Zürâre’nin yanında toplandılar, Es’ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekât namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları âna “cum’a” adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum’a âyeti nâzil oldu.2058
İbn Hazm da: “Cum’a ismi, İslâmî olup, İslâm’dan evvelki günlerde kullanılmazdı. Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından “cum’a” ismi verilmiştir.” der. İbn Huzeyme’nin Selmân-ı Fârisî’den yaptığı bir rivâyete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.) Selmân’a: “Selmân, sen Cum’ayı ne zannediyorsun?” diye sorunca o da: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) “Senin atan Âdem (a.s.)’in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi.” buyurmuştur. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen başka bir hadiste de: “Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün Cennet’e girdi, yine o gün Cennet’ten çıkarıldı. Bir de kıyâmet Cum’a günü kopacaktır.”
2055] Hayreddin Karaman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 85-89
2056] Zebidî, Tâcu'l-Arûs, 5306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/97, 98
2057] Kurtubî, Tefsir, 18/99
2058] 62/Cum'a, 9
CUM’A NAMAZI
- 443 -
buyurulmuştur.2059 Diğer bir rivâyette de, yukarıdaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: “...O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin’den başka hiçbir mahlûk yoktur ki, Cum’a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah’tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O’na vermesin. “
İbn Hacer’e göre Cum’a Mekke’de farz olmuştur. Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke’de Cum’a kılmak mümkün olmamıştır. Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum’anın farz kılınması garip görünmektedir. Bu nedenle diğer âlimler, Mekke’de Cum’a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler. İbn Abbas’ın şu rivâyeti de bu görüşü desteklemektedir: “Rasûlullah (s.a.s.), hicret etmeden önce Cum’a namazının kılınması için izin verilmiştir. Fakat Mekke’de Cum’a kıldırmaya gücü olmadı. Onun için, daha önce Medine’deki müslümanlara İslâm’ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus’ab İbn Umeyr’e mektup yazarak: “Yahûdilerin açıktan Zebûr okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah’a iki rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus’ab, Medine’de ilk Cum’a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medine’ye gelinceye kadar sürdürmüştür.”2060 Mus’ab’ın (r.a.) Cum’a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, on iki idi.
İbn Hacer’in Cum’a namazının Mekke’de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır. Çünkü Cum’a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi. Ancak Cum’a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir. Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez. Çünkü Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir. Özellikle bu konu ibâdetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda cihada izin veren2061 âyetini gözönünde bulundurabiliriz.
Diğer taraftan Cum’a namazının farziyetini bildiren âyet2062 bilindiği gibi Medine’de ve Hicret’ten sonraki yıllarda nâzil olmuştur. Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili âyetin nüzulünü hatırlatmaktadır. Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine’de nâzil olmuştur. Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzul için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir.
Cum’a’yı ilk kıldıranların Es’ad İbn Zürâre ile Mus’ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus’ab’ın, Medine’nin merkezinde ve Peygamber’in (s.a.s.) emri üzerine Cum’a namazı kıldırdığı; Es’ad’ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber’in (s.a.s.) emri gelmeden kıldırdığı
2059] Müslim, Cum’a, 5
2060] Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, V1/218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd, Tabakat, 3/118
2061] 22/Hacc, 39
2062] 62/Cum’a, 9-11
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylenebilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı ilk Cum’a namazı, Rânûna’ denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba’da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidinin temelini attı; sonra Cum’a günü Medine’ye gitmek için yola çıktı. Benû Sâlim yurduna gelince Cum’a namazı vakti girmişti. Orada hutbe okuyup ilk defa Cum’a namazını kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cum’a namazıdır. Cum’a’yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur. Medine hâricinde ilk Cum’a namazı kılınan yer de Bahreyn’de “Cevâsa”da Abdi Kays Mescidi’dir.
İslâm’da Cum’a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır. Diğer semâvî dinlerde de Cum’a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir. Ebû Hüreyre’den Allah Rasûlû’nün şöyle dediği nakledilmiştir: “Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah’ın kendilerine farz kıldığı bu Cum’a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır.”2063
Yine Ebû Hüreyre’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah’a (s.a.s.) Cum’a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: “Babanız Âdem’in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum’a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul olunur.” 2064
“Her kim Cum’a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur. Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş (sadaka vermiş) gibi olur. Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam Cum’a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur’ân’ı dinlerler. “ 2065
Cum’a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler vârid olmuştur: “Birtakım insanlar ya Cum’a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar.” 2066
“Her kim önemsemediği için üç Cum’a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. “ 2067
“Bir kimse Cum’a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider, bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum’a’dan o Cum’a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur.” 2068
Cum’a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sâbittir. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler, Cum’a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah’ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
2063] Buhârî, Cum'a 1; Müslim, Cum'a hadis no: 856. Müslim'in lafzı az farklıdır
2064] Ahmed bin Hanbel, 2/311
2065] Müslim, Cum’a 2, hadis no: 850
2066] Müslim, Cum’a 12, hadis no: 865
2067] Ebû Davûd, Salât 210
2068] Buhârî, Cum’a 6
CUM’A NAMAZI
- 445 -
hayırlıdır.” 2069
İbn Mâce’de mevcut Hz. Câbir’den (r.a.) rivâyet edilen şu hadis, Cum’a’nın farziyyetinin sünnetle delilidir: “Ey insanlar, ölmeden önce Allah’a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah’ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız, hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu bilin ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum’a’yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli veya zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut da inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübârek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği. Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul etsin. Şunu da bilin ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhâcirin önüne geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü’min bir kimseye imam olmasın.” 2070
Hz. Peygamber’in Benû Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum’a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir. Bu mescide sonradan “Mescid-i Cum’a” adı verilmiştir. Cum’a âyetinin Mekke’de nâzil olduğu da ihtimal dâhilindedir. Peygamber (s.a.s.) Cum’a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan kölesinin ılgın ağacından yaptığı üçayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum’a hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (s.a.s.) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur. Bu hâdise Hz. Peygamber’in bir mûcizesi olarak “Ciz’u’n-nahle” adıyla meşhur olmuştur.
Peygamber (s.a.s.) câmiye girince, cemaata selâm verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selâmdan sonra otururdu. Bu oturuşa “Celsetu’l-istirâha” denir. Bilâl ezan okumaya başlar; bitirince, Peygamber (s.a.s.) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı içeren bir hutbe okurdu. Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi. Kamet getirildikten sonra iki rekât olarak Cum’a namazını kıldırırdı. Cum’a namazının ilk rekâtında ekseriyetle Cum’a sûresini ve ikinci rekâtta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat en fazla Cum’a namazında toplandığı için, Cum’a sûresini okumakla, onlara Cuma’nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu. Sonraları ilk rekâtta A’lâ ve ikincide de Ğâşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir.
Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında bu şekilde Cum’a namazı kılındı ise de; Halife Hz. Osman (r.a.) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikamet ettiği gözönünde tutularak, namaz
2069] 62/Cum’a, 9
2070] İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, 1/343, Hadis no: 1081. İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdının zayıf olduğunu belirtir.
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmaya başlandı. Bu ezan Zavra’da okunuyordu. Hz. Osman’ın okuttuğu bu ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmaya başlandı. Kendisinden seksen sene sonra Hişam b. Abdu’l-Melik de bu dış ezanın hâriçte, meselâ Medine’nin Zavra’sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, câmiin minaresinde okunmasını emretti.
Böylece kitap, sünnet ve icma-i ümmet ile sâbit olan Cum’a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki rekât olan Cum’a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rekât olarak kılarlar. Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum’a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır.
Cum’a Namazının Farz Olmasının Şartları
Cum’a namazı; namaz, oruç, hac, zekât kelimeleri gibi, fıkıh usulü açısından “kapalı anlatım (mücmel)” özelliği olan bir terimdir. Bu yüzden onun kılınış şekil ve şartları âyet, hadis ve sahâbe açıklamalarına ihtiyaç gösterir. Çünkü Allah elçisi “Namazı benim kıldığım gibi kılınız” 2071 buyurmuştur.
Câbir b. Abdullah’ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti:
“Allah’a ve âhiret gününe inananlara Cum’a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır” 2072 Bu istisnâların dışında kalan her müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir. Buna göre şartlar şöyledir:
A) Erkek olmak: Cum’a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup öğle namazını kılmaları gerekmez.2073
B) Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum’a günü öğle namazını kılmaları yeterlidir, Cum’a namazı farz değildir. Ancak anlaşmalı (mükâteb) kölelerle, kısmen âzad edilmiş kölelere farzdır. Kendisine Cum’a namazı farz olmayan köle esir veya mahkûmlar her ne sûretle olursa olsun, Cum’a’yı kılmış olsalar, sahih olur.
C) Mukîm olmak: Yolcuya Cum’a namazı farz değildir. Çünkü o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle karşılaşır. Eşyasını koyacak yer bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir. Bu sebeple ona bazı kolaylıklar getirilmiştir.
D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak: Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere Cum’a farz olmaz. Yine, hasta bakıcı, âciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm ve müslümanlar Cum’a’yı kılarken onların güvenliğini sağlamakla görevli olan emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar, vakit bulunca öğle namazı kılmakla yetinirler. Ancak bu kimseler cemaatle Cum’a namazına katılırlarsa yeterli olur.2074
Ayrıca, düşman korkusu, şiddetli yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de Cum’a namazını kılmamayı mübah kılan özürlerdir. Körün, elinden tutup câmiye götürecek kimsesi olursa, Cum’a’yı kılması İmam Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre farz olur. Üzerlerine Cum’a namazı kılması farz olmayan
2071] Buhârî, Ezan 18; Edeb 27
2072] Ebû Dâvud, 1/644, h. no: 1067; Dârakutnî, 2/3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, 1/225
2073] es-Serahsî, 2/22, 23; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, 1/591, 851-852
2074] es-Serahsî, 2/22, 23; İbnu’l-Humam, Fethu'l-Kadir, 1/417
CUM’A NAMAZI
- 447 -
müslüman kimseler, Cum’a’yı kılmaya imkân bularak kılsalar, vaktin farzını edâ etmiş olurlar, artık o günün öğle namazını kılmaları gerekmez. Cum’a namazı kılmaları farz olmayan kimseler, bulundukları bölgede Cum’a namazı kılınıyor ise, öğle namazını cemaatle değil, yalnız başlarına kılarlar. Bulundukları bölgede Cum’a namazı kılınmıyor ise, öğle namazlarını cemaatle kılabilirler.2075
Hanefî Fıkhına Göre Cuma Namazının Sahih Olması İçin Şartlar ve Hanefîlerin Delilleri
Cum’a namazının sahih olması için gerekli şartlar (edâsının şartları)
Kılınan bir Cum’a namazının geçerli olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:
A) Cum’a Kılınacak Yerin Şehir veya Şehir Hükmünde Olması
Bu şart, bazı nakillere ve sahâbe uygulamalarına dayanır. Hz. Ali’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Cum’a namazı, teşrik tekbirleri, Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda edâ edilir.” İbn Hazm (ö. 456/1063) bu naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş, Abdurrezzak aynı hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz. Ali’den rivâyet etmiştir. Hz. Ali’nin sözü İslâm hukukçularınca bu konuda yeterli bir delil sayılmıştır.2076
Bu konuda rivâyet edilen nakillerde geçen “kalabalık şehir” sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir:
Ebû Hanife (ö. 150/767)’ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri “kalabalık şehir” niteliğindedir. Ebû Yusuf, (ö. 182/798) halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed, (ö. 189/805) yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder.
İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir. Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz-kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum’a namazı farz olur.2077
İmam Mâlik (ö. 179/795)’e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır. Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez. Cum’a namazının küçük yerleşim merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı deliller şunlardır:
1) Ebû Hüreyre, (ö. 58/677) Bahreyn’de görevli iken Hz. Ömer’e Cum’a namazının durumunu sormuş, Hz. Ömer kendisine; “Nerede olursanız olunuz, Cum’a namazını kılınız” şeklinde cevap vermiştir.
2) Ömer b. Abdülazîz, (ö. 101/720) komutanı Adiy b. Adiy’e yazdığı mektupta, (ahâlisi) “çadırda yaşamayan herhangi bir köye gelince: orasının halkına
2075] Hamdi Döndüren, M. Beşir Eryarsoy, Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ans., c. 1, s. 323-326
2076] Abdurrezzak, el-Musannef, 3/167-168, h. no: 5175, 5177; İbn Ebî Şeybe bunu Abbad b. el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu’l-Hümam, a.g.e., 1/409
2077] es-Serahsî, a.g.e. 2/24, 25; el-Kâsânî, 1/259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (t.y.) 1/378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kâhire (t.y.) 1/81
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cum’a namazı kıldıracak bir görevli tayin et” demiştir.
3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke ile Medine arasında su başlarında Cum’a namazını kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir şehir bulunmadığını belirtir.2078
4) İbn Abbas, Medine’deki Peygamber mescidinden sonra ilk Cum’a namazının Bahreyn’de “Cuvâsâ” denilen bir köy (karye)de kılındığını söylemiştir.2079
Cum’a namazının büyük yerleşim merkezlerinde kılınacağı görüşünde olan İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle değerlendirmişlerdir:
1) Hz. Ömer’in sözü, ashâb-ı kirâm arasında çöllerde ve sahralarda Cum’a namazı kılınamayacağı bilindiği için, “hangi şehirde bulunursanız bulunun, Cum’a namazı kılın” şeklinde anlaşılmıştır.
2) Ömer b. Abdülaziz’in sözü, kişisel bir görüş olduğu için delil sayılmamıştır.
3) Kendilerinde Cum’a kılındığı bildirilen “Eyle”, Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli bir iskele, “Cuvasâ” da Bahreyn’de Abdulkays’a ait bir kaledir. Buraları “köy (karye)” olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta kuvvetleri bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar.2080 İbn Abbas’ın sözünde, Cüvâsâ için, “köy” denilmesi, o devirlerde buranın “şehir” sayılmasına engel değildir. Çünkü onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında da kullanılıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu anlamda kullanılmıştır. “Bu Kur’ân, iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?”.2081 Âyetteki “iki köy (karye)” den maksat Mekke ile Tâif’dir. Diğer yandan Mekke şehrine “Ümmü’l-Kura (köylerin anası)” adı verilmiştir.2082 Mekke’nin şehir olduğunda şüphe yoktur. Cuvâsa da bir kale olduğuna göre; hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır. Bu yüzden es-Serahsî, (ö. 490/1097) Cuvâsâ için eş anlamlısı olan “şehir (mısr)” kelimesini kullanır.2083 Abdurrezzak, Hz. Ali’nin Basra, Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki Yemen’le Yemâme’yi şehir (mısr) kabul ettiğini belirtir.2084
Ebû Bekir el-Cassâs, (ö. 370/980) “Eğer Cum’a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu gibi, insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevâtüren nakledilirdi” der ve Hasan’dan, Haccac’ın şehirlerde Cum’a’yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder.2085
İbn Ömer, (ö. 74/693) “Şehire yakın olan yerler, şehir hükmündedir” derken, Enes b. Mâlik, (ö. 91/717) Irak’ta bulunduğu sırada Basra’ya dört fersah uzaklıktaki bir yerde ikamet eder ve Cum’a namazına kimi zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi. Bu durum onların Cum’a’yı yalnız şehir merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder.2086
2078] es-Serahsî, a.g.e., II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, 3/45, 46
2079] Buhârî, Cum'a, 2/1, s. 215); Bağavî, a.g.e., 4/218; İbnu’l-Hümâm, a.g.e., 1/409
2080] Ahmed Naim, a.g.e., 3/46
2081] 43/Zuhruf, 31
2082] 42/Şûrâ, 7
2083] es-Serahsî, a.g.e, 2/23
2084] Abdurrezzak, a.g.e., 3/167
2085] el-Cassâs, Akhâmu'l-Kur'ân 5237, 238
2086] el-Cassâs, aynı yer
CUM’A NAMAZI
- 449 -
Uygulama örnekleri:
a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum’a namazı yalnız Medine şehir merkezinde kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze gelmişlerdir. Hz. Âişe (ö. 57/676)’den, şöyle dediği nakledilmiştir: “Müslümanlar Hz. Peygamber devrinde Medine’ye Cum’a namazı için yakın menzil ve avâlilerden nöbetleşe gelirlerdi.” Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi demektir. Avali ise, Medine civarında, Necid tarafında, Medine’ye yaklaşık 2-8 mil uzaklıktaki küçük yerleşim merkezleridir. Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe Cum’a namazına geldiklerine göre kendilerine Cum’a namazı farz değildi. Aksi halde kendi yörelerinde Cum’a namazını cemaatle kılmaları veya hepsinin Medine’ye gelmesi gerekirdi. Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar’a, Medine’de Cum’a namazında hazır bulunmalarını emrettiği nakledilir. Kuba, o devirde Medine’ye iki mil uzaklıktadır.
b) Hulefâ-i râşidin döneminde birtakım ülkeler fethedilince, Cum’a’lar yalnız şehir merkezlerinde kılınmıştır. Bu uygulama, onların “şehir (büyük yerleşim merkezi)” olmayı Cum’a’nın sıhhat şartı saydıklarını gösterir. Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum’a namazı sebebiyle terkedilmesi kesin bir nass (âyet-hadis) ile mümkün olabilir. Kesin nass ise, Cum’a’nın şehir merkezlerinde kılınması şeklinde gelmiştir. Cum’a İslâmî prensip ve emrin en büyüklerindendir. Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir.2087
Kaynaklarda verilen bu bilgiler ışığında konuyu aşağıdaki şekilde netleştirmek mümkündür:
a) Şehir ve kasabalar: Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra edecek ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (kadı) ile güvenliği sağlayacak zabıtası bulunan her yerleşim merkezi “şehir”dir. Sonraki İslâm hukukçularının eserlerinde “yolları, köyleri, çarşı ve pazarları bulunma” özelliği üzerinde durulmamıştır. Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır. Böyle bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse “Mûsâllâ (namazgâh)” denen yerlerinde Cum’a namazı kılınabilir. Bunda görüş birliği vardır.2088 Bu tarife göre, vilâyet ve kaza merkezleri şehir sayılır. Bunların durumu, şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine’nin durumuna benzer.
b) Şehir hükmünde olan yerler: En büyük mescidi, Cum’a namazı ile yükümlü olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri de “şehir” hükmündedir. Bu, Ebû Yûsuf’un şehir tarifine uygundur. Sonraki İslâm hukukçularının çoğu, bu görüşü izlemişlerdir. Bu yerler resmî bir görevli bulununca, İmam Muhammed’in şehir tarifine de uygun düşer.2089 Bu ölçüye göre, nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler de şehir hükmünde olur.
B) Devletin İzninin Bulunması
Cum’a namazının sahih olması için “devlet temsilcisinin izni” problemi de İslâm hukukçularınca tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini
2087] es-Serahsî, a.g.e., 2/23; el-Kâsânî, a.g.e., 1/259; İbnu’l-Hümâm, a.g.e., 2/51
2088] İbn Âbidin, a.g.e., 1/546, 547 vd.
2089] es-Serahsî, a.g.e., 2/23, 24; el-Kâsânî, a.g.e., 259, 260; el-Mavsılî, a.g.e., 1/81; el-Cezirî, a.g.e., 1/378, 379
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.
1) Hanefîlerin görüşü: Hanefî hukukçularına göre, Cum’a namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve İbn Ömer’den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir şekilde kaydettiğimiz şu hadistir: “Kim Cum’a namazını ben hayatta iken veya benden sonra adâletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi) varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terk ederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin.”2090 İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat’ında nakletmiştir. Oradaki senedde Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O’nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir.2091 Bu hadiste, Cum’a’nın farzolması için adâletli veya adâletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür. Cum’a namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cum’a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Câmide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, Cum’a’dan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da Cum’a’nın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir.
Ancak yöneticiler Cum’a’ya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir İmamın arkasında toplanarak Cum’a namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz. Osman, Medine’de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahâbîler Hz. Ali’nin arkasında toplanmış ve o da Cum’a namazını kıldırmıştır.2092 Bilmen, bunun dâru’l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir.2093
Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum’a namazı kıldırmaları gerekli midir? İbnu’l-Münzir şöyle der: “Öteden beri Cum’a namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar”.2094
Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten İmam ya da müslümanların halifesi yoksa, Cum’a namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, “ister âdil, isterse de zâlim olsun bir İmamın varlığına rağmen” Cum’a terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, “İmam yoksa Cum’a namazı kılamazsınız” demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor. İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.
İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, Cum’a namazının kılınması için şart kabul edilen ve edâ şartları arasında sayılan İmamın varlığı
2090] İbn Mâce, İkâme 78
2091] Mecmau'z-Zevâid, 2/169, 170
2092] el-Kâsânî, a.g.e., 1/261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, 1/146; İbn Âbidin, a.g.e., 1/540
2093] Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 162
2094] Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, 3/48
CUM’A NAMAZI
- 451 -
şartının naklî bir delili yoktur. Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen birtakım tehditlere mâruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: “Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad’dan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekât’ın toplanması, hudut (şer’i cezaların tatbiki) ve Cum’a’ları kıldırmak” ifadeleri ise hadis değildir. Fethu’l-Kadir’de2095 bunun İmam Hasan el-Basrî’ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır âlimlerinden Seyyid Sâbık da “Fıkhu’s-Sünne” adlı eserinde2096 bunun aynı şekilde Hasan’ü’l Basrî’ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek naklî bir delil elde mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.
Veliyyü’l-Emr yoksa
Veliyyü’l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, müslümanların başında -en azından zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm’ı kabul etmesi ise onun, müslümanların veliyyü’l-emr’i olarak görülmesinin asgarî şartıdır. Yani müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı olamaz. Bu durum, günümüzün müslümanlarına; “İslâm’ın öngördüğü mânâsıyla bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız Cum’a namazının hükmü nedir?” diye başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer birtakım soruları daha sordurmaktadır.
Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir vâkıa olarak yaşıyan bizleri, İslâm fakîhleri de düşünmüş ve böyle bir durum halinde müslümanların ne şekilde davranabileceklerini, daha doğrusu davranması gerektiğini belirtmişlerdir. Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine kısaca bir göz atalım:
Bu konuda İbn Nüceym der ki: “Şâyet hiç bir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (Cum’a namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zarûret dolayısıyla câizdir”.2097
Buradaki: “zarûret dolayısıyla câizdir” ifadesi üzerinde kısaca duralım: Anlaşılıyor ki, Cum’a namazı, herhangi bir şartının eksik olması dolayısıyla terk edilmesi tavsiye edilen bir durum değildir. Aksine bu gibi durumlarda -bu şartların gerçekleşme imkânı bulunmadığından- zarûret hükümleri ile amel etmek söz konusudur. İşte halifesiz ve İslâm hükümlerini tatbik eden mahkemelerin varolmaması hallerinde de bu zarûretlerle amel etmeyi engelleyecek herhangi bir durum yoktur. Çünkü bilindiği gibi kadı (yani İslâm hükümlerini tatbik eden hâkim) ile halifenin varlığı, İslâmî hükümlerin yürürlükte olmasının en belirgin gerekleri ve dışa yansıyan yönleridir. Bunların varolmamaları halinde, İslâmî hükümlerin devlet düzeyinde uygulanabilmeleri sözkonusu değildir. Şâyet bu durum, Cum’a namazını kılmamayı gerektirecek bir hal olsaydı, İbn Nüceym gibi
2095] 2/412
2096] 1/306
2097] İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, 2/155
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eşsiz fıkıh çalışmaları olan bir âlim: “Zarûret dolayısıyla câizdir” gibi bir ifade kullanmaz, “Cum’a namazı sâkıt olur” demesi gerekirdi. O zaman da konunun gereğinden, İslâmî olmayan yönetimlerin çatısı altında bulunulan hallerde söz edilmezdi.
Elmalılı da tefsirinde Hindiyye’den şu ifadeleri aktarır: “Eğer İmamdan isti’zan (izin almak), müteazzir olur (mümkün olmaz) ve nas intihab ettikleri (seçtikleri) bir adamın başına toplanır da o kıldırırsa câiz olur.”2098
İmamdan izin almak imkânını, yalnızca İmamın bulunduğu durumda çeşitli nedenlerle ondan izin alamamak haline hasretmek sözkonusu olamaz. Bulunmadığı halleri de bu ifadelerin kapsamı içerisinde düşünmek gerekir. Gerek İbn Nüceym’den, gerekse Elmalılı’nın Hindiyye’den aktardığı ifadelerin benzerini Hanefî fıkıh kitaplarının tümünde bulmak mümkündür. Ancak konu ile ilgili olarak, hem ifadelerinin son derece açık olması, hem de Hanefî mezhebi fakîhleri arasında son muhakkik olarak tanınması nedeniyle İbn Abidin’in konu ile ilgili verdiği bilgileri aktarmadan geçmek istemiyoruz:
“Eğer (bölgedeki) vali ölür ya da herhangi bir fitne (karışıklık) dolayısıyla hazır bulunmaz yahut Cum’a namazını kıldırmak hakkı olan hiç bir kimse bulunmayacak olursa, zarûret dolayısıyla ve ne emir ne de hiç bir şekilde kadı bulunmamasına rağmen, müslümanlar kendilerine hutbe okuyacak (dolayısıyla da namaz kıldıracak) bir kimse tayin eder. Böylelikle, “fitne günlerinde” Cum’a namazı sahih olmaz diyen kimselerin bilgisizliği ortaya çıkmış oluyor. Üstelik, Cum’a namazı, kâfirlerin istilası altındaki ülkelerde bile sahihtir.”
Burada İbn Abidin’in kullandığı ifadelerin bu konudaki tartışmalara büyük ölçüde açıklık getireceği kanaatindeyiz. Çünkü mademki konu Hanefî mezhebinin görüşlerinden hareket edilerek tartışılmaktadır, o halde aynı konuda Hanefî mezhebinde yer alan diğer görüşleri de gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Fakat tüm bunlara rağmen denilebilir ki: “Bütün bu aktarmalarda, müslümanların kendilerine bir İmam seçip onu öne geçirmesinden söz edilmektedir. Bizim ise şu anda böyle istediğimizi öne geçirip bize Cum’a’yı kıldırmasını sağlamak imkânımız yoktur.” Hatta daha da ileriye gidilerek: “Câmilerde görev yapanlar arasında İslâm’a ters düşünce ve tutumlar içerisinde olanlar ve dolayısıyla bu düşünce ve tutumları nedeniyle İslâm’ın dışında kalanlar vardır.” denilebilir.
Bu tür itirazlar ve endişeler yerindedir; haklılık payı taşıdığını inkâr etmek ya da görmezlikten gelmek yanlıştır. Fakat bu iş için özel olarak araştırma yapmak imkânımız yoktur da denilemez. Araştırma da şundan ibaret olarak kalmalıdır: Küfrüne delil olabilecek bir tutumu, söz ve davranışı tesbit edilemedikçe câmilerde görev yapan bir kişi hakkında, müslüman kabul ederek hüsn-i zan beslemekle mükellefiz. Kanaatimizce bu şartlar altında bu kadar bir araştırma, fıkıh kitaplarında sözü edilen “birisini seçip öne geçirmek” hususunu gerçekleştirebilmek için yeterlidir.
Bugün son derece dar bir alan dışında, dünyanın dört bir yanında bulunan müslümanların kesinlikle İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamakta oldukları şuurunda bulunarak ve bu hususu hatırdan çıkartmadığımızı da özellikle belirterek, diyoruz ki: Cuma namazı günümüzün şartları içerisinde
2098] Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4384
CUM’A NAMAZI
- 453 -
akidesinden şüphe edilmeyen İmamlar araştırılarak onların İmâmet ettikleri yerlerde kılınabilir. Hatta bir ruhsat olarak değil de bir gereklilik olarak kılınmalı ve terk edilmemelidir. Çünkü bu namaz her şeyden önce bu dinin şiarından, yani en belirgin özelliklerindendir. Bu namazı, İslâm’ın ruhundan uzaklaşmış olan haliyle de olsa kılmak, kesinlikle kılmamakla kıyasla evladır. Hatta elzemdir.
Diğer taraftan, Hanefî mezhebine göre kılmak, İmam bulunmadığı gerekçesiyle, terkedilse bile diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyarak kılınabilir ve onlar da taklit edilebilirler.
Zira İmam Şafii, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel’e göre, Cum’a’nın geçerli olması için yöneticinin izninin bulunması bir şart değil müstehap, yani güzel bir davranıştır. Dayandıkları delil “kıyas”dır. Onlar Cum’a namazını beş vakit namaza kıyas etmişlerdir. Nasıl ki, farz olan vakit namazlarını cemaatle kılmak için izin gerekmezse, Cum’a için de gerekmez. Diğer bir delil de Hz. Osman kuşatma altında iken, Hz. Ali’nin, O’ndan izinsiz Cum’a namazını kıldırmasıdır.
3) Cemaat Sayısı:
Cuma namazının sahih olması için gerekli olan en az cemaat sayısında da görüş ayrılığı vardır:
1) Ebû Hanife’ye göre, İmam dışında en az üç; Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise iki erkeğin bulunması şarttır. Delilleri, “Allah’ın zikrine (Cuma namazına) koşunuz”2099 âyetinde çoğul sıygasının kullanılmasıdır. Ebû Hanife üç, diğerleri iki kişiyi çoğul kabul etmişlerdir.
2) İmam Şafii ve Ahmed bin Hanbel’in meşhur görüşüne göre; akıllı, hür, ergin ve mukim (yerleşik) kırk erkeğin bulunması gerekir. Bu kadar yerleşik nufusu olmayan yerlerde Cum’a namazı kılınamaz. Delilleri Esad b. Zürare’nin Medine’de Beydaoğulları Harresinde kıldırdığı ilk Cum’a namazında kırk kişinin bulunmasıdır.2100
3) İmam Mâlik belli bir sayı vermez. Kırktan az cemaatle, mesela on kişi ile de Cum’a namazı kılınabilir. Delil şudur: Hz. Peygamber Medine’de bir Cum’a hutbesinde iken, kıtlık hüküm sürdüğü bir sırada kervan gelmiş bunu duyan cemaat dağılmış ve mescidde on iki kişi kalmıştır.2101 Cum’a âyeti bu sırada inmiştir.
Hz. Peygamber ve sahâbe uygulamalarında çeşitli sayıda cemaatle Cum’a namazı kılındığına göre, bunu bir sayı ile sınırlandırmak yerine, Hanefîlerin dediği gibi “topluluk (cemaat)” ifade eden en az sayı ile yetinmek daha uygun görünmektedir. Çünkü uygulamada karşılaşılan sayılar bir rastlantı olabilir.
4) Bir Şehirde Birden Fazla Yerde Cum’a Namazı Kılmak:
Hz. Peygamber ve sahâbe devrinde Cum’a namazı yalnız şehir merkezlerinde ve bir mescidde kılındığı için bu konuda da görüş ayrılığı olmuştur:
1) Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre, bir beldede birden çok yerde Cum’a namazı kılınabilir. “el-Hindiyye”, Hanefîler de sağlam görüşün bu
2099] 62/Cum’a, 9
2100] Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, 3/46
2101] Buhârî, Cum’a 38; Müslim, Cum’a 36; Beğavî, a.g.e., 4/220; 62/Cum’a, 11
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu belirtir. Ebû Hanife’den aksi görüş de nakledilmiştir. Ebû Yusuf, zorunlu hallerde bir beldede yalnız iki mescidde Cum’a kılınabileceği görüşündedir.
2) İmam Şafii, önceleri bir beldede, tek mescidde Cum’a kılınabilir görüşünde iken, Bağdat’da çeşitli mescidlerde Cum’a kılındığını gördüğü halde susmuştur.
Bir şehirde birden çok yerde Cum’a kılınabilir diyenlerin delilleri şunlardır: Hz. Ali Medine’de, Hz. Osman kuşatma altında iken dışarıda Cum’a kıldırdığı gibi, bayram namazlarını Medine dışında sahrada kıldırmış, oraya gidemeyen yaşlı ve güçsüz kimseler de namazı şehir merkezinde kıldırmışlardır. Bayram namazı, cemaatle kılınma bakımından Cum’a namazı gibidir. Diğer yandan “Cum’a namazı ancak kalabalık şehirde kılınır” hadisinde mutlak ifade kullanılmış; böyle bir şehirde tek mescidde kılınacağı belirtilmiştir. Şehir büyük olunca cemaatin tek mescidde toplanması güçlük arzeder.
Âyetlerde şöyle buyrulur: “Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.” 2102 “O, size dinde bir güçlük kılmadı.”2103
5) Vakit:
Cum’a’nın vakti öğle namazının vaktidir. Enes b. Mâlik’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Allah’ın elçisi, Cum’a namazını, güneş batıya meylettiği zaman kılardı.” 2104
Hz. Peygamber, Mus’ab b. Umeyr’i Hicret’ten önce muallim olarak Medine’ye gönderirken, kendisine güneş batıya meyledince Cum’a namazı kıldırmasını bildirmiştir. Cum’a namazı, vaktinde kılınamazsa, o günkü öğle namazı kaza edilir. Ahmed bin Hanbel Cum’a’nın öğle vaktinden önce de kılınabileceğini söylerken, İmam Mâlik, vakit çıktıktan sonra da kılınabileceğini belirtir.
6) Hutbe:
Cum’a namazından evvel hutbe okunması da Cum’a’nın şartıdır. Hutbesiz cum’a namazı sahih olmadığı gibi, vakitten önce veya namazdan sonra hutbe okumakla da Cum’a namazı sahih olmaz. Hutbenin, vakit girdikten sonra ve namazdan evvel okunması gerekir. Farzolan bu hutbenin de, vaktinde okunması ve Allah’ı zikretmekten ibaret olan iki farzı vardır. Yapılan zikir, hamd ve tesbih; hutbe niyetiyle yapılmalıdır. Hatibin, cemaatsiz olarak okuduğu hutbe sahih değildir. Ancak bir erkek dinleyicisinin hazır olmasıyla hutbe sahih olur. Fakat namaz için üç erkeğin bulunması şarttır.
Hutbenin minber üzerinde okunması, minberin de mihrabın sağında bulunması sünnettir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) minberi, “mustarah” denilen basamakla diğer üç basamaktan ibaret idi. Muaviye zamanında Mervan b. Hakem, bu üç basamağın altına altı basamak ilave ederek, minberi dokuz basamağa çıkardı. Halifeler yedinci basamakta durur ve böylece ilk minberin birinci basamağında durur ve böylece ilk minberin birinci basamağında bulunmuş olurlardı. Hutbe okunurken, işitebilenin söz söylemesi haram ise de, işitemiyenin konuşması, Ebû Hanife’ye göre yine haram olduğu halde; İmam Mâlik’e göre, dinlenmesi vâcip,
2102] 2/Bakara, 286
2103] 22/Hacc, 78
2104] Buhârî, Cum’a: 16; Ebû Dâvud, Salât 216, 217; İbn Mâce, İkame 84; Tirmizî, Cum’a
CUM’A NAMAZI
- 455 -
Şafii ve Ahmed bin Hanbel’e göre ise müstehaptır. 2105
Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığı Görüşü ve Delilleri
Yusuf Kerimoğlu’nun meşhur eseri, ”Kelimeler ve Kavramlar” isimli eserinden:Tarih boyunca mü’minlerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan birisi de, cum’a namazıdır. İran da şahlık rejiminin yıkılıp, yerine İslâm cumhuriyetinin kurulmasından sonra, “Dünya Cum’a İmamları Kongresi” adı altında toplantılar düzenlemeye başlanmıştır. Bu arada; Tahran’da milyonluk cum’a cemaatinin toplanması herkesin ilgisini çekmiştir. Bu ilgi; cum’a namazının edâsının şartlarını gündeme getirmiş ve ilmi seviyede tartışmalar başlamıştır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
Cahiliye döneminde, haftanın günleri arasında “cum’ a” diye bir gün yoktur. Araplarının arûbe adını verdikleri günün ismi (cum’ a ile ilgili âyet-i kerime nâzil olduktan sonra) “cum’a” ismiyle anılmaya başlanmıştır.2106 Cum’a kelimesi; ictimadan alınma bir isimdir. İctima, bir araya toplanmak mânâsınadır. Gerçi cemaatle kılınan her namazda toplanma vardır. Fakat cum’a namazı; içlerinde cum’a kılınmayan mescidlerin (Maalesef bugün böyle bir durum yok) cemaatlerini de bir araya topladığı için, adetâ cemaatlerin cemaatidir.2107 Nitekim İbn Âbidin: “Cuma günü büyük câmiden başka şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara cemaat toplanmasın. Bunu Sirâc’dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük câminin (cum’a câmii) açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cum’adan sonra büyük câmi bile kapanır. Meğerki şöyle denile; “âdet, cemaatın vaktinden evvelinde toplanmasıdır. Dolayısıyla cum’a kılınmayan sair mescidlerin kapanması, cemaat bu câmiye gelmeye mecbur olsun diyedir bu izaha göre mescidler cum’a namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cum’adan sonra açmaya bir sebeb kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler cum’âdan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir”2108 diyerek, önemli bir noktaya işaret eder. Esasen cum’a namazı, bir şehirde, tek bir câmide kılındığı zaman, asr-ı saâdetteki tatbikat gerçekleşmiş olur.
Cum’a namazı, kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahâ ile sübit bulmuş muhkem bir farizadır. Aynı zamanda mü’minlerin itaat şuurunu ayakta tutan ve onları kâfirlerle uzlaşmaz bir noktaya getiren bir ibâdettir. Ehl-i Sünnet’in akaid kitaplarında, İmâmetin niçin zarûri olduğu izah edilirken, bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Cum’a namazının edâsının şartları, mükellefin dışında arandığı için, bütün mü’minler bu konuda hassas olmak durumundadırlar. O şartlardan herhangi birisi ortadan kalkarsa, bütün mü’minler o şartın tahakkuku için gayret sarf ederler. Kâfirlerin ve mürtedlerin istilâsı altında iken: “Efendim, ülü’lemr’in izni ihtilâflı bir konudur...” diye söze girip mü’minleri küfür ahkâmına râzı etmeye çalışmak, büyük bir cinettir. Hiçbir ilim ehli, bu yola tevessül edemez. Günümüzde bu yola tevessül eden ve müslümanların “İslâm
2105] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 326-330
2106] Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, Diyarbakır, 1339 M. İslâmî Yay. c. I, s. 529, "Cum'a namazı" bahsinin girişi; Ayrıca İslâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. 3, s. 227, "Cum'a" Mad.
2107] Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, İst.1977, c. 4, s. 2347 -459-, Cum'a bahsinin girişi
2108] İbn Âbidin, Reddü'l Muhtar ale'd Dürri'l Muhtar, İst, 1983, c. 3, s. 325
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cemaatini kurmaları” hakkını savunmayan kimselere rastlanmaktadır. Cum’a (cemaat) namazı, cihad şuurunu ayakta tutan bir ibâdettir. Hepimizin hatırladığı gibi; Fransızlar’ın Maraş’ı istilâsı sırasında “Cum’a şuuru” gündeme girmiş ve küfre karşı büyük bir kıyam gerçekleşmiştir. Cum’a günü; Maraş’ın ulu câmisinde (ki ulu câmiler, cum’a câmidir) toplanan müslümanlara Rıdvan Hoca (rha) şöyle haykırmıştır: “Müslümanlar!.. Bu akşam Maraş kalesinden bayrağımız indirilmiş yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Cum’a namazının bir insana farz olması için onun hür olması gerekir. Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği müddetçe, bu beldede gayrı Cum’a kılınmaz.”2109 Rıdvan Hoca’nın bu açık ve yiğit tavrı; Maraşlı müslümanları, kanları ve canları pahasına da olsa, İslâm topraklarının müşriklerden temizlenmesi gerektiği şuuruna erdirmiştir. Sütçü İmam’ın tavrı da, hepimizce mâlumdur. Cum’a namazının dârû’l-İslâm ve cihad şuurunu ayakta tuttuğunun en yakın misâllerinden birisi de; Cezayir müftüsünün, müstevli kâfirlerin izniyle cum’a kılınamayacağına dair fetvasıdır. Nitekim Cezayirli müslümanlar, binlerce şehid vererek, müstevli kâfirleri hezimete uğratmışlardır. Tabii bunlar hep güzel misaller!.. Afganistan’da; müstevli kâfirlerin maşası Babrak Karmal gibi bir komünisti, ulû’l-emr ilân eden Şeyh Bahaüddin Ağa gibi tiplerin varlığını da biliyoruz. Allah Teâlâ’nın (c.c.) muhkem âyetlerini bir kenara itip, hevâ ve heveslerini esas alarak, kâfirlerin velâyetini kabul eden bu tiplerin sayısı hızla çoğalmıştır. İdeolojik eğitimlerin sonucunda, ibâdet ile âdeti birbirine karıştıran, geniş bir kitlenin varlığı da malûmdur. Müşrik düzenlere midelerinden bağlı olan ve rızık endişesiyle kıvranan kimselerden, İslâm’ın temel hedeflerine hizmet etmelerini beklemek gülünç olur. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Cihad kıyâmet gününe kadar devam edecektir”2110 buyurduğu malûmdur. Mü’minler; başta kötülüğü emreden nefisleri olmak üzere, yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihad etmekle memurdurlar. Şimdi cum’a namazının mâhiyeti üzerinde duralım:
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler!.. Cum’a günü namaz için çağrıldığınız vakit, hemen Allah’ı zikretmeye gidin alış-verişi bırakın. Bu bilirseniz sizin için çok hayırlıdır.”2111 hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime mücmeldir. Şöyle ki:
(a) Âyette cum’a namazı zikredilmemiş, mutlak olarak namaz zikredilmiştir.
(b) Cum’a günü; şer’i bir gün olduğuna göre, fecir vaktinden güneşin kavuşma zamanına kadar olan süre söz konusudur. Hangi vakitte çağrılacağımız da zikredilmemiştir.
(c) Âyetin başında yer alan “ey iman edenler” hükmü, Arapça gramer kaidelerine göre umumi bir beyandır. Hâlbuki cum’a namazının kadınlara ve kölelere farz olmadığı hususunda icma vardır. Nitekim İmam Münzir: “Kadınlara cum’a namazı farz değildir”2112 hükmünde müctehid imamların ittifak ettiğini, hiçbir ihtilâfın olmadığını zikretmektedir. Dolayısıyle her mücmel emirde olduğu gibi, bu âyet-i kerimeyi de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) tefsir etmiştir. Müctehid İmamlar; Rasûl-i Ekrem’den (s.a.s.) gelen emirleri esas olanlara, cum’a namazının vücûbunun ve edâsının şartlarını açıklamışlardır. Hz. Câbir’den (r.a.) rivâyet
2109] Kurtuluş Dergisi, Şubat 1977 Yıl: 3, s. 24 (Maraş Yüksek Tahsil Gençliği tarafından, Maraş'ın kurtuluş gününde çıkarılan dergi
2110] İmam Merğınânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyetü'l Mübtedî, Kahire, 1965, c. II, s. 135
2111] 62/Cuma, 9
2112] İbn Münzir, Kitabû'l-İcma, Ankara, 1983, s. 29
CUM’A NAMAZI
- 457 -
edilen bir hadiste Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ (c.c.)’ya ve âhiret gününe iman eden bir kimseye cum’a namazı farzdır. Ancak seferi halde bulunan kimseye, kadına, çocuğa, köleye ve hasta olana farz değildir. Kim birtakım eğlence veya ticarî işlerinden dolayı cum’a namazına gitmeyip, ondan kendini müstağni sayarsa, Allah (c.c.) da rahmetini ve mağfiretini ondan uzak tutar. Zira Allah (c.c.) kimseye muhtaç değildir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) her şeyden müstağnîdir, hep övülmeye lâyıktır.”2113
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) bu emirlerini esas alan Hanefî fukahâsı, bir kimseye cum’a namazının farz olması için, şu şartların bulunması gerektiğinde ittifak etmiştir:
1. Hür olmak
2. Erkek olmak,
3. Mûkim olmak,
4. Sıhhatli bulunmak. Bu dört şart Kâfi’de zikredilmiştir.
5. Yürümeye gücü yetmek. Bu şart Bahru’r-Raik’te zikredilmiştir.2114 Bir kimse: “Efendim, cum’a namazını emreden âyette ‘Ey iman edenler’ diye başlanılmıştır. Dolayısıyle ben bu şartları kabul etmem” derse, kendisine “Cum’a namazının kaç rekât olduğunu ve nasıl kılınacağını âyetle isbat et... Ayrıca âyette vakit tasrih olunmadığına göre hangi vakitte kılacaksın?” sualini sorarız!.. Bu bizim en tabii hakkımızdır. Maalesef son yıllarda, müctehid İmamların hukukuna tecavüz hareketi büyük bir hız kazandı. Bunun değişik sebepleri vardır.
Cum’a namazının vücûbunun şartları, namaz kılanda aranır. Ancak edâ edilmesiyle ilgili şartlar (yani edâsının şartları) mükellefte değil, onun dışında aranan şartlardır. Nitekim İbn Âbidin: “Cum’a namazının sahih olması için yedi şart vardır. Bu hususta Nehir’de şöyle denilmiştir. “Cum’anın vücup ve edâsı için birtakım şartlar vardır. Bunların bazısı namaz kılanda, bazısı başkasında aranır. Şartları (edâsının) bulunmazsa edâ sahih olmaz. Fakat vücûbunun şartları bulunmazsa edâ sahih olur”2115 diyerek bu inceliği işaret etmiştir.
Cuma Namazının Edâsının Şartları
Şimdi cum’a namazının edâsı için geçerli şartlar üzerinde duralım:
Birinci Şart: Cum’a namazını kıldıracak kimse; mü’minlerin ulû’l-emri (sultanı, İmamı, vs.) veya onun izin verdiği kimse olmalıdır. Hz. Câbir’den (r.a.) rivâyet edilen hutbede Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Her kim benim hayatımda veya benden sonra, âdil veya câir bir imamı (ulû’l-emri) olduğu halde cum’a namazını, hafife alarak veya vücûbunu inkâr ederek terk ederse, Allah (c.c.) onun dağınık işlerini toplamasın, iki yakasını bir araya getirmesin”2116 buyurduğu malûmdur.2117 Akaid kitaplarında, halife ile cuma namazı arasındaki münasebet izah edilmiştir. Bütün akaid kitapları
2113] İmam-ı Kâsâni, el-Bedâiu's Sanai, Beyrut, 1974, c. I, s. 258-259
2114] Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Fetevâ-yı Hindiyye, Beyrut, 1400, c. I, s. 144
2115] İbn Âbidin, a.g.e., c. 3, s. 283
2116] Sünen-i İbn Mâce, İst. 1401, Çağrı Yay. c. I, s. 343, had. no: 1801
2117] Geniş bilgi için Bk. Sadrüddin Taftazani, Şerhû'l-Akaid, İst, 1980, s. 326-327; Ayrıca Muslihuddin Mustafa Kesteli, Şerhu Akaidi'l-Kesteli, İst, 1973, Salâh Bilici Yay., s. 181-182; Metn-i Akaid'il Ömer Nesefi, s.12 -Kesteli'nin sonunda-
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanefî fukahâsı tarafından kaleme alınmadığına göre, bunun mezhebi bir tavır olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Kaldı ki “Dört şey imâmın (ulû’l-emr’in) hakkıdır: Hadd cezalarını tatbik etmek, ganimetleri mücahidler arasında taksim etmek, cum’a namazını kıldırmak ve zekâtı toplamak”2118 hadisinde de aynı muhtevâ mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi isimli eserde: “İmam Azam Ebû Hanife’nin (rha) kavline göre devletin (Ulû’lemr’in) izni olmadıkça cum’a namazı sahih olmaz. İmam Mâlik ve Şafi ve Ahmed’e göre, izinsiz kılmamak müstehap ise de kılmakta sıhhate mâni bir şey yoktur...”2119 denilerek, konunun bütün müctehidlerce gündeme getirildiğini kaydetmektedir.
Bahsin devamında da ûlû’lemr’in izni konusunun sünnete dayandığı izah edilmiştir. Şimdi âdil ve câir İmam kavramlarını izah edelim: Âdil İmam; hem kendi nefsinde, hem de insanlar arasında, İslâmî hükümleri tatbik eden, bey’at sonucu müslümanlar üzerinde tasarrufu ammeye hak kazanan kimsedir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Allah kendilerinden râzı olsun) âdil imama misâldir. Câir imam ise; gerek kendi nefsinde İslâmî yaşamaması, gerekse bey’at sonucu olmadan (kuvvet kullanarak) iktidara gelmesiyle tanınır. Zulmü ile meşhur olan sultanların hepsi câir imam durumundadır. Âdil ve câir bir İmam yoksa durum ne olur? Mezâhib-i Erbaa’da bu sualin cevabı şöyle verilmiş: “Eğer ulü’l-emrin izni olmazsa, cum’a münâkid olmaz. İnsanlara öğle namazı farz olur.”2120 Tabii bu hüküm, Hanefî fukahasına tahsis edilen bölümde yer almıştır. Şimdi “Türkiye’de cum’a namazının edâsı için ulû’lemrin izni mevcut mudur?” sualine cevap arayalım. Birinci Büyük Millet Meclisinde cum’a namazının edâsı konusu; hilâfetin ilgası sırasında gündeme gelmiştir. Seyyid Bey; bu konu ile ilgili bir kitap kaleme almış ve Hz. Ali (r.a.)’nin hilâfetinden sonra, krallığın gündeme girdiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla krallıklar döneminde, cum’a namazının kılındığını hilafetle cum’anın ilgisi olmadığını, kendi uslûbuna göre izah etmiştir. Bu tartışmalar; 16 Şubat 1933 tarihli; Mustafa Kemal’in emri ile; izin talebinde bulunan bütün cemaatlere (köy veya şehir) cum’a için müsaade edileceğinin tamim edilmesi üzerine kesilmiştir. O tarihten sonra 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 askerî müdahaleleri (ki hepsi de cum’a gününe rastlamış ve sokağa çıkma yasağı yüzünden cum’a namazı kılınamamıştır) sonucunda; Mustafa Kemal’in vermiş olduğu izin kaldırılmamıştır. Şu anda milyonlarca cum’a cemaati, Mustafa Kemal’in izni ve onu takip eden yönetimlerin tasvibiyle toplanmaktadır.2121 Bazı çevreler ısrarla Mustafa Kemal’in: “Hilâfeti ilga ettiği ve şer’i kanunları kaldırıp, moderm kanunları getirdiği için” İslâm’a inanmadığını (tabiî gizli olarak) savunmaktadırlar. Ancak aynı çevreler; 16 Şubat 1933 tarihinde Mûstafa Kemal Atatürk’ün emri ile verilen izinle cum’a namazını edâ etmektedirler. Firaset sahibi her insan kabul eder ki; bu çevrelerin iddiaları ile amelleri arasında korkunç bir tezat vardır. Eğer iddialarında samimi iseler, kendileri gibi
2118] Siracüddin Ebû Hafs Ömer el-Gaznevi, el-Gurreti'l Münife, Kahire, l950, s. 68; Ayrıca İbn Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut, 1316, c. 4, s. 129
2119] Abdüllâtif Zebidî, Sahih-i Bnhari Muhtasarı, Teerid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. ty. Diyanet Yay., c. 3, s. 47 vd.
2120] Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü'I-Fıkh ale'I-Mezâhibi'I-Erbaa, Beyrut, 1969, 3. bsm., c. I, s. 388 -Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, çev. Hasan Ege, Bahar Yayınları, Ankara, 1971 baskısında bu hüküm yer almamaktadır. Zuhül eseri atlanmış olsa gerek...
2121] Bu iznin metni için bk: A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ank, 1973, 27. baskı, s. 173
CUM’A NAMAZI
- 459 -
düşünenler arasından “Cum’a İmamı” seçerek, namazlarını edâ etmek zorundadırlar!.. Ancak tezatlarını iftira, dedikodu, yaygara ve imzasız (teksir edilmiş) ilmî(!) mütalaalarla gizleme yolunu seçmektedirler.
İkinci Şart: Cum’a namazının edâsı için; mısr (şehir) veya civarında mûkim olmak!.. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Bir mükellefe ne cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne ramazan bayramı namazı, ne kurban bayramı namazı vardır. Bunlar ancak toplayan şehirde (mûkim olanlara) vardır.”2122 hadisini esas alan Hanefî fukahâsı: “Cum’a namazı ancak şehirde (mısr) edâ edilir. Köylerde sahih olmaz” hükmünde müttefiktir. İmam Merğınanî: “Şehir öyle bir mevzidir ki, içinde haddleri ikâme eden ve hükümleri infaz eden bir emîri ve kadısı bulunur.”2123 hükmünü zikreder. Bahsin devamında da; Kerhî’den ve Selcî’den gelen rivâyetleri kaydeder. Feteva-ı Hindiyye’de “Zahirü’r rivâyede şehir; kendisinde kadı ve müfti bulunup haddlerin ikâme edildiği ve binalarının da Mina binaları kadar olduğu yerdir. Feteva-ı Kadıhan’da da böyledir. Hülasa’da ise; “İtimad bu kavil üzeredir” denilmiştir. Tatarhaniye’de de böyledir. Haddleri ikame etmenin mânâsı, bunu yapmaya gücün yetmesi, yetki ve selâhiyetin bulunmasıdır. Giyasiye’de de böyledir”2124 hükmü kayıtlıdır. Zayıf bir rivâyet olarak, Selci’den gelen; nüfusla ilgili tarif (mukallid) bazıları tarafından “İslâmî hükümleri tatbikte gevşeklik zuhur etmiştir” gerekçesiyle tercih edilmiştir. Bazı fukahâ ise nüfus üzerinde durulmasını, haddlerin ikamesi için, belirli bir insan cemaatinin bir arada olmasına bağlamıştır. Usûl ûleması: “Zayıf kaville amel edilemiyeceği gibi, fetva da verilemez” hükmünde müttefiktir. Selâhiyetli bir ûlema heyeti tarafından hazırlanan Feteva-ı Hindiyye’deki hükümler, zayıf kavil sebebiyle terkedilmez. (Not: Bunu zikretmemizin sebebi; imzasız [iftira teksirinde] ilmî mütalaa (!) sahibinin vehimlerini ortadan kaldırmaktır.)
Üçüncü Şart: Cum’a namazının edâsı için, cemaat şarttır. Ferdî olarak edâ edilemez. Hz. Abdullah b. Amr (r.a.)’dan rivâyet edilen hadisi şerif’te: “Cum’a namazı her müslüman üzerine, cemaat halinde kılınmak üzere vacip olan bir haktır.” hükmü beyan buyurulmuştur. Bu hadisi şerif; Beyhakî, Ebû Dâvud ve Hâkim’de yer almıştır. İmam Merğinani: “Cum’anın şartlarından birisi de cemaattir. Zira, cum’a kelimesi, ictima’dan (toplanmaktan) türemiştir. Cemaatin en azı İmam Âzam Ebû Hanife (rha) katında; İmâmette bulunan kimsenin dışında üç kişidir. İmameyn’e göre İmamdan başka iki kişidir”2125 hükmünü zikreder. İmam Şafii, cum’a cemaatinin en az kırk kişi olması gerektiğini beyan etmiştir. Otuz dokuz kişi olsa cum’a sahih olmaz. Buradaki ihtilâf, cemaat kavramına dayanır. İmam Şafii (rha) ilk cum’a namazının kırk kişiyle kılındığını esas almıştır. Hanefî fukahâsı ise, sayının değil, cemaatin önemli olduğu üzerinde durur. Fakat bütün müctehid İmamlar (sayıda ihtilâf etmiş olsa da) cum’a namazının cemaatle edâ edileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Yani ferdî olarak kılınamaz. (Not: İmzasız iftira teksirinde; ilmî mütalaa(!) sahibi, Hanefîlerin bu konuda da yanıldıkları iddiasındadır. Diyor ki: “Hem bunca şart ileri sürülür, hem üç kişiyle olur mu?”
2122] İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. II, s.121. Aynca İmam-ı Merğınânî, el-Hidâye Şerhû Bidâyetü'I Mühtedi, Kahire, 1965, c. I, s. 82; İbn Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut, 1315, c. I, s. 409
2123] İmam-ı Merğınânî, a.g.e., c. I, s. 83
2124] Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s. 145
2125] İmam-ı Merğınânî, a.g.e., c. I, s. 83
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hâlbuki fetih sonucu bir belde ele geçirildiği zaman; o beldedeki zimmîler (gayri müslimler) kılıçtan geçirilmez. Orada İslâmî hükümler tatbik edilince darû’l-İslâm vasfı ortaya çıkar. Velev ki mü’minlerin İmamının görevlendirdiği üç kişiden başka, bütün ahali gayri müslim olsun!.. İşte o üç kişi; fethedilen bu yeni beldede cum’a namazını edâ eder. Demek ki, yanılan Hanefî fukahâsı değil, iftira sahibidir.)
Dördüncü Şart: Cum’a namazının edâsının şartlarından birisi de, öğle vaktinde kılınmasıdır. Cum’a namazının delili olan âyet-i kerime’de, “Cum’a günü” tâbiri umumi bir beyandır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Güneş meylettiği zaman insanlara cum’a namazını kıldırınız”2126 hadisi mücmel olan zamanın tefsiri hükmündedir.
Beşinci Şart: Cum’a namazının edâsının şartlarından birisi de izn-i âm’dır. İzn-i âm; mü’minlerin emirinin (ulû’l-emrin) insanlar için umumi müsaade vermesidir.2127 Cum’a namazının edâ edildiği câminin kapısının herkese açık olması esastır. Feteva-ı Hindiyye’de: “Cemaat câmiye toplanmış olsa ve câminin kapılarını üzerlerine kapatarak cum’a namazı kılmış olsalar, bu cum’a câiz olmaz”2128 hükmü kayıtlıdır.
Altıncı Şart: Cum’a namazının şartlarından birisi de mü’minlerin emirinin veya görevlendirdiği kimsenin hutbe okumasıdır. Bir kimse mü’minlerin emirinin izni olmadan hutbe okursa ve cum’a namazını kıldırsa “âsi ve bağy” hükmünde olur.2129 Çünkü bu fiilde, ümmetin velâyetine tecavüz vardır. Cum’a namazı için ulû’l-emr’in vermiş olduğu izin, aynı zamanda hutbe okuması için de izin sayılır. İbn Abidin: “İzin ancak mescid yapılırken şarttır: Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak işin başında bir defa şarttır. O cum’ayı kıldırmak için bır şahsa izin verdi mi, o şahıs da başkasına, o da başkasına izin verebilir maksad sultan (ulu’l emr) bir câmide cum’a kılınmasına izin verdi mi, artık orada her şahıs ve her hâtib cum’a kıldırmaya mezûndur., (Sultanın yahut sultan tarafından mezûn olan kimsenin iznine hacet yoktur) demek değildir Buna İbn Çürubaş’ın Bahır’da nakledilen şu ibaresi de delâlet etmektedir: ‘Bunu öğrendikten sonra anlarsınız ki, zamanımızdâ yapılanlar, bir câmi de cuma kıldırmak için sultanın izni aranır. Ve sultanın câmi sahibine orada cum’a kıldırmak için izin vermesi, câmi sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih kılar. Artık bu hatib de icabında yerine başkasını geçirmeye mezûndur. Bunun hülâsası şudur Cum’a kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan (ulû’l-emr) tarafından me’zûn kimseye câizdir izin yoksa câiz değildir.”2130 Bu metinde geçen hatıb ıstılâhı unutulmaya terkedilmiştir. “Hatıb”, ıstılâhı; “Cum’a İmamı” mânâsındadır. Hutbeden kinayedir meselenin kavranması için Şafi’ fukahâsından İmam Ebû’l Hasan el Maverdî’nin Ahkâmû’s-Sultaniye isimli eserindeki şu hükümleri zikredelim. “Cum’a namazına imam tayin edilen kimse, beş vakit namazı kıldıramaz. Beş vakit namaza İmam tayin edilen kimsenin cum’a namazını kıldırıp kıldıramıyacağı hakkında görüş ayrılığı vardır. Yalnız cum’a namazını başlıbaşına bir ibâdet kabul edenlere göre, beş vakit namaza İmam tayin edilen, cum’a namazına İmam
2126] İbn Hümam, a.g.e., c. I, s. 413; Ayrıca İmam-ı Merğınânî, a.g.e., c. I, s. 83
2127] Molla Hüsrev, Dürerîr'l-Hükkâm fi Şerhû Gureri'l Ahkâm, İst. 1307, c. I, s. 138
2128] Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s. 148
2129] Şeyhülislâm Ali b. Muhammed (Zenbilli Ali Efendi) el-Feteva, İst: 1324, s. ll, Fetva no: 32. Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s. 145
2130] İbn Âbidin, a.g.e., c. 3, s. 290
CUM’A NAMAZI
- 461 -
olamaz Cum’a namazını, o günün öğle namazına sayanlar, beş vakit namâz için tayin edilen İmamın, cum’a İmamlıği câizdir, derler.”2131 Hanefî fukahâsına göre: Cum’a namazı başlı başına bir ibâdettir, öğle namazının bedeli değildir. Bu sebeple Osmanlı döneminde, “mescid İmamları” ile “hatipler” (cum’a imamları) ayrı ayrı tayin edilmişlerdir. Günümüzdeki “Hâtiboğulları” tâbiri de, bu maziyi hatırlatır!.. Cumhuriyet döneminde ise, bu iki görev birleştirilerek “imam-hatip” denilmiştir: Şimdi “filân câminin imam-hatibi” denilir.
Cum’a namazının edâsının şartları; meselenin ehemmiyeti sebebiyle, tarih boyunca titizlikle tartışılmıştır. Bir şehirde “tek bir yerde mi, yoksa müteaddid yerlerde mi kılınacağı” konusunda ihtilâf sebebiyle âhir-i zuhur (son öğle namazı) gündeme girmiştir.2132 Bazı fukahâ; ‘bir şehirde tek bir câmide kılınacağını esas almış’ ve: “Müteaddid yerlerde cum’a namazını kılmanın câiz olduğunu sahâbeden ve tabiundan hiç kimse söylememiştir” diyerek konunun ehemmiyetini işaret etmiştir: Hanefî fukahâsı; istilâ altında dahi mü’minlerin kendi içlerinden bir emir seçerek cemaat haline gelmelerini, seçtikleri emîrin kadı ve cum’a İmamı tayin sûretiyle İslâm’ın hükümlerini yaşamalarını tavsiye etmiştir.2133 Fakat hiçbir fakîh; “müstevli kâfirlerin reislerine itaat ederek, küfür ahkâmına râzı olun ve rahatınıza bakın” dememiştir!.. Esasen böyle demesi de düşünülemez. Afganistan’ın istilâsından sonra, firaset sahibi mü’minlerin: “Babrak Karmal’ın ve onun gibî olanların izniyle cum’a namazı kılınmaz” demeleri, bazı çevreleri rahatsız etmiştir. Bu hiçbir zaman, o beldelerde ikamet eden müslümanların, cum’a namazını terketmelerini, teklif değildir. Aksine kendi içlerinden emir seçerek, müstevlilere karşı cihad etmelerinin gerektiğini hatırlatmaktır. “Azimet” ve “ruhsat” hududlarını dikkate almayarak, aklî sebeplerle keyfî gerekçeler bulmak (dinde bid’at çıkarmak) büyük bir tehlikedir. Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan bir mü’min; sırf ilmî kudreti olmadığı için, bir müctehide ittiba eder: Bu onun üzerine vaciptir. Mükellefi, ittiba ettiği müctehid hususunda (ilmî bir delile dayanmadan) şüpheye düşürmek, İslâm’a hizmet değildir. Hele hele: “Efendim, ulû’l-emr’in izni meselesi sadece Hanefîlerde var, diğerlerinde yok!.. Dolayısıyle cumhurun görüşü geçerlidir” gibi; usûl-i fıkıh açısından kabul edilemeyecek iddialar gülünçtür. Kaldı ki bu uslûp, ilmî kudrete haiz olmayan mukallid mü’minler tarafından benimsenirse, Kur’ân-ı Kerîm’in dışındaki bütün eserler (hadis mecmuaları da dâhil) reddedilir. Bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçlar, biraz ilmi olan ihlâslı mü’minler tarafından kolayca tahmin edilebilir. 2134
Kur’ân-ı Kerim’de Cuma Namazı
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
2131] İmam Ebû'1-Hasen el-Mâverdi, el-Ahkâmu's Sultaniye, Müt. Ali Şafak, İst, 1976, Bedir Yay. s. 113
2132] Geniş bilgi için Bk. İbn Âbidin, a.g.e., c. 3, s. 300
2133] Geniş bilgi için Bk. İbn Nüceym, el-Bahrü'r-Râik Kahire: 1311 c. 4, s. 298. İbn Hümam, a:g.e., c. VI, s. 365. Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s.146, İbn Âbidin, a.g.e., c. XII, s. 145
2134] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., s. 91-103
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” 2135
Hadis-i Şeriflerde Cuma Namazı ve Terkinin Günahı
“Bazı insanlar ya Cum’a namazını terk etmekten vazgeçerler yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.” 2136
“Kim önemsemeyerek üç Cuma namazını (peş peşe) terkedecek olursa Allah onun kalbini mühürler.” 2137
“Kim Cuma ezanını işitir de icâbet etmezse artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesna.” 2138
“İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimselerin evlerini (kendileri içlerinde iken) yaktırayım.” 2139
İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmış olur.” 2140
Bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse artık o kimse münâfıktır.” 2141
“Allah’a ve âhiret gününe inananlara Cum’a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır.” 2142
“Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnadır. Ve her kim bir oyun yahut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.” 2143
“Cuma namazını özürsüz olarak kim terkedecek olursa bir dinâr para tasadduk etsin, (bu kadar) bulamazsa, yarım dinâr tasadduk etsin.” 2144
“Ezanı her işitene cuma farzdır.” 2145
2135] 62/Cum’a, 9-11
2136] Müslim, Cumua, 12, 40, hadis no 865; Nesâî, Cumua 2; Ahmed bin Hanbel, 1/239, 254, 335, 2/84; Abdurrazzak, el- Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/61; Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 3/171
2137] Ebû Dâvud, Salât 204, 210, hadis no 1052; Tirmizî, Salât 359, hadis no 500, Cumua 7; Nesâî, Cuma 2, hadis no 3, 88; İbn Mâce, İkamet 93; Dârimî, Salât 205; İmam Mâlik, Muvatta, 1/111; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/172; Taberâni, Cumua 20; Ahmed bin Hanbel, 58
2138] Abdürrazzak, el-Musannef, 3/165; Beyhakî, Sünen, 3/185
2139] Müslim, Mesâcid 251, 254; Ahmed bin Hanbel, 2/531, 539; Abdurrazzak b. Hemmam, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/62; Hâkim Ebû Abdillah, el-Müstedrek, 1/430; Beyhakî, Sünen'ül-Kübra, 3/172
2140] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165-166
2141] Mevârid'iz-Zeman ilâ Zevâid-i İbn Hibban, s. 146
2142] Ebû Dâvud, Salât 215, hadis no 1067, hadis no 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Dâvud
2143] Beyhakî, Sünen'ül-Kübra, 3/184
2144] Ebû Dâvud, Salât 211, hadis no 1053-1054); Nesâî, Keffâret 3, hadis no 3, 89; İbn Mâce, İkamet 93, hadis no 1128
2145] Ebû Dâvud, Salât 212, hadis no 1056
CUM’A NAMAZI
- 463 -
“Her ihtilâm olan erkeğe cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya her gidene de gusül vâcibtir.”2146
“Cum’a, geceleyin ailesine dönebilen herkese farzdır.” (Kelimeye bağlı tercümesi: “Gece, kimi âilesine sığındırırsa Cuma ona farzdır.”) 2147
“Cuma günü olunca şeytan çarşı ve pazara erkenden bayraklarıyla gider, insanlara binbir engel çıkararak mâni olmaya, onları cumadan (hiç olsun) geciktirmeye çalışır. Melekler de erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri birinci saatte gelenler, ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu hâl İmam (hutbeye) çıkıncaya kadar devam eder. Kişi mescidde, İmamı görüp, dinleyebileceği bir yere oturup, can kulağıyla dinledi ve konuşmadı mı, kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve İmamı dinleyemeyeceği bir yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir hisse sevap alır. Eğer, İmamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki hisse vebal yazılır. Eğer, dileme ve görme imkânı olmayan bir yere oturur ve boş konuşur ve sessiz kalmazsa, ona bir hisse vebal vardır. Kimde yanındaki arkadaşına cuma günü ‘sus!’ derse ‘boş konuşmuş’ olur. Kim de boş konuşur ise, o cumadaki sevaptan nasibsiz kalır.” 2148
“Ey insanlar, ölmeden önce Allah’a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah’ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız, hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum’a’yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli yahutta zâlim bir İmamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah, onun tevbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe İmam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip İmam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü’min bir kimseye İmam olmasın.” 2149
“Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah’ın kendilerine farz kıldığı bu Cum’a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır.” 2150
“Rasûlullah’a (s.a.s.) Cum’a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: “Babanız Âdem’in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum’a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul
2146] Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 342; Nesâî, Cum’a 2, hadis no 3, 89
2147] Tirmizî, Salât 360, hadis no 502
2148] Ebû Dâvud, Salât 209, hadis no 1051
2149] İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no 1081; İbn Mâce hadisin isnâdının zayıf olduğunu belirtir. Çok sayıda hadis âlimleri de bu hadisi zayıf kabul ederler. Hanefî fıkhına göre cumanın şartı sayılan devlet başkanının kıldırması konusunda tek delil bu zayıf hadistir. Kaldı ki, bu hadisten cumanın devlet başkanı yokken kılınmaması gerektiğini çıkarmak çok zordur.
2150] Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no 856. Müslim'in lafzı az farklıdır.
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olunur.” 2151
“Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır.” 2152
“Âdem’in (a.s.) yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin’den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum’a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul o esnâda namaz kılıp Allah’tan bir hâcetini dilemez ki, onu Allah O’na vermesin.” 2153
“Bir kimse Cum’a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum’a’dan o Cum’a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur.” 2154
“Kim cuma günü Cenâbet guslü ile gusül yapar, sonra cumaya giderse sanki bir deve kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim ikinci saatte giderse bir sığır kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim üçüncü saat giderse boynuzlu bir davar kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim dördüncü saat giderse bir tavuk kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim beşinci saatte giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi (sevaba nâil) olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri dinlerler.” 2155
“Cuma günü olunca, mescidin her bir kapısında melekler vardır. İlk gelenleri sırayla yazarlar. İmam (minbere) oturunca defterleri kapatıp, zikri dinlemeye giderler.” 2156
“Kim (cuma günü) yıkar ve yıkanırsa, kim erkenden (mescide) gider ve hutbenin başına yetişirse, yürür ve binmezse, İmama yakın durur, dinler, mâlâyâni söz etmezse ona her bir adım için bir yıllık amelin oruçları ve namazlarıyla sevabı yazılır.” 2157
“Cuma namazına üç (grup) insan katılır:
1) Kişi vardır, namaza katılır, boş konuşma yapar. Bunun namazdan hissesi, o konuşmasıdır.
2) Kişi var namaza gelir, duâ eder. Bu kimse Allah’a duâda bulunmuştur, Allah dilerse onun istediğini hemen verir, dilerse vermez.
3) Kişi vardır, namaza gelir, sadece dinler ve sükût eder, mü’minlerin arasından yararak geçmez, kimseye eza vermez. Onun bu namazı, daha önce geçen cumaya ve fazladan da üç güne kadar (günahlarına) keffârettir. Bu hal Cenâb-ı Hakk’ın şu sözüne binaendir: “Kim bir hayır yaparsa bu kendisinden on misliyle kabul edilir.” 2158
2151] Ahmed bin Hanbel, 2/311
2152] Müslim, Cum’a 5, 18
2153] Müslim, Cumua 5. Hadisin baş tarafındaki ifade Müslim’de, diğer bölümü farklı hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.
2154] Buhârî, Cumua, 6
2155] Buhârî Cum’a 4, 19; Müslim, Cum’a 10, hadis no 850; Muvatta, Cum’a 1, hadis no 1, 101; Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 351; Tirmizî, Salât 358, hadis no 499; Nesâî, Cum’a 14, hadis no 3, 99; İbn Mâce, İkamet 82, hadis no 1092
2156] Müslim, Cuma 24, hadis no 850
2157] Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 345, 346; Tirmizî, Salât 356, hadis no 496; Nesâî, Cuma 12, hadis no 3, 97; İbn Mâce, İkamet 80, hadis no 1027; Buhârî, Cuma 6
2158] Ebû Dâvud, Salât 235, hadis no 1113; 6/En'âm, 160
CUM’A NAMAZI
- 465 -
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) mescidinde kılınan cumadan sonra ilk kılınan cuma namazı, Bahreyn köylerinden olan Cuvâsâ’daki Abdü’l-Kays mescidinde kılınan namazdı.” 2159
Cumanın farzından sonra kılınan namaz
Abdullah b. Ömer r.a. şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.s.) Cuma namazından sonra mescidden ayrılıncaya kadar namaz kılmaz, ayrılınca evinde iki rekât kılardı. 2160
Nafi’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Ömer Cumadan önce namazı uzatır, Cumadan sonra da evinde iki rekât namaz kılar ve şöyle söylerdi: Rasûlüllah (s.a.s.) de böyle yapardı.2161
Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Sizden biri Cumayı kıldıktan sonra dört rekât namaz kılsın” 2162
Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Cumadan sonra namaz kılacak olursanız dört rekât kılın.” 2163
Namazın ve hutbenin uzatılmaması
Ammar b. Yasir dedi ki, “Rasûlüllah (s.a.s.) bize hutbeleri kısa okumayı emretmişti.”2164
Cabir b. Semüre (r.a.) şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.s.) Cuma günü hutbesini uzatmazdı, söyledikleri birkaç kelimeden ibaretti. 2165
Cabir b. Semüre (r.a.) şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraber çok namaz kıldım. Namazı da orta halli, hutbesi de orta halli idi. Kur’an’dan âyetler okur, insanlara görevlerini hatırlatırdı. 2166
Ebu Vail diyor ki, Ammar (r.a.) bize hitabetti, kısa ve güzel bir konuşma yaptı. Aşağı inince dedik ki, “Ebu’l-Yakzân, güzel ve öz bir hutbe okudun, biraz daha nefes sarfetseydin ya!” Dedi ki: “Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini işittim: “Kişinin namazının uzun, hutbesinin kısa olması dini anladığının işaretidir. Öyleyse namazınızı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Çünkü bazı konuşmalar büyüleyicidir.” 2167
Cumadan sonra ikram
Sehl b. Sa’d (r.a.) anlatıyor: Tarlasında karıklar açıp çögender otu yetiştiren bir kadın vardı. Cuma günü olunca bu otun saplarını ayırır, onu bir tencereye koyar, onun üzerine değirmende öğüttüğü bir avuç arpayı atar, pişirirdi. Çögender otunun sapları yemeğin eti, kemiği olurdu. Cumadan döner, ona selâm verirdik. O da bu yemeği önümüze kor, biz de onu yerdik. O kadının bu yemeğini
2159] Buhârî, Cuma 11; Ebû Dâvud, Salât 216, hadis no 1068
2160] Buhârî Cuma 39, Müslim Cuma 71
2161] Ebû Dâvud, Cuma l128
2162] Müslim, Cuma 67; Ebû Dâvud, Cuma l131
2163] Müslim, Cuma 68; Ebû Dâvud, Cuma l131, Tirmizî, Cuma 523
2164] Ebû Dâvud, Cuma 1106
2165] Ebû Dâvud. Cuma 1107
2166] Müslim, Cuma 41; Ebû Dâvud, Cuma 1101
2167] Müslim, Cuma 47
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yiyebilmek için Cuma gününün gelmesini arzulardık. 2168
Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?
1. Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur’anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde açıklanır.
Kur’an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma namazından bahsetmiş, hatta Kur’an’ın bir sûresi 2169 bu isimle adlandırılmıştır. Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu belirtmiştir: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.”2170
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. “Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik.”2171; “...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması ve mü’minler için bir kılavuz ve rahmettir.”2172 Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle mükelleftirler.2173 “Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun.”2174; “İnsanlar için hidâyet rehberi olan Kur’an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât) olarak Ramazan ayında indirildi.”2175; “De ki: ‘en üstün delil (hüccetü’l-bâliğa) Allah’ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.”2176 Allah, Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.2177 Bir müslüman, Kur’an varken, başka hakem arayamaz: “Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab’ı indirmiş iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi arayayım?”2178; “Rabbiniz katından size indirilene uyun. O’ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?”2179 İnsanlar, falan kişinin ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan de2168]
Buhârî, Cuma 40
2169] 62. sûre
2170] 62/Cum'a, 9-10
2171] 16/Nahl, 89
2172] 12/Yusuf, 111
2173] 4/Nisâ, 59
2174] 16/Nahl, 64
2175] 2/Bakara, 185
2176] 6/En'âm, 147
2177] 6/En'âm, 38
2178] 6/En'âm, 114
2179] 7/A'râf, 3
CUM’A NAMAZI
- 467 -
ğil; Kur’an’a uyup uymadıklarından hesaba çekileceklerdir: “Muhakkak ki o Kur’an, hem senin hem de ümmetin için bir şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz.”2180
Kur’an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez. O, “apaçık” ve “anlaşılır” bir kitaptır.2181; “İşte bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir. Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”2182 Allah, kullarına “kaldıramayacakları bir yük yüklememiş”,2183 Kur’an’ı herkesin ve her seviyeden insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş, anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. “Tâ-hâ. Bu Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, Allah’tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik.”2184; “Yemin olsun! Bu Kur’an’ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?” 2185 Allah Teâlâ, kullarına, “ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler.”2186 Allah “dinde bir zorluk kılmamıştır.”2187 Kur’an’a muhâtap olan mü’minlerin özelliği, Kur’an’daki her İlâhî fermanı işittiklerinde “semi’nâ ve eta’nâ: İşittik ve itaat ettik” demeleridir.2188 “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!”2189 Dünya ve âhiret felâketlerinin en büyük nedeni, Kur’an’ın emirlerini (önemsemeyerek, te’vil ederek veya herhangi bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. “O gün, haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip ‘ah, ne olurdu, Rasûl’ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra beni ondan (Kur’an’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.’ Ve Peygamber dedi ki: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar.”2190
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirilir.2191 Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere müslümanların Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: “Sana da, önceki kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab’ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra, onların hevâlarına uyma... De ki: ‘Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum.”2192 Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: “Kendilerine Kitab’dan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah’ın Kitab’ı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.”2193; “...Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin’ denildiğinde, o münâfıkların senden
2180] 43/Zuhruf, 44
2181] 11/Hûd, 1-2; 15Hıcr, 1; 26/Şuarâ, 2; 28/Kasas, 2; 42/Şûrâ, 2; 43/Zuhruf, 2
2182] 12/Yusuf, 1-2
2183] 2/Bakara, 286
2184] 20/Tâhâ, 1-3
2185] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
2186] 2/Bakara, 285
2187] 22/Hacc, 78
2188] 2/Bakara, 285
2189] 24/Nûr, 51
2190] 25Furkan, 27-30
2191] 5Mâide, 44, 45, 47
2192] 5Maide, 48-49
2193] 3/Âl-i İmrân, 23
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün.”2194
Kimsenin Kur’an’ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa olsun Kur’an’la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler, Kur’an’da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma konusu olan “dâru’l-harp” yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor. Birincisi, kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor. Biri, Kur’an’la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur’an’la sâbit bir farzı haram ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur’an’ı ve sahih sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur’an’daki çok net bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur’an’ın emrine uyup Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı: “Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?
2. Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zaman Kur’an’a ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur’an’a uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur’an olmuş, Kur’an’ın mücmel âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele “şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından muhâsebe edilmelidir: “Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar.”2195
Sahih-i Müslim’de “Cuma’yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok önemli bir uyarıdır: “Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da artık gâfillerden olurlar.”2196
Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin de “zayıf” dediği
2194] 4/Nisâ, 61
2195] Buhârî, İlim, 34, Müslim, İlim 13, Tirmizî, İlim 5; İbn Mâce, Mukaddime 8
2196] Müslim, Cuma 40, hadis no 865, c. 4, s. 2412-2413
CUM’A NAMAZI
- 469 -
ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi delil olarak kullanıyorlar:
“Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum’ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek terkedecek olursa Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin).”2197
Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için delil olarak kullanılamayacağını da ifade etmek zorundayız.
Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar, uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz’in (s.a.s.) hadislerinde kesinlikle “sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma’yı kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz” veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur. O yüzden mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl anlayıp anlattıysa o hükmü Kur’an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah’ın emrini ve Rasûlü’nün kavlî ve fiilî açıklamasını tercih etmek zorundadırlar.
Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur’an’ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan bir farzı iptal edemez. “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki size rahmet edilsin.”2198
3. Temel kaynaklar Kur’an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade edilebilecek ikinci derecede kaynaktır. Müslümanlar, kendileri Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse Kur’an’ın ve sünnetin kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur’an ve Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler: Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek, “benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır” dememek, farklı mezhepleri veya ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan
2197] İbn Mâce, Kitâbu İkameti's-Salât 78, hadis no 1081; Râvîler arasında cerh edilen isimler olduğu için isnâdının zayıf olduğu belirtilir; Bk. İbn Mâce, adı geçen yer.
2198] 3/Âl-i İmrân, 132
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ma’sûm/korunmuş değildir. Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı öne çıkaramaz. Zaten “Kur’an ve sünnet” vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve aşılamayacak şekilde en isâbetli ictihadlarla tesbit ettiklerini iddia etmeyen (etmemesi gereken) bilinçtedir. Önceki müctehidler, kendilerine ulaşan deliller ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde, kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.”2199
Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. “Şek/şüphe ile yakîn zâil olmaz.” Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını halifenin kıldırma şartını ileri sürmezler, bu namazın dâru’l-harple ilişkisi olduğunu da iddia etmezler. Elbette hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri sürmez. Mezhep bağnazı olmayan “Kur’an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!” diyen müslümanlar, Kur’an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir mezhebin görüşüyle amel eder, Kur’an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini ortadan uzaklaştırır.
Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait “şu şartlar yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!” diye net bir fetvâdan bile bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû Hanife’nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri, bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere “zuhr-ı âhir” adı verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir. Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde
2199] 42/Şûrâ, 31
CUM’A NAMAZI
- 471 -
Cuma namazının terk edilmemesi, ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ dışında) âlimler gündeme getirmemiştir. Bu konuda yüzlerce âlimden kimler Cuma namazı kılınmasına karşıdır? “Bugünkü şartlarda Cuma namazı kılınmaz” diyen ne kadar âlim gösterilebilir? Çağımızda dünya çapında kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu, Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi, Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu? Bu konuyu Türkiye’de ilk ortaya atanlar bile bu görüşlerinden vazgeçmiş, Cuma namazının kılınması için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve (Cuma imamı olarak seçtikleri kişilerin arkasında) Cuma namazını kılmaya ve kılınmasını istemeye başlamıştır. Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan fazla kralcılığı ise düşündürücüdür. Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin Yüksel Hoca’dan başka Türkiye’de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir. İhvân-ı Müslimin’den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru’l-harp kavramı için gerçek bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs’te, Filistin topraklarında da Cuma namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.
Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır. Tâğutlara gönülden bağlı olmayan resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah’ın değil, tâğûtî devletin emrinde olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır. Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan her kıble ehlini müslüman kabul ederiz. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli, alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz şartlarında bir sakınca yoktur. Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur. Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mü’min bulunmaktadır.
Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa, toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.”2200
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.
20. y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş’taki bir imamı,
2200] 10/Yûnus, 87
CUM’A NAMAZI
- 473 -
o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye’de ilk defa 1970’lerin sonlarına doğru ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye’de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma’yı terk, halkı şuurlandıracağına; terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.
Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler. Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla çelişen tavırlara girebilmektedirler.
Kur’an’dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da mâsum insan yoktur. Müctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki, hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur’an’ın emrini yasaklamak çok büyük bir cür’ettir. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?”2201
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber’le (s.a.s.) birlikte, sözü eleştirilemeyecek başka insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur’ânî bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu
2201] 42/Şûrâ, 21
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektedir. Kimine göre İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.
Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”2202 Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir, tapınmadır.”2203
Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.
Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun (daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir.2204 Bu hadis, aynı zamanda alternatif göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek mescid-i dırardan bahsedilmesi2205 konuya örnektir. İctihad, ilgili nassla yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan, tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut beklemek gibidir. Allah için bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu konularla mı uğraşıyor dersiniz?!
Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz: Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların pireye kızıp yorgan yaktıklarını, tâğutlara kızıp bazı farzları terk ettiklerini söylersin, onlar gerisini anlarlar...
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”2206; “Bazı insanlar ya Cum’a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.”2207 Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler
2202] 9/Tevbe, 31
2203] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no 3292
2204] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
2205] 9/Tevbe, 107-109
2206] 3/Âl-i İmrân, 105
2207] Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865
CUM’A NAMAZI
- 475 -
(bahâneler) aramak yerine; bu Kur’ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama, kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.
İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma İmamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir. Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur: Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler. Radikal gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler. Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar. Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir.
Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir ve Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıtsız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.
Cuma Namazı Etrafındaki Bazı Konular
Arûbe Gününe Cuma İsminin Verilişi
Bütün kaynaklar, İslâm’dan önce Câhiliyye devri Arapları arasında Cuma gününün, Yevmü’l-Arûbe (Rahmet Günü) diye isimlendirildiği hususunda birleşmesine rağmen, bugüne Cuma isminin, ilk kez ne zaman, hangi nedenle ve kim tarafından verildiği konusunda farklı görüşler nakletmektedirler.
Bir görüşe göre Arûbe gününe Cuma ismini ilk defa veren Mekke lideri Kâ’b b. Lüey olmuştur. Zira Kâ’b, Arûbe gününde kavmini bir araya toplar, onlara öğüt verir, Harem-i Şerîfi ta’zîm etmelerini emreder ve buradan bir Nebî gönderileceğini haber verirdi. Dolayısıyla insanlar kendisinin etrafında toplandıkları için bugüne Cuma ismini verenlerin ilki o olmuştur. Bu görüşü ez-Zübeyr, “Kitâbü’n-Neseb” adlı eserinde Ebû Seleme b. Abdirrahman b. Avf’tan maktu bir haber olarak rivâyet etmiştir.2208
Rivâyete göre Ebû Seleme demiş ki; “Emmâ ba’dü” diyerek söze başlayanların ilki Kâ’b b. Lüey’dir. O, Cuma gününe Cuma ismini verenlerin de ilki olmuştur.
2208] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahih-i Buhârî, 2/411; İbnu’l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 4/1804; Zemahşerî, Keşşaf, 4/97
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hâlbuki o güne Arûbe günü denilirdi.2209 Bu görüşü el-Ferrâ ve daha başkaları kesin bir dille ifâde etmişlerdir. Kezâ Kureyşi “Dâru’n-Nedve”de etrafında toplayıp onlara va’z u nasihatta bulunan ve bu güne Cuma adını verenin bizatihi Kusay b. Kilâb olduğu da iddia edilmiştir. Bu görüşü de es-Sa’leb, Emâlî adlı eserinde ileri sürmüştür.2210
Tâbiûn ve daha sonraki nesilden bir kişinin hiçbir belgeye dayanmadan İslâm öncesi devirle ilgili olarak ortaya attığı bu görüşler tarihî bir rivâyet olmaktan öte hiç bir kıymeti hâiz değildir. Dolayısıyla olayı bu çerçevede düşünmek mümkün olamaz.
Nitekim bir kısım âlimler bu iddiayı reddederek Arûbe gününe Cuma isminin verilişinin Câhiliyye devrinde olmayıp İslâmiyyet devrine ait olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Onlara göre Arûbe gününe Cuma ismi verilmesinin nedeni insanların bugünde namaz için bir araya toplanmalarıdır. Bu görüşü savunanların başında İmam Nevevî,2211 Râgıb el-Isfahânî,2212 İbn Hazm ve daha başkaları gelir. İbn Hazm bu hususta şöyle der: “Cuma ismi İslâmî bir isim olup, İslâm’dan evvel câhiliyye devrinde bu isim kullanılmıyordu. Câhiliyye döneminde Araplar bu güne sadece “Yevmü’l-Arûbe” diyorlardı. İslâmiyyet devrinde o gün insanlar namaz için bir araya toplandıklarından bu güne Cuma ismi verilmiştir.”2213
Bir görüşe göre de bu güne Cuma ismini verenler, bizatihi Medineli müslümanlardır. Nitekim Abdürrezzak b. Hemâm es-San’ânî ve daha başkalarının sahih bir senedle İbn Sîrin’den rivâyet ettikleri şu haber, bu görüşü teyit etmektedir. İbn Sîrin demiştir ki; “Medine halkı, Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret ederek gelmezden ve Cuma âyeti nâzil olmazdan önce Cuma namazı kılıyorlardı. Bugüne Cuma ismini verenler de, işte bu Medine’li ensardır. Ensar dediler ki; ‘Yahûdilerin her yedi günde bir toplanıp ibâdet ettikleri husûsî bir günleri vardır. Hıristiyanların da öyle. Haydi biz de kendimize, toplanıp Allah’ı zikretmek, namaz kılmak ve Allah’a şükretmek için bir gün tahsis edelim.’ Sonra şöyle dediler: ‘Cumartesi günü yahûdilerin, pazar günü hıristiyanlarındır. Öyleyse siz bunu Arûbe günü yapın’. Onlar Cuma gününe, ‘Yevmü’l-Arûbe’ diyorlardı. Nihâyet Ensar Es’ad b. Zürâre’nin etrafında toplandılar. O da, o gün onlara iki rekât namaz kıldırdı ve kendilerine va’z u nasihatta bulundu.
Onun başında toplandıkları bu günün ismini Cuma koydular.2214 İbn Sîrin’den gelen bu mürsel haberi sahih bir senedle mevkuf olarak İbn Ebî Hatim de tahriç etmiştir.
Bu görüş esas kabul edildiği takdirde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hicret esnâsında Küba’dan ayrıldıktan sonra Ranûna denilen yerde ilk Cuma namazını kılmaları ve daha sonra vahyin bu mâhiyete uygun olarak gelmesi, Medineli müslümanların
2209] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/379; İmam Şâfiî, el-Ümm, 1/189; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi'l-Kur'an, 18/64; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, 28/100; Mecmûatün Minettefâsir, 6/260 ; M. A. Sâbunî, Revâiu'l- Beyân, 2/570
2210] İbn Hacer, A.g.e., 2/411; Kurtubî, A.g.e., 18/97; Âlûsî, A.g.e., 28/99
2211] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/379
2212] Râgıb el-Isfahânî, Müfredâtü Elfâzil-Kur'an, II. Baskı, 1992, Beyrut, s. 202
2213] İbn Hazm, el-Muhallâ, Darulfikr, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. yok, 550
2214] Abdürrezzak b. Hemâm es-San'ânî, el-Musannef, 3/159-160; İbn Hacer, A.g.e., 2/414; İbn Hacer, et-Telhisü'l-Habîr, 4/517
CUM’A NAMAZI
- 477 -
hem bu haftalık ibâdetlerini, hem de bu ibâdet için Cuma gününü seçmedeki ictihadlarını tasvip etmiş olması anlamına gelir.
İbn Hacer: “Bu haber, her ne kadar mürsel olsa da onun, Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce’nin tahriç ettiği; İbn Huzeyme ve birçoklarının sahih saydığı güzel bir isnadla rivâyet olunan şahidi vardır. İbn Şîrînin mürseli, bu sahâbîlerin Cuma gününü ictihadla seçtiklerine delâlet ediyor. Fakat bu durum, o günü Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahiy yoluyla bilmesine ve onlara bildirmiş olmasına engel teşkil etmez2215 diyerek, İbn Şîrînin yukarıdaki haberine son derece mâkul bir bakış açısı getirmekte ve haklı olarak bu görüşü fazla isâbetli görmemektedir. Nasıl isâbetli olsun ki, ensarın kendi kafalarına göre daha önce farz olan öğle namazını terkedip onu iki rekât Cuma namazıyla değiştirmelerine şeriat müsaade eder mi?
Birkısım ulemâ ise, bugüne Cuma isminin verilmesinin insanların o günü toplantı ve ibâdet günü olarak seçmeleri nedeniyle olmayıp mahlûkatın yaratılışı bugünde kemâle erdiği için, Şârî’ tarafından bu şekilde isimlendirildiği görüşüne sahip olmuştur. Bu görüşü Ebû Huzeyfe en-Neccârî, “el- Mübtedâ” adlı eserinde zayıf bir senedle İbn Abbas’dan nakletmiştir.2216 İbn Kesîr de bu görüşü müdâfaa ederek: “Eski dilde Cuma gününe ‘Yevmü’l-Arûbe’ denirdi. Bizden önceki ümmetlerin bugünde ibâdetle emrolunup da daha sonra o günü unutarak zâyî ettikleri sâbittir. Yahûdiler hiçbir yaratılışın vuku bulmadığı Cumartesi gününü, Hıristiyanlar kendisinde yaratılışın başladığı pazar gününü seçtiler. Allah Teâlâ bu ümmet için, kendisinde yaratılışın kemâle erdiği Cuma gününü seçti2217 demektedir.
Bir başka görüşe göre de, bugüne Cuma denilmesinin nedeni Hz. Âdem’in hilkatinin o günde tamamlanmış olmasıdır. Selmân-ı Fârisî’den (r.a.) gelen şu hadis bu görüşü teyid etmektedir. Selmân (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ey Selmân! Cuma gününün ne olduğunu bilirmisin?” diye sordular. Ben: ‘Allah ve Rasûlü bilir’ dedim. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Cuma gününe ancak, Allah, Âdem’in hilkatini o günde cem ettiği için Cuma adı verilmiştir” buyurdular.2218
Bu hadisi, Ahmed bin Hanbel, İbn Huzeyme ve daha başkaları rivâyet etmiştir. Bu hadisin İbn Abbas (r.a.) ve Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyet edilen şâhidleri de bulunmaktadır. Onu da İbn Ebî Hâtim kuvvetli bir senedle mevkuf olarak rivâyet etmiştir.2219 İbn Abbas (r.a.) demiştir ki: “Bu güne Cuma isminin verilmesi, Allah Teâlâ’nın, Âdem’in bütün âzâsını bu günde halk edip bir araya getirdiği içindir.” Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyet olunduğuna göre de Hz. Peygamber’e Cuma gününe bu ismin niçin verildiği sorulmuş, Rasûlullah (s.a.s.) de: “Çünkü babanız Âdem’in hamuruna bugün şekil verildi. Kıyâmet bugün kopacak, diriliş bugün vuku bulacak, büyük yakalanış bugünde olacaktır.”2220 buyurmuştur.
Bu haberlerin işaret ettiği görüş, bu husustaki görüşlerin en sahîhidir.
2215] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 2/414
2216] İbn Hacer, A.g.e., 2/411
2217] İbn Kesir, Tefsiru Kur'ani'l-Azîm, Kahraman Yay. İstanbul, 1984, 8/145
2218] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/311; Suyûtî’nin beyânına göre bu hadisi Saîd b. Mansûr, Nesâî, Taberânî ve İbn Mürdeveyh de rivâyet etmiştir. Bk. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 6 /216
2219] İbn Hacer, A.g.e., 2/411
2220] Ahmed bin Hanbel, A.g.e., 2/311
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dolayısıyla İbn Sîrîn’in bildirdiği şekilde Medine’li müslümanların Cuma gününe mahsûsen kıldıkları Cuma namazı ve bugüne Cuma ismini vermeleri kendi ictihadlarıyla değil, bizzat Rasûlullah’ın (s.a.s.) beyân ve işaretiyle olmuştur. İbn Sîrîn’in, bu güne Cuma ismini verenler Medineli müslümanlardır, şeklindeki haberi sahih olmakla beraber, onların bu isimlendirmeleri sadece ma’lûmu îlâmdan ibarettir. Yani onlar, Rasûlullah’tan öğrendiklerini îlan etmişlerdir. Nitekim Dârakutnî’nin Muğîre b. Abdirrahman’dan rivâyetine göre İbn Abbas’ın şu ifâdeleri bunu teyit etmektedir: “Peygamber (s.a.s.) hicret etmeden önce Cuma namazına izin verdi. Fakat kendisi Mekke’de iken Cuma kılmaya muktedir değildi. Bu sebeple Mus’ab b. Umeyr’e mektup yazarak: ‘Yahûdilerin Zebur’u aşikâre okudukları güne bakın! Siz de kadınlarınızı ve çocuklarınızı toplayın. Cuma günü zeval vaktinde gün yarıdan meyledince iki rekât namazla Allah’a yaklaşın.’ buyurdu”.2221 Görüldüğü gibi, bu hadisde Cuma günü açıkça zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu güne Cuma isminin verilmesi sahâbenin kendi ictihadı ya da başkalarının isimlendirmesiyle değil, Rasûlullah’ın (s.a.s.) tâlimiyle olmuştur. Zâten vahiy nâzil olup dururken ve Rasûlullah (s.a.s.) aralarında iken sahâbenin kendiliklerinden böyle bir işe teşebbüs etmeyecekleri açık bir şeydir. Bizden önceki ümmetler de Cuma gününde ibâdetle memur olup onu zâyî ettiklerinden Rasûlullah (s.a.s.) vahy-i İlâhî ile bu günü biliyordu. Dolayısıyla onu ashâbına bildirdi ve kendisi Mekke’de olduğu halde Medine’li müslümanlara, durumları buna müsait olduğu için o günde Cuma kılmalarını emretti. Onlar da bunu îlan ettiler.
Nitekim Müslim bu hususu Abdurrezzak tarîkiyle Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivâyet etmiştir. “Bizler en son gelenleriz, ama kıyâmet gününde herkesi geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki, onlara bizden önce, bize ise onlardan sonra kitap verildi. İşte bugün onlara farz kılınıp da, hakkında ihtilâfa düştükleri gündür. Allah bizi bugüne hidâyet buyurdu. Dolayısıyla bu hususta onlar bize tâbidir.”2222
Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Cuma gününü ta’zîm etmek bize emredildiği gibi, yahûdî ve hıristiyanlara da emredilmiştir. Müslim şârihlerinden Übbî’nin (ö.827) beyânına göre Mûsâ (a.s.), yahûdilere ibâdet günü olarak Cuma gününü tâyîn etmiş ve onun son derece fazîletli bir gün olduğunu kendilerine haber vermiştir. Fakat yahûdîler: “Cumartesi günü daha faziletlidir.” diye itirazda bulunmuşlar, bunun üzerine Allah Teâlâ da Hz. Mûsâ’ya, onları tercih ettikleri günle başbaşa bırak diye vahyetmiştir. İbn Ebî Hatim, Süddî’den bu mânâda bir de hadis nakletmiştir.2223
Kastallânî bu hususta şunları kaydetmektedir: “Zâhire bakılırsa, Hz. Mûsâ Cuma gününü yahûdilere ibâdet günü tâyin etmiştir. Çünkü hadisin siyakı (söz dizimi) o günü bıraktıkları için yahûdilerin zemmedildiğine delâlet ediyor. Dolayısıyla o günü onlara tâyin etmiş olması icap eder. Zira tâyin etmeyerek ibâdet gününü seçmeyi onların ictihadına bırakmış olsaydı, yahûdilere muayyen olmayan bir günü ta’zîm etmeleri lâzım gelirdi, ictihadları ile onlar da bu günün Cumartesi yahut pazar olduğunu tâyin edince, o günde ibâdet etmeleri günah olmamak lâzım gelirdi. Çünkü müctehidin ictihadı sâyesinde ulaştığı netice ile amel etmesi gerekir. Nitekim hadiste “İşte onlara farz kılınan gün budur! Onlar bu
2221] Dârâkutnî’den naklen İbn Hacer, et-Telhis, Daru’l-fikr, tarihsiz, 4/517
2222] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî., 2/412; Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/392
2223] Bu konuda Bk. Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, 1980, İstanbul, 4/501 vd.
CUM’A NAMAZI
- 479 -
gün hakkında ihtilâfa düştüler.” buyurulmuş olması buna şâhittir. Bundan anlaşılıyor ki Cuma gününü topluca ta’zîm ve bu güne mahsûsen kılınan namaz bize emredildiği gibi, bizden öncekilere de emredilmiştir.2224
Netice itibariyle Arûbe Günü’nün Cuma günü’ne tebdîl edilmesi, ne insanlar bu günde etrafında toplandıkları için Kâ’ab b. Lüey veya Kusay b. Kilâb’ın isimlendirmelerine ve ne de bu günde namaz için bir araya gelmeleri sebebiyle Medineli Ensârın ictihadına dayalıdır. Bilâkis bu isimledirme Peygamber’in (s.a.s.) vahye müstenid olan ictihâdıyla sâbut olmuş, Medineliler de Rasûlullah’tan (s.a.s.) öğrenerek bu ismi îlan etmişlerdir. Zira Cuma namazının farz kılınması, Medineliler toplanıp bu namazı kıldıkları için değil, aksine onlar bu namaz kendilerine emredildiği için bu emir gereği toplanmışlardır. Medineli Ensarın aralarında geçen “yahûdilerin her yedi günde bir toplanıp ibâdet ettikleri husûsî bir günleri vardır. Hıristiyanların da öyle. Haydi biz de kendimize, toplanıp Allah’ı zikretmek, namaz kılmak ve Allah’a şükretmek için bir gün tahsis edelim” şeklindeki konuşma, belki tamamının raslantı olarak gündeme getirdikleri bir konuşma şekli olmayıp, tersine meselenin şuuruna vâkıf olanların, Medine gibi henüz toplu ve alenî ibâdetlere âşinâ olmayan bir toplumda böyle bir ibâdete hazır olmayanları bu aksiyona hazırlamak için stratejik bir tavır olsa gerektir. Zira ne de olsa Medine o sırada henüz bir küfür diyârı idi ve bu dine yeni girenler toplumdan gelebilecek şiddetli tepkileri dikkate alarak böyle bir hareketten çekinebilirlerdi. Dolayısıyla Ensâr, aralarında bu dine yeni giren Medinelilerin rekabet duygusunu harekete geçirerek Rasûlullah’tan (s.a.s.) aldıkları bu emri onlara bu şekilde uygun bir lisanla anlatıp tatbîkata koyma yoluna da gitmiş olabilir. Yoksa İslâm’ın bu derece evrensel ve hayatî öneme hâiz bir ibâdetinin menşeini, ensârın tamamen raslantı sonucu ortaya atıp aksiyona dönüştürdükleri bir düşüncede aramak mümkün değildir.
Cuma sûresi için “Toplantı sûresi” Cuma namazı için de “Toplantı namazı” hatta “Toplantı günü namazı2225 diyenler vardır. Bu tabirler hem yanlış, hem de İslâmî teşrî’in rûhuna tamamen aykırıdır. Zira sunduğumuz belgelerden de anlaşılacağı üzere, bu çevrelerin indî ve yüzeysel mütâlaalara dayanarak iddia ettikleri gibi, Cuma namazı toplantı namazı veya toplantı günü namazı değil; bilâkis Cuma günü, bu güne mahsûsen farz olan namaz sebebiyle insanların kendisinde toplanmak mecbûriyyetinde oldukları bir gündür. Dikkat edilirse bu ikisi arasındaki fark gâyet açıktır. Zira birincide hikmet, namaza vesîle olan toplantı veya toplantı gününe, diğerinde ise, toplantıya veya toplantı gününe vâsıta olan namaza atfedilmektedir. Başka bir tâbirle birinde insanlar toplandıkları için namaz emrediliyor, diğerinde ise namaz emredildiği için insanlar toplanıyorlar. Akıl ve şerîat böyle bir namazın, insanlar toplandığı için farz kılındığını değil, namaz farz kılındığı ve bu namaza çağrıldıkları için insanların toplandığını söylüyor. Çünkü Cuma namazı, öğle namazından müstakil olarak ilk defa o andan itibaren farz kılınan bir namaz olmayıp aksine daha önce mevcut olan öğle namazının, hutbe sebebiyle kısaltılmış şeklinden ibarettir. Nitekim Hz. Âişe ile Hz. Ömer’in: “Cuma namazı hutbe sebebiyle kısaltılmış (öğle namazı)dır.” şeklindeki mevkuf haberi, Saîd b. Müseyyeb, Mekhûl, Tâvüs, Hasan Basrî ve daha başka
2224] Ahmed Davudoğlu, A.g.e., 4/501 vd.
2225] E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, 1993, Anlam Y., Ankara, s. 360 vd.
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
selef âlimlerinin “Cuma namazı dört rekât idi, hutbe sebebiyle kısaltıldı.”2226 tarzındaki maktu haberleri bu hususu teyid etmektedir.
Hanefî âlimlerinden Kâsânî’nin açıklamasına göre, “İmam Şâfiî, ‘Cuma namazı nâkıs bir öğle namazıdır’ derken, seleften gelen bu haberleri delil getirmiştir.2227 Kezâ İmam Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf da bu konuyla ilgili olarak: “Cuma günü vaktin farzı, bizatihî öğle namazıdır. Lâkin imkân nisbetinde bu iki delille amel etmiş olmak için Cuma namazı sebebiyle öğlenin terkedilmesi emredilir. Bundan ötürü Cuma namazının fevt edilmesinden ve vaktin çıkmasından sonra öğle namazını kaza etmek vâcib olur. Kaza ise edâdan bedeldir. Bu da vaktin farzı hususunda öğle namazının bizatihî asıl olduğunu gösterir. Yoksa dört rekâtin, iki rekâttan bedel olması imkânsızdır2228 demişlerdir. Nitekim Cumhûr-ı ulemânın görüşü de budur.2229
Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki bu namaz, insanların bir araya gelerek kendi arzularına göre Cuma namazı kılmalarından veya o günde toplanmış olmalarından ötürü meşrû kılınmış bir namaz değildir. Aksine hutbe sebebiyle üzerinde ta’dilat yapılarak kısaltılmış bir öğle namazıdır. Her iki namazın vakitlerinin aynı olması bunun en açık delilidir. Kur’an sûrelerin isimlendinlmesindeki teâmüle riâyet edilerek sûre’ye de kendisinde bu namazdan bahsedildiği için “Cuma sûresi” ismi verilmiştir.
Cuma Sûresi ve Cuma Âyetinin Nüzûlü
Cuma sûresinin dokuzuncu âyetini teşkil eden “Ey iman edenler! Cuma günü namaza nidâ edildiği (ezan okunduğu) zaman hemen Allah’ı zikre/anmaya gidin. Alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”2230 mealindeki âyet, yukarıda işaret edildiği gibi Cuma namazı ile ilgili hükümleri beyân ettiğinden ötürü Cuma âyeti diye meşhur olmuştur. Bu âyetin içerisinde yer aldığı sûreye de âyette geçen Cuma lafzından dolayı Cuma sûresi ismi verilmiştir. İbn Yesâr hâriç bütün âlimlere göre sûrenin tamâmı Medine’de nâzil olmuştur. İbn Yesâr, sûrenin Mekke’de nâzil olduğunu iddia etmişse de, Buhârî ve daha başka muhaddislerin rivâyetlerinde sâbit olduğu gibi, sahih olan görüş Medine’de nâzil olduğu görüşüdür.
Sûrenin ilk sekiz âyeti hicretin 7. yılında muhtemelen Hayber fethi esnâsında yahut ondan bir müddet sonra nâzil olmuştur. Buhârî, Müslim, Tirmîzî, Nesâî ve İbn Cerîr’in Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyetlerine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: “Cuma Sûresi nâzil olduğu zaman biz Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında oturuyorduk. Sûre inince Peygamber (s.a.s.) onu okudu. Nihâyet: “ve onlara katılmamış olanlar” kavline gelince bir adam kendisine “Bize katılmayanlar kimlerdir yâ Rasûlallah?” dedi.2231 Buhârî’nin rivâyetinde ise Ebû Hureyre “Ben: ‘Bize katılmayanlar kimlerdir yâ Rasûlullah?’ dedim’ diyerek suâli soranın kendisi olduğunu belirtiyor.2232
2226] Abdürrezzak, Musannef, 3/171, 230; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/31; Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 3/446; Kâsânî, Bedâyi, 1/266
2227] Kâsânî, A.g.e, 1/257
2228] Kâsânî, A.g.e., 1/2
2229] Cassas, Ahkâmu’l-Kur'an, 3/446; Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, 1/266
2230] 62/Cuma, 9
2231] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 8/510; Tirmîzî, Sünen-i Tirmîzî, 5385-386
2232] İbn Hacer, A.g,e., 8/510
CUM’A NAMAZI
- 481 -
Ebû Hureyre, Hudeybiye Müsâlehasından sonra ve Hayber’in fethinden önce müslüman olmuştur. Hayber ise İbn Hişâm’a göre Hicrî 7. senenin Muharrem, İbn Sa’d’a göre cemâziyelevvel ayında fetholunmuştur. Böylece sûrenin ilk sekiz âyetinin hicretin 7. yılında nâzil olduğu kesinlik kazanmış oluyor.
Bu sekiz âyeti tâkibeden son üç âyet ise, hicretten kısa bir süre sonra nâzil olmuştur. Zira Rasûlullah (s.a.s.) Medine’ye gelişinin beşinci günü Cuma namazı kılmış ve Cuma namazı için hutbe okunurken meydana gelen bir olay üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Câbir b. Abdillah’dan (r.a.) rivâyete göre bu olay şu şekilde cereyan etmiştir. Câbir der ki: “Bir Cuma günü peygamber (s.a.s.) ayakta hutbe îrâd ederken Medine’ye bir kervan geliverdi. Rasûlullah’ın ashâbı, hemen ona doğru sökün ettiler. Neticede yanında on iki kişiden başka kimse kalmadı. Kalanlar içerisinde Ebû Bekir ile Ömer de vardı. Bunun üzerine Cuma sûresindeki şu âyetler nâzil oldu: “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için nidâ edildiği zaman hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından (rızık) arayın. Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz. Onlar bir ticâret ve eğlence gördükleri vakit seni ayakta bırakarak ona koşuştular. De ki, Allah katında olan, eğlenceden de ticâretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin hayırlısıdır.” 2233
Buhârî, Müslim ve daha başka muhaddislerin muhtelif sahâbîlerden rivâyet ettikleri bu haber, söz konusu âyetlerin Medine’de nâzil olduğunun açık delilidir. Bu rivâyetler yukarıda geçen Ebû Hureyre hadisiyle birlikte mütâlâa edildiğinde, Cuma sûresinin tamamının Medine’de nâzil olduğunda hiç bir şüphe kalmamış olur. Zira bunların aksini gösteren sahih bir haber muvcut değildir.
Bu hususu bu şekilde beyân ettikten sonra, sırası gelmişken Cuma âyetinin içerdiği hüküm ve kavramlardan da kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Zira Cuma âyeti sadece Cuma namazını farz kılmakla kalmayıp aynı zamanda nidâ, zikrullah, sa’y ve bey’ gibi taşıdığı birkısım kavramlarla namazla alâkalı veya namazın dışında kalan bazı hususlara da temas etmektedir. Şimdi âyet-i kerîme’deki tertîbe uygun olarak sırasıyla bu kavramlarla ne kastedildiği ve hangi hukukî sonuçları ihtivâ ettiğini görmeye çalışalım:
a) Cuma Âyetindeki Nidâ’dan Kasıt Nedir?
Nidâ kelimesi sözlükte; çağırmak, dâvet etmek, seslenmek, ses vermek ve daha başka mânâlara gelir. Istılahta ise mâlum lafızlarla okunan ezan kastedilir. Tabiî burada bizi ilgilendiren bu kelime ve kavramın etimolojik yapısı ya da lügat mânâsı değil, bu kavramın ifade ettiği çağrının tatbikatına ilişkin keyfiyettir. Zira Türkiye gibi İslâm dünyasının birçok beldelerinde, geleneksel olarak uygulanageldiği şekliyle, Cuma günleri, Cuma namazı için biri minarelerde, diğeri hatip minbere çıkıp oturduğu zaman onun huzurunda olmak üzere iki ayrı ezan okunmaktadır. İslâm’ı, Kur’ân ve sünnete uygun olarak yaşamaktan daha ziyade, Kur’ân ve sünnete uyup uymadığına bakmadan geleneksel kültür mîrasına bağlı kalarak yaşamaya çalışan avam halk da bunun, Kur’ân ve sünnetin kesin talimatı olduğunu zannetmektedir.
Aslında hemen hemen dinin her alanında kendini hissettiren bu geleneksel İslâm anlayışı, sadece avam halk kitlelerini tesiri altına almakla kalmayıp müftü,
2233] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Nevevî, A.g.e., 6/399 vd. Tirmîzî, A.g.e, 5386; 62/Cum’a, 9-11
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vâiz, imam ve hattâ kimi ilâhiyatçılar gibi aydın veya yarı aydın kitle üzerinde dahi hayli etkili olmuştur. Meselâ, diğerleri bir yana, belli çevrelerce çağdaş, aydın ve gerçek din âlimi olarak kabul gören, rastladığım bazı televizyon programlarında “ben, dini bilirim” diyerek bu alanda oldukça iddialı görünen Y. Nuri Öztürk gibi birisi bile, ısrarla Kur’an’daki İslâm’ı savunmasına rağmen, gördüğüm kadarıyla henüz bu geleneksel din anlayışından kurtulabilmiş değildir. Evet, sürekli olarak Kur’an’daki İslâm temasını işleyen ve bu maksatla “Kur’an’daki İslâm” adıyla bir de eser kaleme alan Yaşar Nuri Öztürk, bu geleneksel din kültürünün ne kadar tesirinde kaldığını hem de adı geçen eserinde şu cümleleriyle ortaya koyar: “Muhammedî Cuma şöyle icrâ edilir: Ezan okunur, hazırlanmış olan mü’minler mâbedi doldurur. Çeşitli sebeplerle gecikebileceklerin yetişmesine imkân vermek için 4 rekâtlik bir tatavvu kılınabilir. Tüm tatavvu namazları mescid dışında kılan Hz. Peygamber’in yalnız Cuma vaktinde farzdan önce 4 rekât tatavvuu câmide kıldığını görmekteyiz.(!) Bunun hikmeti mutlaka toplu halde kılınacak olan Cuma namazına herkesin rahatça yetişmesine imkân sağlamaktır. Hutbeden önce iç ezan okunur. Bu ezan, normal ezanla kamet arası bir uzunlukta ve ses tonunda olmalıdır. Sahrada ezan okur gibi iç ezan okumak sünnete aykırıdır. Mâbed, ses gösterisi yeri değildir.2234
Bir önceki sayfada: “Farzın doğmasını geleneksel fıkıh kitaplarının sıraladığı kayıtlara bağlamanın Kur’anla bir ilgisi yoktur. Bunlar siyasal perspektiflerin ürünüdür.” diyen sayın yazar, bu tesbitleri neye dayanarak yaptı acaba!? Şâyet oturup çağdaş kafayla ictihad yaparak birtakım istinbatlarda bulunduysa, bu istinbatları hangi âyetlerden çıkardı? Sünnetten ve hadisle ilgili rivâyetlerden istinbat ettiyse, bunun delilleri nerede, doğrusu merak ediyoruz. Maalesef birkaç cümle ile ortaya koyduğu bu bir yığın tesbitin, sözünü ettiği geleneksel fıkıh kitaplarından başka yerde hiçbir mesnedi yoktur. Zira ne Kur’an’da, ne Hz. Peygamber’in etrafında toplanan rivâyetlerde ve ne de Hz. Osman hâriç, ilk üç halifeye ait uygulamalarda yazarın ifade ettiği şekilde “Muhammedî bir Cuma namazı”na rastlamak mümkün değildir. İleride delilleriyle isbat edileceği üzere Rasûlullah’ın (s.a.s.) hutbeden ve Cuma namazından önce mescidin içinde tatavvu olarak bir namaz kıldığı sâbit değildir. Peygamber (s.a.s.) Cuma günü, Cuma namazını kıldırmak üzere mescide girdiği zaman hiçbir amelle meşgul olmadan doğruca minbere çıkar otururdu. Müezzin ezanı bitirince de hutbeye başlardı. Ayrıca Peygamber zamanında hutbeden önce iç ezan diye bir ezan mevzû bahis değildi. O halde ses tonunu bile tanımladığı bu iç ezan Peygamber’in hangi sünneti oluyor? Diğer bir ifadeyle, bu tarifin dışında kalan ezan kimin hangi sünnetine aykırı düşüyor?
Görülüyor ki, avam halk şöyle dursun, fıkıh kitaplarında nakledilen söz konusu geleneksel din anlayışına karşı özellikle “Kur’an’daki İslâm”ı savunan bu çağdaş yazarımız bile, bu menfî anlayışın tesirinden kurtulabilmiş değildir.
O halde Allahu Teâlâ’mn “Ey iman edenler! Cuma günü namaza nidâ edildiği zaman hemen Allah’ı zikre/anmaya gidin. Alış-verişi bırakın”2235 âyetiyle kasdettiği ve Cuma namazının farzına muhâtap olan kimselerin işittikleri zaman alış-verişi bırakarak Allah’ı anmaya koşmalarını farz kılan ezan, gelenek olarak okunmakta
2234] Y. Nuri Öztürk, Kur'an’daki İslâm, Yeni Boyut Y., V. Baskı, 1993, İstanbul, s. 516
2235] 62/Cum’a, 9
CUM’A NAMAZI
- 483 -
olan bu iki ezandan hangisidir? Yani, mezkûr âyete göre, Allah’ı anmaya koşulması ve alış-verişin terkedilmesi minarede okunan ilk ezanla mı, yoksa hatibin huzurunda okunan ikinci ezanla mı farz olacaktır? Diğer bir soru şekliyle okunan bu ezanların her ikisi de sayın Y. Nuri Öztürk’ün ifade ettiği ve avam halkın bildiği gibi meşrû bir sünnet midir?
Kuşkusuz, bu sorunun cevabını Kur’ân-ı Kerîm’de bulmamız mümkün değildir. Zira, Kur’ân-ı Kerîm, tıpkı namazda olduğu gibi, ezandan da mücmel olarak bahsetmekte ve bu hususta hiç bir ayrıntıya yer vermemektedir. Dolayısıyla bu sorunun cevabını, Peygamber’in (s.a.s.) ve râşit halîfelerinin uygulamasında aramamız îcâbeder. Zira, Allah Teâlâ mücmel olarak indirdiği hükümlerin beyân ve tatbikini Rasûlüne havâle etmiştir. Tebliğ ve beyânla mükellef olan Rasûlullah (s.a.s.) de, söz konusu bu hükümleri hem sözlü, hem de fiilî olarak beyân ve tatbik etmiş, bizden de, kendisinden aynen alıp kabul etmemizi istemiştir. Nitekim “Beni nasıl namaz kılar halde gördünüzse siz de öylece kılınız ve kıldırınız.”2236 buyurması buna delildir. Ezan, namaz vaktini îlân ve ona dâvet olması münâsebetiyle Rasûlullah’ın (s.a.s.) namaza dâhil bir sünnetidir. Dolayısıyla da bu hadisin muhtevâsı dışında kalamaz. O halde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cuma namazı için tatbik ettiği ezan şekli ne ise, Allah Teâlâ’nın Cuma âyetindeki nidâden kastı da o olacaktır. Zira Allah’ın maksadını, vahyine muhâtap olan Peygamber’den (s.a.s.) başkasının lâyıkıyla bilip uygulaması mümkün değildir.
Aslında bu mevzûda, önce âyet-i kerîmenin nâzil olup, sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) onu beyanından değil, Peygamber’in (s.a.s.) meşrû kılıp âyetin onu tasvîb ve tasdikinden bahsedilmesi daha doğru olur. Zira Cuma namazı da dâhil tüm namazlar için ezan, hakkında herhangi bir vahiy nâzil olmadan önce ashâbıyla istişâre ettikten sonra Rasûlullah tarafından meşrû kılınmış, daha sonra buna işaret eden âyet nâzil olmuştur.
Şu halde Cuma âyetinde kastedilen ve okunduğu zaman alış-verişi bırakıp namaza koşulması farz olan ezan, Peygamber’in (s.a.s.) Cuma namazı için meşrû kıldığı ezandır. Bu durumda Peygamber’in (s.a.s.) Cuma namazı için meşrû kıldığı ve kendisi hayatta iken Cuma günleri okunan ezanın tatbîk şeklini tesbit ettiğimiz zaman, âyette kastedilen ezanı da, sünnet olan ezanı da tesbit etmiş oluruz.
Sahîh ve güvenilir kaynakların beyânına göre, Peygamber (s.a.s.) ile, ilk iki halîfe zamanında Cuma günü namaz vaktini îlân ve ona dâvet için bir tek ezan okunuyordu. Bu ezan ise, imam minbere çıkıp oturduğu zaman, mescidin kapısında okunurdu.2237 Nihâyet Osman (r.a.) halîfe olunca, ikinci ezanı ilâve etmiştir.
Buhârî ve daha başkalarının kendisinden rivâyetlerine göre, Sâib b. Yezîd (r.a.) şöyle demiştir: “Cuma günü okunan ezanın ilki, Peygamber ile Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunurdu. Nihâyet Osman halîfe olup Medine’de insanlar çoğaldığı zaman, zevrâ üzerinde okunan üçüncü nidâyı ilâve etti.2238
2236] Buhârî, Ezan 18; Dârimî, Sünen-i Dârimî, Salât 43; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 553
2237] Abdürrezzak, Musannef, 3/205; İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/457; Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebî Dâvûd, 1/285
2238] İbn Hacer, A.g.e., 2/457; Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebî Dâvûd, 1/285; Nesâî, Sünen, 1/207; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/450; İbn Mâce, Sünen, 1/180; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/129
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Dâvud’un rivâyetine göre ise, Sâib şunları söylemiştir: “Cuma günü okunan ezan, Rasûlullah, Ebû Bekr ve Ömer zamanlarında, onlar minbere çıkıp oturdukları zaman mescidin kapısında okunuyordu.”2239 Hadiste üçüncü ezan denilmesi, kamet de ezan sayıldığı içindir.
Kezâ Abdürrazzâk b. Hemmâm’ın Mekhul ve Ata b. Ebî Rabâh’tan mürsel olarak naklettiği haberler de bu iki rivâyeti teyit etmektedir.2240
Bu haberler açıkça gösteriyor ki, Paygamber’in (s.a.s.) sünnetinde, Cuma namazına dâvet amacıyla bir tek ezan okunuyordu. Bu ezan, hatip minbere çıkıp oturduğu zaman, mescidin kapısı önünde okunurdu. O halde Allah Teâlâ’nın, Cuma âyetinde kasdettiği ve işitildiği andan itibaren Allah’ı anmaya koşulması ve alış-verişin terkedilmesi farz olan ezan, Peygamber (s.a.s.) ile ilk iki halîfe zamanlarında okunan bu ezandır.
Allah’ın dini tamam olup Peygamber (s.a.s.) vefat ettikten ve vahiy kesildikten sonra, Hz. Osman tarafından ihdas edilen bu ikinci ve pratikte ilk okunan ezanın vahyin muhâtabı olması; buna tâbî olarak da birtakım hükümlerin sâbit olması, aklen de dinen de mümkün değildir.
Sahâbî dahi olsa, Peygamber’in (s.a.s.) dışında hiçbir kimsenin Allah’ın dininde herhangi bir ameli meşrû kılma veya mevcut bir hükmü kaldırma selâhiyyeti yoktur. Rasûlullah (s.a.s.); “Her kim bizim bu dinimizde olmayan bir şey ihdas ederse o şey merduttur.”2241 buyurmuştur. Hadisdeki “her kim” lafzı genel bir lafız olup sahâbî de dâhil herkese şâmildir. Ve Rasûlullah (s.a.s.) bu sözü söylerken o anda muhâtabı sahabîler idi.
O halde, Hz. Osman’ın, Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinde mevcut olmayan bu uygulamasının hükmü nedir?
Cassâs’ın ‘Ahkâmü’l Kur’ân’ adlı eserinde naklettiğine göre, selef âlimlerinden bir cemaat; imam minbere çıkmadan önce okunan ve Hz. Osman (r.a.) tarafından ihdas edilen bu ilk ezanı reddetmişlerdir.2242 Nitekim Vekî’ İbnu’l-Cerrâh, Hişâm b. el-Gâr’dan şöyle dediğini haber vermiştir: “Abdullah İbn Ömer: “Bu bir bid’attir. Her bid’at de dalâlettir. Velev ki, insanlar onu güzel görseler bile.”2243 derdi. Abdullah İbn Ömer’den (r.a.) gelen diğer bir rivâyete göre de o, şöyle demiştir: “Cuma günü meşrû olan ezan, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunan ezandır. Bundan önce okunan ezan ise, sonradan uydurulmuş bir bid’attir.”2244
Müfessir Âlûsî, Hz. Osman’ın bu uygulamasından bahsederken, hiçbir kaynak göstermeden, “insanlar bunu ayıplamazdı”2245 ifâdesini kullanmakta ise de bu rivâyetler ışığında ona hak vermek mümkün gözükmüyor. Bilindiği gibi, sahâbe Hz. Osman’ın bazı uygulamalarından ciddî şekilde rahatsız oluyor, ama İslâm toplumunun dirlik ve düzeninin bozulmaması için seslerini yükseltmiyorlardı. Dolayısıyla şâyet Hz. Osman’ın bu uygulamasına geniş tabanlı bir tepki meydana
2239] Ebû Dâvûd, A.g.e. 1/285
2240] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205-206
2241] Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdıye 17; Ahmed bin Hanbel, A.g.e., 6/270
2242] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 3/444
2243] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/48; Cassâs, A.g.e., 3/444
2244] İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/48
2245] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 14/98
CUM’A NAMAZI
- 485 -
gelmemiş ise, bunun birinci nedenini onların bu düşüncelerinde aramak gerekir. Yoksa Âlûsî’nin dediği gibi, “ayıplamadıklarından” ve bu uygulamanın devamını meşrû saydıklarından değildir. Nitekim Abdullah İbn Ömer’in (r.a.) bu açık tavrını bir istisnâ saysak bile, Hz. Osman’dan sonra iş başına gelen Hz. Ali (r.a.) ve daha sonrakilerin Cuma günü okunan ezan konusunda, Peygamber’in sünnetine dönüp Osman’ın (r.a.) icraatını terk etmeleri, bu işi diğer sahâbîlerin de tasvîp etmediklerini gösterir.
Ebû Bekir İbnu’l-Arabî, ‘Ahkâmü’l-Kur’ân’ında bu hususa işaret ederek şöyle der: “Peygamber zamanında, Peygamber (s.a.s.) minbere çıkıp oturduğu zaman bir kişi ezan okurdu. Ebû Bekir, Ömer ve Kûfe’de Ali de böyle yapardı. Osman ise, zevrâ’da okunan ezanı ilâve etti.”2246
Kezâ Emevîler’e karşı kıyam ederek Mekke’de hilâfetini îlân eden İbnu’z-Zübeyr (r.a.) da, kısa süren hilâfeti boyunca, Hz. Osman’ın bu geleneğine uymamıştır. Abdurrezzak’ın Amr b. Dinâr’dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Ben İbnü’z-Zübeyr’i (Cuma kıldırırken) gördüm. O minber üzerine çıkıp oturuncaya kadar ezan okunmuyordu. Onun zamanında bir tek ezan okunurdu.2247
Aynı şekilde tâbiûn neslinin de, Hz. Osman’ın bu uygulamasını tasvîp etmediklerini görüyoruz. Nitekim Mansur’dan rivâyet edildiğine göre, tâbiûn fakîhlerinden Hasan-ı Basrî (r.a.) şöyle demiştir: “Cuma günü okunan ilk ezan, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunan ezandır. Bundan önce okunan ezan, sonradan ihdas edilmiş bir bid’attir.”2248
Atâ b. Ebî Rabah’tan gelen bir habere göre, o da şöyle demiştir. “Geçmişte Cuma günü okunan ezan, bir taneydi, sonra da ikamet edilirdi. Bugün imam minbere çıkıp oturmadan önce okunan ilk ezan bâtıl bir şeydir.”2249 Kezâ benzer bir haberin Mekhul’den de nakledildiğini görüyoruz.2250
Bütün bu haberler gösteriyor ki Cuma günü okunan ilk ezan, selef âlimleri tarafından meşrû kabul edilmeyip açıkça bid’at sayılmıştır. Ancak bu son iki haberle öncekiler arasında dikkat edilmesi gereken ince bir nokta vardır. O da, tâbiûn ulemâsının bid’at saydığı bu uygulama ile İbn Ömer’in bid’at saydığı uygulama özde aynı olsa da vâkıada birbirinden farklı şeylerdir. Zira tâbiûn neslinin bid’at saydığı uygulamanın fâili bu defa Hz. Osman değil, uzun bir aradan sonra bunu ikinci kez ihdas edenlerdir. Bunlar ise saltanatçı Emevî sultanları ve valileridir. Nitekim Abdürrezzak ve daha başkalarının Amr b. Dinar’dan rivâyetine göre o, bu hususu beyân ederek şöyle demiştir: “Cuma günü okunan ilk ezanı ihdas eden Hz. Osman’dı. Osman (r.a.), Medine’de insanlar çoğalınca, bu ezanı ilâve etmişti. Bu ezan ise, zevrâ üzerinde okunurdu. Ama onu bizim beldelerimizde ilk defa ihdas eden Haccâc b. Yusuf olmuştur.”2251
Atâ da bu hususu teyid ederek şöyle der: “İmam minbere çıkıp oturmadan
2246] Ebû Bekir İbnu'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 4/1803
2247] Abdürrezzak, el-Musannef, 3/205
2248] İbn Ebî Şeybe, A.g-e., 2/48
2249] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205
2250] Abdürrezzak, A.g.e, 3/206
2251] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önce okunan ezan bâtıl bir şeydir. Onu ilk ihdas eden de Haccâc b. Yusuf tur.2252 Aynı şekilde İmam Fâkihânî kesin bir dille bu ezanı ilk ihdas edenin Mekke’de Haccâc, Basra’da ise Ziyâd b. Ebîhi olduğunu ifâde etmiştir.2253 İbn Hacer’in beyânına göre bu hususta en doğru tesbiti yapan Dâvûdî olmuştur. Ona göre, Hz. Osman ilâve ettiği ikinci ezanı, mescidden ayrı bir yerde “zevrâ” üzerinde okutmuştur. Nihâyet Emevî halîfelerinden Hişâm b. Abdilmelik zamanına gelindiği vakit Hişâm, imam minbere çıktığı zaman, huzurunda ezan okumak üzere bir müezzin tâyîn etmiş, böylece Cuma günü okunan ezan, bu günkü şekliyle ikametle beraber üçe çıkarılmıştır. Bu olay ise Hz. Osman’dan seksen sene sonra meydana gelmiştir.2254
Bu hususta Dâvûdî’ye ve onu destekleyen İbn Hacer’e katılmamak elde değildir. Zira Hz. Osman’ın başlattığı uygulama yukarıda da belirtildiği gibi, sadece kendi zamanına münhasır bir uygulama olarak kalmış, kendisinden sonra devam etmemiştir. Diğer taraftan Hz. Osman, ilâve ettiği bu ezanı, zevrâ denilen evinin üzerinde okutmuştur. Zevrâ ise Buhârî’nin Ebû Zerr’den ve İbn Huzeyme ile İbn Mâce’nin Zührî’den rivâyetlerine göre Medine çarşısında mescidden ayrı bir yerdir.2255 Nitekim Zührî’den rivâyete göre Sâib b. Yezîd şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’in sadece bir tek müezzini vardı. Bu müezzin Peygamber minbere çıktığı zaman (Mescidin kapısı önünde) ezan okur, indiği zaman da ikamet ederdi. Ebû Bekir ve Ömer zamanında da öyle idi. Osman halîfe olup insanlar çoğalınca Medine çarşısında zevrâ denilen bir evin üzerinde okunan üçüncü ezanı ilâve etti.2256
Şüphesiz Hz. Osman’ın bu ezanı ilâve etmedeki amacı, kendisi minbere çıkmadan önce çarşı ahâlîsine vaktin girdiğini haber vermekti. Bu da önemli olayları îlân etme hususunda Rasûlullah (s.a.s.)’in ezan okutma sünnetine uygun bir amel sayılır. Aynca Hz. Osman döneminde, mesciddeki uygulama peygamber ve ilk iki halîfenin zamanlarında olduğu şekliyle aynen devam etmiştir. Biri mescidin hâricinde, diğeri hatibin huzurunda ayrıca iki ezan okunduğu rivâyet edilmemiştir. Sadece Hz. Osman minbere çıkıp oturunca mescidin kapısında ezan okunmuştur. İkinci bir ihtimal olarak sahâbenin büyük çoğunluğu, Hz. Osman’a belki de bu sebeple karşı çıkmamışlardır.
Sonuç olarak bugün biri hatîbin huzurunda, diğeri mescidin dışında (minare vb. yerlerde) okunan ezan şeklinin Peygamber ve râşit halîfeler döneminde benzerini görmemiz mümkün değildir. Bu uygulama, bugünkü şekliyle Emevî sultanı Hişâm b. Abdülmelik ve diğer Emevî valilerine ait bir sünnettir(!) Naklettiğimiz haberlerden de anlaşılacağı gibi, Cuma günü ezan okuyan müezzinin makamının hatîbin karşısı olduğu anlayışı buradan geliyor.
Ezanın gayesi halkı namaza çağırmak ve vaktin girdiğini bildirmektir. Oysa ki mescidin içinde hazır olan cemaatin ve hatîbin huzurunda okunan ezanın, halkı namaza dâvet etmek ve vaktini bildirme hususunda hiç bir mânâsı yoktur. Dolayısıyla bu, Y. Nuri Öztürk’ün iddia ettiği gibi, sünnet olmak şöyle dursun hiç bir anlamı olmayan kuru bir taklitten ibarettir. Hem de zâlim Emevî sultanlarını!
2252] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205
2253] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/459
2254] İbn Hacer, A.g.e, 2/458
2255] İbn Hacer, A.g.e, 2/458
2256] İbn Hacer, A.g.e, 2/458; İbn Mâce, Sünen, 1/359
CUM’A NAMAZI
- 487 -
Hâl böyle olunca günümüzde böyle bir uygulamaya dindenmiş gibi devam edilmesi ve sünnette aslı varmış gibi mescidin içinde okunan bu ezan için sünnete uygun(!) tanımlar yapılması mânâsız bir şeydir. Sünnet olan; hatîp minbere çıkınca sadece bir tek ezanın mescidin önünde, tabiatıyla bu günkü şartlarda minare gibi yüksek bir yerden (Hoperlör vb. malzemeler yardımıyla) okunmasıdır. Tâ ki namaza henüz gelmemiş olanlar işitip gelsinler... Aksi halde hem bir taklîdin, insanlar tarafından din zannedilmesine, hem de ibâdetlerin kuru bir âdet haline gelmesine seyirci kalınmış olur.
Burada, halkın namaza yetişemeyeceğini iddia edenler çıkabilirse, bunlara sorarız: Hazır olan cemaatin ve hatibin huzurunda okunan ezanın buna faydası ne oluyor? Günümüzde mescidler çoğalmış, buralara minareler dikilip hoperlörler yerleştirilmiştir. Zaten saat yardımıyla vakti insanlar rahatlıkla tesbit edebilirler. Sonra Peygamber (s.a.s.) tarafından Cuma günü câmiye erken gelinmesi teşvik edilmiştir. Bu sebeple birinci ezanla yetinilmesi, bunun da hatip hutbe için minbere çıktığı zaman minare ve benzeri gibi yüksekçe yerlerde okunması Peygamber (s.a.s.) ile Râşit Halîfelerinin terkedilen bir sünnetini ihyâ edecektir. Aksi halde hiçbir faydası da bulunmayan bir bid’atin devamına -ve yukarıda olduğu gibi meselelerin temeline inmeyi âdet edinemeyen çağdaş âlimlerin bile onu sünnet(!) diye savunmalarına- izin verilmiş olur. Bu meselenin sorumluları ise, Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiği “Kim bizim bu işimize muhâlif olarak bir iş yaparsa, o iş merduttur.”2257 hadisi ile, “Kim de benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.”2258 hadislerindeki ikaza muhâtap olurlar.2259
b) Cuma Âyetindeki “Sa’y”in Mânâsı
Cuma âyetindeki teklifî hüküm taşıyan kavramlardan biri de “Fe’s’av ilâ zikrillâh” cümlesinde ifâdesini bulan “sa’y” masdarıdır. Zira “fe’s’av” ifâdesi “sa’y” masdarından türetilmiş bir emir kipidir. Arap dilinde “sa’y” masdarı ise; çalışmak, kasdetmek, niyet etmek, süratle gitmek, koşmak ve yürümek mânâlarına gelir. Kavramları değiştirmeden orijinal şekilleriyle aktardığımızda cümlenin anlamı “Zikrullah’a sa’yedin” demek olur. O zaman bu cümlede tahlil edilmesi ve açıklığa kavuşturulması gereken iki mücmel kavramla karşı karşıya bulunuyoruz, demektir: ‘Zikrullah’ ve ‘sa’y’ kavramları… Bu durumda zikrullah terkibinden ve sa’y masdarından maksat nedir? Yani bu hitapla nelerle mükellef oluyoruz? Zira bu ifâde emir sigasıyla kullanıldığı için üzerimize bir teklif yüklenmiş oluyor. “Sa’y” masdarı: Çalışmak, kasdetmek, niyet etmek, süratle gitmek, koşmak ve yürümek mânâlarına geldiğine göre, bu kavramı bundan sonra tahlil edeceğimiz “zikrullah” (A1lah’ı zikretme) kavramıyla birlikte düşündüğümüz zaman, Allah’ı zikre çalışmakla mı, Allah’ı zikre niyet veya kasdetmekle mi, yoksa ona koşarak veya yürüyerek gitmekle mi mükellef kılınıyoruz? Bu emir cümlesinde ne ile mükellef kılındığımızı doğru olarak tesbit edebilmemiz, bu kavramların cümlede hangi anlamlarıyla kullanıldığını doğru olarak tesbit etmemize bağlıdır. Bunu tesbit ettiğimiz zaman, âyetin mânâsını doğru olarak anlamış ve üzerimize terettüp eden emri eksiksiz bir şekilde yapmış oluruz. Burada meseleyi bu kadar irdelemeye gerek var mıdır? Kur’an tercemelerinde “koşun, diye
2257] Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdıye, 17; İbn Mâce, Mukaddime 3
2258] Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4
2259] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 128-138
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevrilmiş ya”; şeklinde bir itiraz gelebilir. Ama mesele o kadar basit değildir. Zira zikrullah’ı, ister namaz, isterse hutbe olarak düşünelim, ikisi de aynı zamanda ve aynı mahalde îfâ edilmekte ve namaza koşarak gitmek, şârî tarafından men edilmektedir. Dolayısıyla yapılan çeviriler bu amele gidiş şeklinin muhtevâsına aykırı düşmektedir. Sonra bizden önce geçen selef ulemâsı da, Kur’an ve sünnetin ruhuna bizden daha ziyâde vâkıf oldukları halde bu mesele üzerinde ciddî şekilde kafa yormuşlardır. Öyleyse bu itiraz şekli geçerli değildir. O zaman “Zikrullah” kavramının tahlilini biraz sonraya bırakıp selef âlimlerinin görüşlerinden hareket ederek “sa’y” masdarının cümle içerisinde yukarıdaki anlamlarından hangisiyle birlikte kullanıldığını tahlil etmeye çalışalım:
Sahâbe ve tâbiûn âlimleri bu kavramın hangi mânâda kullanıldığı hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin en önemlileri şu dört noktada toplanmaktadır:
Birinci görüşe göre âyetteki “sa’y”dan maksat niyet etmektir. Buna göre âyetin mânâsı: “Namaza nidâ edildiği zaman hemen kalple niyet ederek Allah’ı anmaya gidiniz” olur. Bu görüş, Hasan-ı Basrî’den rivâyet edilmiştir. Nitekim o şöyle demiştir: “Vallahi bu sa’y ayaklar üzerinde koşmak değildir. Zira müslümanlar, namaza sadece sekînet ve vakar içinde gelmekle emrolundular. Fakat bu, kalple niyet ederek, sebat ve huşû içinde gitmektir.”2260 Zeyd b. Eslem, Muhammed b. Kâ’b el- Kurazî, Katâde ve daha başka selef âlimlerinden de bu şekilde rivâyet edilmiştir.2261 Gerçekte niyet sa’yın başlangıcı ve gayelerin en büyüğüdür. Dolayısıyla onun bu mânâsı hakkında muhâlefet söz konusu olamaz.
İkinci görüşe göre; “Her kim âhireti ister ve onun için çalışırsa...” ve “şüphesiz sizin amelleriniz farklı farklıdır” âyetlerinde olduğu gibi âyetteki sa’yın mânâsı amel (çalışma)dır. Bu görüş, cumhûr-ı ulemânın görüşüdür. Buna göre âyetin mânâsı; “hemen Allah’ı zikre çalışınız” olur.2262
Üçüncü görüşe göre, buradaki “sa’y”dan maksat yürümektir. Bu görüş sahâbî âlimlerin ve önceki fakîhlerin görüşüdür. Bunlar arasında Ömer İbnu’l-Hattâb ve Abdulllah İbn Mes’ud da vardır. Nitekim İbrahim en-Nehâî’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Abdullah b. Mesud (r.a.): “Fe’s’av ilâ zikrillâh” âyetini “Fe’mdav ilâ zikrillâh” (Allah’ı zikre gidiniz) şeklinde okur ve şâyet ben onu: “Fe’s’av” (koşunuz) şeklinde okumuş olsaydım, omuzumdan ridâm düşünceye kadar koşardım.” derdi.2263 Kezâ Ömer İbnu’l Hattab (r.a.) da âyeti hep böyle okumuştur. Abdullah İbn Ömer (r.a.): “Ömer İbnu’1-Hattab, Allah’ın içerisinde Cuma namazından bahsettiği bu âyeti sadece: “fe’mdav” (gidiniz) şeklinde okurdu.” demiştir.” Tâbiûn neslinin ileri gelen âlimlerinden İbn Şihâb ez-Zührî de bunların yoluna uyarak âyet-i kerîmeyi bu şekilde okumuştur.2264
2260] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/64; İbn Kesîr, Tefsiru Kur'ani'l-Azîm, 8/146; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, 18/66; İbnu'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 4/1804; Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 5227; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtihu'1-Gayb, 30/8
2261] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 12/94; İbn Kesîr, a.g.e., 8/146; Kurtubî, A.g.e., 18/66; Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl, 6/261
2262] Abdürrezzak, A.g.e, 3/207; İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e, 12/94-95; Kurtubî, A.g.e, 18/67
2263] İmam Mâlik, A.g.e., 1/106-107; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/64; İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e., 12/94; İbn Kesîr, A.g.e., 8/146
2264] Kurtubî, A.g.e., 18/66-67; İbnu'l- Arabî, A.g.e., 4/1805
CUM’A NAMAZI
- 489 -
Âyetin zahirî mânâsı dördüncü bir mânâyı da muhtemil olup o da koşmak ve süratle gitmektir. Ancak bu husus, Rasûlullah (s.a.s.)’in nehyettigi bir şeydir. Zira Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cemaat namaza başladığında namaza sekînet ve vakar içerisinde gelin. Koşmayın. Namaza yetiştiğinizde hemen cemaate katılın ve sonra namazı tamamlayın.”2265
Kezâ ‘Kütüb-i Sitte’ müellifleri Ebû Katâde el-Ensârî’den de şöyle rivâyet etmişlerdir: “Ebû Katâde diyor ki; ‘Bir defasında biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte namaz kılıyorduk. Birden birtakım ayak sesleri duyduk. Namazı bitirince Peygamber (s.a.s.): ‘size ne oluyor ?’ dedi. Ashâb: ‘Namaza yetişmek için acele ettik’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Bir daha böyle yapmayınız! Namaza geldiğiniz vakit sükûnet ve vakarı iltizam ederek yürüyünüz. Yetişebildiğiniz kadarını (cemaatle) kılınız. Yetişemediğinizi de kendi başınıza tamamlayınız ‘ buyurdular.2266
Şu halde Cuma âyetinde geçen “hemen Allah’ı zikre gidin” ifâdesi mü’minlerin Cuma namazına canlı, zinde ve azimli bir şekilde gideceklerini göstermektedir. Buna göre âyetteki sa’yın mânâsı koşmak değil, kasdetmek, ciddiyet ve vakar içerisinde yürümek demektir. Yukarıda nakledilen rivâyetler de bunu göstermektedir. Bu durumda âyetin mânâsı: “Hemen Allah’ı zikre koşun” değil; “Ciddiyet ve vakar içerisinde hemen Allah’ı zikre gidin” demek olur.
Sonuç olarak mü’minlerin tüm namazlara olduğu gibi, Cuma namazına da koşarak gitmeleri mekruhtur. Şer’-i şerife uygun olan, vakar içinde ve Peygamber’in bu konudaki teşviklerine uyarak zamanında câmiye gitmektir.2267
c) Cuma Âyetinde Geçen Zikrullah Kavramı
Cuma âyetinin taşıdığı kavram ve hükümlerden biri de en fazla vurgunun üzerinde toplandığı “zikrullah” kavramıdır. O derece ki, sanki âyet yalnızca bu kavramın muhtevâsına dikkatleri çekmek için nâzil olmuş gibidir. Cuma âyetlerinin indirilmesine sebep teşkil eden yukarıda naklettiğimiz hâdise ve âyetin devamındaki ifadeler dikkate alındığı zaman, kavram üzerindeki bu yoğun vurgu açık bir şekilde farkedilir. Zira emir, zikrullaha gidilmesi için yapılıyor ve “Bir ticâret veya eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni (hutbe îrâd ederken) ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden de ticâretten de hayırlıdır...” şeklindeki kınama bu zikrullah’dan ayrılma sebebiyle vâki oluyor. O halde dikkatlerin, üzerine en fazla çekildiği bu kavram ile ne kasdediliyor? Ulemâ Kur’an’da “tekrar” olmadığı konusunda görüş birliği içerisindedir. O halde âyette Cuma namazı karşılığında salât kavramı kullanıldığından, tekrardan kaçınmak için zikrullah kavramı namaza karşılık olarak mı kullanılıyor, yoksa bununla namazdan ayrı bir şey mi kastediliyor?
İslâm âlimleri bu hususta da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlardan bir kısmı âyette geçen zikrullah’dan kasıt namazdır, demişlerdir. Fakat bu görüş ekseri âlimler arasında fazla rağbet görmemiştir. Âyetin siyâki (söz dizimi) de bu görüşün kabulüne engeldir.
Bu sebeple âlimlerin büyük çoğunluğuna göre âyette geçen zikrullah
2265] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/138 vd.
2266] İbn Hacer, A.g,e, 2/137
2267] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 138-141
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kavramından mûrad edilen sadece hutbedir.2268 Selef âlimlerinden İkrime, Saîd b. Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, ve İbn Cerîr et-Taberî de bu görüştedirler.2269 Mûsâ b. Ebî Kesîr’den rivâyete göre şöyle demiştir: “Ben Saîd b. Müseyyeb’i; “Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidiniz” âyetindeki zikrullahtan maksat, imam’ın mev’izesi (hutbesi)dir” derken işittim.2270
Sahâbe âlimlerinden Ömer İbnu’l-Hattâb ve Hz. Âişe (r.a.) da bu görüştedirler. Nitekim Hz. Ömer ve Hz. Âişe (r.a.): “Cuma namazı sadece hutbe sebebiyle kısaltılmıştır”2271 diyerek namaz gibi hutbenin de zikir olduğunu belirtmişlerdir.
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyet ettikleri sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur. “Cuma günü oldumu mescidin kapılarından her birinde bir melek bulunur. Onlar peyderpey ilk geleni kaydederler. İmam, hutbe için minbere çıktığı zaman sayfalar durulur ve hutbeyi dinlerler.”2272 Cassâs der ki; “Bu hadis, bu âyetteki “zikir”den kasdedilen şeyin, bizzat hutbe olduğuna delâlet eder. Çünkü hutbe, nidâ’dan hemen sonra geliyor ve ona sa’yedilmesi emrediliyor. Bu da zikrullahtan mûrad edilen şeyin hutbe olduğuna delildir. Nitekim selef âlimlerinden bir cemaatten “İmam, hutbe okumadığı zaman Cuma namazını dört rekât kılar” dedikleri rivâyet edilmektedir. Hasan-ı Basrî, İbn Sîrin, Tâvus, Mekhûl, Mücâhid b. Cebr ve daha birçokları bunlardandır. (Mekke, Medine, Bağdat, Basra ve Kûfe gibi) Büyük şehirlerin fakîhlerinin görüşü de budur.2273
İmam Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Nitekim o: “Hatip ‘el-hamdu lillâh’ dediği zaman hutbe olarak kâfîdir” görüşüne bu âyeti delil getirerek2274 zikrullahtan kasdın hutbe olduğunu belirtmiş, “el-hamdu lillâh” lafzını söylemek de zikr olduğundan hutbe olarak bunu yeterli saymıştır.
Esasen Cuma âyeti, “Cuma namazını ilk kez farz kılarak değil, hicretten Önce, Allahu Teâlâ’nın tâyin ettiği bir şârî olarak, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından meşrû kılınan bu uygulamanın farziyyetini tasdîk ve teyit edici olarak gelmiştir. Âyetlerin iniş sebebi de Cuma ezanı okunduğu zaman sahâbeden bazı kimselerin ticâret ve benzeri işlerle meşgul olarak hutbeye gitmekte ağır davranmaları; hattâ bizzat Cuma âyetinin işaretiyle sâbit olduğu gibi hutbe esnasında dağılıp gitmeleri olmuştur.” Zira yukarıda geçen haberlerde de ifâde edildiği gibi Peygamber (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicret etmeden ve henüz Cuma âyetleri nâzil olmadan önce kendisinin yazılı emirleriyle sahâbe Medine’de Cuma namazını kılıyorlardı. Ancak ilim ve idrâk bakımından hepsi aynı seviyede olmadıkları için meselenin ehemmiyyetini kavrayamayan kimi sahâbîler, hakkında henüz âyet inmediğinden farz olmadığını zannederek, kimileri de şiddetli ihtiyacın şevkiyle alış-verişle meşgul olarak Cuma hutbesine gitmekte ağır hareket ediyorlardı.
2268] Fîruzâbâdî, Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsîr-i İbn Abbâs, 6/261; Nesefî, Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 6/261 -Bu iki eser Mecmuâtün mine’t-Tefâsir içindedir-; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtihu'l- Gayb, 30/8
2269] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîl'il-Kur'ân, 12/96; Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 3/446; Hâzin, A.g.e, 6/261
2270] Taberî, A. g. e., 12/96; Cassâs, A. g. e, 3/446; Hâzin, A. g. e., 6/261; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/36; Abdürrezzak, Musannef, 3/237
2271] Cassâs, A g.e., 3/446
2272] Abdürrezzak, A.g.e, 3/238; İbn Mâce, Sünen, 1/347
2273] Cassâs, A.g.e, 3/446; Abdürrezzak, A.g.e, 3/171; İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/36- 37
2274] Fîruzâbâdî, A.g.e, 6/261; Nesefî, A.g.e, 6/261
CUM’A NAMAZI
- 491 -
Aksi halde, bu konuda daha önce âyet inmiş olsaydı, sahâbenin böyle davranmaları ve Rasûlullah (s.a.s.) hutbe îrâd ederken mescidden dağılıp gitmeleri zâten düşünülemezdi. Dolayısıyla Cuma âyetleri nâzil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) namaz ve hutbeye ilişkin bu uygulamasının meşrûiyetini tasdik etmiş ve tıpkı namaz gibi hutbeyi dinlemenin de farz olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Nitekim Mevdûdî’nin de belirttiği gibi Cuma âyetleri üzerinde biraz düşünülecek olursa, bu konuda ipucu olacak nitelikte üç husus dikkati çekmektedir: “Birincisi, o gün namaz için ezan okunmaktadır. İkincisi, Cuma gününe mahsûsen bir namaz kılınmaktadır. Üçüncüsü ve en önemlisi Cuma günü namaza çağrı yapılmasıyla ilgili olarak ilk kez emir veriliyormuş gibi bir ifâde kullanılmamıştır. Bilakis siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır ki, namaza çağrı ve Cuma gününe mahsûsen namaz daha önceden îfâ edilegelmektedir. Ancak, yanlış olan: Müslümanların, Cuma günü namaza çağrıldıkları zaman gevşek davranmaları ve alış-verişlerine devam etmeleriydi. Bu sebeple Allah Teâlâ bu âyeti, müslümanların Cuma namazı ve Cuma hutbesinin önemini kavramaları ve bunun farz olduğunu idrâk ederek ezan okunurken vaktinde câmiye gitmeleri için inzal etmiştir. Bu üç husus üzerinde derinlemesine düşünüldüğü zaman Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emirlerinin Kur’an’da belirtilmemiş olsa bile, Kur’an’da belirtilmiş gibi itaati gerektirdiği gerçeğini ortaya koyar. Zira bu âyet, sadece Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamasının önemini vurgulamakta ve özellikle hutbe üzerine dikkatleri tevcih etmektedir. Bu gerçek, ‘şer’î hükümler sadece Kur’an’da beyân edilmiştir’ diyen câhillerin yalnızca sünneti değil, aynı zamanda Kur’ân’ı da inkâr etmiş olduğunun açık bir delilidir.2275
Bazı âlimler ise, âyette geçen zikrullahtan maksat hem hutbe hem de namazdır, demişlerdir. Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân adlı eserinde bu görüşü benimseyerek şöyle der: “Sahîh ve râcih olan; âyette geçen zikrullahtan maksat namaz ile hutbedir. Çünkü bunların her ikisi de Allah’ı zikri içine alır.”2276 Muhtevâ olarak bu görüşü saygıyla karşılarız. Ancak vâkıa olan, âyetteki zikrullah ile hutbenin kasdedilişidir. Şâyet zikrullah ile namaz kasdedilmiş olsaydı, “Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, hemen ona gidin” denilir ve Kur’an’ın belâgatına uygun olarak namaz kelimesine dönen bir (işaret) zamiri kullanılırdı. Hâlbuki böyle denilmeyip “hemen Allah’ı zikre gidin” denilerek namaz lafzından farklı bir kavram kullanılmıştır. Burada zikrullah’ı, hutbe olarak değil de namaz olarak anladığımız zaman bu kavram, ondan önce geçen “salât” kavramının tefsiri sayılır, bu durumda âyette hutbeden de söz edilmemiş olurdu. Hâlbuki âyetin devamında hutbeden dağılanlar kınanmakta ve âyetin baş taraflarına atıfta bulunulmaktadır. Yani hutbeden söz edilmektedir. Bu sebepledir ki bütün âlimler, Cuma namazı için hutbenin şart olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Sonra ne ilk müslümanlardan ne de sonradan gelen müfessirlerden, bu kavramın âyette geçen ‘salât’ kelimesinin tefsiri veya atf-ı beyânı yahut da ondan bedel olduğunu söyleyen hiçbir kimse olmamıştır. Sonra günde beş vakit namazın farz olduğu zâten herkesçe bilinen bir şeydir. Buna diğer günlerde olduğu gibi Cuma günü kılınan öğle namazı da dâhildir. Bu namazı diğer günlerin öğle namazından ayıran yegâne özellik hutbe okunuyor olmasıdır. İşte âyette de bu hutbede hazır bulunulmasının ve ezanla birlikte derhal onu dinlemeye
2275] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur'ân, 6/272-273
2276] M. Ali es-Sâbûnî, Revâiu'l-Beyân Tefsîr-i Âyâti’l-Ahkâm, 2/571
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gidilmesinin önemine dikkat çekilmektedir. Yani âyet hutbeye gidilmesini farz kılmaktadır. Yoksa namazı ifâde etmek üzere hem salât, hem de zikrullah kavramının kullanmasına ihtiyaç duyulmazdı. Diğer taraftan bir kelimenin aynı zaman ve mahalde iki ayrı anlamda kullanılmış olması herhalde düşünülemez. İşte bu gerçeğe binâen selef âlimleri: “İmam hutbe okumadığı zaman Cuma namazını dört rekât kılar”2277 demişlerdir. Bu da gösteriyor ki bu âyette geçen “zikrullah” kavramından maksat imamın îrâd ettiği (okuduğu) hutbedir.2278
d) Cuma Âyetinde Geçen Alış-Veriş Kavramı
Allah Teâlâ “Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın” buyurarak Cuma ezanı okunduğu andan itibaren alış-veriş yapılmasını yasaklamıştır. Buna göre Cuma ezanıyla birlikte hertürlü alış-verişi bırakıp namaza gidilmesi farz; ezanın okunmaya başlamasından itibaren yapılan her türlü alış-veriş haram hükmüne dâhil olur. Ancak âyette sadece alış-veriş kavramının zikredilmesinden diğer muâmelelerin mubah olduğu mânâsı çıkarılamaz. Çünkü bu ifâde sadece alış-verişi değil, tüm meşguliyetleri bırakarak namaz için harekete geçmeyi tazammun eder. Burada alış-veriş kelimesinin zikredilme nedeni, civardaki yerleşim bölgelerinden Medine’ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirdiklerinden ve herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alış-verişle meşgul olduklarından Cuma günü ticâretin yoğun olması dolayısıyladır. Bu sebeple âyetteki yasaklama sadece alış-veriş ile sınırlı olmayıp namaza gitmeye engel olan tüm meşguliyetleri içine alır.
Allah Teâlâ’nın âyette alış-verişi açıkça zikretmiş olması sebebiyle Cuma ezanından sonra her türlü alış-verişin haram olduğu hususunda görüş birliğine varan fakîhler, bu yasağın ne zamandan itibaren başlayacağı ve başka akidleri içine alıp almayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir.
İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Atâ ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi selef âlimlerinden bazıları bu yasağın ezanla birlikte başlayacağını söylerken bazıları da güneş zevâle girdikten itibaren her türlü alış-veriş yasaklanmış olur, demektedirler.
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre o: “Cuma namazı için nidâ edildiği zaman alış-veriş akidleri haram olur” demiştir. Bundan, onun ticaret kapsamına giren her türlü alış-verişin haram olduğu görüşüne sahip olduğu anlaşılıyor. İbn Abbâs’ın talebelerinden Atâ b. Ebî Rabah ise “Ezanla birlikte bütün sınaî hareketlerin devamı haram olur” demiştir. Atâ’nın bu sözünü Abd İbn Humeyd tefsirinde mevsûlen şu şekilde rivâyet etmiştir: “Cuma günü ezan okunduğu vakit her türlü oyun, eğlence, alış-veriş ve her türlü sınaî hareketlerin devamı, uyku, kişinin ehline yaklaşması ve kitap yazması haram olur.” Hâfız İbn Hacer âlimlerin büyük çoğunluğunun da bu görüşte olduğunu ifâde etmektedir.2279 Buna göre “alış-verişi bırakın” tarzındaki nehyin, Cumaya gitmeye engel olacak her nevî sınaî, ticarî, iktisadî, hukukî akit ve faâliyetlere şâmil olduğu açıkça anlaşılmış olur.
Dahhâk ise, alış-veriş yasağının Cuma ezanı ile değil güneşin zevâle girmesiyle başladığı kanaatine sahip olmuştur. Cüveybir’den rivâyete göre Dahhâk şöyle demiştir: “Güneş batıya doğru meylettiği zaman alış-veriş yapılması haram
2277] Abdürrezzak, A.g.e., 3/171-172; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/5
2278] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 142-146
2279] Abdürrezzak, Musannef, 3/177; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/36; İbn Hacer, A.g,e., 2/454
CUM’A NAMAZI
- 493 -
olur.”2280 Dahhâk’tan gelen diğer bir rivâyette de, onun “Alış-verişi bırakın” âyetini tefsir ederken şöyle dediği haber veriliyor: “Hutbe esnâsında namaz için nidâ edildiği zaman alış-veriş haram olur.” Bu durumda ondan iki farklı kanaat gelmiş oluyor.
Bu hususta en katı görüş zâhirîlere aittir. İbn Hazm, Muhallâ adlı eserinde bu konudaki görüşünü şu şekilde ifâde eder: “Zeval vaktinde alış-veriş meydana gelmişse, kat’î olarak feshedilir. Vaktin çıkmış olması onu sahih hâle getirmez. Alış-verişi yapan taraflar ister müslüman olsun, ister biri müslüman diğeri kâfir yâhut isterse her ikisi de kâfir olsun farketmez.”2281 İbn Hazm âyette geçen “alış-veriş” lafzının zâhirî mânâsından hareket ederek alış-verişin dışında kalan muâmelelerin haram olmayacağını belirtir ve “bu esnâda yapılan nikâh, icâre, selem akdi ve alış-veriş sayılmayan şeylerin hiçbiri haram olmaz. İmam Mâlik, kendisinde müslüman bulunan alış-veriş, nikâh, icâre ve selem akdi’nin haram olduğu görüşünü benimsemiş, hibe, borç ve sadaka verilmesini de mubah saymıştır. İmam Ebû Hanîfe ile Şâfiî ise zeval vaktinde alış-veriş, nikâh, icâre ve selem akidlerinin tamamının câiz olduğu görüşündedirler.” der.2282
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şâfiî bu hususta birleşirlerken alış-veriş yasağının hangi ezan’la birlikte başlayacağı konusunda ayrılmışlardır. İmam Şâfiî bu konudaki kanaatini el-Ümm adlı meşhur eserinde şu şekilde beyân eder: “Cuma namazı üzerine farz olan kimsenin, okunduğu sırada alış-verişi bırakmasını vâcib kılan ezan Rasûlullah (s.a.s.) zamanında mevcut olan ezandır. Bu ezan ise, zeval’den ve imâmın hutbe için minbere çıkıp oturmasından sonra okunan ezandır. Şâyet müezzin, imam minbere çıkıp oturmadan evvel ve zevalden sonra ezan okursa, imam minberde iken okunduğunda nehyedildiği gibi, alış-veriş haram olmaz. Ve alış-veriş sadece imamın minbere çıkmasıyla zevalden sonra ezanın okunması birleştiği zaman haram olur.”2283 Bundan anlaşılıyor ki, şâfıîlere göre alış-veriş yasağı ve namaza gelmenin mecbûriyeti imam minbere çıktığı andan itibaren başlar; İmam minbere çıkmadan önce alış-veriş yapılmışsa câiz olur. Ayrıca bu yasak sadece Cuma ile mükellef olanlara aittir.
Hanefîlere göre ise, alış-veriş yasağı imamın minbere çıktığı sırada okunan ikinci ezandan itibaren değil, minareden okunan birinci ezandan itibaren başlar. Dolayısıyla ilk ezan okunduğu zaman alış-veriş ve benzeri akidlerin yapılması haram olur.2284
Bu durumda bizim kanaatimize göre en tutarlı görüş İmam Şâfiî’nin görüşüdür. Zira bu âyette sözü edilen ezan, daha önce izah edildiği gibi, Rasûlullah zamanında mevcut olan ezandır. Dolayısıyla “Namaza nidâ edildiği zaman alış-verişi bırakın” emrinin muhâtabı bu ezandır. Birinci ezan ise sonradan ihdas edilmiştir. Allah’ın dini tamam olup Peygamber dünyadan göçtükten ve vahiy yeryüzünden kesildikten sonra ihdas edilen bir ezanın, vahyin muhâtabı olması ve ona göre birtakım şer’î hükümlerin tecellî etmesi mümkün değildir. Ayrıca bu ezanla birlikte namaza gitmekten alıkoyan her şeyin haram olması gerekir. Zira burada
2280] İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e., 12/96
2281] İbn Hazm, el-Muhallâ, 579
2282] İbn Hazm, A.g.e., 579
2283] İmam Şâfiî, el-Ümm, 1/195
2284] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur'an, 6/278
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alış-verişin haram kılınmasının illeti, bizatihî onun alış-veriş olması değil, namaza gitmekten alıkoymasıdır. Yoksa bizatihî alış-verişin kendisi mubah ve meşrûdur. Alış-verişin haram kılınmasındaki illet, namaza gitmeye engel teşkil etmesi olunca, aynı illete sahip olan şeylerin de haram olması icab eder. Bundan da namaz saatinde yapılacak bütün muâmelelerin haram olacağı sonucu ortaya çıkar.2285
Cuma Gününün Fazileti ve Bugündeki İcâbet Saati
Cuma günü taşıdığı meziyetler ve hususiyetler itibariyle haftanın en hayırlı ve en faziletli günüdür. Bu Husus bizzat Rasûlü Ekrem(s.a.s.)’in ifadeleriyle sâbittir.
Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün Cuma günüdür. (Zira babanız) Âdem Cuma gününde yaratıldı. O gün cennete konuldu ve o günde cennetten çıkarıldı. Kıyâmet de ancak Cuma günü kopacaktır.”2286 Hadisin zâhirî mânâsına göre, Cuma gününün, haftanın diğer günlerine karşı fazileti, Hz. Âdem’in yaratılışı ve cennete konulması bu günde vuku bulduğu ve kıyâmetin kopuşu bu günde meydana geleceği içindir. İlk bakışta Hz. Âdem’in yaratılışıyla kıyâmetin kopuşu arasında bir tezat olduğu görülmektedir. Bu ise üstünlük sebebinin kendisine bağlanışını anlaşılmaz hâle getirmektedir. Kezâ Hz. Âdem’in cennetten Cuma günü çıkarılması da bu güne bir fazilet kazandırmaması gerekir. Nitekim Kaadî Iyâz bu hususa işaret ederek “Zâhire göre sayılan bu meziyyetler bu günün faziletini beyan için değildir. Zira Hz. Âdem’in cenneten çıkarılması ve kıyâmetin Cuma günü kopması fazîlet sayılmaz. Bunlar, o gün vâkî olacak büyük hâdiselerdir. Tâ ki kul sâlih ameller işleyerek, Allah’ın rahmetine nâil olmaya ve gazabını defe hazırlansın.2287 Ancak, Ebû Bekir el-İzzî birbiriyle çelişkili gibi görünen bu hususu te’lîf ederek şöyle demektedir: “Bütün bu faziletler ve Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması, zürriyetinin ve bu büyük neslin nebiler, peygamberler, sâlîhler ve velîlerin varlığına bir sebeptir. Sonra Hz. Âdem cennetten kovularak çıkarılmış değil, bilâkis bazı vazifeleri îfâ ettikten sonra tekrar oraya dönmek için çıkarılmıştır. Kıyâmetin kopması ise nebîlerin, peygamberlerin, sıddîkların ve velîlerin şeref ve kulluklarını göstermek ve mükâfatlarını acele vermek için bir vesiledir. Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması ihânet için değil, halifelik makamına yükseltmek içindir. Zira cennetten cezalandırılarak çıkarılsaydı, peygamberlik ve halifelik makamıyla nimetlendirilmemesi icap ederdi. Bu makamlar ise, nâkısa değil, rütbelerin en yücesidir. Bu hadisten çıkarılacak bir diğer netice de Hz. Âdem’in Cennette değil, dışarıda yaratılarak sonra cennete konulmuş olmasıdır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “O günde yaratıldı ve o günde cennete kondu” ifâdesi bunu göstermektedir.2288
Cuma gününün diğer günlere karşı faziletinin bir diğer nedeni de duâların kabul edildiği icâbet saatinin, bu günde gizlenmiş olmasıdır. İmam Mâlik ve daha başka hadis otoriteleri Rasûlullah’tan (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, Cuma günüdür. Zira Âdem o günde yaratıldı, o günde cenetten çıkarıldı. Tevbesi o günde kabul edildi. Ve o gün vefat etti. Kıyâmet de ancak o günde kopacaktır. Yeryüzünde insan ve cinlerin dışında bütün canlılar, Cuma günü fecirden güneş doğuncaya kadar kıyâmetin kopacağı
2285] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 146-149
2286] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Muslim, 6/390
2287] İmam Nevevî, A.g.e., 6/391
2288] İmam Nevevî, A.g.e., 6/391
CUM’A NAMAZI
- 495 -
korkusuyla onun gürültüsünü bekler dururlar. Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, namaz kılan bir müslüman o saatte Allah’tan ne dilerse Allah onu kendisine mutlaka verir.”2289
Kezâ Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.): “Güneş Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine doğmamıştır. Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, bir müslüman Allah’tan hayırlı bir şey istemesi bu zamana denk gelirse mutlaka dileği kabul edilir. Herhangi bir kötülükten de Allah’a sığınırsa Allah, mutlaka onu bu kötülükten korur” buyurmuş ve bu saatin kısa bir an olduğunu anlatmak için eliyle işaret etmiştir.2290 Sünnet kitaplarında bu konuda birbirini teyit eder mâhiyette pekçok sahih hadis nakledilmiştir.
Hadis-i şeriflerin delâlet ettiği şekilde Cuma gününde duâların kabul edileceği böyle mümtaz bir saat olduğuna göre, bu saat zamanımıza kadar tekrar eden her Cuma günü varlığını sürdürüyor mu, yoksa Peygamber zamanına mahsus olup ondan sonra kaldırılmış mıdır? Âlimler, Rasûlullah’tan (s.a.s.) gelen haberlere dayanarak Cuma gününde duâların kabul edildiği böyle bir saatin mevcûdiyeti hususunda görüş birliği etmesine karşın söz konusu saatin zamanımıza (dolayısıyla kıyâmete) kadar devam edip etmeyeceği konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Birkısım ulemâ bu saatin kaldırıldığını iddia ederken birkısmı da kaldırılmayıp devam etmekte olduğunu söylemişlerdir. Kezâ bu görüşü savunan âlimler de bu vaktin günün hangi saatinde olduğu konusunda kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu ihtilâfların sebebi ise bu hususta gelen hadislerin farklı farklı zaman dilimlerini işaret ediyor olmasıdır. Selef âlimlerinden bu hususta birbirinden az-çok farklı kırka yakın görüş nakledilmektedir. Ancak bu görüşlerin en önemlileri, kuvvetli ya da zayıf bir delile dayananları şu üç noktada toplanmaktadır:
Birincisi; ikindi namazı ile güneşin batması arasında kalan zaman dilimidir. Bu görüşün delili, Rasûlullah’tan (s.a.s.) nakledilen şu hadisdir: Enes b. Mâlik’ten rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.): “Cuma günü duâların kabul edileceği umulan saati ikindi vaktinden güneşin batışına kadar geçen zaman içinde arayın”2291 buyurmuştur. Ancak bu hadis, senedinde geçen Muhammed b. Ebî Humeyd metruk2292 olduğundan zayıf bulunmaktadır. Bununla beraber onun, Ebû Mûsâ el-Eş’ârî ve Câbir tarikiyle Ebû Dâvud, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel tarafından rivâyet edilen şâhidleri de yok değildir. Nitekim Câbir’den rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.): “Cuma günü, on iki saattir. (O günde bir saat vardır ki, o saatte) bir müslüman Allah’tan bir şey dilerse muhakkak Allah, onun dileğini yerine getirir. O saati, ikindiden sonraki en son saatte arayınız.”2293 buyurmuştur. Bu görüş mevkuf bir haber olarak Abdullah b. Selâm ve Ebû Hüreyre’den de (r.a.) nakledilmektedir. Nitekim Abdurrezzak’ın Atâ tarikiyle Ebû Hüreyre’den rivâyetine göre o, şöyle demiştir: “Cuma günü duâların kabul edileceği umulan saat ikindi namazı ile güneşin batması arasında kalan zaman dilimidir.” Atâ’ya ikindiden sonra namaz yoktur denilince, o: “Evet
2289] Abdürrezzak, A.g.e., 3/255; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/59; İmam Mâlik, Muvattâ', h. no: 16; Nesâî, Sünen, 3/114; Tirmizî, Sünen, 2/362; Ebû Dâvud, Sünen, 1/274
2290] Abdürrezzak, Musannef, 3/260; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/57; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi şerhi Sâhîh-i Buhârî, 2/482; İmam Nevevî, A.g.e., 6/388-389
2291] Tirmîzî, A.g.e., 2/360; Beğavî, Şerhu's-Sünne, 4/208
2292] bu konuda Bk. Tirmîzî, A.g.e., 2/360
2293] Ebû Dâvud, Sünen, 1/275; Nesâî, Sünen, 3/115-116
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoktur, fakat namaz kılan bir kimse yerinden kalkmayıp Mûsâllâsında bulunduğu müddetçe namazdadır” cevabını vermiştir.2294
İkincisi; Bu saat Cuma namazına ikamet edildiği andan itibaren başlar, namaz tamam oluncaya kadar devam eder. Bu görüş de merfû olarak Rasûlullah (s.a.s.)’e isnad edilmiştir. Nitekim İbn Ebî Şeybe, Tirmîzî ve İbn Mâce’nin, Kesîr b. Abdillâh el-Müzenî tarîkıyla rivâyet ettikleri bir habere göre sahâbe-i kiram Peygamber’e (s.a.s.) “duâların kabul olması umulan bu saat ne zamandır, yâ Rasûlullah?” diye sormuşlar. Rasûlullah (s.a.s.) “namaza ikamet olunduğu zamandan başlayarak (Cuma) namazı kılınıp ondan ayrılıncaya kadar devam eder”2295 buyurmuştur.
Üçüncüsü; İmamın minbere çıkıp oturmasından itibaren başlayıp Cuma namazı bitinceye kadar geçen zaman dilimidir. Bu görüşü müdâfa eden âlimler, Müslim’in, Sahîh’inde Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’nin oğlu Ebû Bürde’den’rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler: Ebû Bürde şöyle demiştir: “Bana Abdullah İbn Ömer: ‘Babanın Cuma saati hakkında Rasûlullah’tan (s.a.s.) hadis rivâyet ettiğini işittin mi?’ dedi. Ben: ‘Evet, babamı şöyle derken işittim’ dedim. Rasûlullah’ı (s.a.s.): ‘İcâbet saati, imamın minber üzerinde oturması ile namazın edâ edilmesi arasındadır’ buyururken işittim.” Ancak bazı muhaddisler bu hadisi munkatı’ ve muzdarib bularak illetli saymışlar ve bu hususta İmam Müslim’i eleştirmişlerdir. Meselâ Dârakutnî şöyle demiştir: “Bu hadisi, Mahreme’nin babasından, o da Ebû Bürde’den, Mahreme’den başkası, müsned olarak rivâyet etmemiştir. Onu bir cemaat Ebû Bürde’den kendi sözü olarak rivâyet etmişlerdir. Bazıları senedi Ebû Mûsâ’ya kadar götürmüş, fakat hadisi Rasûlullah’a (s.a.s.) isnad etmemiştir. Doğrusu, hadisin Ebû Bürde’nin kendi sözü olduğudur. Onu Yahya b. Saîd el-Kattân dahi Sevrî’den, o da Ebû İshak’tan, o da Ebû Bürde’den naklen bu şekilde rivâyet etmişdir. Vâsıl-ı Ahdeb ile Muhallid dahi Yahya’ya tâbî olarak onu Ebû Bürde’nin sözü olmak üzere rivâyet etmişlerdir. Numan b. Abdisselâm Sevrî’den, o da Ebû îshak’dan naklen: “Ebû Bürde’nin babasından rivâyeti mevkuftur, ‘babasından sözü’ sâbit değildir” demiştir. Ahmed b. Hanbel, Hammad b. Hâlid’den: “Mahreme’ye ‘sen babandan bir şey işittin mi?’ dedim. ‘Hayır’ cevabını verdi” dediğini rivâyet etmiştir.
Nevevî, hadisle ilgili bu itirazları serdettikten sonra diyor ki: “Dârakutnî’nin yaptığı bu tenkit kendince ve ekserî muhaddislerce ma’ruf olan bir kaideye binâendir. Mezkûr kaideye göre bir hadisin iki rivâyeti birbirine teâruz eder, meselâ biri merfû, biri mevkuf yahut biri mürsel, biri muttasıl olursa, muhaddisler o hadisin mevkuf ve mürsel olduğuna hükmederler. Ancak bu kaide zayıf ve merduttur. Sahîh olan, usûl âlimlerinin, fakîhlerin, Buhârî ile Müslim’in ve muhakkik hadis âlimlerinin metodudur. Bu metoda göre böyle bir hadisin merfû ve muttasıl olduğuna hükmedilir. Çünkü hadiste sika olan râvînin ziyâdesi söz konusudur.
Beyhâkî’nin Sünen’inde Ahmed b. Seleme’nin şöyle dediği rivâyet olunuyor: “Mahreme’nin rivâyet ettiği bu hadisi Müslim b. Haccâc ile müzâkere ettim. Müslim bu hadis Cuma saatini beyan hususunda en güzel ve en sahih bir hadistir2296
2294] Abdürrezzak, Musannef, 3/261-265
2295] İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/51; Tirmizî, Sünen-i Tirmizî, 2/361; İbn Mâce, Sünen-i İbn Mâce, 1/36
2296] İmam Nevevî, A.g.e., 6/389-390
CUM’A NAMAZI
- 497 -
dedi.
Görüldüğü üzere hadisin mevkuf mu, merfû mu olduğu muhaddisler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Dolayısıyla bu hadise dayanan görüşün sıhhati, hadisin durumuna bağlıdır.
Hadis sahih ve merfû ise dayandığı görüş de sahih, aksi halde sahâbî veya tabiî’ye ait bir görüş olarak kalacaktır. Ancak İmam Müslim, Beyhâkî, İbnu’l Arabî ve daha birçok hadis âlimlerine göre bu mevzûda gelen en sahih ve en doğru hadis, Ebû Mûsâ el-Eş’ârî tarîkıyla rivâyet edilen bu Abdullah İbn Ömer hadisidir. İmam Kurtubî; “İhtilâf halinde bu hadis nass’tır. Başkasına itibar olunmaz” demiştir. Aynı hadis için Nevevî, “sahîh, hattâ doğru olan hadis budur2297 demektedir.
Sahâbeden Hz. Âişe ile Abdullah İbn Abbas ve tâbiûn âlimlerinden Şa’bî’nin görüşleri de bu merkezdedir. Meselâ İbn Ebî Şeybe’nin Hz. Âişe’den rivâyetine göre o, “Duâların kabul edileceği umulan saat, müezzin Cuma ezanını okuduğu zamandır”2298 demiştir. İbn Abbas’tan (r.a.) nakledildiğine göre, o da: “Cuma günündeki bu saat, Cuma ezanından başlar, namaz bitinceye kadar devam eder” demiştir. Kezâ Saîd b. Mansur ile İbn Münzir’in rivâyetlerine göre Şa’bî de “Bu saat alış-verişin haram olduğu saatten başlayarak helâl kılındığı saate kadar devam eder”2299 demiştir. Bu görüşler netice itibariyle birbiriyle aynı paraleldedir. Zira Cuma günü alış-verişin haram olduğu an, Cuma ezanından başlar, namazın edâ edildiği âna kadar devam eder. O gün okunan ezan ise daha önce de temas edildiği gibi, Rasûlullah (s.a.s.) minbere çıkıp oturduğu zaman okunurdu. O halde Cuma günü duâların kabul edileceği icâbet saati hususunda en doğru ve akla en yatkın görüş kanaatimize göre bu hadis ve haberlerin delâlet ettiği görüş olsa gerektir.2300
Cuma Gününün Fazîleti
Cuma gününü, Rasûlullah (s.a.s.) “mü’minlerin bayramı” olarak tavsif buyurur. Bayram, bir kısım imtiyazları ve hususiyetleri sebebiyle bir günün diğer günlerde olmayan, o güne has bazı umumi merasimlerle kutlanmasıdır. Her bayramda mutlaka bir kutlama ve merasim ve bunun da bir sebebi vardır. O halde, cum’a gününü kutlamaya sevkeden hususiyetleri nelerdir? Şeriat kitapları, bu günün hususiyetleri üzerine otuzdan fazla kerâmet ve fazilet zikrederler. Bazılarını şöylece kaydediyoruz:
• Bayram günüdür, münferid oruç tutulmaz.
• O günün sabahında eliflâmmîm tenzîl ile Hel Etâ sûreleri, gündüz de Cuma ve Münâfikîn sûreleri okunur.
• Cuma günü gusledilir, koku sürülür, misvak kullanılır, en güzel elbiseler giyilir.
• Mescidler buhurlanır.
2297] İmam Nevevî, A.g.e., 6/389
2298] İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/51-52
2299] A. Davudoğlu, Sahih-i müslim Terceme ve Şerhi, 4/491
2300] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 150-155
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• Mescide erken gidilir.
• Hatip hutbeye çıkıncaya kadar ibâdetle meşgul olunur.
• Sessiz durulur, hutbe dinlenir.
• Kehf sûresi okunur.
• İstilâ vaktinde nâfile kılma kerâheti kalkar.
• Namazdan önce yola çıkmak mekruhtur.
• Cuma namazına gidenin her adımına bir yıllık sevap katlanmıştır.
• Cehennem o gün kabarmaktan yasaklanmıştır.
• Duâların kabul edildiği icâbet saati vardır.
• Günahlar o gün örtülür.
• Bu, ümmet için hayrı artırılmış bir gündür.
• Haftanın en hayırlı günüdür.
• Hayır o günde sâbitleşir, yüce ruhlar o gün toplanır. 2301
Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığını Söyleyenlere Cevaplar
Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse muhakkak doğru yol üzerindedir. Kim de Allah ve Rasûlüne itaatten yüz çevirirse, muhakkak sapıklıktadır. Artık onun için âhirette ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır. “Deki: Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”2302
Allah’a yapılan itaatlerin ve insanoğlunun âhirette hesaba çekileceği amellerin başında namaz gelir. Namaz dinin direği, İslâm’ın kalesi, kâfirle mü’minin alâmet-i fârikası, imanla küfrün kesişme noktası, mü’minin mîrâcı ve Allah’a karşı hamd ve şükran ifâdelerinin en belirgin göstergesidir. Kılınan her namaz, “elest” makamında yapılan rubûbiyyet ve ubûdiyyet sözleşmesinin yenilenmesi, yapılan her secde kulun bu sözleşmeyi alnıyla imzalaması ve cemaatin fertleri de sanki bu sözleşmenin hazır şâhidleri gibidir.
Yüce Rabbimiz ikamet halinde ve seferde, emniyet ve korkuda, savaşta ve barışta, her halükârda namaza devam edilmesini emretmiş, onu zâyi’ edenleri; “Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zâyi’ ettiler. Şehvetlerine uydular. İşte onlar kötülükle karşılaşacaklardır.”2303 “Vay o namaz kılanların hâline ki; onlar kıldıkları namazlardan gâfildirler, onlar gösteriş yaparlar.”2304 buyruğuyla tehdit ve îkaz etmiştir.
Rasûlullah da (s.a.s.); “Bizimle kâfirler arasındaki fark namazdır. Her kim namazı terk ederse, artık kâfir olmuştur.”2305 buyurarak namazın dindeki yerini ortaya koy2301]
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, c. 9, s. 176-177
2302] 3/Âl-i İmrân, 32
2303] 19/Meryem, 4-5
2304] 107/Mâun, 4-5
2305] Tirmizî, 515; Nesâî, 1/231-232; İbn Mâce, 1/342; Ahmed bin Hanbel, 5/346, 1/342
CUM’A NAMAZI
- 499 -
muştur. Ashâb-ı Kiram da namazı bu çerçevede ele almışlardır. Nitekim Abdullah b. Şakîk el-Ukaylî “Muhammed’in ashâbı namazdan başka hiçbir amelin terkini küfür saymazlardı”2306 diyerek bu hususu ifâde etmiştir. Bu cümleden olarak Ömer İbnu’l-Hattâb, Abdullah İbn Mes’ûd, Abdullah İbn Abbâs ve Muaz b. Cebel gibi sahâbîler namazı terk eden kimseyi, -ister inkâr ederek, isterse inkâr etmeksizin terk etmiş olsun-, mutlak sûrette kâfir sayarlardı. Ahmed bin Hanbel de bu görüştedir.2307 Hadis kitaplarının namaz bahislerine müracaat edildiği zaman namazı terk eden kimsenin kâfir olduğunu ifâde eden birçok sahîh hadise rastlamak mümkündür.
Mezhep İmamlarının bu husustaki görüşlerine de kısaca değinmek gerekirse, onlardan İmam Şâfiî ile İmam Mâlik söz konusu hadisleri te’vîl yoluna giderek inkâr etmeden ve hafife almadan namazı terkeden kimseyi tekfir etmekten kaçınmışlar ve şöyle demişlerdir: “Böyle bir kimse tekfir edilmez. Fakat fâsık sayılır ve tevbe etmesi istenir. Şâyet tevbe edip namaza başlamazsa, küfrüne hükmetmeden, hadden (ceza olarak) öldürülür.” İmam Ebû Hanîfe ise; “öldürülmez, fakat ta’zîr olunur ve namazı kılıncaya kadar hapsedilir”2308 demiştir. İslâm’ın böylesine hassâsiyetle üzerinde durduğu namaz ibâdeti içerisinde en müstesna yere sahip olanı ise, hiç şüphesiz Cuma namazıdır. O, normal bir ibâdet olma hüviyetinin yanında, mü’minin haftalık bayramıdır. Mü’minlerin aralarındaki sevgi, kardeşlik, ülfet ve muhabbet duygularını kuvvetlendirecek, gönüllerindeki şefkat ve rahmet hislerini canlandıracak, kin ve düşmanlık âmillerini öldürecek en önemli vâsıtalardan biridir. Öyle ki, bu namaz sayesinde bütün müslümanlar haftada bir kez bir araya gelirler. Bu sayede birbirlerine sevgi ve kardeşlik nazarlarıyla bakarlar. Kuvvetli olanları, zayıflarına; zengin olanları fakirlerine yardım elini uzatma imkânı bulur. Büyükleri, küçüklerine karşı şefkat hisleriyle dolar; küçükleri de büyüklerine saygı besler. Bütün mü’minler bir tek Allah’ın kulları olduklarını hissederler ve böylece tevhîd akideleri tazelenme imkânı bulur.
Diğer taraftan Cuma namazları her asırda önemini koruyan, en önemli kamuoyu oluşturma vâsıtasıdır. Okunan hutbeler; dinî, ilmî, siyâsî, askerî, içtimaî, ahlâkî, ailevî, kültürel, kısaca her hususta hazırlanan gündem maddeleri; minberler de bu gündem maddelerinin görüşüldüğü canlı “ekran”lar niteliğindedir. Bu yönüyle “minberler İslâm’ın medyasıdır” denilse, abartılmış sayılamaz. Câmilerin, İslâm’ın idare merkezleri olduğu ise, zâten herkesçe mâlûm olan birşeydir. Bu yüzden tarih boyunca hep câmiler ve minberler kimin elinde ise, iktidar da onun elinde olmuştur.
Cuma namazlarının diğer bir yönü de, dinin şiarını izhâr eden ve kâfirlere korku salan en güzel gövde gösterisi niteliğini taşıyor olmasıdır. Ama bütün bunlardan önce o bir ibâdettir. Diğer namazlar gibi Rabbimizin bize teklif ettiği bir farîzasıdır. Bu ifâde ettiklerimiz, bu farzın sadece tâlî unsurlarıdır. Hattâ bir an için onun azametine bakarak içimizden taşan coşku hisleridir. Aksi halde kimse ondaki bu tezâhürlere bakarak ona ibâdet olma özelliğinin dışında bir husûsiyyet veya vasıf yükleyemez. Bu coşku hislerine kapılarak, Allahu Teâlâ’nın ondan “namaz ve zikr” olarak bahsettiğini unutup, bunların, onun gayesi ya da
2306] Tirmizî, 515; Bu haberi Hâkim Müstedrek'inde rivâyet ederek Buhârî ve Müslimin şartlarına göre sahih saymıştır.
2307] Faysal Mevlevi, Teysîru Fıkhi'l-İbâdât, 3. Baskı. 1990, Beyrut. s. 64
2308] Faysal Mevlevî, A. g. e, s. 64-65
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hikmet-i farizası olduğunu söyleyemez. Allah Azze ve celle: “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığı (nız) zaman hemen Allah’ı zikre koşun!”2309 buyurarak onun mâhiyetini de, maksadını da en güzel şekilde ortaya koymuştur.
Cuma namazının karşısında durup tercüman olmasını istediğimiz veya tatmin etmesini beklediğimiz bu hislerimize bakarak Allah’ın tarif ettiği “zikir ve ibâdet” boyutunun dışında ona herhangi bir hedef tâyîn etmemiz, gâye-i İlâhî’ye müdâhele etmek olur. Onun özüne zarar verir. Bu ise bizim haddimizi aşar. Ama ne var ki bugün birtakım çevreler çıkıp hiçbir delile dayanmayan, yüzeysel fikrî mütâlâalara veya aslının ne olduğunu araştırma ihtiyacı dahi duymadıkları bir kısım şahsî ictihadlara tutunarak bu namaza ibâdet olmasının ötesinde çeşitli hedef ve gayeler tâyin edebilmektedirler. Bu hedef ve gayelere hizmet etmediği gerekçesiyle de böylesine büyük bir ibâdete kıymakta ve onu terk etmektedirler.
Bu çevrelerin kimine göre Cuma namazı bir devlet namazı, (Cuma kelimesinin mücerred mânâsından hareket etmekten başka hiçbir dayanağı olmayan) kimilerine göre de o bir “toplantı günü namazı”dır. Hutbe de “siyâsî bir konuşma”dır. Bu sebeple ancak İslâm devletinin sınırları içerisinde İslâm devlet başkanı veya onun izin verdiği kimseler tarafından kıldırıldığı zaman kılınabilir. Aksi halde farz olmadığı için kılınamaz.” Şüphesiz bu düşünceler Kur’an ve sünnetin sarîh ve sahîh naslarının tasvîb ettiği düşünceler olmayıp temelleri son derece zayıf ve tartışmalı rivâyetlere dayanan bir kısım mezhebî görüşlerden ibarettir. Hâlbuki Cuma namazı tartışmasız bir farzdır.
Uzun zamandır münâkaşa mevzûu olan bu mesele önceki yıllara nisbetle canlılığını yitirmiş gibi gözükse de, bugün binlerce müslümanın bu namazı kılmadığı gözönüne alındığında, hâlen ciddî bir sorun olarak karşımızda durduğu bir vâkıadır. Bugün ilim ehli olmayan birçok kimse kendinden emin bir şekilde Cuma meselesini hallettiğini ve içini bir şüphenin kemirmediğini iddia edemez. Zira Cuma namazını kılanlar muhakkak kılmaları gerektiğinden, kılmayanlar da mutlaka kılmamaları gerektiğinden emin değillerdir. Ortada bir belirsizlik ve şüphe hâkimdir. O halde bu mesele müslümanlar arasında hâlâ çözüme muhtaç bir mesele olarak gündemdeki yerini korumaktadır.
Ma’lûm olduğu üzere Kur’ân-ı Kerîm diğer namazlarda olduğu gibi, Cuma namazı hususunda da herhangi bir ayrıntıya yer vermemekte, onu mutlak ve umûmî olarak farz kılmaktadır. Bu sebeple Cuma namazının hangi hallerde kılınıp hangi hallerde kılınamayacağına dâir mezhep imamlarınca ortaya konan şartların temelini genel olarak Peygamber’e (s.a.s.) isnad edilen haberler teşkil etmektedir. Dolayısıyla Cuma namazı konusunda söylenecek son söz, Peygamber’e (s.a.s.) nisbet edilen bu haberlerin sahîh olup olmadıklarına bağlıdır. Bu da, cumhûr-ı fukahâ’ya göre böyledir. Zira cumhur, Kur’an’ın böyle bir hükmünü tahsis edebilmek için, dayandığı delilin sahîh olmasını yeterli görür.
Hanefîlere gelince, böyle bir hükmü takyîd ve tahsis edecek hadis’in, sadece sahîh olması da yeterli değildir. Onlara göre Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü takyîd veya tahsis etmek nesih’le eşanlamlı olduğundan, böyle bir şeyi âhad haber yoluyla gelen sahîh hadis’le yapmak; asla câiz değildir. Hanefîler, Kur’an’ın bu şekilde mutlak ve umûmî olan bir hükmünü takyîd ve tahsîs edecek
2309] 62/Cum’a, 9
CUM’A NAMAZI
- 501 -
hadisin mutlak sûrette meşhur veya mütevâtir olmasını şart koşarlar. Aksi halde bu, mümkün değildir. O halde Hanefî imamları tarafından ileri sürülen ve Kur’an’ın Cuma namazıyla ilgili bu mutlak hükmünü tahsîs eden, sözkonusu şartların dayandığı hadislerin aslını bilmeden onlara uymak, son derece yanlış bir şeydir. Bu durumda, konuyla ilgili sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için herşeyden önce bu hadislerin aslını ve mâhiyetini tesbit etmemiz gerekir. Zira kaynaklarda Peygamber’e (s.a.s.) nisbet edilen her hadis; sahîh, meşhur veya mütevâtirdir diye bir kural olmadığı gibi, mezhep imamları tarafından delil olarak kullanılan bütün hadisler sahîh veya meşhur olacak diye de peşin bir kanâate sahip olunamaz. Ancak on beş asır sonra bizim de oturup; “şu hadis sahîh, şu meşhur, şu mütevâtir, şu zayıf, şu da uydurmadır” şeklinde keyfî bir tasnife gitmemiz ve delilleri bu şekilde eleştirmemiz de düşünülemez.
Fakat İslâm’ın erken devirlerinden itibaren muhaddis ulemâ, her türlü rahatlarını bir kenara bırakarak, hiç bir fedâkârlıktan kaçınmadan, gerektiğinde at sırtında, günlerce, belde belde dolaşarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerini bir taraftan tedvin ve tasnif etmeye, diğer taraftan da, bu hadislerin sahîhini sahîh olmayanından ayırmaya çalışmışlardır. Böylece onlar, bir yandan Peygamber’den (s.a.s.) gelen sahîh hadisleri belli başlı kaynaklarda bir araya getirirken, bir yandan da zayıf ve uydurma olanları bir araya toplayan kıymetli eserler vücûda getirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu münâsebetle, nihâî mânâda olmasa bile, önemli ölçüde, hangi hadisin sahîh, hangi hadisin zayıf ya da mevzû (uydurma) olduğunu ilk anda bu kaynaklara müracaat ederek tesbit etmemiz mümkündür. Ancak her hadis türünün kendi nev’ine mahsus kitaplarda istisnâsız ve noksansız bir biçimde tasnif edilmediğini de unutmamak gerekir. O halde az da olsa, zayıf hadislere tahsis edilen eserler içerisinde hasen ve sahîh derecesine yükselebilecek hadisler çıkabileceği gibi; sahîh hadislere tahsis edilen eserler içerisinde de zayıf, münker hattâ uydurma hadisler bulunabileceği ihtimal dâhilindedir.
Cuma Namazının Şartları
Müctehid imamlar, Cuma namazı için biri farziyyetinin, diğeri sahih ve mûteber olmasının şartları olmak üzere iki grup şarttan sözetmektedirler. Bunlardan, birinci grup şartlar üzerinde tamamıyla ittifak edilirken, ikinci grup şartların bir kısmı üzerinde ittifak, diğer bir kısmı üzerinde de ihtilâf edilmiştir. Biz bu başlık altında, dayandıkları delilleriyle beraber bu iki gurup şartları ayrı ayrı incelemeye çalışacağız. Ancak bu kısımda daha ziyade tartışmalı bulunan şartlara ağırlık verilecektir.
A- Farziyetinin Şartları
Bir kimseye Cuma namazının farz olması için müctehid imamlar tarafından ileri sürülen şartlar şu şekilde sıralanmaktadır:
1- Müslüman Olmak
Müslüman olmayan kimseler hiçbir ibâdetle sorumlu olmadıkları gibi, Cuma namazını kılmakla da yükümlü değillerdir. Bunlar ibâdetten önce, iman edilmesi gereken esaslara iman etmekle mükelleftirler. Zira İslâm’a göre teklifin birinci basamağı imandır. Temelinde sahih ve sağlam bir itikat olmadıkça yapılan hiçbir amel sahih değildir. Nitekim Yüce Allah, “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı anmaya gidin”2310 âyet-i kerîmesiyle sadece mü’minlere hitâb etmektedir. Aynı şekilde Rasûlullah (s.a.s.): “Cuma namazı, cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır”2311 buyurarak bu hususa dikkat çekmişlerdir.
2- Erkek Olmak
Her ne kadar Cuma âyetindeki hitap umûmî ise de, kadınlara Cuma namazı farz değildir. Zira âyetin bu umûmî hükmü Târik b. Şihâb’dan rivâyet edilen: “Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan, başkasının mülkiyeti altında bulunan köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesnâdır”2312 hadisiyle tahsis edilmiştir.
Hanefî ulemâsı kadınların Cuma namazından muaf tutulmalarının sebeb-i hikmetini, meşakkat veya zarar görme ihtimali olarak îzah etmişlerdir. Nitekim İmam Serahsî bu hususa işaret ederek: “Çünkü kadın, kocasının ve evinin hizmetiyle meşguldür. Ayrıca erkek toplulukları arasına çıkmasından hem birtakım güçlükler hem de fitne meydana gelebilir”2313 demektedir. Bu îzah tarzı mâkul olmakla birlikte yine de en doğrusunu Allah ve Rasûlü bilir, diyoruz. Fakat kesin olan bir şey varsa, o da Sayrafî’nin de ifade ettiği gibi, fukahânın bu hususta gelen sahih delillere dayanarak kadınlara Cuma namazının farz olmadığı hususunda icmâ etmiş olduklarıdır.2314
Ancak üzerlerine Cuma namazı farz olmamasına rağmen, kadınların bu namaza iştirak etmeleri şer’an men edilmemiştir. Şâyet mescide gelerek imamla birlikte bu namazı edâ ederlerse, câiz olup üzerlerinden öğle namazının farzı sâkıt olur. Zira kendilerine Cuma namazının farz olmaması, onu edâ etmelerinin haram olması mânâsına gelmez. Bir şeyin farz olmaması ayrı bir şey, haram olması ayrı bir şeydir. Burada sadece teklif kaldırılmıştır. Daha doğrusu kadınlar bu teklifin dışında tutulmuşlardır. Fakat isteyerek katılmalarına herhangi bir yasak getirilmemiştir. Nitekim Şâfiî ulemâsından İmam Nevevî, İbnu’l Münzir ve daha başka âlimler: “Kadınların, mescide giderek imamla beraber Cuma namazını kıldıkları takdirde bunun câiz olduğuna dâir icmâ bulunduğunu nakletmektedirler. Zira Rasûlullah (s.a.s.)’in mescidinde kadınların erkek saflarının gerisinde durarak Peygamber’in arkasında Cuma namazı kıldıklarını ifâde eden birçok sahîh ve meşhur haber sâbittir.”demektedirler.2315 Kezâ hanefî âlimlerinden İmam Serahsî bu hususta şöyle der: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber Cuma namazı kılarlardı. Kendilerine ‘sadece koku sürünmemiş olmadıkça çıkmayınız’ denilirdi” şeklinde rivâyet edilen Hasan-ı Basrî hadisine binâen yolcu, kadın, köle ve hastalar Cuma namazına gelir de onu edâ ederlerse câiz olur. Zira namaza gelme farzının kendilerinden kaldırılmış olması, namazdaki bir husûsîlikten dolayı değil, bir zarar veya meşakkat (ihtimalin)den ötürüdür. Bu münâsebetle söz konusu
2310] 62/Cum’a, 9
2311] İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/18; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2312] İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/18; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2313] Serahsî, Mebsut, 2/22-23
2314] İmam Nevevî, el-Mecmu' Şerhu'l-Mühezzeb, 4/484; Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, s. 273-274; Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen, 1/210
2315] İmam Nevevî, A.g.e., 4/484
CUM’A NAMAZI
- 503 -
zarar veya meşakkati üstlenirlerse onlar da erkeklerle beraber edâsına iştirak ederler.2316
Günümüzde Cuma kılmayan ve aynı zamanda kendi aklî ölçülerine uymayan hadisleri reddeden bazı çevreler, hitabının umûmî oluşuna bakarak Cuma âyetinin kadın-erkek herkese Cuma namazını farz kıldığı ve bu farzı erkeklere tahsis edecek herhangi bir delil bulunmadığı iddiasını gündeme getirmektedirler. Meselenin aslını araştırdığımız zaman bu iddianın kaynağının, hadislerin kabul ve reddi konusunda tamamen keyfî bir tavır içinde olan Yaşar Nuri Öztürk’ün “Kur’andaki İslâm” adlı eseri olduğunu görüyoruz. İşine geldiği zaman en zayıf rivâyetleri dahi delil olarak kullanmaktan çekinmeyen bu yazar, âdetâ bu husustaki sahih hadisleri görmezlikten gelerek adı geçen eserinde aynen şöyle diyor: “Hitap bütün mü’minlere olduğuna göre kadınların da Cuma namazı kılmaları farzdır. Elbetleki zorlayıcı sebeplerin vücut vereceği istisnâî durumlar olabilir. Ancak kadınların Cuma kılmamalarını prensip haline getirip Allah’ın emrini erkeklere özgüleyerek kadınları bu hayatî ve İlahî aktivitenin dışına itmek Kur’ânın ruhuna aykırıdır. Kadınların Cumaya iştirakleri diğer namazları kılmalarından çok daha önemli nimet ve bereketlerin doğmasına yol açacaktır.”2317
Bu, tamamen asılsız bir iddiadır. Yukarıda adı geçen ve bütün hadis imamları tarafından sahîh kabul edilen Târik b. Şihâb hadisi ile bu hadisin söylemleştirdiği Peygamber ve râşid halifeler devrindeki teâmül, bu iddianın ne kadar tutarsız ve mesnedsiz olduğunun açık delilidir.
Peygamberin vazifesi; Kur’an’ı tebliğ, umûmî hükmünü tahsis, mutlakını takyîd ve mücmel olan âyetlerini heyân etmektir. Bu çerçevede Rasûlullah (s.a.s.): “Mülk edinilmiş köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesnâ” buyurarak Cuma âyetinin bu umûmî hükmünü sınırlandırmıştır. Peygamber ve râşid halifeler devrindeki teâmül (uygulama) ile bu teâmülü destekleyerek söylem haline getiren Târik b. Şihâb hadisi olmasaydı, o zaman böyle bir iddiaya belki hak verebilirdik. Ancak bu durumda onların iddia ettiği gibi sadece kadınlar değil, âyetin umûmî hitabına göre kadın olsun, erkek olsun, hür olsun, köle olsun, hasta olsun, sağlıklı olsun, iman vasfını taşıyan herkese Cuma namazının farz olması gerekirdi. Bu ise inananlara altından kalkamayacakları bir teklif olurdu. Hâlbuki şeriatta “teklîf-i mâ lâ yutak” yani insanlara güçlerinin yetmeyeceği şeylerin teklif edilmesi câiz değildir. Görüldüğü gibi sünneti ve sahih hadisleri dikkate almadığınız zaman, Kur’ân’ı doğru olarak anlamak ve onun özüne uygun olarak amel etmek mümkün olamaz.
Cadde ve kaldırımları dolduran, çağdaş geçinen, başıboş ve sorumsuz kadınlar dışında dinine bağlı, eşine ve çocuklarına sâdık, namazında niyazında olan kadınların kaçta kaçı bu günkü şartlarda her Cuma günü çoluk çocuğunu ve evinin işlerini bir kenara bırakarak câmiye koşup gönül rahatlığı içerisinde ve geride bıraktıklarından emin bir halde baştan sona kadar hutbeyi dinlemeye ve cemaatle beraber bu namazı edâ etmeye tahammül edebilir? Evet, böyle bir uygulama pratikte ne derece mümkün olabilir acaba? Allah’ın kolaylaştırdığı bir işi, feminist yaklaşımlarla zorlaştırmanın mânâsı nedir? Sonra Müslüman hanımlar bu hususta kendi hallerinden tamamen memnundurlar. Kur’an’ın hükümleri
2316] Serahsî, Mebsut, 2/22-23; Kâsânî, Bedâyî u's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî'
2317] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an’daki İslâm, s. 515
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşısında erkeklerle eşitleme çabasına düşülen papatya hanımların kaç tanesinin namaz veya Cuma namazı diye bir sorunu bulunuyor ki?!
Diyelim ki, yazarın iddia ettiği gibi, Cuma namazı kadınlara farzdır ama “zorlayıcı sebeplerin vücut verdiği istisnâî durumlarda” onların bu namaza gitmemelerine müsaade edilebilir. Bu istisnâî durumların sınırını kime ve hangi ölçüye göre tesbit edeceğiz? Kur’an ve sünnette böyle bir kıstas olmadığına göre, bunun şer’î dayanağı ne olacak? Toplumsal hayatın imkân ve ihtiyaçları, buna bağlı olarak da zorlayıcı faktörler farklı farklı olacağına göre a’zamî ve asgarî sınırı nasıl tesbit edeceğiz? Acaba dindeki bu denli bir keyfîliğe ne zamandan beri müsaade ediliyor?
Kur’an’ın gayesini herkesten daha ziyâde bilen, onu kendisinin ve ashâbının şahsında hayata aktaran Allah Rasûlü, kadınları bu namazdan istisnâ etmiş, onları cuma namazına katılmaya mecbur etmemiş, ancak bu namaza katılan kadınları da ondan men etmemiştir. Daha açık bir ifadeyle âyetin umûmî hitabının, mükellefiyet planında kadınları içine almadığını, ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, gücü yeten ve kendiliğinden bu namaza katılma imkânına sahip olan kadınların ise bu namaza katılmalarının yasak olmadığını beyan etmiştir. Asr-ı saâdette yaşayan sahâbî kadınlar da Cuma namazına katılıp katılmama konusunda bu serbesti içerisinde hareket etmişlerdir. Buna göre Cuma namazına katılmak, tamamen imkân ve fırsatlar dâhilinde kadınların tercihine bırakılmış bir uygulamadır. Değilse, kadınları Allah tarafından farz kılınmış bir ibâdet olmadığı halde, bayram namazlarına katılmaya zorlayan Peygamber, onları, âyetle farz kılınan Cuma namazına da mecbur eder, bu da tıpkı diğeri gibi ümmetin tamamından gizli kalamazdı. Nitekim bütün hadis kitapları Peygamber’in (s.a.s.), hayızlı kadınlar da dâhil sahâbî kadınların tamamını bayram namazlarına katılmaya çağırdığını rivâyet ederler.
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ümmü Atıyye (r.a.)’dan rivâyet ettiği şu haber bunun en açık delilidir: Ümmü Atıyye şöyle demiştir: “Bize, Rasûlullah Ramazan ve Kurban bayramlarında genç kızlarla hayızlı kadınları ve evinin bir köşesine çekilerek perdesi altında gizlenen hanımları namazgâha çıkarmamızı emretti.” ‘Ama hayızlı kadınlar namazgâhtan biraz uzak durur, hayırda ve müslümanların duâlarında hazır bulunurlar’ dedi. Ben: ‘Ya Rasûlallah! Bazan birimizin örtüsü bulunmuyor’ dedim. Rasûlullah: ‘Ona din kardeşi kendi cilbablarından birini giydiriversin’ buyurdu.2318
Haberin diğer tarîklerinde Ümmü Atıyye bu durumu istimrar (devamlılık) sigasıyla “emrolunurduk” şeklinde rivâyet etmektedir. Şâyet Y. Nuri Öztürk ve ondan etkilenen çevrelerin iddia ettikleri gibi, âyetin umûmî hitabından kadınlar çıkarılmamış olsaydı, hayızlı kadınlara ve evinin köşesinde perdesi altında gizlenen bâkire kızlara varıncaya kadar bütün kadınları Bayram namazlarına katılmaya mecbur eden Peygamber, onları Cuma namazına çıkmaya mecbur etmez miydi? Yoksa Peygamber onları Cuma namazına çıkmakla sorumlu tuttu da, diğerinin aksine bu durum, âliiyle, ümmisiyle ümmetin tamamından gizli mi kaldı? Herhalde böyle bir iddia akıllara durgunluk verir.
2318] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, 2/537-544; İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/428-30; Ayrıca bu konuda Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin namaz bahislerine bakınız
CUM’A NAMAZI
- 505 -
3- Hür Olmak
Yukarıda zikredilen Târik b. Şihâb hadisine binâen mülk edinilmiş kölelere ve hürriyeti elinde bulunmayan kimselere Cuma namazı farz değildir. Mülk edinilmiş köleye Cuma namazının farz olmamasının sebebi, birinci derecede efendisinin hizmeti ile sorumlu bulunmasıdır. Zira Cuma namazına gidip sonuna kadar imamı beklemesi emredilecek olursa, buna imkân bulamayabilir. Bundan dolayı da kendisine herhangi bir zarar dokunabilir. Bilhassa köleliğin yürürlükte olduğu dönemlerde müslüman olan bir kölenin, müslüman olmayan bir kimsenin mülkiyeti altında bulunduğu düşünülecek olursa, buradaki espriyi daha iyi kavramak mümkün olur. Bu sebeple Cumhûr-ı ulemâ’ya göre, köleye Cuma namazı farz değildir. Ancak kadınlar için geçerli olan husus köleler için de aynen geçerli olup, imkân bulup Cuma namazına katılmaları halinde cemaatle beraber bu namazı kılmaları câiz ve sahihdir. Bu durumda kendilerinden, öğle namazının farziyeti kalkmış olur.
Fakat bazı selef âlimlerine göre, tıpkı hür olana farz olduğu gibi, köleye de Cuma namazı farzdır. Şâyet efendisi onu, Cumaya gitmekten men ederse, ancak o zaman Cuma namazına gitmemesi câiz olur. Hasan-ı Basrî, Katâde ve İmam Evzâî bu görüştedirler. Dâvud ez-Zâhirî ise mutlak olarak köleye Cuma namazının farz olduğu görüşüne kail olmuştur. Bu görüş İmam Ahmed bin Hanbel’den de rivâyet edilmiştir.
Buna mukabil, âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Cuma namazının farz olabilmesi için, hürriyet şart sayılmıştır. Ancak burada sözü edilen hürriyet, meselenin aslını idrâk edemeyen bazı müslümanların zannettiği gibi, mecazî mânâdaki fikir ve eylem hürriyeti olmayıp, mülk sayılan köleliğin karşıtı olan hakîki mânâdaki hürriyettir.
Ehlince bilindiği üzere Arap dilinde mutlak olarak zikredilen hürriyet kavramı, biri hakîki diğeri mecazî olmak üzere iki ayrı mânâda kullanılır. Birinci ve hakîki anlamıyla kullanıldığı zaman,2319 “kölelik” kavramının zıddı olarak kullanılır ki, bu mânâdaki hürriyet; “akıllı bir şahsın kendi işleri hakkındaki asâleten yaptığı tasarruflarının, kendinden başka birinin rızâsına bağlı olmaması demektir.2320
İşte bu anlamdaki “hürriyet”in tam karşısında kölelik bulunmaktadır. “Bir kimsenin asâleten tasarruf yapamaması ve tasarruflarının ancak efendisinin iznine bağlı olması” anlamını ifade eden bu statü, yani kölelik, kuvvetin egemen kılındığı dönemelerde zorbalık ve güç sonucunda ortaya çıkmış, savaş ve baskınlarda ele geçirilen esirler de bu müessesenin ortaya çıkmasının en büyük sebeplerinden biri olmuştur. Bu kurumun işlediği dönemlerde esirler, esâret müddeti içerisinde zelîl bir durumdaydılar. Onları esir edenler, eğer yaşamasını isterlerse, onları kendilerine hizmet eden ve ancak irâdeleri doğrultusunda tasarruf edebilen köle yaparlardı. Ayrıca esirlere mâlik olan efendiler, bu kölelik statüsüne, elden ele nakli mümkün olan bir işleyiş daha kazandırmışlardı. Bazen esîr alan kavmin, ellerindeki esîri aralarında kin ve düşmanlık bulunan kimselere, öldürmeleri veya ağır hizmette bulundurmak sûretiyle işkence etmeleri için teslim ettikleri de olurdu. Bazan da satarlar, bedelinden faydalanırlardı. Satılan esîr de artık satın alanın kölesi olurdu.
2319] İbn Hacer, Telhîs'ül-Habîr, 4/485; Hattâbî, A.g.e., 1/210
2320] M. Tahir b. Aşur, İslâm Hukuk Felsefesi, s. l15
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hürriyet kelimesinin ikinci anlamı ise, mecaz yoluyla birinci anlamdan doğan mecazî hürriyettir. Bu mânâda hürriyet, kişinin kendi nefsi ve işleri hakkında herhangi bir karşı çıkan olmaksızın istediği gibi tasarrufta bulunabilmesi demektir. Bu anlamdaki hürriyetin karşıtı, tasarruftan alıkonulma ve kısıtlılıktır. Bu kısıtlılığın gözüktüğü yerler, insanların inançlarında, sözlerinde ve hareketlerindeki esaslarla ilgilidir.2321
İşte İslâm hukukunda hem bazı ibâdetlerin sıhhatine temel teşkil eden ve hem de Cuma namazının sahih olabilmesi için şart koşulan hürriyet, kavramın birinci ve hakîki anlamıyla “kölelik” teriminin karşıtı olan hürriyettir. Yani fukahânın aradığı özellik, mükellefin, hürriyetin bu mânâsından yoksun edilip köle olarak kullanılıyor olmamasıdır. Çünkü Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cuma âyetinin umûmî hükmünden istisnâ ettiği köle, her türlü hürriyet hakkı elinden alınan ve başkaları tarafından mülk edinilen köledir. Nitekim Târik b. Şihab tarafından rivâyet edilen hadisde “mülk edinilmiş köle” mânâsına gelen ifadesiyle bu husus hiçbir şüpheye mahal olmayacak tarzda açıkça beyan edilmiştir. Dolayısıyla bunun, fikir ve eylem hürriyetine kısıtlama getirilen kimse şeklinde anlaşılmasına imkân yoktur. Nitekim ne geçmişte, ne de günümüzde bunu bu şekilde anlayan hiçbir âlime rastlamak mümkün değildir. Zira bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Hâl böyle iken bir kısım müslümanlar bazı hususlarda fikir ve eylem hürriyetinin kısıtlı olmasını, hadiste beyan edilen kölelikle eşit sayarak, bu hususu Cuma namazını terketmeye ma’zeret saymaktadırlar. Hâlbuki hadiste istisnâ edilen ve İslâm hukukunda bazı ibâdetlerden muaf tutulan hakîkî mânâdaki kölenin, efendisi izin vermedikçe alış-veriş, borç alıp verme ve rehin bırakma gibi yaptığı ya da yapacağı hiçbir akit sahih değildir.2322 Aynı şekilde İslâm hukukuna göre böyle bir kölenin nikâhının geçerli olması, efendisinin vereceği izne bağlıdır. Dolayısıyla efendisi izin vermediği müddetçe kölenin yapacağı nikâh akdi dinen geçersiz sayılmıştır. Dolayısıyla herhangi bir köle, efendisinin izni olmadan nikâh akdi yapar da zifafa girerse, bu durumda zina yapmış sayılır.2323 Bu husus Rasûlullah’dan (s.a.s.) gelen sahih hadislerle sâbittir. Nitekim Câbir b. Abdiilah’dan (r.a) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) “Herhangi bir köle, efendisinin izni olmadan nikâh akdi yaparsa, o köle zina edicidir”2324 buyurmuştur.
Hz. Ömer (r.a.) da “Köle, efendisinin izni olmaksızın nikâh akdi yaparsa, nikâhı haramdır. Efendisinin izniyle nikâhlanırsa, bu durumda boşama hakkı, ferci helâl kılan (nikâhı akdeden) kimseye aittir2325 demiştir. Rivâyete göre Nâfî’ de şöyle demiştir: “Abdullah İbn Ömer, efendisinin izni olmadan kölenin nikâhını zina sayar, nikâhladığı kadınla zifafa girdiği takdirde, kendisine ve köle olduğunu bildiği halde kendisiyle nikâhlanan kadına had vurulmasını vâcib sayardı.2326 Benzeri haberler Atâ, Katâde, Hasan, Sevrî ve İbrahim en-Nehâî’den de rivâyet edilmiştir.2327
2321] Bk. Prof. M. Tahir b. Aşur, A.g.e., s. 115 vd.
2322] Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/332
2323] Bk. Mehmed Zihni Efendi, Nimetü'l-İslâm, s. 808
2324] Abdürrezzak, Musannef, 7/243; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 2/228
2325] Abdürrezzak, A.g.e., 7/242
2326] Abdürrezzak, A.g.e., 7/243; Ebû Dâvud, A.g.e., 2/228
2327] Bk. Abdürrezzak, A.g.e., 7/242-245
CUM’A NAMAZI
- 507 -
Aynı şekilde köle ile ilgili her türlü tasarruf hakkı efendiye ait olduğu için, evli olan köle ve câriye’yi efendisi kendi hizmetinde kullanabileceği gibi, âzâd da edebilir, satılıp hibe olunabilecekleri için satıp hibe de edebilir.2328 Bütün bu hususlar göz önüne alındığında fikir ve eylem planındaki bazı hakların kısıtlanması nerede, bu mânâdaki hakîkî kölelik nerededir?
Cuma namazını niçin kılmıyorsunuz? sorusuna; biz “hür müyüz?” şeklinde karşılık veren ve kendilerinin köle durumunda olduğunu zanneden bazı müslümanların, İslâm hukukundaki köleliğin ne anlama geldiğini bildiklerini sanmıyoruz. Zira, eğer bilmiş olsalardı, dinî, siyâsî ve fikrî konularda bazı hakların kısıtlı olmasına bakarak bu şekide düşünmeleri mümkün olmazdı.
Dinî, siyâsî ve fikrî plandaki bazı hürriyetlerin sınırlı olmasını veya müslümanların bazı çevrelerce dışlanmalarını veya yok sayılmalarını hakîkî anlamdaki kölelikle aynı mânâya alacak olursak, bu durumda, söz konusu kısıtlamalarla muhâtap olan müslümanların, kadın ve kızlarının câriye sayılması gibi bir yanlışı kabul etmiş oluruz. Köle ve câriyelerin nikâhı efendilerinin iznine tâbî olduğuna ve efendisinin izni olmadan nikâh akdi yaparak zifafa giren köleler dinen zina etmiş olacaklarına göre, bu fikrin mimarları tahmin bile edemedikleri bu yanlışı nasıl bertaraf edecekler acaba? Öte yandan iddia edildiği gibi, bütün müslümanlar köle olsalardı, bir kısmı çok zengin olan bu müslümanların hiçbir mülk ve servetlerinin bulunmaması, ticâret, alış-veriş, borç alıp verme, bir yerden bir yere göç etme, ev bark sahibi olma, (kimi samimî müslümanların(!) yaptıkları gibi) faizli bankaların çek ve senetlerini rahatlıkla kullanma(!), diledikleri zaman diledikleri şekilde seyahat etme, televizyon, radyo, vakıf, dernek, şirket ve yayınevi kurma, kitap, dergi ve gazete çıkarma ve daha başka hürriyetlerinin bulunmaması gerekmez miydi?
Müslümanlar bütün bu tasarrufları asâleten, yani kendi adlarına özgürce yapabildiklerine göre demek ki köle hükmüne girebilecek bir kısıtlama ile karşı karşıya değiller. Aksine hür insanların sahip olduğu haklara sahip durumdadırlar. Zira İslâm hukukuna göre kölelerin kendileri sahiplenilmiş mal hükmünde oldukları için bu nevî mal ve mülke sahip olma ve asâleten kendi adlarına tasarrufta bulunma hakları yoktur.2329 Kaldı ki bu güne kadar gayri İslâmî sistemlerle idare olunan hiç bir ülkede, hiç bir otoritenin, müslümanların köle olduğunu iddia ettiği ve böyle bir muâmeleye teşebbüs ettiği görülmüş bir şey değildir. Aksine bütün müslümanlar, hürriyetin yukarıdaki tanımına göre her zaman hür yaşamış ve hür kabul edilmişlerdir.
Dinî, siyâsî ve fikrî hususlarda birtakım kısıtlamaların mevcûdiyeti tartışmasız bir gerçek olmakla beraber, bu, İslâm dinindeki hakîkî kölelik mânâsına gelmez. Nitekim bugüne kadar ne geçmişte ne de günümüzde İslâm dünyasının hiçbir yerinde, hiçbir ilim ehli müslumanlara getirilen bu kısıtlamaları esas olarak müslümanlann köle hükmüne girdiğini iddia etmemiştir. Zira, müslümanlar avâmıyla havâssıyla bu konulardaki kısıtlamalarla ilk defa bugün mevcut olan tağûtî sistemlerde tanışmış değillerdir. Aksine Emevîler ve Abbâsîler devrinde de birçok âlim ve fakîh inandıkları düşünceleri açıkladıkları için mihne (işkence)ye mâruz kalmış, hatta birkısmı işkenceler altında zindanlarda can vermiştir. İşte İmam Ebû
2328] M.Zihni Efendi, A.g.e., s. 812
2329] M. Zihni Efendi, A.g.e., s. 808
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel’in hayat hikâyeleri ortadadır. Bu büyük âlim ve fakîhlerin, dinî nokta-i nazardan mevcut sistemi eleştirdikleri ve inandıklarını ifâde etmeye kalkıştıkları için Emevî ve Abbâsî sultanları elinde çektikleri işkenceler, siyâsî ve fikrî hususlardaki kısıtlamaların en açık misâlidir.
İmam Ebû Hanîfe mevcut sistemi dinî yönden meşrû görmediği ve bazı konularda fikrini beyan ettiği için önce, merkeb lakabıyla meşhur, zâlim Emevî sultanı Mervan b. Muhammed zamanında, daha sonra da Abbâsî hükümdarı Mansur zamanında işkenceye tâbî tutulmuş, ikincisinde işkencelere tahammül edemeyerek zindanda can vemişti. Aynı şekilde devlet erkânı tarafından rivâyet edilmesi yasaklanan bir hadisi, yine aynı mercîlerin provakatörleri tarafından sorulması üzerine rivâyet ettiği için İmam Mâlik de benzeri işkencelere maruz kalan fukahâ arasında bulunuyordu. İmam Ahmed ise, Me’mun, Mu’tasım ve Vâsık zamanlarında Abbâsî devletinin resmî mezhebi haline gelen Mutezîlî düşünceyi ve halkul-Kur’an fikrini kabul etmeyip, kendi inancını savunduğu için işkence gören yüzlerce muhaddisten biriydi. Evet, bu büyük imam, Kur’an’ın mahlûk olmayıp kelâmullah olduğu düşüncesini benimsediğinden, sorguya çekilmek üzere ağır zincirler altında Bağdat’tan Tarsus’a getirilerek hapsedilmiş, günlerce işkenceye tabi tutulmuş ve Mu’tasım’ın adamlarının ayakları altında mafsal kemikleri çıkıncaya kadar çiğnenebilmiştir. Dahası, “mihne” diye meşhur olan bu sorgulamaların yaşandığı devrede yüzlerce hadis imamı, resmî ideolojiyi benimsemeyip kendi kanaatini muhâfaza ettiği için işkenceler altında can vermişti. Bütün bu kısıtlamalara ilâveten Emevîlerin, müslüman olsalar bile, aslen Arap olmayanları mevâlî (köle) kabul ettikleri ve köle muâmelesine tâbî tuttukları da unutulmamalıdır.
Dört mezhep imamı da dâhil bunca âlim ve fakîh dinî düşünce ve kanaatlerinden dolayı bu derece işkence görmelerine ve bu kadar şiddetli kısıtlamalara muhâtap olmalarına rağmen hiçbiri kendi şahıslarını ve Emevîler’in mevâlî (köle) muâmelesine tâbî tuttuğu acemleri, yani Arap asıllı olmayan müslümanları köle saymamış ve bu dönemde Cuma namazının kılınamayacağını ileri sürmemişlerdir. Kezâ ne Ebû Hanîfe, ne Ahmed b. Hanbel ve ne de öteki fakîhlerin bu kısıtlamalar sebebiyle bir kez olsun Cuma namazını terk ettikleri rivâyet edilmemiştir. O halde nasıl oluyor da müslümanlar sanki dinî, fikrî ve siyâsî mânâdaki bu tür kısıtlamalara ilk kez gayri İslâmî düzenlerde muhâtap oluyorlarmış gibi, bu kısıtlamalar sebebiyle onların köle konumunda olduğu, dolayısıyla da bu statülerinden ötürü Cuma ile mükellef olmayacakları iddia edilebiliyor? Meseleyi enine boyuna tetkik etmeden böylesine yüzeysel ve sığ mütâlaalarla İslâm adına fetvâ vermeye cüret ederken Allah’tan korkmazlar mı bu insanlar?!
Bu düşüncenin yanlışlığını bu şekilde izah ettikten sonra konuyla ilgili olarak ileri sürülen bir başka teze temas edilmesi yerinde olur. Zira yukarıda değindiğimiz düşünce, nüvelerini bu tezden alarak zamanla değişik boyutlar kazanmış, daha doğrusu söz konusu siyasî ve fikrî hususlardaki kısıtlamalarla kendisini temellendirme yoluna gitmiştir. Bilindiği üzere İslâm devletinden başka yerlerde Cuma namazının kılınamayacağı görüşünü ilk defa gündeme getiren günümüz yazarlarından bazıları müslümanların içinden bir grubun, irtidat ederek itkidarı ele geçirmeleri veya önceden müslümanken iktidarı ele geçirdikten sonra irtidat ederek küfür ahkâmını icrâ etmeye başlamaları ile ülkeleri kâfirlerin orduları tarafından silâh zoruyla istîlâ edilen müslümanların siyâsî ve fıkhî konumlarını
CUM’A NAMAZI
- 509 -
aynı görmekte ve bu duruma mâruz kalan müslümanların hür olamayacakları için Cuma namazını kılamayacağını iddia etmektedirler. Bu iddialarına da Fransızların K. Maraş’ı istilâsı esnasında halka hitap eden Rıdvan Hoca’nın ifâdelerini delil göstererek şöyle demektedirler: “Fransızların K. Maraş’ı istîlâsı sırasında Cuma günü K. Maraşın Ulu Câmiinde toplanan müslümanlara Rıdvan Hoca şöyle haykırmıştır: “Müslümanlar! Bu akşam Maraş kalesinden bayrağımız indirilmiş, yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Cuma namazının bir insana farz olması için onun hür olması gerekir. Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği müddetçe bu beldede gayrı Cuma kılınamaz.2330
Şüphesiz Rıdvan Hoca’nın bu hareketi gâyet isâbetli ve yerinde bir harekettir. Ancak, aralarında hiçbir fark gözetmeksizin bunun, beşerî idarelerle yönetilen bütün beldelere kıyas yapılması son derece isâbetsiz ve yanlış bir hareket olsa gerekir. Zira müslümanların içinden bir grubun gerek irtidat ederek iktidarı ele geçirmesi, gerekse önceden müslüman iken iktidarı ele geçirdikten sonra irtidat ederek küfür ahkâmını icraya başlaması ile müslümanların ülkelerinin bu şekilde küffâr askerleri tarafından silah ve savaş zoruyla ele geçirilmiş olması her bakımdan aynı neticeyi doğuran şeyler değildir. Zira istiklâl savaşında olduğu gibi, bir belde halkını silah zoruyla ele geçiren kâfirler, dilerlerse oradaki insanların tamamını veya büyük bir kısmını katledebilecekleri gibi, isterlerse esir alarak kölelere mahsus olan her türlü muâmeleyi de yapabilirler. Tarih buna pek çok defa şâhitlik yapmıştır. Dolayısıyla böyle bir musibete dûçâr olan müslümanlar, her türlü hürriyet haklarını kaybetmiş olduğu gibi, ülkeleri de “Dâr’ul-İslâm” olmaktan çıkıp “Dâru’l-harbe” dönüşmüş olur. Böyle bir durumda müslümanlar üzerine Cuma namazından önce hürriyetlerini elde etmek ve beldelerini istilâdan kurtarmak için, müstevlî kâfirlere karşı topyekün cihad etmeleri farz olur. Rıdvan Hoca ve Maraşlı müslümanlar da böyle yapmışlardır. Kezâ Fransızlar tarafından işgal edilen Cezayir’in durumu da bunun gibidir. Nitekim Cezayir’in işgaliyle birlikte haklı olarak Cezayir müftüsü de Fransız işgali kaldırılmadıkça Cuma kılanamayacağına dâir fetvâ vermiştir.
Müslümanların içinden bir grubun iktidarı ele geçirdikten sonra irtidat ederek veya irtidat ettikten sonra iktidara gelerek küfür ahkâmıyla hükmetmeye başlamasına gelince, bunu diğeriyle aynı kefeye koymak hiçbir bakımdan doğru bir kıyas sayılamaz. Zira Cumhûr-ı ulemâ’ya göre, tıpkı birincisinde olduğu gibi bu durumda da müslümanların ülkesi, “Dâru’l-İslâm” olmaktan çıkarak “Dâru’l-harb”e dönüşmekle beraber, bu defa müslümanlar esir ya da köle hükmüne tâbî olmazlar. Bu gün bu ikinci hâl’e mâruz kalan yeryüzünde pek çok müslümanların yaşadığı ülke bulunmasına rağmen hiçbir İslâm âlimi çıkıp, “Müslümanlar hürriyetlerini kaybedip köle konumuna girmiştir. Dolayısıyla onlara Cuma namazı kılmaları artık farz değildir” dememiştir. Zira bu iki husus, “Dâru’l-İslâm” olan ülkelerin konumunu “Dâru’l-harb”e dönüştürmesi bakımından aynı sonucu doğursa da, müslümanların hürriyet vasfını değiştirmesi yönünden aynı neticeyi doğurmaz. Bu iki şeyi her hususta aynı saymak yanlış olur. Dolayısıyla her iki halde de küfrün hâkimiyetine son verip, müslümanların başlarına âdil bir imamı tâyin etmek ve İslâm’ı hâkim kılmak için cihad ve tebliğ vazifesini sürdürmek bütün mü’minlere farz olmakla beraber, birinci durumda kendilerine Cuma farz
2330] Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 61; Hüsnü Aktaş (Y. Kerimoğlu), Medenî Vahşet, s. 199
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadığı halde, ikinci durumda Cuma kılmaları farz olur. Ancak Cuma kılmalarına müsâade edilmiyorsa, bu durum müstesnâ!
Şu halde “Dâru’l-harb”de yaşamak başka, köle sayılmak daha başka bir şeydir. Nitekim küfrün bütün şiddetiyle hâkim olduğu Mekke devrinde müslümanlar en şidetli işkence ve zulümlere mâruz kaldıkları halde, ne Rasûlullah (s.a.s.) ve ne de Sahâbe-i Kiram kendilerini köle olarak tasvir etmemişlerdir. Aksine Mekke toplumunda mevcut olan kölelerden köle olarak, kendilerinden ise hür olarak bahsetmişlerdir.
Daha önce sahih naslara dayanılarak ortaya konulduğu gibi, küfrün bütün şiddetiyle hâkim olduğu Mekke devrinde henüz bir “Dâru’l-harb” olan Medine’de Peygamber’in (s.a.s.) emriyle müslümanlar Cuma namazı kılmaktaydı. Hâlbuki Mus’ab b. Umeyr bir dâvetçi sıfatıyla Medine’ye geldiği zaman Hazrec kabilesi reislerinden Useyd b. Hudayr ve Sa’d b. Muaz gibi isimlerin keskin kılıçlarıyla karşılaşmıştı. Buna rağmen o, müslümanları Sa’d İbn Hayseme’nin evinde gizlice bir araya toplayarak onlara Cuma namazı kıldırmaktaydı. Şâyet beşer kanunlarının yürürlükte olduğu veya İslâm kanunlarının tatbik edilmediği her ülkede yaşayan Müslümanlar köle sayılsaydı, başta Peygamber (s.a.s.) olmak üzere bütün sahâbenin Mekke devrinde kendilerinden köle diye bahsetmeleri, buna paralel olarak da Medineli müslümanların Cuma kılmamaları icab ederdi.
Şu halde müslümanlara cihad şuurunu aşılamak adına Fransızların istilâsına muhâtap olan müslümanlarla, İslâm dışı idareler altında yaşayan müslümanları aynı konumda görmek doğru değildir. Müslümanlara İslâm anlatılacaksa, bu vazife, farzları terk ettirerek değil, aksine onları hakkıyla yerine getirmeye teşvik ederek yerine getirilmelidir. Aksi halde Cuma meselesinde olduğu gibi, daha sonra kendimizin de telafi edemeyeceği birtakım yanlışlıklara sebebiyet verebiliriz. Şâyet böyle yapılması yanlış bir haraket olsaydı, Allah ve Rasûlü ibâdetlerden önce cihadı ve İslâm devletini tesis etmeyi farz kılmakla işe başlardı. Hâlbuki Kur’an ve sünnetin metodu böyle olmamıştır. Kur’an çizgisinde yürüyen Allah Rasûlü, herşeyden önce müslümanları tek bir akîde üzerinde birleştirmeye, aralarında sevgi ve kardeşlik duygularını pekiştirmeye yönelmiş ve on üç yıllık Mekke hayatında bu hususlara ağırlık vermiştir. Zira akîdeleri farklı farklı olan, birbirlerine muhabbet ve kardeşlik duyguları beslemeyen bir toplum, parçalanmaya mahkûm bir cemiyyettir. Afganistan örneğinde görüldüğü gibi, böyle bir toplum, düşmana gâlip olsa bile, aralarındaki tefrika tohumlarını söküp atamaz. Muhtemel bir ihtilâfta silahlarını kendi saflarına yöneltirler. Öyleyse cihad şuurunu tesis etme adına, farklı farklı itikadlara sahip olan, birbirlerine karşı en ufak bir muhabbet ve tahammülleri bulunmayan ve kardeşlik anlayışları edebiyattan öteye geçemeyen günümüz müslümanlarını içi boş sloganlarla seraptan seraba koşturmanın ve zaten yıkık dökük olan ibâdetlerinin bir kısmını terkettirmenîn İslâmî bilinç ve siyâsetle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olamaz.
Böyle bir harekete kalkışmamız boş yere müslümanların enerjilerini heder etmek olur. Neticede, müslümanlar hedefe yürüyecek güçlerini yitirmiş ve ilim ehline güvenlerini kaybederek ye’se düşmüş olurlar. Doğru olan ve her kim olursa olsun, ilim ehline yakışan fıkhî meseleleri ortaya koyarken delilleriyle birlikte enine boyuna tahkîk ettikten ve neticesini hesap ettikten sonra makaslamadan, olduğu gibi sunmaktır. Hangi maksat ve niyetle yapılırsa yapılsın, duygusal ve
CUM’A NAMAZI
- 511 -
izafî yaklaşımlarla hakikatleri gizlemek ve kamuoyunu yanıltmak büyük bir tehlikedir. Mâlum olduğu üzere bir işi yaparken sadece niyetin güzel olması yeterli değildir. Yapılan işin de İslâm’a göre güzel olması gerekir. İçinde yaşadığımız zaman, fıkıh kaynaklarında nakledilen kültür mirasına mutlak hakikat nazarıyla bakma ve mutlak bir teslimiyyetle yaklaşma zamanı değildir. Bu yaklaşım, ilmin ve ilim ehlinin mantığına aykırı düşer. İlme ve ilim ehline yakışan asrının imkân ve ihtiyaçlarını da dikkate alarak bu kültür mirasını Kur’an ve sünnetin süzgecinden geçirerek insanların idrâkine sunmaktır. Aksi halde ilme de ilim adamına da ihtiyaç kalmaz.
Bilgisayar çağı olan asrımızda bu kuru nakilcilik vazifesini bilgisayarlar da yapabilir. Tarihten günümüze kadar intikal eden bu kültürel mirasımızı insanlara intikal ettirirken onu Kur’an ve sünnete arzetme misyonunu üstlenmek istemiyorsak hiç değilse olduğu gibi objektif olarak nakletmemiz de bir ilim namusu olsa gerektir. Zira prensip olarak Cuma namazının devlet başkanı tarafından kıldırılmasının şart olduğu fikrini savunmalarına rağmen, ileride kaynaklarıyla birlikte ortaya koyacağımız gibi, bütün Hanefî âlimleri kâfirlerin istilâsı altında dahi müslümanların bu namazı terk edemeyeceklerini ve mutlaka kılmaları gerektiği görüşünü müdâfa etmektedirler. Diğer bir ifadeyle İmam Ebû Hanîfe hâriç, bütün Hanefî âlimleri bu şartı sadece İslâm devletinin fiilen mevcut olduğu dönemler için geçerli sayıp, İslâm devletinin mevcud olmadığı zaman ve zeminler için bu şartı kabul etmezler. Hal böyle iken tek yönlü olarak ve cümlenin aşağısını görmezden gelerek nakiller yapmaya kalkışırsak büyük bir vebal altında kalırız. Başkalarını kurtarmaya yönelik iyi niyetimiz, kendimizi dahi kurtarmaya yetmeyebilir.
Müslümanların birlik ve beraberlik, sevgi ve kardeşlik tohumlarını yeşertecek, dinî, ilmî, siyâsî, fikrî, ahlâkî, ibâdî ve kültürel konularda bilinçlenmelerini ve eksikliklerini gidermelerini temin edecek, soğuk savaşın hâkim olduğu asrımızda müslümanların boy gösterisi sayılabilecek ve kamuoyu oluşturmalarına zemin hazırlayacak dinî bir kongre ve mitingleri mâhiyetinde olan böylesine büyük bir ibâdeti sağlam bir delilleri olmadan İslâm dâvâsı adına terk etmek büyük bir gaflet olur. Câmileri, câmî cemaatini ve müslüman halkın desteğini yok sayarak ve onları kendi hâline terkederek İslâm dâvasında hiç kimsenin başarı şansının olacağını zannetmiyoruz.2331
4- Sıhhatli Olmak
Cuma namazı ile mükellef olmak için sıhhatli/sağlıklı olmak şarttır. Dolayısıyla Cuma namazına gidemeyecek kadar hasta olanlar veya Cuma namazına gitmesi halinde hastalıklarının artmasından endişe edilen kimselere Cuma namazı farz değildir. Böyleleri Cuma namazı yerine, güçlerinin yettiği şekilde öğle namazını kılmakla yükümlüdür. Zira “Allah, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez”2332 âyeti mûcibince bir kimse gücünün yetmeyeceği şeylerle sorumlu tutulmaz. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) hastaları Cuma âyetinin umûmî hükmünden istisnâ etmiştir.
2331] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 166-177
2332] 2/Bakara, 90
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Târik Hadisi Hakkındaki Görüşler
Buraya kadar izah edilen bu dört sınıfın Cuma namazından istisnâ edilmesi başta da belirtildiği gibi Târik b. Şihâb’dan rivâyet edilen “Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan kadın, köle, çocuk ve hastalar müstesnâdır” hadisine dayanmaktadır.
Bu hadisi İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef’inde, Ebû Dâvud, Dârakutnî ve Beyhâkî Sünenlerinde, Hâkim de Müstedrek’inde rivâyet etmişlerdir.2333
İbn Hacer hadisin senedinin sahîh, ravîlerinin sîka (güvenilir) olduğunu söylemiştir.2334 Beyhâkî, “hadis her ne kadar mürsel olsa da iyi bir mürseldir. Târik ise Tâbiûn’un hayırlılarındandır. Peygamber’den bir şey işitmemiş olsa da, onu görenlerdendir. Hadisinin birçok şâhidi vardır” demiştir.2335 Nevevî Hulâsa’sında ve ondan naklen Zeylaî, Nasburrâye adlı eserinde şöyle demişlerdir: “Târik b. Şihab’ın Peygamber (s.a.s.)’i görüp de ondan bir şey işitmemesi, hadisin sıhhatine zarar vermez. Zira bu durumda hadis, sahâbî mürseli sayılır. Sahâbî mürseli ise hüccettir. Hadis, Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihdir.
Bu sebeple İbn Hacer’in Telhis’inde belirttiği gibi, birçok kimse onu sahih saymıştır. Hâkim de bunlar arasındadır. Nitekim o bu hadisi Ubeyd b. Muhammed el-Iclî tarîkiyle muttasıl bir senedle de rivâyet etmiştir.2336 Nitekim Hâfız İbn Hacer, bu hususta der ki; Ebû Dâvud’un “Târık, Peygamber’den (s.a.s.) işitmemiştir” sözü, hadisin sıhhatine zarar vermez. Zira, şâyet Tarık’ın Peygamber’i (s.a.s.) işitmediği sâbit ise, hadis sahâbî mürseli olur: Sahâbî mürseli ise bizim ashâbımız ve bütün âlimler nazarında hüccettir. Ancak Ebû İshak el-İsferâînî bundan müstesnâdır.2337
5- Âkıl ve Bâliğ Olmak
İlâhî emir ve yasaklarla mükellef olabilmek için akıl ve buluğ şarttır. Akıllı olmayanlarla erginlik çağına girmemiş olan kimseler hiçbir ibâdetle yükümlü olamadıklarından Cuma namazı ile de yükümlü değildirler. Bu sebeple deliler ve çocuklara Cuma namazı farz değildir. Bunun delili de Târik b. Şihab hadisi yanında: “Cuma namazı her bâliğ olana farzdır”2338 hadisidir. Teklifte ehliyetin akıl ve buluğ olduğu hususunda ihtilâf söz konusu değildir.
6- Mukim Olmak
Cumhûr-ı fukahâya göre bir mükellefe Cuma namazının farz olabilmesi için bir yerde ikamet halinde olması şarttır. Bu münâsebetle yolculuk halinde bulunan kimseye Cuma namazı farz değildir. Cumhûr-ı fukahânın bu husustaki delilleri, Câbir b. Abdillah (r.a.)’ın Rasûlullah’dan (s.a.s.) rivâyet ettiği şu hadisdir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimseye Cuma gününde Cuma namazı farzdır. Ancak hasta, yolcu, kadın, çocuk ve köle bundan müstesnâdır.”2339 Bu
2333] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/18; Ebû Dâvud, Sünen, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünen'ul-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2334] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/436
2335] Beyhâkî, A.g.e., 3/183; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 3/258
2336] Zeylaî, Nasburrâye, 2/199; İbn Hacer, Telhîs, 4/483; Hâkim, A.g.e., 1/228; Nâsıruddîn el-Albânî, İrvau'1-Ğalil, 3/54-55
2337] Zeylaî, A.g.e, 2/199; İbn hacer, A.g.e, 4/483
2338] Beyhâkî, A.g.e., 3/184; Nesâî, Sünen, 1/153
2339] Dârakutnî, Sünen, 2/3
CUM’A NAMAZI
- 513 -
hadis, senedinde geçen İbn Lehia ve Muaz b. Muhammed el-Ensârî’nin rivâyet ehliyeti bakımından zayıflığı sebebiyle muhaddislerce zayıf addedilmiştir.2340 Ancak, Ebû Dâvud’un Târık b. Şihab’dan rivâyet ettiği yukarıda zikredilen hadisle Beyhâkı’nin değişik kanallarla rivâyet ettiği birçok şâhidi bulunmaktadır.2341 Bu itibarla âlimlerin ekserisi tarafından istidlâl edilecek güçte sayılmıştır.
Bu hususta dört mezheb imamı ittifak halinde olmasına rağmen, el-Hadi, el-Kasim, Ebu’l-Abbas, İbn Şihâb ez-Zührî ve İbrahim en-Nehâî yolcu, ezanı işitirse, Cuma namazına gitmesi lâzım olur demişlerdir.2342
Zikredilen bu altı şartın dışında Cuma namazına gitmeye engel teşkil edecek herhangi bir sebep ortaya çıkarsa bir müslüman bu sebebten dolayı Cuma namazını kılmakla sorumlu tutulamaz. Düşman veya yırtıcı hayvandan korkulması vb. hususlar bu sebepler arasında sayılabilir. Zira teklif imkânlar ölçüsündedir. Buraya kadar Kitap ve sünnete dayalı olarak üzerinde ittifak edilen farziyyet şartlarını beyan etmiş olduk. Buna göre Cuma namazının farziyyet şartlarını hâiz olan bir mü’minin Cuma ezanını işittiği zaman Cuma namazına gitmesi gerekir. Aksi halde Yüce Allah’ın “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı(nız) zaman, hemen Allah’ı zikre gidin”2343 emri ile Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bazı kimseler ya Cuma namazına gitmemeye son verirler ya da Allah onların kalplerini mühürler”2344 tehdidine muhâtap olurlar.2345
B- Sıhhatinin Şartları
Cuma Namazının Sahih ve Mûteber Olmasının Şartları
Daha önce incelenen ve ittifakla benimsenen, farz olma şartlarına ilâveten, edâ edilen Cuma namazının sahih ve mûteber olup öğle namazının yerine geçebilmesi için mezheb imamları tarafından bazı şartlar daha ileri sürülmüştür. Bu şartların başlıcaları vakit, cemaat, hutbe, şehir, bir şehirde bir tek câmide Cuma kılınması, devlet başkanı veya nâibinin kıldırması ve genel izin meselesi olmak üzere yedi maddede toplanmaktadır.
Teferruat üzerindeki görüş ayrılıkları bir kenara bırakılacak olursa, bu şartlardan ilk üç tanesi üzerinde ittifak edilirken, geriye kalan dört şart hususunda mezhepler arasında ihtilâf edilmiştir. Daha açık bir ifadeyle bir şehirde bir tek câmî’de Cuma kılınması meselesi hâriç, geriye kalan üç şart ulemânın hilâfına sadece Hanefî’ler tarafından ileri sürülmüştür.
İşte günümüzde Cuma namazını terkeden çevrelerin hareket noktasını, üzerinde tartışma bulunun ve sadece Hanefî imamları tarafından ileri sürülen bu şartlardan bazıları teşkil etmektedir.
Şunu burada hemen belirtelim ki, vakit ve hutbe dışında ileri sürülen şartların hiç birisine Kur’ân-ı Kerimden direkt veya dolaylı olarak herhangi bir
2340] Dârakutni, Sünen, 2/4
2341] Bk. Beyhâkî, A.g.e., 3/184
2342] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 3/327
2343] 62/Cum’a, 9
2344] Müslim, Sahih-i Mülim, 1/586; Muhammed b. Süleyman, Cem'ul-Fevâid min Câmü'l-Usûl ve Mecmâi'z-Zevâid, Dâru'l-Isfahânî, Cidde, 1393, 1/98
2345] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 179-180
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
delil göstermek mümkün değildir. Nitekim ne Hanefîler’in, ne de diğer mezhep imamlarının böyle bir iddiaları söz konusu değildir. Onlar, bu şartları ileri sürerken, ya şahsî ictihadlarına ya da kendilerine ulaşan bazı haberlere dayanarak ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla bu şartların müslümanları bağlayıp bağlamayacağı, bunların dayandıkları delilin kuvvetine, diğer bir ifadeyle Kur’an ve sünnete uygun olup olmadıklarına bağlıdır.
Şâyet bu şartların dayandığı deliller sahih olup Kur’an ve sünnete muhâlif bulunmazsa, bağlayıcı olur ve uygulanması gerekir. Dolayısıyla bu şartlar tahakkuk etmediği zaman, Cuma namazını terkedenler bu hareketlerinde mâzur sayılır. Aksi halde, imamı ictihadında yanıldığı için bir ecir sahihi olurken, hatalı ya da Kur’an ve sünnete aykırı olduğunu bile bile ona tâbî olanlar günahkâr olurlar. Asla mâzur sayılmazlar. Zira onlar bu durumda imamının ictihadından daha kuvvetli olan Kur’an ve sünneti terkettikleri için Allah ve Rasûlüne muhâlefet etmektedirler.
Hakikatte böyle hatalı bir ictihad mezhep imamından sâdır olsa bile, aslında bu ictihad imamının görüşü sayılmaz. Zira müctehid imamların tamamı, ilke olarak sünnete ve sahih hadislere muhâlif olan görüşlerini hayatta iken de, öldükten sonra da mûteber saymamış ve benzeri görüşlerinin terkedilmesini vasiyet etmişlerdir.
Biz burada imamlarımızın bu vasiyetlerine uyarak ve şahsî kanaatlerimizi haklı çıkarma taassubundan kaçınarak her mezheb imamının ortaya koyduğu şartları ve bu hususta dayandıkları delilleri ilmî ölçüler içerisinde ele alarak bu şartların ne derece geçerli olup olmadıklarını incelemeye çalışacağız.
Daha önce de belirtildiği gibi, Kur’an’dan bir asla dayanmayan şartların geçerliliği, dayandıkları hadislerin sıhhatine bağlıdır. Dayandıkları hadis sahihse, cumhûra göre şart da sahih, hadis sahih değilse, şart da sahih değildir. Şâyet söz konusu hadis Kur’ân’ın umûmî bir hükmünü tahsis edici nitelikte ise, İmam Şâfiî ile Ahmed bin Hanbel’e göre sahih olması yeterli iken Hanefîlere göre böyle bir durumda hadisin sadece sahih olması kâfî değildir. Aksine ya meşhur ya da mütevâtir olması gerekir. Zira Hanefîler, cumhûr’un aksine, Kur’ânın umûmî hükmünün tahsisini nesih sayar ve meşhur veya mütevâtir hadisden başkasıyla bunu asla câiz görmezler. İmam Mâlik, Kur’ân’ın umûmî ifadelerinin delâletini zannî kabul etmekte ise de, her zaman haber-i âhad ile tahsis edilemeyeceği görüşündedir. Ona göre haber-i âhad’ın Kur’ân’ı tahsis edebilmesi için kıyas veya Medinelilerin ameliyle desteklenmesi gerekir. Aksi halde hadis zayıf sayılır ve Kur’ân’ı tahsis edemez.
Daha önce de işaret edildiği gibi herhangi bir hadisin sahih olup olmadığını tesbit etmek için genel geçer sayılan başlıca iki metot vardır. Bunlardan biri; hadis râvîlerinin hal ve meşreplerini, adâlet ve zapt bakımından güvenilir olup olmadıklarını araştırmaktan ibaret olan ‘senet tenkidi metodu’ diğeri ise, rivâyet edilen hadisin Kur’ân’ın genel esaslarına, akla, ilmî tecrübeye, tarihî gerçeklere ve itimada şâyan olmuş diğer sahih hadislere uyup uymadığını tetkikten ibaret olan ‘metin tenkit’ metodudur ki bunlardan birincisine ‘dış tenkit’, ikincisine de ‘iç tenkit’ metodu adı verilir.
Mâlum olduğu üzere büyük hadis imamları, hadislerin sahihini sakîminden
CUM’A NAMAZI
- 515 -
ayırmak için, İslâm’ın ilk devirlerinden itibâren hadis rivâyetiyle tanınan tüm râvîlerin hayatını, sîretini, hâl ve gidişini en ince ayrıntılarına kadar araştırarak sîka (güvenilir) olup olmadıklarını, onlarla hem aynı devirde, hem de daha sonraki devirlerde yaşayan sîka ve otorite ağızlara dayanarak tesbit eden özel ve genel nitelikli rical (biyografi) kitapları adı verilen dev eserler meydana getirmişler ve bu râvîlerin hayatına, sonradan gelen araştırmacılar için ayna tutmuşlardır. Hadis edebiyatının müstesna bir türünü teşkil eden bu kitaplar, ‘Kütüb-i Sitte’ başta olmak üzere, diğer tüm hadis kitaplarında rivâyeti bulunan bütün râvîlerin, hangisinin sîka, hangisinin sîka olmadığını dolayısıyla rivâyet ettikleri hadislerin sıhhatini tesbit etmede başvuracağımız mihenk taşları durumundadır. Şu halde herhangi bir hadisin sahih, zayıf ya da uydurma olduğunu sağlıklı bir şekilde tesbit etmek için takip etmemiz gereken birinci metot; bu kaynaklar yardımıyla “dış tenkit” tabir edilen senet tenkidi metodu, diğeri ise, söz konusu hadis metinlerini aklın, tarihî gerçeklerin, ilmî tecrübe ve Kur’ân’ın genel prensiplerinin süzgecinden geçirmek anlamına gelen “iç tenkit/metin tenkit” metodu olacaktır.
Nitekim muhaddisler gibi mezhep imamları da herhangi bir râvî’nin rivâyetini kabul etmek için bir taraftan söz konusu râvînin adâlet ve zapt bakımından sağlam ve rivâyet yönünden sîka olup olmadığına bakarken, diğer taraftan rivâyet ettiği hadisin Kur’ân’ın genel esasları yanında, akla, ilmî tecrübeye, tarihî hakikatlere ve diğer sîka râvîler tarafından rivâyet edilen itimada şâyan olmuş sahih hadislere muhâlif olup olmadığına bakmışlardır. Şâyet râvî, adâlet ve zapt bakımından sağlam ve güvenilir bir kimse ise ve rivâyet ettiği hadis bahsi geçen esaslara aykırı değilse, bu râvînin rivâyetini hüccet olarak kabul etmişler, aksi halde reddedip hüccet saymamışlardır. Bilhassa hadis rivâyetinde yalancılık ve hadis vaz’ı (uydurma) ile tanınmış kimselerin rivâyetlerine asla itibar etmemişlerdir.
Hadis dilinde adâlet; râvînin din işlerinde tam bir istikamet üzere bulunması, yalancılıkla meşhur olmaması ve fısk-ı fücurdan uzak bulunması ile ifade edilmiştir. Böyle bir râvî dinî farizayı gereği gibi yerine getirir, emrolunanı yapar, nehyedilenden kaçınırsa, adâlet sıfatıyla tavsif edilir. Bu, bâzan adâleti sâbit olan kimselerin, o râvî’nin adâletli olduğuna şehâdet etmeleriyle, bâzan adâletinin ilim ehli arasında şöhret kazanmasıyla ve sîka (güvenilir) kimselerin kendisinden senâ ile bahsetmeleriyle bilinir.2346
Zabt ise, bir râvî’nin işitmiş olduğu hadisi, başkasına rivâyet edinceye kadar herhangi bir değişikliğe mâruz bırakmadan işittiği şekilde hâfızasında tutması ve lüzumu halinde aynen tekrarlayabilmesidir.2347
İşte bu iki şartı lâyıkıyla şahsında birleştiren râvîlerin hadisleri sahih sayılıp dinde hüccet kabul edilirken; fâsık, yalancı, zındık, sefîh, ihtilâfa mâruz kalan, rivâyetinde fazla hata yapan ve telkine maruz kalan kimselerin hadislerine îtibar edilmez ve dinde hüccet kabul edilmezler. Zira hadis literatüründe bu gibi vasıflar râvînin adâletini yok edici hallerdendir.
Biz hadis usûlünü ilgilendiren bu kısa açıklamadan sonra müctehid imamların Cuma namazı için ileri sürdüğü sıhhat şartlarının dayandığı delilleri bu esaslar
2346] Geniş bilgi için Bk. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi'r-R4âye, Dâru’l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut, II. Baskı. 1986, -Tah. A. Ömer Haşim- s. lOl vd. M. Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, Daru'1-Fikr'il-Arabi, 1958. B. Sy. Yok. s. 109 vd; Talat Koçyiğit, Hadis usûlü, A.Ü. B. E. Ankara. 1975, s. 44
2347] Talat Koçyiğit, a.g.e. s. 46
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dâhilinde inceleyerek sahih olup olmadıklarını gözler önüne sermeye çalışacağız. Ancak râvîlerin tenkidinde haset, kıskançlık, rekabet, düşmanlık ve benzeri gibi insanî temayüllerin, haksız ve tarafgir tenkitlerin şu veya bu şekilde rol oynayabileceğini dikkate alarak, mümkün olduğu kadar farklı kaynaklara müracaat etmeye çalışacağız. Bundan kastımız, hadislerin sıhhati ve râvîlerinin güvenilirliği hususunda farklı âlimlerin görüşüne başvurarak muhtemel olabilecek yanlışlıkları asgarîye indirmek ve kul hakkından kurtulmaya elimizden geldiği kadar gayret etmektir. Bu da delilleri tetkik ederken tarafsızlık ilkesine gösterdiğimiz sadâkatin bir delili sayılır. Zira bir iki hadis imamının bir râvî hakkında taraflfl ı hüküm vermesi mümkün olsa bile, farklı devir ve beldelerde yaşamış birçok âlimin aynı şahıs hakkında taraflı olarak aynı isnadda birleşmesi mümkün değildir.
Bu kaygıları göz önüne alarak imamların dayandıkları delilleri ve bu delilleri nakleden râvîlerin halleriyle ilgili nakilleri, her âlimin görüşünü kendi kitabından olduğu gibi aktarmaya çalışacağız. Böylece okuyucu, söz konusu delillerin, Cuma âyetinin mutlak ve umûmî hükmünü takyid ve tahsis edecek güçte olup olmadıklarını değerlendirme imkânı bulacaktır.
Amacımız Cuma namazını terk eden müslümanlara, davranışlarının yanlış olduğunu gösterip bu hatalarından kurtulmalarını sağlamak olduğu için, bu teferruata sadece Hanefîlerin delilleri konusunda yer verecek, diğer mezhep imamlarının şartları fazla ağır olmadığı için, onların delillerine konunun akışı içerisinde yer vermeye çalışacağız.
1- Vakit Şartı
Beş vakit namazda olduğu gibi, edâ edilen Cuma namazının sahih olabilmesi için de vaktinin girmiş olması şarttır. Bu hususta bütün ulemâ ittifak halindedirler. Zira Allah Teâlâ “Şüphesiz namaz mü’minler üzerine vakitle belirlenmiş olarak farz kılındı”2348 buyurmuştur. Âyetteki salât (namaz) lafzı umûmî bir lafız olduğu için diğer namazlara olduğu gibi Cuma namazına da şâmildir. Ancak ulemâ bu âyete dayanarak Cuma namazı için vaktin farz olduğunda ittifak etmesine rağmen, bu vaktin tâyini hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Kadı Iyaz, ishak b. Râhaveyh ve Hanbelîler “Cuma namazının vakti, bayram namazının ilk vaktinden başlayarak öğlenin son vaktine kadardır.”2349 demişler, delil olarak da Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Nesâî’nin, Câbir b. Abdillâh’tan rivâyet ettikleri şu hadisi zikretmişlerdir: Câbir şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazını kıldırdıktan sonra gider, güneş zevâle erdiği vakit develerimizi ağıllarına koyardık.”2350 Bu hadiste Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cuma namazını zevalden önce kıldığına açıkça işaret edilmektedir. Bu görüşte olan âlimler ikinci delil olarak Abdullah b. Seydân es-Sülemî’den rivâyet edilen şu hadisi zikrederler: Abdullah b. Seydân es-Sülemî şöyle demiştir: “Hz. Ebû Bekr (r.a.) ile beraber Cuma namazında bulundum. Hutbe ve namazı gün ortasından önceydi. Sonra Hz. Ömer ile beraber Cuma namazı kıldım. Namazı ve hutbesi, gün tam yarılandı diyebileceğim zamandaydı. Sonra Hz. Osman ile beraber Cuma namazında bulundum. Hutbe ve namazı, gün tam zevalden döndü dediğim zamandaydı. Bu durumu
2348] 4/Nisâ, 103
2349] İbn Kudâme el-Makdîsî, el-Kâfî, 1/216-217
2350] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/396; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 3/231; Nesâî, Sünen-i Nesâî, 3/100; Beyhâkî, Sünenu’l-Kübrâ, 3/191
CUM’A NAMAZI
- 517 -
ayıplayan ve kınayan kimseyi görmedim.2351
Şevkânî, “Neylü’l-Evtâr” adlı eserinde bu hadisle ilgili olarak şunları kaydeder: “Bu haberi aynı şekilde “Kitabü’s-Salât”ta Buhârî’nin Şeyhi Ebû Nuaym ve İbn Ebî Şeybe de rivâyet etmişlerdir. Hâfız İbn Hacer: “Bu haberin râvîleri sîka’dır. Ancak Abdullah b. Seydân hâriç. Çünkü o büyük bir tâbiî olup adâleti ile tanınmamış bir kişidir” derken İbn Adiy: “Sülemî, meçhul (tanınmayan râvî’y)e benzemektedir” demiştir. Buhârî ise; “hadisinde mütâbî’i yoktur. Kendisinden daha kuvvetli olan râvîlerin hadisiyle onun bu hadisi çelişmektedir” demiştir.2352 Şevkânî devamla: “İbn Ebî Şeybe, Süveyd b. Gafele’den: ‘Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer ile beraber güneş zevalde iken Cuma namazı kıldım,’ dediğini rivâyet etmiştir ki, bu haberin senedi kuvvetlidir”2353 demektedir.
Zehebî ise, Mîzânü’l-İ’tidal’de onun hakkında Buhârî’nin sözlerini tekrar ederek Laelkâî: “Sülemî meçhuldür, bu hadisinde hüccet yoktur” dedi2354 kaydını koymuştur. Şu halde Hanbelîlerin dayandıkları bu haber zayıf görünüyor. Ancak Hanbelî kaynakların beyânından anlaşıldığına göre, Ahmed bin Hanbel bu hadisten daha ziyâde, Cumanın, Bayram namazına benzediği fikrinden hareketle bu görüşe sahip olmuştur.2355 Bununla beraber bazı Hanbelî âlimleri, imamlarının bu görüşünü fazla isâbetli bulmamışlardır. Meselâ, İbn Kudâme, el-Kâfî fî Fıkh-ı Ahmed bin Hanbel adlı eserinde bu hususta imamına muhâlefet ederek: “Efdâl olan, yaz ve kışın güneş zevale erdikten sonra kılmaktır”2356 demektedir.
Sahâbe ve Tâbiûn’un büyük çoğunluğu ile Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre ise, Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Bu görüşün sünnetten pek çok delilleri vardır. Bu delillerden bazıları şunlardır:
a- Enes b. Mâlik’ten rivâyete göre o: “Hz. Peygamber Cuma namazını güneş batıya meylettiği zaman kıldırırdı.”2357 demiştir
b- Câbir b. Abdillâh’a (r.a.) Hz. Peygamber’in Cuma namazını ne zaman kıldığı sorulmuş, o da, şöyle cevap vermiştir: “Hz. Peygamber Cuma namazını kıldırdıktan sonra gidip sakalık yapan develerimizi serbest bırakırdık.” Bunun vaktinin ne zaman olduğunu soranlara da; “zeval vakti idi” cevabını vermiştir.2358
c- İyas b. Seleme b. Ekvâ’dan, onun da babasından rivâyetine göre şöyle demiştir: “Güneşin zevalinde Peygamber (s.a.s.) ile beraber Cuma namazı kılardık. Sonra dönünce güneşin gölgesinin yerini araştırırdık.” Hadisin “Ebû Dâvud’daki şekliyle “duvarların gölgelenilecek bir gölgesi olmazdı”2359 demiştir.
d- İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Rasûlullah Mekke’den Medine’ye hicret ederek gelmeden önce müslümanların Cuma namazı
2351] Dârakutnî, Sünen-i Dârakutnî, 2/17
2352] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Dâru'l-Hadis, Kahire, Tarihsiz. B. Sy. Yok, 3/260
2353] Şevkânî, A.g.e, 3/260-261
2354] Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidal, Dâru'l-Fikr. Tarihsiz. B. Sy. Yok, 2/437
2355] İbn Kudâme, el-Kâfî fi fıkh-ı Ahmed bin Hanbel b. Hanbel, 1/216-217
2356] İbn Kudâme, A.g.e., 1/217
2357] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî bi Şerh-i Sahîh-i Buhârî, 2/449; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/284; Tirmîzî, Sünen-i Tirmizî, 2/377
2358] Nevevî, A.g.e, 6/396; Beyhâkî, A.g.e, 3/191
2359] Dârimî, Sünen-i Dârimî, Darulfikr, Beyrut, Tarihsiz, 1/363; Ebû Dâvud, A.g.e., 1/285
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılmalarına izin verdi. Zira kendisi Mekke’de Cuma kılma imkânına sahip değildi. Bu sebeple Mus’ab b. Umeyr’e bir mektup yazarak şöyle buyurdu: “Yahûdilerin Zebur’u âşikâre okudukları güne bakın. Siz de Cuma günü zeval vaktinde gün yarıdan meyledince iki rekât namaz kılmak sûretiyle Allah’a yaklaşın.”2360
Bu rivâyetler Cuma namazının vaktinin öğle namazının vakti olduğunu ve Kadı Iyaz, İshak b. Râhaveyh ve Ahmed bin Hanbel’in benimsedikleri görüşün pek isâbetli olmadığını isbâta kâfidir.
Aslında ileride delilleriyle izah edileceği üzere, Cuma namazı hutbe sebebiyle kısaltılmış öğle namazıdır. Dolayısıyla öğlenin vakti ne ise, Cumanın vakti de o olacağından ayrıca vakit aramak yersizdir.
2- Cemaat Şartı
Fukahâ, Rasûlullah (s.a.s.)’in: “Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan; başkasının mülkiyeti altında bulunan köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesnâ”2361 kavline dayanarak Cuma namazının sahih olabilmesi için cemaatin şart olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Ancak bununla beraber, cemaatin en az kaç kişiden ibaret olacağı hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Bu sebeple cemaatin asgarî sınırı hususunda, “imamdan başka bir kişi yeterlidir” diyenlerle, “seksen kişiden aşağısıyla Cuma sahih olmaz” diyenler arasında değişen birbirinden farklı birçok görüş bulunmaktadır. Hâfız İbn Hacer ve ondan naklen Şevkânî bu konudaki görüşleri on beş grupta toplamıştır.2362 Bu görüşlerin kayda değer olanları şunlardır:
İmam Rebîa, İkrime ve Mekhul, cemaatin asgarî sınırı yedi kişidir, daha azıyla Cuma kılınmaz demişlerdir. İmam Rebîa’dan bu hususta dokuz ve on iki kişiden azıyla olmaz, şeklinde iki ayrı görüş daha nakledilmiştir.2363
Mâverdî’nin beyanına göre Muhammed b. Hasan, Zührî ve Evzaî, Cuma cemaatinin en azı on iki kişidir, derken,2364 İshak b. Râhaveyh, imamdan başka on iki kişidir, görüşünü benimsemiştir.2365
Ömer İbn Abdülazîz ise elli ve daha fazla erkekle kılınacağı kanaatine sahip olmuştur.2366 Mâzirî ile Mâverdî’den nakledildiğine göre onlar da cemaatin asgarî sınırı en az sekiz kişi olmalıdır2367 demişlerdir.
Cemaatin asgarîsinin bu şekilde farklı statülerdeki âlimler arasında ihtilâf mevzûu olduğu gibi, bazan aynı mezhebe mensup imamlar arasında da tartışma
2360] Abdurrezzak, Musannef, 3/160; İbn Hacer el-Askalânî, Telhis'ül-Habir, 4/51
2361] İbn Ebî Şeybe, El-Musannef, 2/18; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2362] Bk. İbn Hacer, Fethu’1-Bârî bi Şerh-i Sahîh-i Buhârî, 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232; Nevevî, el-Mecmû’ Şerhu’l-Mühezzeb, Tarihsiz, B. yeri ve sayısı yok, 4/504
2363] İbn Hazm, Muhallâ, Tarihsiz. B. yeri ve sayısı yok, 546; Alûsî, Rûhu'l-Meânî, 28/2; Şevkânî, A.g.e, 3/232
2364] Nevevî, A.g.e., 4/504; Begavî, Şerhu's-Sünne, Mektebetü'l-İslâmî, Beyrut, 1983, 4/220; Şevkânî, A.g.e, 3/232
2365] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232
2366] İmam Mâlik, el-Müdevvene, 1/153; İbn Hazm, A.g.e, 546
2367] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232
CUM’A NAMAZI
- 519 -
konusu olabilmiştir. Meselâ, Hanefî müctehidleri bunun en çarpıcı misalini teşkil eder. Ebû Hanîfe cemaatin en az miktarı imamdan başka üç kişidir, derken Ebû Yusuf imamdan başka iki kişidir, demiştir. Hanefî imamları arasında meydana gelen bu ihtilâfın nedeni iki veya üç kişiye lügat yönünden cemaat denilip denilmeyeceği düşüncesine dayanır. Bu sebeple Ebû Hanife’ye göre üç kişiden azına cemaat denilemezken, Ebû Yusuf’a göre iki kişi de cemaat hükmündedir. Zira cemaat kelimesinde toplanma mânâsı vardır. Bu ise iki kişiyle de tahakkuk eder.2368 Hanefî ulemâsının bazılarına göre İmam Muhammed Ebû Hanîfe ile; bazılarına göre de Ebû Yusuf ile aynı görüşü paylaşmaktadır.2369 El-İhtiyar’da; “en sahih olan görüşe göre İmam Muhammed Ebû Hanîfe ile beraberdir2370 denilmektedir.
Süfyân-ı Sevrî ve Leys b. Sa’d, Cuma namazı için şart olan cemaatin en az miktarı, içlerinden biri imam olmak üzere dört kişiden oluşur, demek sûretiyle Ebû Hanîfe ile aynı çizgide birleşirler. İbn’l-Münzir bu görüşü İmam Evzaî ile Ebû Sevr’den de nakletmiş, kendisi de bunu tercih etmiştir.2371 Ancak İbn Hazm’ın beyanına göre İmam Ebû Sevr diğer namazlara benzetmek sûretiyle cemaatin hâsıl olmasında iki kişinin yeterli olduğunu söyleyerek bu hususta İmam Ebû Yusuf’la birleşmektedir. Hasan-ı Basrî’nin görüşü de budur. Rivâyete göre o: “İmam üçüncüleri olduğu halde, iki kişi bir araya geldikleri zaman bir hutbe ve iki rekât namazla Cuma namazını kılarlar” demiştir. Süfyan-ı Sevrî’nin iki kavlinden biri de budur.2372
İbrahim en-Nehâî, Hasan b. Salih ve Dâvud ez-Zâhirî; “İmamla beraber bir kişi bulunduğu zaman bir hutbe ve iki rekât namazla Cumayı eda ederler” demişlerdir. Hasan b. Hayy, Ebû Süleyman ve İbn Hazm’ın görüşü de budur.2373 Nevevî, İb-nü’1-Münzir’in Mekhul’den naklettiği sözün mânâsı da budur, demektedir.2374
İmam Mâlik’ten bu hususta birbirinden farklı dört ayrı görüş nakledilmektedir. Nevevî’nin rivâyetine göre İmam Mâlik; “kendisiyle Cuma namazının sahih olacağı cemaatin miktarı konusunda muayyen bir sayı şart koşulmaz. Belki bir beldede meskûn bulunan ve aralarında alış-veriş yapılan bir cemaat şart koşulur. Ama üç dört ve benzeri sayıda insanla cemaat hâsıl olmaz”2375 demiştir.
Bazı rivâyetlere göre İmam Mâlik cemaatin asgarî sınırını yirmi, bazılarına göre de otuz olarak tesbit etmiştir.2376 Ancak, Mâlikîlerce mûteber olan görüşe göre; belde halkından olmak ve hutbenin başlangıcından selâm verinceye kadar imamla beraber kalmak şartıyla namaz ve hutbe için en az on iki kişinin hazır bulunması şarttır.2377 İmam Mâlik’in bu husustaki delili Buhârî ve Müslim’in, Câbir’den (r.a.) rivâyet ettikleri şu hadistir: Câbir demiştir ki: “Bir Cuma günü Peygamber ayakta (hutbe okumakta) iken Medine’ye bir kervan geldi. Rasûlullah’ın
2368] Serahsî, el-Mebsut, 2/24; Kâsânî, Bedâî, 1/268
2369] Serahsî, A.g.e, 2/24; Mergınânî, el-Hidâye, Halebî Neşri, Sonbaskı, tarihsiz, 1/83
2370] Mevsılî, el-İhtiyar, Mektebetü'l-İslâmî, İstanbul, Tarihsiz, 1/83
2371] Nevevî, A.g.e, 4/504; Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, Dâru'l-Kütüb'il-Arabi, Beyrut, 1986, 3/448
2372] İbn Hazm, A.g.e, 546; Begavî, A.g.e, 4/221
2373] İbn Hazm, Muhallâ, 546; Nevevî, el-Mecmu', 4/504; Şevkânî, Neylii'l-Evtâr, 3/260-261
2374] Nevevî, A.g.e., 4/504
2375] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/490; Nevevî, A.g.e., 4/504
2376] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232; Alûsî, Rûhu'l-Meânî, 28/2
2377] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/398; Vehbe Zuhaylî, Tefsîru'l-Münîr, Dârulfîkr Neşri, Dımeşk, Tarihsiz, 28/206; Ali Nasıf, et-Tac el-Câmiu'l-Usûl, Mektebetü Pamuk, İstanbul, 1961
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ashâbı hemen ona doğru akın ettiler. Nihâyet yanında on iki kişiden başka kimse kalmadı. Kalanların İçinde Ebû Bekr ile Ömer de vardı. Bunun üzerine “Onlar bir ticaret yahut eğlence gördükleri vakit ona doğru sökün ettiler.” âyeti nâzil oldu.”2378
İmam Mâlik’in bu hadise dayanarak cemaatin sınırını on iki ile kayıtlaması pek isâbetli gözükmüyor. Zira dikkat edilirse bu hadiste onun lehine bir hüccet söz konusu değildir. Çünkü hadiste Cuma namazının on iki kişi ile sahih olup bundan daha azıyla sahih olmayacağına delâlet eden herhangi bir ifade mevcut değildir. Hadise göre Câbir (r.a.) sadece o anda meydana gelen hâdiseyi ve hâdiseden sonra mescidde kaç kişinin kaldığını haber vermektedir. Bu hâdisede sadece on iki kişinin kalması bir hesabın ya da on iki kişiden aşağı olursa Cuma sahih olmayacağı düşüncesinin sonucu değil, tamamen kalan insanların fazîleti ile alâkalıdır. Zira sahâbenin tamamı her bakımdan aynı seviyede olmayıp ilim, amel ve fazilet bakımından, birbirlerinden farklı yapıda idiler. İşte bu olayda da bu fark kendini ortaya koymuştur. Bu hâdiseden çıkarılacak sonuç budur. Sonra bu hâdise üzerine inen âyetlerde de herhangi bir sayı şart olarak gösterilmeksizin sadece dağılan sahâbîlerin bu davranışlarının çirkinliği yüzlerine vurularak kınanmışlardır. Kezâ aynı olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.) sahâbîlerin bu davranışlarını kınamasına rağmen sayı konusunda herhangi bir açıklama yapmamıştır. Şâyet herhangi bir adet şart olsaydı, tam yeri gelmişken Rasûlullah’ın bu hususta susması mümkün olmazdı. Dolayısıyla Mâlikîlerin bu hadise dayanarak cemaatin asgarî sınırını on iki kişiyle kayıtlamaları isâbetli bir yaklaşım tarzı değildir.
İmam Şâfiî ise cemaatin asgarî sınırını köy halkından olmak, evleri toplu halde bir arada bulunmak, yaz ve kış göç etmemek şartıyla mükellef, hür ve bâliğ olmak üzere kırk kişi ile kayıtlamıştır. Ona göre bir beldede bu şartları hâiz olan kırk kişi bulunsa bile, evleri toplu halde ve bir arada değilse aynı köy halkı sayılmadıklan için Cuma namazı kılamazlar. Hattâ içerisinde gayri müslimlerin veya müslümanların köleleri olan müşriklerin ve bunların kadınlarının yaşadığı büyük bir şehirde olsalar ve oradaki hür, bâliğ ve mükellef olan müslümanların sayısı kırk kişiye ulaşmasa, bu şehre çok sayıda müslüman tüccar veya yolcu uğruyor olsa bile, oradaki müslümanlara Cuma namazı kılmaları İmam Şâfiî’ye göre vâcib sayılmaz. Ona göre sayının kırka ulaşması ve köyde yaşıyorlarsa evlerinin bir arada olması şarttır.2379
İmam Şâfiî’nin bu husustaki delili Câbir’den (r.a.) rivâyet edilen şu haberdir: Câbir (r.a.) demiş ki: “Her üç kişide bir imam ve her kırk kişi ve daha yukarısında Cuma ve bayram namazları gerekli olduğuna dâir sünnet sâbit olmuştur.”2380
Eğer şâfiî’nin bu delili sahih olsaydı, bu hususta bütün nizâları kesecek bir kıstas olacaktı. Ne var ki, bu hadis, kendisiyle amel edilemeyecek şekilde zayıftır. Nitekim Şâfiî âlimlerinden İmam Nevevî, bu hadisle ilgili olarak şöyle der: “Câbir’den rivâyet edilen bu haber zayıftır. Beyhakî ve daha başkaları, bunu zayıf bir sened ile rivâyet edip zayıflığını ifâde etmişlerdir. Hattâ Beyhakî bu hadis, emsâliyle ihticac edilemeyecek derecede zayıf bir hadisdir, demiştir. Bizim âlimlerimiz bu mânâdaki birtakım hadislerle ihticac etmişlerse de, hepsi zayıftır. Bu konuda amel edilen hadisler arasında delil getirmeye en uygun olanı Beyhakî
2378] İbn Hacer, A.g.e., 2/490
2379] Bk. İmam Şâfiî, el-Ümm, Dâru’l-ma'rife, Beyrut, Tarihsiz, 1/190-191
2380] Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/177
CUM’A NAMAZI
- 521 -
ve bizim imamlarımızın delil getirdikleri Kâ’b b. Mâlik’in babasından rivâyet ettiği şu hadistir: Kâ’b (r.a.) demiştir ki: “Babam gözlerini kaybettikten sonra onu gideceği yere ben götürürdüm. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman Cuma ezanını işitse, Ebû Ümâme Esad b. Zürâre için rahmet dilerdi... Babama: ‘Ey babacığım! Her zaman Cuma ezanını işittiğinde Esad b. Zürâreye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi nedir?’ diye sordum. Babam: ‘Ey yavrucuğum! Çünkü Esad b. Zürâre ‘Nakîu’l-hadâmad’ denilen Medine’nin bir kara taşlığında, Beyâdâ oğullarının köyünde, ‘Hezmü’n-Nebît’ denilen semtte, Hz. Peygamber Medine’ye hicret ederek gelmeden önce Medine’de bize ilk Cuma namazını kıldıran kişidir,’ dedi. ‘O gün kaç kişi idiniz?’ dedim. Babam, ‘kırk kişiydik’ cevabını verdi.2381
Bu hadis sahih olmakla beraber, İmam Nevevî’nin beyan ettiği şekilde onda Şâfiîler’in görüşünü haklı çıkaracak herhangi bir delil mevcut değildir. Çünkü hadis herhangi bir sayının şart oluşundan değil, muayyen bir olaydan bahsetmektedir. Bu olayda ise 40 kişi bulunmuştur. Bunun bir tevafuk eseri olması da mümkündür. Usûl ulemâsına göre muayyen olaylar umûmî hükümler için delil teşkil etmezler. Zira şâyet Esad b. Zürâre 40 kişi ile kılmışsa, Peygamber’in (s.a.s.) emriyle Mus’ab b. Umeyr de aynı dönemde on iki kişiyle Cuma kıldırmıştır. Dolayısıyla Şâfiîler’in kırk kişiyi şart saymaları bununla bâtıl olur. Şâfiîler’in tutarsızlığını gösteren en kuvvetli delil ise, Cuma âyetlerinin nüzulüne sebep teşkil eden hâdisenin meydana geldiği gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) on iki kişi ile Cuma namazı kıldırmış olmasıdır. Şâyet Cuma namazı kırk kişiden aşağısıyla kılınamayacak olsaydı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) o gün tam yeri gelmişken, bu şartı ileri sürerek Cuma namazını kıldırmaması icab ederdi. Böylece cemaat için şart olan asgarî sayı da tesbit edilmiş olurdu.
Kezâ Mus’ab b. Umeyr’in hicretten önce yahûdî ve hıristiyanların hâkimiyeti altında bulunan Medine’de Peygamber’in emriyle on iki kişilik cemaatine Cuma namazı kıldırmış olması, Şâfiî’nin, müşriklerin yaşadığı büyük bir şehirde hür ve bâliğ olan müslümanların sayısı kırk kişiden aşağı olursa, Cuma kılamazlar şeklindeki hiçbir mesnedi olmayan görüşünü de çürütmektedir. Zira Medine ve Mekke o zamanlar “Dâru’l-harb” idiler. Şâyet böyle yerlerde kırk kişiden azıyla Cuma kılınamayacak olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) yazılı olarak Mus’ab’a Cuma kıldırmasını emretmez, Mus’ab da bu namazı kıldıramazdı. Bu husus aynı zamanda Cumanın “Dâru’l-harb”de kılınamayacağını zannedenlerin isâbetsizliğini de ortaya koymuş oluyor.
Şâfiî ulemâsından İbn Hacer, mezhebinin bu görüşünü zayıf bularak “Kırktan daha aşağısıyla Cuma kılınacağını gösteren pekçok hadis vârid olmuştur” derken, Beyhakî, Hilâfıyât’ında “Esad b. Zürâre ile ilgili hadisin râvîlerinin tamamı sîka’dır. Fakat bu hadis, kırk kişinin şart koşulacağına delâlet etmez. Bilâkis onda o gün kırk kişi olduklarına dâir bir vâkıanın beyânı söz konusudur, demiştir.2382 Kezâ, Şâfiîler’den İmam Müzenî de, adet meselesinde İmam Şâfiî’nin görüşünü kabul etmemiştir.2383
İmam Ahmed bin Hanbel’e gelince; ondan bu hususta beş ayrı görüş
2381] Nevevî, el-Mecmû' Şerhu'l-Mühezzeb, 4/504; Hadis için Bk. İbn Mâce, Sünen-i İbni Mâce, 1/345; Hâkim, Müstedrek, 1/417
2382] Dârakutnî, Sünen, 2/4-5
2383] Ahmed Naim-Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 3/47
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nakledilmiştir. İbn Habîb’in Ahmed b. Hanbel’den bir rivâyetine göre, cemaatin asgarî sınırı yirmi, diğer bir rivâyetine göre de otuz kişidir.2384 Ahmed bin Hanbel’den gelen diğer bir rivâyete göre de o, cemaatin en az miktarı elli kişidir, demiştir.2385 İbn Kudâme: “Ahmed bin Hanbel’den cemaatin üç kişiyle de hâsıl olacağı rivâyet edilmiştir. Zira o, ‘üç kişi de cemaat olup kendileriyle cemaat mânâsı hâsıl olur’ demiştir. Ancak sahih ve mûteber olan rivâyette, onun mezhebine göre Cuma namazının gerçekleşebilmesi için mükellef olan 40 kişinin bir araya gelmesi şarttır. Çünkü o, Câbir (r.a.) “Her kırk kişi ve daha yukarısında Cuma olduğuna dair sünnet sâbit olmuştur.” demiştir.” Bu hadisle ilgili görüşleri az önce zikrettiğimizden burada ayrıca onun üzerinde durmuyoruz.
Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle der: “Babama; ‘Câbir (r.a.)’dan rivâyete göre ‘Peygamber (s.a.s.) hutbe îrâd ederken Medine’ye bir kervan gelivermiş. Bunun üzerine on iki kişi hâriç bütün insanlar Peygamberi minber üzerinde bırak(ıp kervana doğru koş)muşlar. Bu hadisde peygamber’in (s.a.s.) on iki kişiye Cuma kıldırdığına dâir delil yok mudur?’ diye sordum. Bunun üzerine babam cevap olarak: “Allah Teâlâ; ‘Onlar bir ticâret yahut eğlence gördükleri vakit ona doğru sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar’2386 âyetini indirmedi mi?’ dedi ve devam ederek ‘Cemaatin kırk kişi olması benim daha ziyâde hoşuma gidiyor’ cevabını verdi.2387
Görüldüğü gibi İmam Ahmed, hem bu âyetle delil getirirken, hem de yukarıdaki Câbir hadisine dayanırken açıkça yanılmıştır. Zira Câbir hadisinin delil getirilemeyecek derecede zayıf olduğunu az önce beyan etmiştik. Mezkûr âyetle istidlâline gelince bu fâsit bir istidlâldir. Çünkü Allah Teâlâ bu âyetle o gün kılınan Cumanın sıhhatini reddetmemiş, sadece Sahâbenin davranışının çirkinliğini yüzlerine vurmuştur. Açıktır ki âyette 40 kişiden aşağısıyla Cumanın sahih olamayacağına dâir herhangi bir ifade veya işaret söz konusu değildir. Dolayısıyla Şâfiîler’in bu husustaki yanılgılarını İmam Ahmed de tekrar etmiştir. Şâfiîler için söylenenler İmam Ahmed hakkında da aynen geçerli olacağından onun görüşü hakkında sözü daha fazla uzatmıyoruz.
Buraya kadar naklettiğimiz görüşler içerisinde kanaatimize göre en doğru olanı, iki kişiyle Cumanın sahih olacağını benimseyen ulemânın görüşüdür. Onlar arasında en garib olanı ise, İmam Gâşânî ile Hasan b. Salih’in görüşüdür. Zira Dârimî’nin rivâyetine göre Gâşânî, Ebû Hayyan el-Endülûsî’nin rivâyetine göre de Hasan b. Salih “Cuma namazı tek başına bir kişinin kılmasıyla sahih olur” demişlerdir.2388 Bu, tamamen bâtıl bir görüştür. Zira bu görüş, hem bu mevzûda gelen sahih hadislere, hem de ulemânın icmâına aykırıdır. Çünkü cemaatin şart olduğu hadis ve icmâ ile sâbittir. Tek kişi ise cemaat değildir. Fakat sanırız, İbn Hazm’ın da naklettiği gibi, onlar imamdan başka bir kişi demek istemişlerdir. Aksi halde bu konudaki naslardan gâfil olmalarını düşünmek bana güç geliyor.
Bu mevzûyu noktalarken Şevkânî’nin şu nefis açıklamasını aktarmadan
2384] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/490; Nevevî, el-Mecmu’, 4/504; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 3/232
2385] İbn Kudâme, el-Kâfî, 1/217; İbn Hacer, A.g.e, 2/490; Nevevî, A.g.e., 4/504
2386] 62/Cum’a, 10
2387] Abdullah b. Ahmed bin Hanbel, Mesâilu İmam Ahmed bin Hanbel, Tah: Züheyr eş- Şâviş, Beyrut, 1988, s. 126-127
2388] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Nevevî, A.g.e., 4/504; Şevkânî, A.g.e., 3/232
CUM’A NAMAZI
- 523 -
geçemeyeceğiz. Şevkânî bu hususta şöyle der: “Kişinin tek başına kılmasıyla Cumanın sahih olacağı şeklindeki görüşün hiç bir mesnedi olmadığı gibi, cemaatin 80, 50, 30, 20, 9 veya 7 kişi olacağının şart koşulmasının da hiç bir mesnedi yoktur. Fakat Cuma namazı iki kişiyle sahih olur diyenler sayının, hadis ve icmâ ile vâcib oluşunu delil getirmekte ve cuma cemaati için hususî bir sayının şart koşulacağına dâir hiçbir delilin sâbit olmayıp diğer namazlarda cemaatin iki kişi ile sahih olduğu, diğer namazlardaki cemaat ile cuma cemaati arasında hiçbir fark bulunmadığı ve Rasûlullah (s.a.s.)’den de cumanın şu kadardan aşağı kişiyle kılınamayacağına ait herhangi bir nassın gelmediği görüşünden yola çıkmaktadırlar. Benim nazarımda da tercihe şâyân olan görüş budur... Zira iki kişinin birbirine katılmasıyla cemaat (mânâsı) hâsıl olur. Nitekim şârî iki kişi hakkında cemaat ismini kullanarak “iki kişi ve daha yukarısı cemaattir” buyurmuştur. Diğer namazlar icmâ ile iki kişiyle cemaat halinde kılınır. Cuma namazı da bir namazdır. Dolayısıyla herhangi bir delil olmadıkça başka namazlara muhâlif bir hükümle tahsis edilemez. Öteki namazlarda mûteber olan adetten fazla bir sayının geçerli olacağına dâir ise, hiç bir delil mevcut değildir. Nitekim Abdulhak Ahkâmında: “Cuma cemaatinin sayısı hakkında herhangi bir hadis sâbit değildir”, derken aynı şekilde Suyûtî de: “Muayyen bir sayı gösteren hiçbir hadis” sâbit olmamıştır” demektedir.”
İmamla beraber üç kişi olmalıdır diyen Ebû Yusuf’un görüşüne sahip olan âlimlere gelince; onlar Ebû Saîd el-Hudrî’nin (r.a.) Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet ettiği “üç kişi oldukları zaman içlerinden biri onlara imam olsun. Onların imâmete en lâyık olanı Kur’ân’ı en iyi bilenleridir” hadisiyle ihticâc ederler. Bu hadis sahih bir hadistir. Fakat bunda onların lehine bir hüccet yoktur. Zira Rasûlullah (s.a.s.) böyle demekle “üç kişiden daha aşağısıyla cemaat de Cuma da olmaz” dememiştir.
Bizim delilimiz ise Mâlik b. Huveyris’den (r.a.) rivâyet edilen hadistir. Mâlik’ten rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) ona şöyle demiştir: “İkiniz sefere çıktınızmı ezan okuyun, ikamet edin ve en büyük olanınız diğerine imam olsun.” Rasûlullah (s.a.s.) bu sözüyle iki kişi için namazda cemaat olma hükmünü kabul etmiştir. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiş olup kendisinin görüşü de budur.2389
İmamdan başka üç kişidir, diyenler ise Muâviye b. Yahya tarîkıyla Ümmü Abdillâh ed-Devsiyye hadisine dayanırlar. Rivâyete göre adı geçen râvî, “ben, Rasûlullah’ı ‘her köyde Cuma namazı vâcibtir. İsterse dört kişiden fazla olmasın.’ derken işittim,” demiştir. Bu haberle istidlâl câiz değildir. Çünkü Muâviye b. Yahya Metruktür. Senette daha başka metruk ve meçhul olan kimseler de vardır. Aynı şekilde bu habere muhâlefet edenlerin ilki Ebû Hanîfe olmuştur. Zira o köylerde Cuma namazını kabul etmez. Bu haberi Dârakutnî rivâyet etmiş ve onun bütün tariklerini zayıf saymıştır.2390
Sonuç olarak cemaat şart olmakla beraber iki kişiden yukarı muayyen bir sayıyı şart koşanların hiçbir delilleri yoktur. Doğru olanı, nasları zâhirleri üzere bırakıp kayıtsız şartsız onlarla amel etmektir. Zira mesele ne kadar irdelenirse o kadar güçlük doğar. Allah’ın dini ise kolaylıktan ibarettir.2391
2389] Şevkânî, A.g.e., 3/232-233; Seyyid, Sâbık, Fıkhu's-Sünne, 1/304-305
2390] Dârakutnî, Sünen, 2/5; Nevevî, A.g.e., 4/504; Şevkânî, A.g.e., 3/232
2391] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 191-201
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Hutbe Okumak
Kılınan Cuma namazının sahîh ve mûteber olabilmesi için namazdan önce, mescidde hazır olan cemaate hitâben vaaz ve nasihat maksadıyla kendisine hutbe adı verilebilecek muayyen bir konuşmanın yapılması şarttır. Bu konuşma rastgele seçilmiş bir konuşma olmayıp Allah’a hamd, Rasûlüne salât, mü’minlere duâ, nasihat ve Kur’ân’dan en az bir âyeti içeren belirli bir konuşmadır. Teferruatta bazı görüş ayrılıkları olsa da, fukahânın büyük çoğunluğunun görüşü bu merkezdedir. Dolayısıyla bu şart yerine getirilmediği yani, hutbe îrâd edilmediği takdirde kılınan Cuma namazı sahîh ve mûteber değildir.
Ancak Hasan Basrî, Dâvud ez-Zâhirî ve Cüveynî Cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek hutbenin, sadece mendup olduğu görüşünü ileri sürerler. Son devir âlimlerinden Şevkânî de hutbenin farz olduğu görüşünü benimseyen cumhûrun delillerini eleştirerek ısrarla bu görüşü müdâfa edenler arasındadır.2392 Kezâ, Abdülmelik b. Mâcişûn da hutbe müstehab bir sünnettir, farz değildir, demiştir.2393
Onların bu iddialarını kabul etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Zira gerek Kur’an’da, gerek sünnette ve gerekse seleften nakledilen haberlerde hutbenin farz olduğunu gösteren hem sarîh hem de karîneli olarak birçok delil mevcuttur. Bu delillerden bazıları şunlardır:
a- Allah Teâlâ “Ey İman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın.”2394 buyurmuştur. Daha önce ayrıntılarıyla ortaya koyduğumuz gibi, ulemânın büyük çoğunluğuna göre Allah Teâlâlâ’nın mü’min kullarına, kendisine gitmekle emrettiği zikrullah, imamın hutbe maksadıyla minber üzerinde yaptığı konuşma (mev’ize)dir. Allahu Teâlâ’nın ona gitmeyi emretmesi ise hutbenin vâcib/gerekli olduğuna delâlet eder.
Bu âyet-i kerîmede, hutbenin vâcib olduğuna delâlet eden diğer bir karîne de hutbe için okunan ezanla birlikte alım-satımın haram kılınmış olmasıdır. Şâyet hutbe vâcib olmasaydı, onun için alım-satım haram kılınmazdı. Zira alım-satım (ticâret) İslâm’a göre mubah olan bir şeydir. Müstehab olan bir amel ise, mubah olan bir ameli haram kılmaz. Mubah olan bir amelin haram kılınması için ya bir harama sebebiyet vermesi, ya da bir farzın işlenmesine engel olması gerekir. Âyet-i kerîme’de hutbe sebebiyle mubah olan alış-verişin terkedilmesinin emredilmesi onun farz olduğuna açık bir delildir.
Hutbenin farz olduğu görüşünü kabul etmeyen Şevkânî, buradaki emrin namazla hutbe arasında mütereddid olduğunu belirterek bunun, hutbenin vücûbu konusunda delil olamayacağını ifade etmiştir. Onun bu görüşünü kabul etmek mümkün delildir. Zira Cuma âyetinin nüzûlünden bahsederken ayrıntılı olarak beyan ettiğimiz gibi, âyetin nüzûlüne sebep teşkil eden hâdiseler âyetteki “zikrullah”tan kasdın hutbe olduğuna açıkça delâlet etmektedir.
b- Cumhûr-ı ulemânın haklılığını teyîd eden bir delil de Rasûlullah’ın (s.a.s.) ayakta hutbe îrâd ettiği bir sırada Medine’ye gelen kervana doğru sökün eden
2392] Kurtûbî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'ân, 18/74; İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur'ân, 4/1805; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, 3/365-366; Vehbe Zühaylî, Tefsîru'l-Münîr, 28/208; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, 1/317 vd.
2393] Kurtûbî, A.g.e., 18/74; Vehbe Zuhaylî, A.g.e., 28/208
2394] 62/Cum’a, 9
CUM’A NAMAZI
- 525 -
Sahâbîleri zemmederek Allahu Teâlâ’nın: “Bir ticâret veya eğlence gördükleri vakit seni ayakta bıraktılar.”2395 buyurmasıdır. Bu ifâde hutbeyi dinlemeyerek mescidden ayrılan sahâbenin bu davranışını açıkça zemmetmektedir. Terk edenin şer’ân zemmedildiği şey ise, farzdır.2396 Cuma âyetlerinin iniş sebeplerini ve bu iki âyet arasındaki münâsebeti dikkate aldığımızda birinci âyetteki çağrının, namazı da kapsayan umûmî bir çağrı olmakla beraber öncelikle hutbe için yapıldığında hiçbir şüphe kalmaz. Şevkânî, Cumhûrun dayandığı delilleri tek tek eleştirmesine rağmen bu noktadan hiç söz etmemiştir. Belki de cumhûru eleştirmesinin nedeni, onun bu noktayı gözden kaçırmasından kaynaklanmış olabilir.
c- Sünnetten deliline gelince; Rasûlullah (s.a.s.)’in kıldığı bütün Cuma namazlarında hutbe okumuş olması ve: “Beni nasıl namaz kılarken gördünüzse, siz de öylece kılın ve kıldırın.”2397 buyurmasıdır. Şâyet Cuma hutbesi iddia edildiği gibi, müstehap olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) bunu tâlim etmek için bir kez olsun, hutbesiz olarak Cuma kıldırırdı.
Hutbenin müstehap bir sünnet olduğu görüşünü savunanlar Peygamber’in (s.a.s.) fiilinin vücûba delâlet etmeyeceğini ileri sürerler. Bu doğrudur. Ancak onun fiilî sünneti, emir ya da nehiy ifade eden sözlü sünnetiyle desteklendiği zaman bunun da farza delâletinde şüphe yoktur. İşte burada da böyle olmuştur. Zira Peygamber (s.a.s.) hem istisnâsız olarak Cuma namazlarında hutbe îrâd etmiş, hem de “Beni nasıl namaz kılarken gördünüzse siz de öylece kılınız ve kıldırınız.” buyurmuştur. Bu iki husus bir önceki âyetin muhtevâsıyla birleşince hutbenin müstehap bir sünnet olmayıp farz olduğunu apaçık ortaya koyar.
Seleften rivâyet edilen haberler de hutbenin namaz gibi farz bir amel olduğunu göstermektedir. Bu haberlerden bazıları ise şunlardır:
d- Abdürrezzak ile İbn Ebî Şeybe’nin Mûsânneflerinde Ömer İbn Hattab (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre o, bu hususta şöyle demiştir: “Cuma namazı dört rekât idi. Hutbe sebebiyle kısaltılarak iki rekât kılındı. Dolayısıyla her kim hutbeye yetişemezse namazı dört rekât kılsın.”2398
Hz. Ömer, “Cuma namazı dört rekât idi”derken şüphesiz aslı olan öğle namazını kasdetmektedir. Başka bir rivâyette ise Hz. Ömer şöyle demiştir: “Hutbe ancak (öğle namazının) iki rekâti yerine meşrû kılındı. Dolayısıyla bir kimse hutbeye yetişemezse namazı dört rekât kılsın.”2399
e- Diğer taraftan, İbn Sîrîn, Tâvus, Mekhul, Mücâhid, Atâ b. Yezîd el-Leysî, İbrâhim, Katâde, Saîd b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Müseyyeb, Dahhâk ve bir rivâyete göre de Hasan-ı Basrî gibi selef âlimlerinden bir cemaatten, imam hutbe okumadığı zaman namazı dört rekât kılar dedikleri rivâyet edilmiştir. Cassâs: (Mekke, Medine, Bağdat, Basra ve Kûfe gibi ilim merkezleri olan) Büyük şehirlerin fakîhlerinin görüşü de budur, demektedir.2400
2395] 62/Cum’a, 11
2396] Kurtûbî, A.g.e., 18/74; İbn Arabî, A.g.e., 4/1805; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/208
2397] Buhârî, Sahih-i Buhârî, 1/345; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 553; Dârimî, Sünen, Salât 43
2398] Abdürrezzak, Musannef, 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/31-37
2399] Adürrezzak, A.g.e., 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/31-37
2400] Abdürrezzak, A.g.e., 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/31-37; Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîli'l-Kur'an, 12/96; Cassâs, Ahkâmu’l-Kur'ân, 3/446
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muhtelif senetlerle sahâbe ve tâbiûndan gelen bu haberler cumhûr-ı ulemânın, hutbenin farz olduğu şeklindeki kanaatinin haklı olduğunu gösteren başka bir delildir. Zira öğle namazı farz olduğuna göre, bu namazın iki rekâti yerine konan şeyin de farz olması gerekir. Çünkü bir farz ancak aynı kuvvette başka bir farz ile değiştirilir. Bu da hutbenin okunmaması halinde Cuma namazının sahih olmayacağını, dolayısıyla da onun yerine aslı olan öğle namazının tam olarak edâ edileceğini ifade eder. Bu konuda mezhep imamları arasında görüş ayrılığı yoktur.2401
Hutbenin Keyfiyeti ve Miktarı
Cumhûr-ı ulemâ, Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için namazdan önce hutbe irad edilmesinin şart olduğu ve aksi halde Cuma namazının geçersiz olacağı konusunda görüş birliğine varmalarına rağmen hutbenin keyfiyyeti ve asgarî ölçüsünü tesbit noktasında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Yukarıda teferruatta bazı görüş ayrılıkları olsa da fukahânın büyük çoğunluğunun görüşü bu merkezdedir, derken kastettiğimiz görüş ayrılıkları işte bu noktada düğümlenmektedir. Ancak bu defa cumhura muhâlefet edenlerin başında Hanefî mezhebinin kurucusu İmam Ebû Hanîfe bulunuyor.
İmam Ebû Hanîfe, kılınan Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için namazdan önce hutbe îrâd edilmesinin şart olduğu konusunda Cumhurla aynı kanaatte birleşirken, hutbenin keyfiyyeti ve miktarı noktasında onlardan ayrılarak: “İmam, Allah’a hamdetmek, Allah’ı teşbih etmek veya tekbir getirmekle yetinse, hutbe olarak kifâyet eder,” demiş2402 ve bu görüşünü teyid etmek üzere de aşağıdaki delilleri ileri sürmüştür:
a- Allah Teâlâ: “Cuma günü namaz için ezan okunduğu vakit hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın” buyurmuştur. Buna göre hutbede, örfen hutbe ismi verilecek bir konuşmayı ihtivâ etmesi şart koşulmaz. Zira âyette zikr lafzı hutbenin uzun olmasıyla kısa olması arasında herhangi bir ayırım yapmadan ve herhangi bir şeyle sınırlamadan mutlak olarak gelmiştir. Dolayısıyla şart olan mutlak zikirdir. Hutbenin keyfiyetini beyânı içeren eserlere gelince, sünnete veya vücûba delâlet eder. Fakat hutbe (nâmıyla muayyen bir konuşma) olmaksızın namazın câiz olmayacağı hususunda delil olmaya yeterli olmazlar. Şu halde zikr sayılabilecek her şey hutbedir. Tesbih, tehlil, tekbir ve hamdetmek de zikr olduğundan hutbe olarak kâfidir.2403
b- Hz. Osman’dan (r.a.) rivâyete göre, halîfe seçildiği zaman kıldırdığı ilk Cuma namazında hutbe îrâd etmek üzere minbere çıktığında “El-hamdülillah” dedikten sonra dili tutuldu. Bu sebeple devam edemeyerek : “Ebû Bekir ile Ömer bu makam (da sizlere söylemek) için birtakım güzel sözler hazırlıyorlardı. Şüphesiz sizin güzel konuşma yapan bir imamdan daha ziyâde, faal bir imama
2401] Abdürrezzak, A.g.e., 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/31-37; Taberî, Câmiu'l-Beyân fi Te'vîli'l-Kur'an, 12/96; Cassâs, Ahkâmu’l-Kur'ân, 3/446
2402] Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Mebsut (el-Asl), I. Baskı, 1990, Beyrut, 1/318-319; Kurtûbî, el-Câmî li Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/75; Vehbe Zühaylî, Tefsîru'l-Münîr, 28/209; Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/388-389
2403] Serahsî, Mebsut, 2/30; Kâsânî, Bedâî, 1/262 vd.; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/205; Nesefî, Medârik, 6/261; Fîruzâbâdî, Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsiri İbn Abbâs, 6/261 (Son iki eser Mecmuâtün minettefasir içindedir. Daru İhya-it-Türas'il- Arabi, Matbaatü’l-âmire, I. Baskı, 1320
CUM’A NAMAZI
- 527 -
ihtiyacınız vardır. Ama yakında size güzel konuşma yapan hatipler gelecektir. Allah’tan kendim için de, sizin için de mağfiret dilerim.” dedikten sonra minberden inerek halka Cuma namazını kıldırdı. Bu olay ensâr ve muhâcirîn’in huzurunda vuku buldu. Fakat onlar (Allah tarafından) “emr-i bi’1-ma’rûf nehy-i an’il-münker” yapmakla tavsif edilmiş olmalarına rağmen, Hz. Osman’ın bu hareketine karşı çıkmadılar. Dolayısıyla bu, hutbede şart olanın; mutlak olarak Allah’ı zikretmek olduğuna ve mutlak olarak Allah’ı zikre, her ne kadar örfen hutbe ismi verilmese bile, lügat yönünden hutbe ismi verileceğine dâir sahâbe icmâ’ı olmuştur.2404
İmam Ebû Hanîfe’nin bu delillerden yola çıkarak vardığı sonuçlara katılmak mümkün değildir. Zira her hususta olduğu oibi bu hususta da ölçü, Rasûlullah (s.a.s.)’dir. Âyetteki “zikrullah” ifadesi, ister Rasûlullah’ın (s.a.s.), bu husustaki uygulamasını muhâtap alarak gelmiş olsun, isterse âyet-i kerîme mutlak olarak nâzil olup, Peygamber onu fiilen beyan etmiş olsun, her iki halde de uyulması ve delil alınması gereken Peygamber’in (s.a.s.) mevcut beyan ve tatbîkatıdır. Zira İmam Şâfiî’nin de belirttiği gibi, âyet mücmel olup Peygamber (s.a.s.) onu fiili ile beyan etmiştir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu fiilî beyanlarında, bu şekilde bir zikir veya tesbih lafzıyla yetindiği ise görülmemiştir. Dolayısıyla bu hususta delil aranacaksa o, Hz. Osman’ın gayri ihtiyarî olarak yaşadığı münferid bir olayda değil, Rasûlullah’ın (s.a.s.) umûmî tatbikatında mevcuttur.
Nitekim, bizzat haberin kendisinde de belirtildiği gibi sahâbenin ve Hz. Osman’ın başından geçen bu olay, mûtad birşey olmayıp ânî bir rahatsızlık veya heyecandan kaynaklanan istisnâî bir durumdur. İstisnâ kaide olamayacağı gibi, münferit hâdiseler umûmî olaylar için delil teşkil edemez. Buna ilâve olarak da İslâm âlimleri “Zarûretler memnû olan şeyleri mubah kılar.”2405 kaidesinde birleşirler. Hz. Osman’ın bu hareketinin bir zarûretten kaynaklandığı ise ortadadır. İmam Ebû Hanîfe bu görüşü benimsemekle kendi usûlleriyle bâriz bir şekilde çelişkiye düşmüştür. Zira o, devlet başkanı, genel izin meselesi ve şehir şartını ileri sürerken âyetin mutlak oluşunu dikkate almadığı halde, bu hususta âyetin mutlak oluşuna itibar ederek, zikr sayılabilecek herhangi bir kelimeyi hutbe olarak câiz görmektedir. Kezâ Hz. Osman’ın muhâsara edildiği sırada sahâbenin tamamının, devlet başkanı ve ondan izin isteme şartı ileri sürmeden, ihtilalcilerin muhâsaraya devam ettiği süre boyunca Cuma kılmalarını, devlet başkanı ve izninin gerekmediğine delil saymazken, buradaki geçici bir hâdiseyi delil göstermiştir. Şâyet Hz. Osman’ın bu kadarcık bir hutbesine sahâbenin karşı çıkmamış olması, onların hutbenin bu kadarını câiz gördüğüne delil oluyorsa, aynı durum diğerinde de mevcut olduğuna göre, bu durumun da Cuma namazı için devlet başkanı ve izninin gerekmediğine dâir delil olması gerekir. Üstelik ikincisi irâdeli ve ihtiyârî olarak defalarca tekrar ederken, diğeri zarûretten doğan bir tek hâdise ile sınırlı kalmıştır.
2404] Kurtûbî, A. g. e., 18/75; Zemahşerî, el-Keşşaf, Dâru'1-Ma'rife, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. yok (İbn Hacer'in "el-Kâfi'ş-Şâfî Tahrîc-i Ahâdîs'i-Keşşâf ve İskenderî'nin "el-İntîsâf fî mâ Tezammenehu'l-Keşşâf min'el-İ'tizâl" adlı eserleriyle birlikte basılı), 4/98; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/209
2405] A. Ahmed bin Hanbel, en-Nedvî, Kavâidü'l-Fıkhiyye, Dâru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, II. Baskı, s. 270; Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Hikmet Yay., 3. Baskı, 1982, (Kontrol eden: A. Himmet Berki), s. 21
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burada İmam Ebû Hanîfe’nin devlet başkanı ve şehir şartını ileri sürerken âyetin mutlak oluşunu dikkate aldığını, ancak onu takyid eden birkısım hadislerden hareket ederek bu şartları ileri sürdüğünü söyleyerek İmamın bu görüşlerinde haklılığını müdâfa edenler çıkacak olursa, onlar, ileride ilgili şartlardan bahsederken bu hususta dayandığı delillerin de kendi usûl kaideleriyle ne kadar çelişmekte olduğunu göreceklerdir. Biz bu konunun teferruatını ilgili bahislere bırakarak sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz.
Ancak yanlış izlenimlere meydanı boş bırakmamak için bir noktanın altını çizmeden de geçemeyeceğiz. Buraya kadar sergilediğimiz veya bundan sonra sergileyeceğimiz tavır sebebiyle, bizim illâ da İmam Ebû Hanîfe’yi tenkit etmek istediğimiz ve bundan da hoşnut olduğumuz düşünülebilir. Ancak kesinlikle böyle bir niyetimizin olmadığını belirtmek isteriz. Zira bizim o büyük İmama karşı asla bir ard niyetimiz söz konusu değildir. Biz İmam Ebû Hanîfe’ye karşı eleştirici bir üslub takınıyorsak, bu sadece dayandığı delillerin zayıflığının bizi buna mecbur edişinden dolayıdır. Yoksa bunun dışında bir maksadımız kesinlikle söz konusu değildir. Bundan Allah’a sığınırız. Ancak din şahıslarla kaim değildir. Şahıslar fânîdir, Allah’ın dini ise kıyâmete kadar bakîdir. Bu sebeple İslâmî kurallar ve dinî deliller bir şahsı tenkid etmeyi gerektiyorsa, İslâmî edeb ölçüleri içerisinde kalarak bunda bir sakınca olmaması gerekir. Zira İslâm’ın izzeti şahıslarınkinden öncedir. Ama ömrünü İslâm’a hizmete adayan büyük şahsiyetlerin de incitilmemesi İslâmî edebimizin gereğidir. Bu itibarla biz, elimizden geldiği ölçüde buna hassâsiyet gösterdiğimize inanıyoruz. Şâyet bu ölçüyü aşmaktan kurtulamadığımız ifadelerimiz olduysa, bundan dolayı Allah’tan bağışlanmamızı ve İmamımızın mükâfatını artırmasını dileriz.
Aslında İmam Ebû Hanîfe’nin hutbe ile ilgili bu görüşünün isâbetli ve delillerinin kuvvetli olmasını, dolayısıyla da kendisini müdâfa etmeyi herkesten daha ziyâde biz isterdik. Çünkü birtakım çevreler Ebû Hanîfe mezhebini arkalarına alarak hutbeye ne bu, ne de başka mezheblerle ilgisi olmayan birtakım hedefler tâyin ediyorlar. Şâyet İmam Ebû Hanîfe’nin bu hususla ilgili görüşleri kuvvetli delillere dayanan isâbetli görüşler olsaydı, o zaman bu çevrelere, kuvvetli delillerden hareket eden bir Ebû Hanîfe’nin lisanıyla cevap verme imkânı bulmuş olurduk ki, bu da bize, bu iftiracıların suratına, zayıf delillerden hareket ederek böyle düşünen bir İmamın tokadını indirmek yerine, daha kuvvetli delillerden hareket eden bir İmamın tokadını indirme fırsatı vermiş olurdu. Sanırız bu tokadın zevki daha bir başka olurdu. Ne çâre ki ilmî tarafsızlık ilkesi bizi, o büyük zâtı savunan değil, tenkid eden bir konumda bulunmaya ve bu iftiracıların suratına da onun böylesine delilleri zayıf bir tokadını atmaya mecbur kılmıştır. İşte bizim Ebû Hanîfe’nin yanında olamama şanssızlığımız bundan kaynaklanmıştır. Ama her ne kadar biz onun sadece bu görüşlerinin yanında olamasak bile, inandığı değerlerden hiçbir zaman tâviz vermeyen, fazîlet dolu ve baştan sona örnek olan ilmî şahsiyetinin her zaman yanındayız.
Nitekim İmam Ebû Hanîfe’nin bu hususta isâbetli karar verememesi sebebiyledir ki mezhebinin önde gelen müctehidlerinden İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed hutbenin miktarı ve keyfiyeti husûsunda: “Vâcib olan; hatibin örf cihetinden hutbe adı verilecek bir konuşma yapmasıdır.2406 “Hutbe adı verilecek
2406] Kâsânî, A. g.e., 1/262
CUM’A NAMAZI
- 529 -
bir konuşma olmadıkça bu ona kifâyet etmez”2407 diyerek hocalarının bu görüşünü reddetmişler ve hutbenin içeriğini; “Allah’a hamd ü senâ, Rasûlüne salât, mü’minlere duâ, vaaz ve onlara öğüt vermek” şeklinde tesbit etmişlerdir.2408 İbn Abdilber bu konuda söylenenlerin en doğrusu da budur, diyerek İmâmeyn’i (yani, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’i) tasdik etmiştir.2409
Diğer mezhep ulemâsına gelince, arada hutbenin şekliyle alâkalı kısmî anlayış farkları olsa da hutbenin keyfiyeti ve miktarı konusunda temelde onların görüşü de bu merkezdedir. Meselâ, Mâlikîler’e göre hutbede şart olan; mü’minlere müjdeleyici veya sakındırıcı dinî bir söz söylemektir. Bir rivâyette İmam Mâlik: “Kendisine hutbe adı verilecek bir konuşma hutbe olarak kâfidir”2410 diyerek İmâmeyn’le ayni kanaati ifade etmiştir.
İmam Şâfiî ise: “Her iki hutbe de Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve mü’miniere va’z u nasihat edilmediği müddetçe sahih olmaz. Bu üç husus her iki hutbede de vâcibtir. En sahih şekle göre bu iki hutbenin birinde Kur’an’dan bir âyet okunması, ikinci hutbede de mü’miniere duâ edilmesi gerekir2411 demiştir. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere İmam Şâfiî, hutbenin mâhiyeti ve içeriği konusunda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’le aşağı yukarı aynı çizgide birleşmektedir. İmam Şâfiî, onlardan, sadece arada bir celse (oturuş) ile iki ayrı hutbe yapılması görüşünü benimseyerek hutbenin şekli hususunda ayrılmıştır. Aralarındaki kayda değer yegâne fark bu noktadadır. Şâfiî: “Hutbede şart olan, hatîbin, aralarında bir tek oturuşla iki ayrı hutbe îrâd etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ; “Hemen Allah’ı zikre gidiniz” buyurmuştur. Bu zikir, mücmel bir zikirdir. Dolayısıyla Peygamber (s.a.s.) onu, fiili ile beyan etmiş ve Allah’ın iki ayrı hutbe emrettiği açığa çıkmıştır,2412 diyerek İmâmeyn’le aralarındaki anlayış farkını ortaya koymuştur. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, İmam Şâfiî’ye göre hem aradaki oturuş ve hem de bu oturuşla birbirinden ayrılan iki hutbe şart sayılmaktadır.
Hâlbuki İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve hatta bütün Hanefî ulemâsı yalnızca birinci hutbeyi şart saymışlardır. Daha doğrusu onlara göre hutbe bir tanedir. Aradaki oturuş sadece itirahat içindir. Şâfiî ise, hem aradaki oturuşu ve hem de bu oturuşla birbirinden ayrılan her iki hutbeyi şart sayıyor. Bu ise teferruat kabilinden sadece sınırlı bir ayrılıktan ibarettir.
Hanbelîlere gelince, İbn Kudâme’nin beyânına göre, Ahmed bin Hanbel de duâ edilmesi şartı hâriç, her hususta İmam Şâfiî ile aynı kanaati paylaşmaktadır.2413
Kezâ şianın imamiye fırkası da: “Her bir hutbede, Allah’a hamd-ü sena etmek, Peygamber’e ve âline salât okumak, mü’minlere va’z u nasihat etmek, Kur’an’dan herhangi bir âyet okumak ve ikinci hutbede mü’minlere istiğfar ve
2407] İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Mebsut, 1/318
2408] Serahsî, A.g.e., 2/30; Kâsânî, A.g.e., 1/262
2409] Kurtubî, A.g.e., 18/75
2410] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/389; H. Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Nesil Y., İstanbul, 1988, B. sy. Yok, 1/33
2411] Nevevî, A.g.e., 6/389
2412] Kâsânî, A.g.e., 1/262
2413] İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/151
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâ etmeyi ilave etmek vâcibtir2414 demek sûretiyle İmam Şâfiî ile aynı noktada birleşirler.
Nitekim İmâmiyye’den Muhakkık Ebu’l-Kasım Necmüddin Ca’fer b. el-Hasen el-Hullî, Şerâiu’1-İslâm fî Mesâi1’il-Helâl ve’1-Haram’ adlı eserinde bu konuda şunları kaydeder: “İki hutbenin her birinde, Allah’a hamd, Peygamber’e ve âline salât, mü’minlere vaaz ve Kur’an’dan hafif bir sûre okumak vâcibtir.” Hullî: “Kendisiyle hutbe mânâsı hâsıl olacak bir âyet bile olsa, hutbe olarak kifâyet edeceği de söylenilmiştir” dedikten sonra şunu ilâve eder: “Semâ yoluyla gelen bir rivâyette ise; imam Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra Allah’tan korkmayı tavsiye eder ve Kur’an’dan hafif bir sûre okur.”2415
Şu halde sadece İmam Şâfiî’nin şekille ilgili muhâlefetini içeren aradaki bu kısmî anlayış farklılıkları bir kenara bırakılacak olursa, İbn Abdilber ve İbn Kudâme’nin de belirttikleri gibi İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şâfiî, Ahmed bin Hanbel ve şia-imâmiye fırkası, hutbenin keyfiyeti ve içeriği konusunda temelde aynı kanaate sahiptirler. Bu görüş aynı zamanda Ebû Hanîfe dışında kalan büyük bir ekseriyetin görüşünü de temsil etmektedir. Nitekim Mâlikî âlimlerden Kurtubî ve çağdaş âlimlerden Vehbe Zuhaylî: “Fukahânın büyük çoğunluğuna göre hutbede kifâyet edecek miktarın en azı, Allah’a hamd, Rasûlüne salât, Allah’tan korkmayı tavsiye ve Kur’ân’dan bir âyet okumak sûretiyle halkı uyarmaktır. Birinci hutbede olduğu gibi ikincide de bu dört şey vâcibtir. Ancak ikinci hutbede birincide okunan âyetin yerine mü’minlere duâ etmek gerekir2416 demek sûretiyle Cumhûr-ı ulemânın çizgilerinin de bu olduğunu belirtmektedirler.
Bazı kaynaklarda İmam Ebû Hanîfe’nin, talebeleri İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve cumhurla aynı görüşü paylaşarak; “kendisine hutbe ismi verilecek bir konuşma hutbe olarak kâfîdir” dediği; diğer taraftan İmam Ebû Yusuf’un da İmam Ebû Hanîfe gibi düşünerek: “Hatîbin hutbe olarak elhamdü lillâh, sübhânallah veya lâ ilahe illâllah” demesini yeterli gördüğü nakledilirse de aşağıda görüleceği gibi, mûteber hanefî kaynaklarına müracaat edildiği zaman bunun böyle olmadığı ortaya çıkar.2417
Hanefîlere Göre Hutbe Siyâsî Bir Konuşma mıdır?
Aslında asrımızın güncel bir problemi olması sebebiyle burada bizi birinci derecede ilgilendiren husus, her şeyden önce bu soruya cevap bulmaktır. Zira günümüzde birtakım yan aydın tipler ve Cuma kılmayan müslümanlar bu davranışlarını haklı çıkarmak için, hutbenin siyâsî bir konuşma olduğunu iddia etmekte ve bu iddialarını da açık veya üstü kapalı olarak Cuma namazı konusunda; “Günah Keçisi” hâline getirdikleri Hanefî mezhebine bina etmektedirler.
Meselâ, bunlardan yazılı ifadelerine rastlayabildiğimiz sadece bir tanesi Hanefî mezhebini arkasına alarak bu hususta aynen şu tesbitlere yer vermektedir:
2414] Muhammed Cevad, Muğniye el-Fıkhu ale'1-Mezâhib'il-Hamse: Ca'feriyye, Hanefîyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye, Hanbeliyye; VI. Baskı, Beyrut, 1982, s. 122
2415] Muhakkık Ebu'l-Kasım Necmüddin Ca'fer b. el-Hasen el-Hulî, Şerâiu'l- İslâm fî Mesâili’l-Helâl ve'1-Haram, İntisârâtü'l-İstidlâl, Tahran, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 1/7
2416] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâm'il-Kur'ân, 18/75; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/209
2417] Nevevi, A,g,e., 6/389; Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y., 205-213
CUM’A NAMAZI
- 531 -
“ İslâm’da toplantı (cuma) günü irad edilen hutbe ise, çok yanlı ve çok yönlüdür. Başta gelen vasfı hutbenin resmî bir beyanât niteliğini taşıyor oluşudur... Cuma günü kılınan iki rekât farz namazın imamı mutlaka resmî sıfatı olan birisi olmalıdır. Zira bu toplantıda devleti temsil etmektedir. Devlet adına konuşacaktır. Resmî bir beyanâtın güven vericiliğinin ilk şartı ise, bu beyânatı verenin resmî kişiliğidir. Bu konuşmayı yapacak kişinin rastgele bir imam olmayıp devleti temsil eden imam (devletin başı) olması gerekmektedir. Veya onun tevkil ettiği fakat kendi yerine kaim bir resmî yetkili. Vilâyetlerde devleti vali temsil ettiğinden mutlaka vali tarafından, valinin fevkalâde bir meşguliyeti var ise yerine vekil ittihaz ettiği kişinin kıldırması ve bilhassa resmî beyânat anlamındaki hutbe’yi okuması gerekmektedir. Zira Cuma’daki hutbe devletin sesi, tebeasının duyması gereken sesi demektir... Bu vasıflarıyla Cum’a, kılınan namaz; hutbe ise bir siyâsî konuşmadır. Ki İslâm devletinin ne dediği anlaşılır bu konuşmadan.2418
“Kur’andaki İslâm” fırkasına mahsus orijinal ictihadlar değilse bunlar, yazar, tıpkı Cuma kılmayan öteki çevreler gibi, Hanefîler’in Cuma namazı husûsundaki ifadelerini maksatlarının dışına taşıyarak yorumluyor demektir. Doğrusu da budur. Zira gerek bu ifadelerden, gerekse konuyla ilgili diğer ifadelerinden anlaşılan, yazarın açıkça Hanefîlerin bu husustaki görüşlerini kendine göre yonttuğunu ve daha açık bir şekilde hedef saptırdığını ortaya koyuyor. Eğer bu tesbitimizi reddetmeyecekse, yine de mevcut ifâdelerin sahibini Cuma kılmayan diğer çevrelerden ayırarak takdir ettiğimizi belirtmek isteriz. Zira hiç değilse neyi, nereden aldığını diğerleri gibi gizleme yönüne gitmemiş.
Hâlbuki Cuma kılmayan diğer çevreler, aslında aynı şeyi söylemelerine rağmen, kopye çektiklerini gizleyerek; “biz, fıkıh kitaplarındaki fetvalarla amel etmiyoruz, bu bizim kendi siyâsî görüşümüzdür” demek sûretiyle yeni bir ictihadda(!) bulunduklarını îmâ ediyorlar. Ama gerçekte, hepsi de kaynaklara vukûfiyetleri olmadığından ağızdan veya ilmihal kitaplarından ya da bazı tercüme fıkıh kitaplarından veyahut da ilmî disipline tamamen lâ-kayd kalarak belli maksatlarla yazılmış kitaplardan öğrendiklerini, biraz da kendilerine göre yorumlayarak yeni yeni kılıflar içerisinde sunmaya çalışıyorlar.
Bu itibarla Hanefîlerin bir bütün halinde hutbeye hangi nazarla baktıkları tam olarak ortaya konduğu zaman, bunların hepsi de gereken cevabı kendi üstadlarından almış olacaklar ve birazcık ilme saygıları ve “ilim namusları” varsa, bu tür yalan-yanlış nakillerle kendilerini ve kendilerine inanan insanları kandırmaktan vazgeçeceklerdir. Çünkü hiçbir Hanefî âlimi ne açık ne de kinâyeli bir şekilde hutbenin siyâsî bir konuşma ya da devlete ait resmî bir beyânat olduğu tarzında herhangi bir iddia ortaya atmamış, daha doğrusu onlar gibi, Allah ve Rasûlü’ne İftirada bulunmamıştır. Bu tamamen söz konusu iddiayı ortaya atanların kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir iftiradır.
Aslında bu noktaya gelinceye kadar tamamen Hanefî kaynaklara dayanarak yaptığımız bütün nakil ve açıklamalarla, Hanefî imamlarının kendilerine isnâd edilen veya bu mezhebe yamanan bu tür iddiaların hiç birisinin uzaktan yakından onlarla ilgisinin bulunmadığını, dolayısıyla da başlıktaki sorumuzun cevabını açıkça ortaya koymuş olduk.
2418] Ercüment Özkan, İslâm ve Tasavvuf, Anlam Yay. I. Baskı, 1993, Ankara, s. 369-370
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak, Hanefîlerin hutbeye siyâsî bir hedef tâyin etmediklerine dâir buraya kadar yaptığımız açıklamaları bir kez daha teyid etmek gerekirse, en mûteber ve en güvenilir Hanefî âlimlerinden İmam Kâsânî’nin şu açıklamaları bizi teyid, onları tatmin için kâfî gelir, sanırız. Bakınız bu Hanefî âlimi, Hanefî müctehidlerinin bu husustaki görüşlerini net biçimde ortaya koyarak bu iddiaların sahiplerine nasıl cevap veriyor: “Ebû Hanife, ‘hutbede şart olan; hatîbin hutbe maksadıyla Allah’ı zikretmesidir, demiştir.” Kezâ Emâlî’de İmam Ebû Hanîfe’den açık bir şekilde: “Bu zikir az olsun, çok olsun kâfidir. Hattâ hatip hutbe maksadıyla sübhânallah, lâ ilâhe illâllah veya elhamdü lillâh, dese kifâyet eder” dediği nakledilmektedir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed, hutbede şart olan hatîbin örf cihetinden hutbe adı verilecek bir konuşma yapmasıdır, demişlerdir. İmam Şâfiî ise: “Hutbede şart olan, hatîbin, aralarında bir tek oturuşla iki ayrı hutbe îrâd etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ “Hemen Allah’ı zikre gidiniz” buyurmuştur. Bu zikir, mücmel bir zikirdir. Dolayısıyla peygamber (s.a.s.) onu, fiili ile beyan etmiş ve Allah’ın iki ayrı hutbe emrettiği açığa çıkmıştır” demektedir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre, şart olan bizâtihî hutbedir. Hutbe ise, örf cihetinden Allah’a hamd ve senâ, Rasûlüne salât, mü’minlere duâ, vaaz ve onlara öğüt vermeyi ihtivâ edecek bir konuşmanın adıdır. Buna göre mutlak olan hüküm, müteâraf olana (yani örf ile bilinene) hamledilir.
Ebû Hanîfe’ye göre ise, iki yol vardır. Birincisi: Hutbede vâcib olan “Allah’ı zikre gidiniz” kavline binâen, mutlak zikirdir. Allah’ı zikr ise mâlum olup bu hususta cehâlet söz konusu değildir. Bu durumda âyet de mücmel değildir. Çünkü zikr, kendisiyle birlikte bulunacak herhangi bir açıklama olmaksızın nâfile bir ameldir. Bu sebeple, onu kendine hutbe adı verilecek bir zikr veya uzun bir zikirle kayıtlamak herhangi bir delil olmadığı müddetçe câiz değildir. İkincisi: Zikrullah’ın, hutbe ismi verilecek bir konuşma ile kayıtlanmasıdır. Fakat lügatte lafzın hakîkati bakımından, hutbe ismi, bizim söylediğimiz şeye de kullanılır. Zira Hz. Osman (r.a.)’dan rivâyete göre, kendisi halîfe seçildiği zaman, kıldırdığı ilk Cuma namazında hutbe irâd etmek üzere minbere çıktığında “Elhamdülillah” dedikten sonra dili tutularak sözü karıştırdı. Bu sebeple devam edemeyerek: “Ebû Bekir ile Ömer bu makam (da sizlere söylemek) için birtakım güzel sözler hazırlıyorlardı. Şüphesiz sizin güzel konuşma yapan bir İmamdan daha ziyade, faal bir İmama ihtiyacınız vardır. Ama yakında size güzel konuşma yapan hatipler gelecektir. Allah’tan kendim için de, sizin için de mağfiret dilerim” dedikten sonra minberden inerek halka Cuma namazını kıldırdı. Bu olay ensâr ve muhâcirînin huzurunda vuku buldu. Fakat onlar (Allah tarafından) “emr-i bi’1-ma’ruf nehy-i an’il-münker” yapmakla tavsif edilmiş olmalarına rağmen, Hz. Osman’ın bu hareketine karşı çıkmadılar. Dolayısıyla bu, hutbede şart olanın, mutlak olarak Allah’ı zikretmek olduğuna; ve mutlak olarak Allah’ı zikre, her ne kadar örfen hutbe ismi verilmese bile, lügat yönünden hutbe ismi verileceğine dâir sahâbe icmâ’ı olmuştur. Bu sûretle hutbede vâcib olanın, lügat ve örf cihetinden bizâtihî zikir olduğu ve bunun da (elhamdü lillâh sözünde) mevcut olduğu veya zikir, her ne kadar örf cihetinden hutbe diye isimlendirilmese bile, lügat yönünden bizatihî hutbe olup, bunun da (elhamdü lillâh demekle) yerine getirilmiş olduğu tebeyyün etmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü örfe sadece insanların birbirileriyle ilişkileri konusunda itibar olunur ve onların maksatlarına delâlet eder. Kul ile Rabbi arasındaki bir şeye gelince, bu hususta lügat yönünden lafzın hakîkatine îtibar edilir. Lafzın hakikati ise, (bu sözlerde de) mevcuttur. Şu halde sözün bu
CUM’A NAMAZI
- 533 -
kadarı da örf cihetinden hutbe olarak isimlendirilir. Rasûlullah (s.a.s.)’den rivâyet edilen şu hadisi görmüyor musun? Zira O; ‘Her kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse, muhakkak doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan eden ise muhakkak sapmıştır.” diyen adama: “Sen ne fena hatipsin”2419 diyerek bu kadar bir konuşma ile onu hatip olarak isimlendirmiştir.2420
Hutbe ile ilgili olarak Hanefî kaynaklardan buraya kadar yaptığımız bütün nakillerden de açıkça anlaşılacağı üzere, ne İmam Ebû Hanîfe’nin, ne talebeleri İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in ve ne de diğer ashâbının hutbeyi siyâsî bir konuşma olarak kabul ettiğini söylemek katiyyen mümkün değildir. Hatta yukarıda konuyla ilgili görüşlerine temas ettiğimiz İmamiyye şiası dahi böyle bir düşünceye prim vermez.
Bilhassa İmam Ebû Hanîfe, hiçbir te’vîle mahal bırakmayacak şekilde hutbeyi kayıtsız şartsız mutlak olarak zikir sayıyor ve bunu isbat için bir dizi çaba harcıyor. Şu halde Ebû Hanîfe’nin bu tavrını görmezlikten gelip hutbeyi siyâsî bir konuşma olarak gördüğü iddiası, sadece bu insanlar tarafından ona karşı yapılmış bir iftira olsa gerek. İmam Ebû Yusuf ile Muhammed’in ve diğer Hanefî âlimlerinin ifadeleri de apaçık ortada olup onların da siyâsete yorumlanabilecek tek bir cümle ya da kelimeleri söz konusu değildir. Zira İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed hutbenin muhtevâsını; “Allah’a hamd ve senâda bulunmak, Rasûlü’ne salât, mü’minlere duâ, vaaz ve nasihat etmek” şeklinde beyan ediyorlar. Bu sözlere bakıldığında onların hutbeyi başlı başına siyâsî bir konuşma olarak gördüklerini söylemek mümkün müdür?
Hanefîlerin hutbeyi siyâsî bir konuşma olarak görmeyip aksine mutlak mânâda zikr saydıklarını gösteren belgelerden biri de hutbede tahâretin (abdestin) şart olup olmayacağı ile ilgili açıklamalarıdır. Bütün Hanefî kaynakları bu hususta ittifakla şu açıklamayı yaparlar: “Bize göre hutbe esnâsında tahâret sünnettir. Fakat şart değildir. Hattâ İmam cünüp olarak hutbe okuyup sonra guslederek veya abdestsiz olarak hutbe îrâd edip sonra abdest alarak Cuma namazını kıldırsa, mûteber olur. Zira bize göre hutbe mutlak zikirdir. Abdestsiz ve cünüp olan kimse ise, Allah’ı zikirden men edilemez.2421
Bu kadar açık gerçekler karşısında, Hanefilere göre hutbenin siyasî bir konuşma olduğunu iddia eden bu insanlar hakkında fazla söze hâcet görmüyor, onlar hakkındaki değerlendirmeyi okuyucunun insaf ve sağduyularına havâle ediyoruz!
Haddi zâtında hutbeden kimin ne anladığından daha mühimi, Kur’ân’ın bu hususta ne buyurduğu ve Rasûlullah (s.a.s.)’in hutbeyi nasıl beyan ve tatbik ettiğidir. Nitekim gerek Hanefîler’ in gerekse diğer bütün âlimlerin hareket noktası da bu olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu hususu beyan eder nitelikte sadece bir tek âyet bulunmakta olup bu âyette “Cuma günü namaza nidâ edildiği zaman hemen Allah’ı zikre gidiniz”2422 buyurulmaktadır.
2419] Metinde geçen hadis için Bk. Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/407
2420] Serahsî, el-Mebsut, 2/26-31; Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, 1/262-263
2421] İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el- Mebsut (El-Asl), 1/314; Serahsî, A.g.e., 2/26; Kâsânî, A.g.e., 1/262 263; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'ân, 18/75
2422] 62/Cum’a, 9
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerîm’den bir konuda hüküm çıkarılacağı zaman o konudaki tüm âyetler bir araya toplanarak nüzul tarihlerine göre sıraya konulur. Birbirleriyle çelişkili gibi gözüken âyetler varsa nüzul tarihleri dikkate alınarak nâsih ve mensuh beyan edilir. Birbirini tahsis ve takyid eden âyetler tesbit edilerek ortak noktaları bulunur. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’in söz konusu âyetlerle ilgili beyan ve uygulamaları araştırılarak Rasûlullah (s.a.s.)’in bunları hangi şekilde anlayıp beyan ve tatbik ettiği tesbit edilir. Âyetin teklif ettiği hüküm ve kasdettiği mânâdan daha ziyâde emin olabilmek için bundan sonra sahâbenin anlayış ve uygulamalarıyla müctehid imamların görüşlerine de müracaat edilir. İşte Kur’ân-ı Kerim’den hüküm çıkarmak için ehil olan kimsenin takip edeceği sağlıklı ve geçerli metod budur.
Bütün bu hususları bir kenara atarak, Kur’an’dan önüne gelen bir âyeti ele alıp mücerred mânâsına bakarak “Kur’an’ın bu husustaki görüşü budur” demek, büyük hatalara sebep olacak son derece tehlikeli bir yoldur. Delilsiz ve ilimsiz olarak Kur’an hakkında görüş beyan etmektir. Kur’an hakkında delilsiz ve ilimsiz görüş beyan eden kimse ise, isâbet etse bile hata işlemiş olur. Zira Rasûlullah (s.a.s.): “Her kim, delilsiz olarak Kur’an hakkında kendi re’yi ile görüş beyan ederse, isâbet etmiş olsa da hatadadır.”2423 buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise; “Her kim Kur’an hakkında (delilsiz olarak) kendi re’yi ile söz söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”2424 buyurmuştur.
Bu hadisler, Kur’an hakkında ehil olmayan kimselerin ulu orta delilsiz olarak görüş serdetmelerinin haram olduğuna kesin delil teşkil eder. “Şâyet bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz”2425 âyeti de bu hususu teyid eden bir başka delildir.
Cuma namazı ve Cuma hutbesine işaret eden yukarıda naklettiğimiz Cuma âyetlerinden başka herhangi bir âyet bulunmadığına göre, bu konuda yapılacak işlem âyetlerin zahirine, Rasûlullah (s.a.s.)’in beyan ve tatbikatına ve sahâbe-i kiram ile müctehid âlimlerin bunlardan ne anladığına bakmak olacaktır.
Cuma ile ilgili âyet-i kerîmelerin ilki, açık ve net bir biçimde “Allah’ı zikre gidin” buyuruyor. Allah’ı zikir ise, genel anlamıyla İmam Ebû Hanîfe’nin de belirttiği şekilde “Elhamdü lillâh, sübhânallah, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illâllah” vb. lafızlarla olabileceği gibi, yarattığı şeylerin mükemmelliğine ve verdiği nimetlere bakarak, ilim tahsil ederek ve eşya âlemini tefekküre dalarak Allah’ı hatırlamakla da olabilir. Fakîhlerin büyük çogunluğunun kabul ettiği gibi hutbe îrâd etmek sûretiyle de olabilir. Ki Rasûlullah’ın (s.a.s.) husûsî beyan ve açıklamalarının delâletiyle bu âyette kastedilen de zikrin bu örfî anlamıdır. Bunun dışındaki husûsî bir vasfa, meselâ iddia edildiği gibi ‘siyâsî bir konuşma’ya tahsis etmek için tartışmasız kuvvetli bir delile ihtiyaç duyulur. Böyle bir delil ise, ne Kur’an’da, ne de sünnette asla gösterilemez.
İkinci âyet ise, sadece hutbeyi terkedip gidenleri yermekle yetiniyor ve bu hususta başka bir açıklama yapılmıyor. Rasûlullah’a (s.a.s.) gelince, O’nun hutbe ile ilgili tanımlayıcı mâhiyette herhangi bir açıklaması bulunmamakla beraber, îrâd ettiği Cuma hutbelerine bakıldığı zaman dinî tebliğin yerine getirildiği
2423] Tirmîzî, Sünen-i Tirmîzî, 5183; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 3/320
2424] Tirmîzî, A.g.e., 5183
2425] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
CUM’A NAMAZI
- 535 -
hitabelerin dışında siyâsete veya devleti temsil eden resmî bir beyanâta hamledilebilecek herhangi bir konuşmaya rastlayamayız. “Zira Hz. Peygamber bir siyâset adamı olmayıp Allah tarafından tüm insanlığı doğru yola iletmek için gönderilmiş bir peygamberdir. Onun hedefi İslâm dinini yaymak, sapık yolda olanları doğru yola ulaştırmak, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah’a kul yapmak, kısaca Allah’tan aldığı vahiyleri Allah’ın kullarına tebliğ etmekti. Rasûlullah (s.a.s.) için bundan başka bir hedefin düşünülmesi ona olan imanı sarsmaktan başka bir gayeye hizmet etmez. Şâyet onun siyâsî bir gayesi bulunsaydı, Mekke’de ilk tebliğini yaptığı sırada kendisine teklif edilen Mekke liderliğini kabul eder, dâvâsı da orada biterdi. Onun gayesi siyâset ve saltanat değildir. Bilakis peygamberlik görevini yerine getirmek ve bunun için mücâdele etmekti. Bu sebeple onun hutbeleri siyâsî birer konuşma olmayıp dinî tebliğin yerine getirildiği birer konuşmadan ibâret idi.2426
Hz. Peygamber’in hutbelerinden günümüze kadar muhâfaza edilenlere baktığımız zaman, onun hutbelerinde daha çok Kur’an ve bilhassa Kaf sûresini okuduğunu görürüz. Haris b. Nu’mân’ın kızı Ümmü Hişam diyor ki; “Ben Kaf sûresini ezberlediysem, yalnızca Hz. Peygamber (s.a.s.) minber üzerinde hutbe okurken onun mübarek ağzından ezberlemişimdir.”2427
Câbir b. Abdillâh (r.a.)’dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) hutbe okudumu gözleri kızarır; sesi yükselir ve hiddeti artardı. Hatta bir orduyu tehditte bulunarak: (düşman) akşam sabah size baskın yapacak diyen (ordu kumandanı) gibi olur ve şehâdet parmağı ile orta parmağını yanyana getirerek: “Ben kıyâmete, şunların birbirine olan yakınlığı gibi yakın bir zamanda gönderildim” der ve şöyle devam ederdi: “Emmâ ba’dü: Şüphesiz ki, sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolun en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en fenası sonradan uydurulup dine katılanlarıdır. Her bid’at sapıklıktır.” Sonra: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınımdır. Kim ölür de geride mal bırakırsa o mal onun yakınlarına aittir. Kim de vefat ederek geride borç veya çoluk-çocuk bırakırsa bana aittir, benim borcumdur.” buyururdu.2428
Hutbesine, Allah’a hamd u senâ ve şehâdet ile başlar, hutbeyi kısa yapar, namazı uzatır, Allah’ı çok zikreder/anar ve kelimesi az, mânâsı geniş sözler seçerdi. “Kişinin namazının uzun, hutbesinin kısa olması, özü anlayışının bir işaretidir” buyururdu.2429
Hutbede ashâbına İslâm’ın prensiplerini ve şer’î kanunları öğretir, gerektiğinde onlara bazı şeyleri emreder, bazı şeyleri de nehyederdi. Nitekim hutbe okurken câmîye giren adama iki rekât namaz kılmasını emretmiş, halkın omuzlarına basarak ilerleyen adama da: “Böyle yapma, otur!” demiştir.2430
Bir sual sorulduğunda veya bir ihtiyaç ortaya çıktığında hutbesini keser, soruya cevap verir, sonra kaldığı yerden hutbesine devam ederdi.2431
Bazan gerek duyarsa minberden iner, sonra geri dönerek hutbesini
2426] Y. Vehbi Yavuz, Cuma namazı, s. 49
2427] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/409-410; Ebû Dâvud, A.g.e., 1/288; Nesâî, Sünen, 3/107
2428] Nevevî, A.g.e., 6/403; Nesâî, A.g.e., 3/188-189
2429] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/263; Nevevî, A.g.e., V1/407
2430] Nevevî, A.g.e., V1/411; Ebû Dâvud, A.g.e., 1/291-292; Nesâî, Sünen, 3/103
2431] Nevevî, A.g.e., V1/414
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tamamladığı da olurdu. Nitekim bir defasında torunları Hasan ile Hüseyn’i almak için minberden inmiş, onları kucaklayıp minbere çıkartmış, hutbesini tamamlamıştır.2432
Hutbe esnâsında icâbında bir adama, “ey falan, gel otur! Ey filan, namaz kıl!” diye seslenirdi. Duruma göre hutbede emirler verirdi. Aralarında sıkıntı içinde ihtiyaç sahibi birini görünce ashâbına o kişiye sadaka vermelerini emreder, yardıma çağırır ve buna teşvik ederdi.2433
Hutbe esnâsında, Allah’ı her zikredip andıkça ve O’na duâ ederken işaret parmağı ile işaret ederdi.2434 Yağmur yağmadığı için kuraklık baş gösterince hutbede ellerini kaldırıp yağmur duâsı ederdi.2435
İbn Hişâm’ın nakline göre Rasûlullah’ın (s.a.s.) ilk hutbesi şöyledir: (Allah’a hamd ü senâdan sonra:) “Ey insanlar! Kendiniz için hazırlık yapın. Şüphesiz biliyorsunuz ki herbiriniz ummadığı bir anda ölecek, sürüsünü çobansız bırakacak, sonra Rabbi -arada tercüman ve kapıcı olmaksızın- ona şöyle diyecektir: ‘Sana elçim gelip dini tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı? Sen kendin için buraya ne hazırladın?’ Kul sağına soluna bakar, hiç bir şey göremez. Sonra önüne bakar cehennemi görür. Kim yarım hurma ile de olsa bu ateşten kendisini koruma gücüne sahipse, hayır işlesin. Bunu da bulamazsa güzel söz söylesin. Çünkü bu bir hayır, on mislinden yedi yüz misline kadar katlanarak mükâfatlandırılır. Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”2436
Peygamber (s.a.s.) bir sonraki hutbesinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Şüphesiz hamd Allah’a mahsustur. Ona hamdeder, ondan yardım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidâyet ettiğini, doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz. Saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdiremez. Şehâdet ederim ki Allah’tan başka tapılacak (ilâh) yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır. Allah, kimin kalbini Kur’ân’la süsler ve onu küfürden sonra İslâmiyet’e erdirir, o da Kur’ân’ı insanların sözlerinden üstün tutarsa, işte o kimse kurtuluşa ermiştir. Şüphesiz Kur’ân sözlerin en güzelidir ve en belâğatlısıdır. Allah’ın sevdiğini seviniz! Allah’ı bütün kalbinizle seviniz. Allah’ın kelâmını okumaktan ve Allah’ı zikretmekten/anmaktan usanmayınız. Allah’ın kelâmına karşı kalpleriniz katı kalmasın. Çünkü o, Allah’ın yarattığı her şeyin en hayırlısını ayırıp seçer. Allah, Kitabında, amellerin hayırlısını, kulların seçkinlerini, sözlerin iyisini ve insanlar için helâl-haram ne varsa hepsini zikreder. Allah’a kulluk ediniz. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ona yaraşır şekilde ondan sakınınız. Kendi ağızlarınızla Allah’a verdiğiniz güzel sözleri tutunuz. Allah’ın aranıza ihsan ettiği tek bir ruhla birbirinizi seviniz. Şunu bilesiniz ki, Allah kendisine verilen sözün yerine getirilmemesine gazap eder. Selâm size. Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.”2437
İşte Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hutbelerinde takip ettiği yol ve öğrettiği hususlar
2432] Ebû Dâvud, A.g.e., 1/290; Nesâî, A.g.e., 3/108
2433] Nevevî, A.g.e., 7/10
2434] Nevevî, A.g.e., 6/410
2435] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 2/479; Nevevî, A.g.e., V1/443
2436] İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, II. Baskı, l955, Kahire, 1/500 -501
2437] İbn Hişâm, A.g.e., 1/500-501; İbn Hişâm, bu iki hutbeyi senedlerini zikretmeksizin rivâyet etmiştir. İbn İshak ise, onları Ebû Seleme b. Abdirrahman'dan nakletmiştir. Ebû Seleme ise, Peygamber’e yetişmemiş, ancak sahâbeden rivâyette bulunmuştur. Dolayısıyla bu hutbe, mürsel haber niteliği taşıyor.
CUM’A NAMAZI
- 537 -
bu minval üzereydi. Kendisinden sonraki halîfeler döneminde de durum bu minval üzere devam etmiştir. Şu halde bu hutbelerin hangisi siyâsî bir konuşmaya ve hangisi devleti temsil eden resmî beyanatlara benziyor? Ne bunlarda, ne de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öteki hutbelerinde kavramın bugünkü mânâsıyla siyâsî bir muhtevâ mevcuttur. Onun bütün hutbeleri tamamen dinî ve sosyal hayatın ihtiyaçlarını temine, Allah’ı sevdirmeye ve Allah’a karşı takvâ sahibi olmaya dâvet eden konuşmalardan ibarettir.
Bu konuda herhangi bir kimseye cevap vermek gibi bir problemi olmayan, daha doğrusu bu gibi polemiklerden tamamen habersiz olan İbn Kayyım bu hakikati tarafsız bir dille şu şekilde ifade ediyor: “Hz. Peygamber ve ashâbının hutbelerini düşünen kişi görür ki bu hutbeler hidâyet ve tevhidi açıklamaya, Allah’ın sıfatlarını ve temel iman esaslarını anlatmaya; Allah’a dâvet etmeye, Allah’ı kullarına sevdiren nimetleri ile O’nun gazabından korkutan günlerini anlatmaya, onlara kendisini sevdiren Allah’ı anma ve ona şükretme emri vermeye yeterliydiler. Peygamber ve onun ashâbı hutbelerinde Allah’ı kullarına sevdiren, O’nun isimlerini, sıfatlarını ve O’nun azametini zikrederler; kulları Allah’a sevdiren ibâdet, şükür ve zikir gibi hususları emrederlerdi. Dinleyenler onu sevmiş olarak dönerlerdi. Sonra uzun zaman geçti. Nübüvvet nuru kayboldu. Şer’î kanunlar ve emirler, hakikatleri ve maksatları gözetilmeksizin yapılan merasimler halini aldı. Bu şer’î kanun ve emirlere merasim şeklini verdiler. Ardından bu merasim ve törenleri terk edilmez âdetler hâline getirdiler; asıl terk edilmemesi gereken maksatları terkettiler. Hutbeleri, kafiyeli sözlerle, şiirlerle, nüktelerle ve edebiyatın süsleme sanatlarıyla süsler oldular. Böylece kalplerin hutbeden alacakları nasip noksanlaştı, hattâ yok oldu, hutbenin maksadı yitirildi.2438
İbn Kayyım el-Cevziyye’nin zamanında ne genel anlamıyla hutbe, ne de özel olarak Peygamber’in hutbelerinin mâhiyeti konusunda bugün olduğu gibi herhangi bir spekülasyon bulunmadığına göre, onun bu tasvirlerinde herhangi bir maksadın aranması düşünülemez. Bu da siyâsî maksatla yapılan bu tür spekülasyonlardan uzak bir ortamda âlimlerin hutbeyi nasıl anladıklarına dair sağlıklı bir değerlerdirmeye örnek teşkil eder. Ancak, zamanla saltanatçı devlet başkanlarının hutbeleri siyasî hâkimiyetin birer sembolü haline getirdikleri ve tahta her geçen padişahın, kendi adına hutbe okutmayı âdet haline getirdiği bilinen bir gerçektir. Fakat bu gibi uygulamalar, sözkonusu padişahların sırf kendi tasarrufları olup sadece onları bağlar. Sultanların bu uygulamalarına bakarak Cuma hutbelerini siyâsî bir konuşma olarak telakkî etmek en hafif üslûpla dini bilmemektir. Dinin çerçevesini Allah ve Rasûlü’nün koyduğu kurallar tesbit eder. Bu kurallar ise, Kur’an ve sünnette beyan edilmiştir. Hiçbir kimsenin bunlara ilâve yapma veya noksanlaştırma yetkisi mevcut değildir. Dolayısıyla sultanların bu şahsî uygulamaları dine dâhil edilemez. Şâyet aksi iddia edilecek olursa, bu kişilerin hatalarını da dine dâhil etmek gibi bir çıkmazla karşı karşıya kalınmış olur. Bu da, dinin altını üstüne getirir.
Siyasî liderler, Emevîlerle başlayan ve Abbâsîlerle devam eden süreç içinde kardeş katline varıncaya kadar sayısız cürüm ve cinâyetlerin faili olmuşlardır. Bilhassa Emevî sultanları minberleri Hz. Ali ve soyuna küfredilen intikam kürsüleri haline getirmişler ve Cuma hutbelerini bu nevî çirkinliklerle bezemişlerdir.
2438] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'1-Meâd, çev: Şükrü Özen, İklim Y. 1988, Ankara, 1/396
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunlar hutbeleri, tamamen siyasî maksatlarla kullandıkları gibi, resmî beyânatlar halinde halkın duymak istediği dehşet ve ölüm tehditleriyle dolu devletin sesi hâline de getirmişlerdir. Eğer hutbenin siyasî bir konuşma veya devletin resmî beyânâtı olduğunu iddia edenler, hutbeyi bunların yaptıklarını esas alarak tarif ediyorlarsa bu doğrudur! Ancak onlar bilsinler ki, bu uygulamalar ne İslâm’ın ne de Peygamber’in hutbe anlayışını temsil ederler. Yok, eğer başka bir delilleri varsa, o başka. Meselâ siyasî bir konuşma ya da devletin resmî beyânâtı niteliği taşıyan Peygamber’e ait bir tek Cuma hutbesi göstersinler. Zira din, delillerle konuşulması gereken bir kurumdur. Bu kurumda “ben böyle diyorsam, bu böyledir” mantığı işlemez.
Şüphesiz İslâm dini siyâsetten, siyâset de ondan ayrı düşünülemez. Ama hiçbir delile dayanmadan şu ibâdet başlı başına siyâsî bir ibâdettir de denemez. Fakat Cuma namazı ve hutbeleri müslümanların haftada bir kez bir araya gelmelerine ve topluca aydınlanmalarına vesîle olan son derece mümtaz bir ibâdettir. Bu yönüyle dinen mubah sayılan ve müslümanların dünya ve âhirettlerini ilgilendiren hususlar başta olmak üzere her konuda müslümanların bilinçlenmelerine vâsıta olabilecek dinî bir kongreleri gibidir. Ama dinî bir kongreleri değildir. Bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Dolayısıyla böylesine önemli bir günde bir araya gelen müslümanlara günümüzde hemen hemen bütün hatiplerin yaptığı şekilde, hatîbin günah savmak ve zevâhiri kurtarmak için kupkuru, şekilci bir konuşma yapması da savunulamaz. Hatîbin vazifesi müslümanların imamı, önderi sıfatıyla, onları ilgilendiren ve eksik oldukları hususları tesbit ederek bu hususlarda onları aydınlatmasıdır. Bu hususlar, yerine ve zamanına göre dinî, ilmî, ahlâkî, ibâdî, idarî, ailevî, kültürel, askerî, içtimaî ve benzeri konular olabileceği gibi; terimin hakîkî mânâsıyla siyasî konular da olabilir. Ama ne bu, ne de öbürü, tek başına hutbenin hedefi değildir. Belki bunların her biri tek başına hutbenin hedeflerinden sadece biri olabilir.
Bu münâsebetle bunlardan birini tek başına ele alıp “hutbenin hedef ve gayesi budur” demek, parçayı alıp bütün yerine koymak; Allah ve Rasûlünün hükmüne indî kanaatlerle ambargo koymak olur ki bu son derece tehlikeli bir iştir.
Günümüzde yaygın bir davranış şekli haline gelen bu durum, ilim ehli olmayan, ihtisası hiçe sayan ve fetvâ vermesi değil, fetva istemesi gereken yarı aydın müslümanların dünyevî mevkîleri veya ağızlarının lâf yapması sebebiyle müslümanlar tarafından “dinî lider” veya “ağabey” kabul edilmelerinin bir sonucudur. Asrımızda müslümanların en büyük çıkmazı da budur işte. Nedense içerisinde hemen her hastalığa ait yüzlerce ilacın satıldığı pekçok eczane bulunmasına rağmen, insanımız hastalandığı zaman keyfine göre buralardan ilaç alıp tedâvî olmayı aklından bile geçirmez ve mutlaka bir doktora başvurma zorunluluğu hisseder de, dinî problemi söz konusu olunca, Kur’an ve sünneti anlamada birinci basamak olan Arapça’yı dahî bilmediği halde hemen Kur’an ve sünnet eczanesine dalarak kendi kafasına göre çözüm bulmaya yeltenir. Nedeni gâyet açık: Onlara göre Arapçayı bilmeyi tabu haline getirmemek veya bir handikap gibi görmemek lâzım. Tercüme edilmiş eserler ne güne duruyor? Bunlara bakılarak da fetvâ verilebilir(!) Ya tercüme yetersiz veya yanlış ise ne olacak? Bunun sağlamasını kim yapacak? Tercüme edilen kitaptaki görüşler sağlam delillere dayanmıyorsa veya zamanın ihtiyaç ve şartlarına bağlı olarak konmuş bir hüküm olup zamanın değişmesiyle geçerliliğini yitirmişse ne olacak?
CUM’A NAMAZI
- 539 -
Elbette sadece Arapça’yı bilmek Kur’an ve sünneti anlamak için yeterli değildir. Bunun için belli usûl ilimleri var ki mutlaka yerli yerince onları da bilmek gerekir. Peki, bu insanlar bunları yeterince biliyor mu? Onlara göre, buna da gerek yok. Zira bu kaideleri insanlar kendi kendilerine geliştirmişlerdir(!) Parantezsiz Kur’an meallerine bakmak ve bunlarla amel etmek yeterlidir(!)
O halde Kur’an ve sünnette Cuma namazı ve hutbesiyle ilgili hiçbir şart ve kayıt olmadığı halde, neden onlarla amel etmiyor da bu insanların genelinin koyduğu kaideleri reddederken sadece bir tanesinin görüşünü bayraklaştırıp böylesine mühim bir ameli terkediyorsunuz? Bu apaçık bir çelişki değil midir? Elbette. Ama, bu nefislerine daha hoş ve daha ziyade tatmin edici geliyor. Şüphesiz bu durum müslümanları dinden sapmaya götürecek büyük bir tehlikedir. Rasûlullah (s.a.s.) bu tehlikeye işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah, ilmi, insanlar arasından bir çırpıda çekip almaz. Aksine ilmi, âlimleri almak sûretiyle alır. Nihâyet hiçbir âlim kalmayınca, insanlar başlarına birtakım câhil liderler edinirler. Bunlara sorular sorulur. Onlar da ilimsiz olarak cevap verirler. Sonunda hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.”2439
Rasûlullah (s.a.s.)’in bu mübârek sözleri dinin bir ihtisas sahası olduğunu ve bu sahada ihtisas sahibi âlimlerden başkasının kendi hevâ ve heveslerine göre, keyfî bir şekilde hareket etmelerinin hem kendilerini, hem de başkalarını saptıracağını apaçık beyan etmektedir. Nitekim Şâtıbî bu hadisi naklettikten sonra şöyle der: “Gerçekten bid’at sahiplerinin pekçoğu bu şekilde davranmışlar, sünneti bir tarafa atmışlar ve Kur’an’ı yersiz bir şekilde te’vîle yeltenmişler ve sonunda da hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır.2440
Bu tehlikesine binâendir ki dinde ihtisas sahibi olmayan bir kimsenin dinî konularda fetvâ verip görüş beyan etmesinin haram olduğunda hiçbir ihtilâf söz konusu değildir.
Cuma namazının siyâsî bir namaz, Cuma hutbesinin de siyâsî bir konuşma olduğu şeklinde ileri sürülen bu asılsız iddiaların en komiği, din olarak sadece Kur’an’daki İslâm’ı kabul eden, Rasûlullah (s.a.s.)’in hadislerine kalem çeken ve bu konuda müsteşrik patentli düşüncelerin, temsilciliğini yapan sünnet karşıtı çevrelerin görüşüdür. Rasûlullah (s.a.s.)’in dindeki yerini inkâr eden, onun sünnetini hiçe sayan bu çevrelere göre de Cuma namazı kendisinde devletin temsil edildiği siyâsî bir toplantı namazı(!), hutbe de siyâsî bir konuşmadan ibarettir.
Kur’andaki İslâm’ı savunan ve bu sebeple Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet edilen en sahih hadislere bile, en bayağı üslûpları kullanarak bir çırpıda kalem çeken bu insanlar, işitmiş olsalar kargaların bile güleceği bu tanımı Kur’ân’ın hangi ifâdesinden çıkardılar, merak ediyoruz doğrusu. Çünkü bu insanların alâmet-i fârikaları, Kur’an’daki İslâm’ı savunmak ve Kur’an’la örtüşmeyen ve akıllarına uymayan hadisleri reddetmek. Acaba, Kur’an’a uygun olmak, aksi halde reddedilmek sadece Peygamber’in hadislerinin bir kaderi mi oluyor? Yoksa bu kader, kendileri de dâhil bütün fânîlerin sözlerine de şâmil midir? Şâyet bu kaderi yazan kâlemler, onu sadece Peygamber’in hadisleri için yazdılarsa, bu şahıslar kendilerini Peygamber’den öne geçirmiş olmuyorlar mı? Yok, bu durum herkesin sözü
2439] Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13
2440] Şâtıbî, el-Muvâfakat, çev: M. Erdoğan, İz Y. 1993, İstanbul, 4/16
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için geçerliyse, yukarıdaki tanımları ve burada sunma imkânı bulamadığımız bu türden daha nice incileri, Kur’ân’ın hangi âyetine onaylattılar? İslâmî sahada birazcık mürekkep yalayan herkes biliyor ki, Kur’an Cuma namazını herhangi bir sınır koymadan, kayıtsız, şartsız ve mutlak olarak emreder. Hutbeye işaret ettiği kanaatini taşıdığımız ifade de sadece ‘zikrullah’ olarak geçer Kur’anda. Sünet kitaplarında da kendilerini teyid eden bir tanıma rastlanmaz. Rastlansa bile, Kur’an’a uymadığı için herkesten önce onu, bu iddianın sahipleri reddeder. Aksi halde kendi prensipleriyle çelişkiye düşmüş olurlar.
Ama çelişkili hareketler bunların karekteri haline geldiği için bu da önemli değildir. Zira sıkıştıkları ve Kur’ân âyetleri imdatlarına yetişmediği zaman, sahihleri bir yana, üçüncü sınıf hadisleri, hatta isrâiliyyat derecesine varan tarihi haberleri bile kullandıkları herkesçe mâlumdur.
Bunlar gerçekten “Kur’andaki İslâm” iddialarında samîmî olsalardı, “Cuma namazı siyâsî bir namaz, Cuma hutbesi de siyâsî bir hutbedir” şeklinde delilsiz iddialarla yola çıkarak Cuma namazını terketmez, aksine herkesten önce onu kendileri edâ ederlerdi. Zira Kur’an bu namazı kayıtsız, şartsız olarak ve iddia ettikleri gibi bir sıfatla tavsif etmeksizin farz kılmaktadır. Bu sebeple onların da kayıtsız ve şartsız olarak kılmaları ve böyle düşünenlere de karşı çıkmaları gerekirdi.
Sonra bu insanlar dâvâlarında gerçekten samîmi olsalardı, ne Ebû Hanîfe sistemini, ne de tarihte geçen bazı saltanatçı devlet başkanlarının uygulamalarını bahane ederek “Cuma hutbesi siyâsî bir konuşmadır” demezlerdi. Çünkü sultanların hata ve sevapları İslâm’a mal edilemez. Ebû Hanîfe’nin devlet başkanı ve genel izni şart koşmasına bakarak da böyle bir hükme varmamaları icap ederdi. Zira Ebû Hanîfe’nin bu şartları ileri sürerken dayandığı delillerin onların kriterlerine göre sahih olması şöyle dursun, hadis tenkidinde en müsâmahakâr olan muhaddislere göre dahi sahih değildir. Bilakis ileride bütün tafsilatıyla isbat edileceği gibi son derece zayıf, hatta uydurmadır. Kaldı ki onlar, tarih boyunca bütün müslümanların sahih saydığı Buhârî ve Müslim’in hadislerini dahi kabul etmiyorlar. O halde nerede kalıyor bunların Kur’andaki İslâm’ı ve bazılarının deyimiyle kitaplaşmış sünneti müdâfa ediyor olmaları? Bakınız İbn Mes’ûd (r.a.) onların bu çifte standartlı davranışlarını ifşa ederek şöyle buyuruyor: “Öyle topluluklar göreceksiniz ki kendileri arkalarına atmış oldukları halde, sizi Allah’ın kitabına dâvet edecekler. O zaman geldiğinde, siz ilme sarılın ve bid’at çıkarmaktan sakının. İfrata düşmekten kaçının, köklü ve güzel olana yapışın.”2441
4- Cuma Kılınacak Yerin Şehir Olması Şartı
Her ne kadar teferruatta bazı görüş farkları olsa da müctehid imamların tamamı, asılları itibariyle vakit, cemaat ve hutbenin Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için şart olduğu hususunda görüş birliğine sahip olurken, Cuma namazının hangi yerleşim birimlerinde kılınıp hangisinde kılanamayacağı noktasında farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel de dâhil, ulemânın cumhuruna göre; hür, âkıl, baliğ ve her mevsim ikamet halinde olan insanların
2441] Şâtibî, A.g.e., 4/16; Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y., 213-230
CUM’A NAMAZI
- 541 -
meskûn olduğu bütün yerleşim birimlerinde Cuma namazı kılınabilir. Bunlara göre Cuma kılınacak yerin şehir veya köy olması arasında herhangi bir fark yoktur.2442 Cumhur, Cuma namazının sahih olabilmesi için yerleşim biriminin şehir veya köy olmasına itibar etmeyip sadece adet (sayı) ve ikameti esas almışlardır. Cemaat meselesinde ikamet ve adet meselesine temas edildiği için burada ayrıca ayrıntılarını ele almıyoruz.
İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları Cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde olmasını şart saymıştır. Onlara göre şehir, Cuma namazının sıhhatinin şartı olduğu gibi, farz olmasının da şartıdır. Buna göre köylerde Cuma sahih olmadığı gibi, buralarda oturan ahâliye Cuma kılmaları farz da değildir.2443
Hanefî ulemâsından Kâsânî, mezhebinin bu husustaki görüşüyle ilgili olarak şunları kaydeder: “Bizim ashâbımıza göre şehir, Cuma namazının hem farz olmasının, hem de edâsının sahih olmasının şartıdır. Buna göre, Cuma namazı şehir ahâlîsinden ve şehre tâbî olan merkezlerde oturan kimselerden başkasına farz değildir. Aynı zamanda şehir ve şehre tâbî olan merkezlerden başka yerlerde Cuma namazının edâsı da sahih değildir.2444
İmam Kâsânî, mezhebinin dayandığı delilleri şu şekilde sıralamaktadır:
a- Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Toplayıcı şehirden başka yerlerde Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur.”
b- Hz. Ali’den rivâyet edildiğine göre O da: “Toplayıcı veya büyük bir şehirden başka yerde, ne Cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne Ramazan bayramı ve ne de Kurban bayramı namazı vardır” demiştir.
c- Peygamber (s.a.s.), Cuma namazını sadece Medine’de kılardı. Medine çevresinde Cuma kılındığı rivâyet edilmemiştir
d- Aynı şekilde sahâbe fethettikleri beldelerde, şehir merkezlerinden başka yerde câmi ve minber inşâ etmezlerdi. Bu husus onların Cuma namazı için şehrin şart olduğuna dâir icmâ ettiklerini gösterir.
e- Cuma namazı İslâm’ın en büyük şiârındandır. Bu şiarın izhar edilebileceği yerler ise şehir merkezleridir.2445
Bütün Hanefî ulemâsı bu delillerden yola çıkarak şehrin şart olduğu hususunda ittifak etmelerine rağmen, şehir ve şehir hükmünde olan yerleşim birimlerinin tanımı hususunda üzerinde birleşilen bir görüş ortaya koyamamışlardır. Meselâ, İmam Ebû Yusuf, şehri; “Şer’î hükümleri uygulayan, hadleri tatbik eden bir emîri ve kadısı bulunan her yer toplayıcı şehirdir” diye tarif ederken, diğer hanefî âlimleri “Toplayıcı şehir her bir san’at (zenaat) ehlinin san’atı ile birlikte
2442] İmam Mâlik, eI-Müdevvene, Daru's-Sâdır Neşri, Ofset baskı, Beyrut, 1/152 vd; İmam Şâfiî, el-Ümm, Darulma'rife, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 1/190; İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ İbni Teymiye, Mektebetü'n-Nehbatü'l-Hadise Neşri, 1404, Kahire, 24/209-210; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/175
2443] Serahsî, el-Mebsut, Çağrı Yay. 1975, İstanbul, 2/23; Kâsânî, el-Bedâyî, 1/259; Merğınânî, Hidâye, Tarihsiz, 1/82; Cezerî, Mezâhibü'l-Erbaa, 1/385
2444] Serahsî, A.g.e, 2/23-24; Kâsânî, A.g.e, 1/259; Merğınânî, A.g.e, 1/82; Cezerî, A.g.e, 1/385 vd.
2445] Serahsî, A.g.e, 2/23-24; Kâsânî, A.g.e, 1/259
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içerisinde yaşaması mümkün olup başka bir yere göçe muhtaç olmadığı yerdir” demişlerdir. Şehrin tanımı konusundaki bu ihtilâf sadece farklı âlimler arasına münhasır olmakla kalmaz; aksine, aynı imamın kendi tanımları arasında da görülür. İmam Ebû Yusuf’tan nakledilen farklı tanımlar bunun en açık örneğidir. Zira o, yukarıdaki tanımına muhâlif olarak şehri bir de şöyle tarif eder: “Şehirden maksat en büyük câmîsi Cuma ile mükellef olan halkı alamayacak kadar nüfusu büyük olan yerdir” İmam Ebû Yusuf’un şehirle ilgili bu tanımlarından birincisini İmam Kerhî, ikincisini de Selcî ile İbn Şüca’ tercih etmiştir. Hanefîlerce zâhir olan görüş ise, Selcî’nin tercihidir.2446
İmam Ebû Yusuf, şehrin civarı (şehir hükmünde) olan yerleşim birimlerinden maksadın, şehirde okunan ezanı duyabilecek mesafe olduğunu beyan etmiştir. Bunun dört yüz kulaçlık bir mesafe olduğu da söylenilmiştir. Dolayısıyla bu ölçüde şehre yakın olan yerleşim birimleri de şehir hükmünde kabul edilip daha uzak yerler şehrin dışında mütâlâa edilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre ise, bu yerler şehre ister yakın, ister uzak olsun, fark etmez.2447 Bu durumda, Ebû Hanîfe’ye göre sadece büyük şehir merkezlerinde oturanlar Cuma ile mükellef olurken, Ebû Yusuf ve ona tâbi olanlara göre şehir hükmünde sayılan yerlerde oturan ve şehirde okunan ezanı işitenler de Cuma ile mükellef sayılıyorlar.
Cumhûr-ı ülemâ’ya muhâlefet edilerek sadece Hanefîlerce ileri sürülen bu şartın tutarlı olup olmadığı, dayandığı delillerin hadis ve fıkıh usûlünün kaidelerine göre mûteber olup olmadığına bağlıdır. O halde burada yapılması gereken işlem Hanefîlerin bu konuda ileri sürdükleri delilleri usûl kaidelerine arzederek sahih mi zayıf mı olduklarını tesbit etmek olacaktır. Öyleyse, söz konusu delilleri hem hadis, hem de Hanefîlerce benimsenen fıkıh usûlü kaidelerine göre tetkik etmeye çalışalım:
1- Hanefîler şehir şartını ileri sürerken ilk olarak Peygamber’e (s.a.s.) isnad ettikleri “Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur” şeklindeki hadise dayanmışlardır. Hâlbuki bu söz, onların iddia ettikleri gibi Peygamber’in (s.a.s.) sözü olmayıp Hz. Ali’ye nisbet edilen ve sahih mi zayıf mı olduğu muhaddisler arasında tartışmalı olan mevkuf bir haberdir.
Nitekim İmam Tirmizî: “Köylerde Cuma kılınmaması hususunda Peygamber’den rivâyet olunan hiçbir hadis sahih değildir2448 diyerek bu sözün hadis olarak aslının olmadığını ifade etmiştir.
İmam Ahmed bin Hanbel; “Bu söz hadis değildir. Sadece Hz. Ali’nin kendi sözüdür. Ancak Hz. Ömer ona muhâlefet etmiştir”2449 demektedir.
Hâfız Zeylaî ise, Merğınânî’nin Hidâye’adlı eserinde geçen hadisleri tahkik için kaleme aldığı “Nasburrâye” adlı muhteşem eserinde bu haberden bahisle şöyle der: “Bu söz, merfû (Peygamber’e nisbet ediien bir haber) olarak gariptir. Biz bu sözü Hz. Ali’ye nisbet edilen mevkuf bir haber olarak bulduk. Onu,
2446] Serahsî, el-Mebsut, 2/23; Kâsânî, A.g.e, 1/259; Merğınânî, A. g. e, 1/82; Cezerî, A.g.e, 1/385; İbrahim el-Halebî, Mülteka'l-Ebhur, 1264, Amiretü’lbehiyye, taş baskı, s. 26
2447] Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl, 6/263
2448] Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, Darulfikr, Beyrut, Tarihsiz, 3/179; Dârakutnî, Sünen, Darulfikr, Beyrut, tarihsiz, 2/8; Nevevî, el-Mecmu' Şerhu'l-Mühezzeb, Darulfikr, Beyrut, tarihsiz, 4/448; Azimâbâdî, et-Tahkikat, Pakistan, 1988, B. Sy. Yok, s. 33
2449] İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'l-Kebir, 2/175
CUM’A NAMAZI
- 543 -
Abdürrezzâk, Mûsânnef’inde rivâyet etmiştir.2450
İmam Beyhâkî: “Bu haberi Sevrî, Zebîd el-Eyâmî bih’den bu şekilde rivâyet etmiştir. Fakat bu söz sadece mevkuf olarak Hz. Ali’den rivâyet edilir. Peygamber’e (s.a.s.) gelince, köylerde Cuma kılınmaması hususunda ondan herhangi bir hadis rivâyet olunmamıştır2451 demektedir. Hâfız İbn Hacer ise; “Bu söz merfû (yani Peygamber’e isnad edilen bir söz) olarak sâbit değildir2452 demiştir.
Asrımız muhaddislerinden Nâsiruddin el-Albânî de “Bildiğim kadarıyla merfû bir haber olarak bu sözün aslı esâsı yoktur. Fakat Ebû Yusuf’un, “Kitâbü’I-Âsâr” adlı eserinde, Ebû Hanîfe kendisine Peygamber’den (s.a.s.), “Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur” buyurduğu haberinin ulaştığını iddia etmiştir, dedikten sonra bu haberi zikretmesi müstesna! Fakat bu bir yanılgıdan ibarettir. Nitekim Ebû Yusuf da, imamı olmasına rağmen “Ebû Hanîfe iddia etmiştir” sözü ile bu yanılgıya işaret etmiştir, demektir.2453
İmam Ebû Hanife hâriç, bu sözün hadis olduğunu iddia eden bir tek hadis imamına rastlamak veya hadis olarak onu herhangi bir kaynakta görmek mümkün değildir. Bu itibarla aslında hadis olmayan böyle bir haberle Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü sadece şehirlere tahsis etmek fıkıh usulünün kuralları ile telif edilemez.
Esasen böyle bir haberle Kur’ân-ı Kerîm’in mutlak ve umûmî olan bir hükmünü tahsis ederek köylerde Cuma kılınamayacağı iddiası, fıkhın genel kaidelerinden önce Hanefîlerin kendi usûllerine aykırıdır. Zira Hanefîler, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü sübut ve delâlet yönünden kat’î, haber-i âhad’ı ise sübut bakımından zannî kabul ederler. Bu itibarla da, Cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek böyle zannî olan bir şeyle, kat’î olan bir şeyin tahsis edilemeyeceği görüşünde şiddetle ısrar ederler. Onların usûlüne göre, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmü, ancak Kur’an’dan bir âyet yahut mütevâtir sünnet veyahut da meşhur bir haber gibi, aynı kuvvette başka bir delille tahsis edilebilir. Çünkü, onlara göre tahsis beyan değil; âmm’ın ifade ettiği hükmün bir kısmıyla ameli iptal etmektir. Daha açık bir ifadeyle Kur’ân’ın hükmünü neshetmektir.2454
Nitekim Hanefî imamlarının usûl kitapları bu kaide ile doludur. Meselâ, Hanefî ulemâsından İmam Serahsî, “Usûlüs-Serahsî” adlı meşhur eserinde bu hususla ilgili geniş açıklamalardan sonra şunları kaydeder: “Başlangıçta herhangi bir delille hususîliği sâbit olmayan âmm’ı (Kur’an’ın umûmî hükmünü), haber-i vâhid ve kıyas ile tahsis etmek câiz değildir.2455
Şemsüddin et-Taftazanî ise, “et-Telvîh ale’t-Tavzîh” adlı eserinde bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Haber-i âhad ile Kur’ân nassı tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Haberi âhad Kur’ân ile çeliştiği zaman, reddedilir. Zira Kitap
2450] Hâfız Zeylaî, Nasbu'r-Râye li Ehâdisi'l-Hidâye, Darulhadis, Kahire, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 2/195
2451] Beyhâkî, A.g.e. 3/179; Zeylaî, A.g.e. 2/195
2452] Dârakutnî, A.g.e. 2/8
2453] Nâsiruddin el-Albânî, Silsiletü'l-Ehâdis'id-Daîfe, 2/317 vd.; İmam Ebû Yusuf'un ifadesi için Bk. İmam Ebû Yusuf, Kitabü'1-Âsâr, s. 6O, Madde No: 297
2454] Bu konuda Bk. Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, s. 267-268; M. Ebû zehrâ, Usûlü'1-Fıkh, s. 159; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûl'il-Fıkh, s. 318; Molla Hüsrev, Mir'âtü'1-UsûI fî Şerh-i Mirkâti'l-Vusûl, 1/353; Amidî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, 2/103
2455] Serahsî, Usul'üs-Serahsî, 1/133-142
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan önce gelir. Çünkü Kitab sübut bakımından kat’îdir ve nazmı mütevâtirdir. Metin ve senedinde şüphe yoktur. Haber-i âhad ise zannî olduğu için Kitab’ın dûn’unda (aşağısında)dır. Bu sebeple onunla Kur’an’ın tahsis edilmesi câiz değildir.2456 Azımâbâdî’nin beyanına göre Hanefîlere ait Nûr’ul-Envâr adlı kaynakta ise bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Nesih, umumiliğini ve mutlaklığını iptal edip aslını bırakmak sûretiyle hükümde meydana getirilen bir vasıftır. Bu ise, nassa ziyade yapmak gibidir. Çünkü nassa ziyade yapmak bizce bir nesihden ibarettir. Ve bize göre mütevâtir ve meşhur haberden başkasıyla nesih yapılması câiz değildir.2457
Azımâbâdî bu bilgileri naklettikten sonra şöyle der: “Hanefîlerce kabul edilen bu usûl kaidesine binâen nice merfû, sahih hadis reddedilip onlarla amel edilmemiştir. Bu usûl kaidelerine sımsıkı sarılmalarına rağmen Hanefî ulemâsı, Kur’an’ın metnine ziyâde yapmakta ve merfû âhad haber derecesinde bile olmayan Hz. Ali’nin mevkuf eseriyle Kur’ân’ı tahsis ederek onu, Kur’an’ın umûmî hükmünü nesheden bir delil saymaktadırlar. Zira, âyette Cuma namazının hükmü şehir, kasaba ve köyleri de içine alacak şekilde mutlaktır. Dolayısıyla onu şehirlere tahsis etmek ve köylerde câiz saymamak sûretiyle bu mutlak hükme ziyade yapmak, Kur’an’ın umûmî hükmünü neshetmektir. Bu ise Hanefılerin benimsedikleri usûle muhâliftir.2458
Hanefîlerin bu husustaki sert tavırlarına fürû’ ile ilgili kitaplarında bol bol rastlamak mümkündür. Nitekim İmam Kâsânî, “Bedâî” adlı eserinin Cuma namazı bahsinde, sahih sünnete dayanarak iki hutbe arasındaki oturuşu ve hutbede kıraati (Kur’ân’dan bir âyet okumayı) şart sayan İmam Şâfiî’yi eleştirirken, mezhebinin bu husustaki tavrını şöyle açıklar: “Allah Teâlâ Cuma namazını, Kur’ân okumak ve iki hutbe arasında oturmaktan bağımsız ve mutlak olarak emretmiştir. Dolayısıyla bunlar âhad haberle şart sayılamaz. Zira bu durumda âhad haber, Kur’ân’ın hükmünü neshetmiş olur. Hâlbuki âhad haberin Kur’ân’ı neshetmesi mümkün değildir. O, ancak Kur’ân’ı ikmal eder.2459 İmam Kâsânî, keşke aynı eleştiriyi kendi mezhebinin koyduğu şartlar için de yapıp “Allah, Cuma namazını devlet başkanı, şehir ya da köy ile kayıtlamaksızın mutlak olarak farz kılmıştır. O halde bu namazın mutlak olarak kayıtsız, şartsız kılınması gerekir” deme cesaretini gösterebilseydi o zaman, kendisinin çağlar ve mezhepler üstü bu tarafsız kararını alkışlayabilirdik. Ama ne var ki o bütün mukallit imamların yaptığını yaparak alışılagelen bir tarafgirlikle kendi mezhebini müdâfaa etme yolunu seçmiştir.
Hanefî’lerin koyduğu bu kaideyi kendileri için işlettiğimiz zaman İmam Şâfiî kadar, kendilerinin de haksız olduğunu, esas aldıkları kaideyi kendilerinin çiğnediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira kendileri de âhad haberlere dayanarak Cuma namazının sahih olabilmesi için devlet başkanı ve şehir gibi şartları ileri sürerek Kur’an’ın bu husustaki hükmünü neshetmişlerdir. Kaldı ki onlar ne şehir, ne de devlet başkanı şartını ileri sürerken İmam Şâfiî’nin dayandığı delil kadar sahih bir habere de dayanmıyorlar. Şâfiî’nin burada dayandığı deliller tevâtür derecesinde sahih iken Hanefîlerin devlet başkanı ve şehir şartını ileri sürerken
2456] Şemsüddin et-Taftazânî, et-Telvîh ale't-Tavzîh, 1/41 vd.
2457] Şemsü'l-Hak Azımâbâdî, et-Tahkîkâtü'1-uIâ fî farziyyeti Salâti'1-Cum’a fi'1-Gurâ, s. 35
2458] Azımâbâdî, A.g.e. s. 35
2459] Kâsânî, el-Bedâî, 1/263
CUM’A NAMAZI
- 545 -
dayandıkları deliller tamamen asılsız veya en azından kendi usûl kaidelerine tahammül edebilecek güçte değildir.
Şimdi, bir taraftan Peygamber’in (s.a.s.) sahihliği tartışmasız olan fiilî sünnetine dayanarak hutbede Kur’ân okunmasını ve iki hutbe arasında oturulmasını şart sayan İmam Şâfiî’ye karşı çıkıp onun bu ictihadını Kur’ân’ın umûmî hükmünü neshetme sayıp bunun câiz olamayacağını söyleyeceksiniz, diğer taraftan siz, hadis bile olmayan bir sözle yani, Hz. Ali’nin sahihliği tartışmalı mevkuf bir haberiyle Cumanın ancak şehirlerde kılanabileceğini şart koşacaksınız. Bundan daha büyük bir çelişki olabilir mi? Kaldı ki, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında köylerde Cuma namazı kılındığı ve Peygamber’in (s.a.s.) bundan menetmediği sahih hadislerle sâbittir.
Nitekim Kâ’b b. Mâlik’ten rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Babam gözlerini kaybettikten sonra onu gideceği yere ben götürüp getiriyordum. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman Cuma ezanını işitse Ebû Ümâme Esad b. Zürâre için rahmet dilerdi... Babama; ‘babacağım her zaman Cuma ezanını işittiğinde Esad b. Zürâreye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi nedir?’ dedim. Babam, ‘yavrucuğum! Çünkü Esad b. Zürâre “Nakîu’lhadamât” denilen Medine’nin bir kara taşlığında, Beyâda oğullarının köyünde, Hezmü’n-Nebît denilen semtte, Hz. Peygamber Medine’ye gelmeden önce bize ilk Cuma namazını kıldıran kişidir,’ cevabını verdi.2460
Beyhakî bu haberin hasen-sahîh olduğunu belirtirken, İbn Hibban ve Hâkim onun Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemişlerdir. Kezâ, İbn’1-Kayyım el-Cevzî, senedinin kuvvetli olduğunu ifade etmiştir. İmam Nevevî ise, bu haberin, bu konuda ihticac edilecek en kuvvetli delil olduğunu beyan etmiştir.2461
Buhârî ve Ebû Dâvud’un İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyetlerine göre o, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’in Medinedeki mescidinde kılınan Cumadan sonra (Medine hâricinde) kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ’da kılanan Cuma namazıdır.2462
Hadisin râvîsi Osman İbn Ebî Şeybe, Cuvâsâ, Abdulkays’ın köylerinden bir köydür demiştir.2463 Buhârî şârihlerinden Kastalânî bu haberle ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Abdulkays, İslâm’a ilk giren Bahreyn kabilelerinden biridir. Cuvâsâ da, Bahreyn köylerinden bir köydür. Peygamber zamanında vahiy nâzil olup dururken, hiç kimsenin kendi re’yi ile bir dinî emri tesbit veya ref edemeyeceği bilindiğine göre, bu hadis, köylerde Cuma kılınacağına kuvvetli bir delil teşkil eder.2464 Kezâ İbn Hacer el-Askalânî de benzer açıklamalarda bulanarak “Abdullkays oğulları Cuma namazını ancak Peygamber’in (s.a.s.) emriyle kılıyorlardı. Zira vahiy nâzil olup dururken şer’î işlere yeltenmenin sahâbenin âdetinden ol2460]
İbn Hacer, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, I. Baskı, 1986,. Kahire, 2/414; İbn Hacer, el-İsâbe fi temyiz'is-Sahâbe, Dar'ul-Kiitüb'il-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, 1/32; es-Süheyli, er-Ravdu'1-Ünüf, Tab'ai Cedide, 1972, B. Yeri yok, 2/185; İbn Hişam, Siretü'n-Nebeviye, 1/280; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/8; İbn Mâce, Sünen, 1/345
2461] İbn Hacer, Telhîs'ül-Habir, 4/516; Nevevî, el-Mecmu' Şerhu'1-Mühezzeb, 4/504; Hâkim, Müstedrek, I. Baskı, 1990, Beyrut, 1/417; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/176
2462] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/441; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/280; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/176
2463] İbn Hacer, A.g.e, 2/442; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280
2464] Kastalânî, İrşâdü's-Sârî Şerhu Sahîh-i Buhârî, 2/167; İbn Hacer, A. g. e, 2/442
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
madığı bilinen bir şeydir. Şâyet köylerde Cuma namazı câiz olmasaydı, derhal bu hususta vahiy nâzil olurdu2465 demektedir.
Aslında Hanefîlerin köylerde Cuma kılınamayacağına dâir görüşlerini teyit etmek için delil olarak kullandıkları ve hakikatte aslı olmayan bu haberi çürütmek için ileri sürdüğümüz bu sahih hadisler kâfî olmakla beraber diğer şartlarda olduğu gibi bunda da ne kadar yanıldıklarını gösterecek daha pek çok sahih hadis gösterilebilir.
Bunların en çarpıcı ve en meşhur olanı şudur: İmam Beyhâkî’nin el-Ma’rife adlı eserinde İbn İshak ve Mûsâ b. Ukbe’den rivâyet ettiğine göre: “Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicreti esnasında Benî Amr b. Avf yurdundan hayvanına binip hareket ettiği zaman, Sâlim oğulları yurduna uğradığında -ki burası Medine ile Küba arasında bir köydür- oracıkta Cuma namazının vakti erişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Sâlim oğulları arasında Cuma namazını kıldırdı ve bu onun Medine’ye geldiği zaman kıldırdığı ilk Cuma namazı oldu. Bu haberi İbn Sa’d, Tabâkât’ında, Vahidî tarikiyle muttasıl senedlerle rivâyet etmiştir.2466 Bu olay bütün İslâm tarihçilerinin ve siyer âlimlerinin ittifakla naklettikleri tevâtür derecesine ulaşan meşhur bir haberdir.
Şâyet Cuma namazı şehirlere mahsus olup köylerde kılınması câiz olmasaydı, yahut Rasûlullah (s.a.s.), Hanefî’lerin iddia ettikleri gibi, ‘Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur” diyecek olsaydı, bu şekilde hem kendisi köyde Cuma namazı kıldırır hem de hicretten önce köyde Cuma kılınmasına müsaade eder miydi? Eğer “bu olaydan sonra yasaklamış olabilir” denecek olursa, - ki böyle bir delil söz konusu delildir.- o zaman Bahreyn’e bağlı Cuvâsâ köyünde kılınan Cuma namazı ile Mekke ve Medine arasındaki suların başında Cuma kılan ahâlî’yi men etmemesine ne denilecek?
Şu halde Hanefîlerin delil olarak ileri sürdükleri yukarıdaki haber, hem muhaddiserin onu Peygamber (s.a.s.)’in ağzından çıkan bir söz olmaması gerekçesiyle reddetmeleri, hem de bizim sunduğumuz sahih hadislerin tamamına muhâlif olması sebebiyle bu konuda delil olacak güçte değildir. Hanefîlerin böyle bir hadisle amel ederek, Kur’an’ın mutlak ve umûmî olarak farz kıldığı Cuma namazını sadece şehir merkezlerine tahsis etmeleri kendi usûlleri açısından oldukça dikkat çekicidir. Zira onlar, yukarıda da belirtildiği gibi, Kur’ân’ın böyle bir hükmünü tahsis edecek hadisin mutlak sûrette mütevâtir veya meşhur olmasını şart koşarlar. Hâlbuki bu haber böyle bir vasıftan tamamen uzaktır.
2- Hanefîlerin bu hususta dayandıkları ikinci delilleri Hz. Ali’nin “Toplayıcı veya büyük bir şehirden başka yerde, ne Cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne Ramazan bayramı ve ne de Kurban bayramı namazı vardır!” sözüdür.
Bu sözü Abdürrezzâk ve İbn Ebî Şeybe Hz. Ali’den muhtelif senedlerle rivâyet etmişlerse de2467 Hz. Ali’ye nisbetle böyle bir sözün sahih olup olmadığı muhaddisler arasında tartışmalı bir şeydir. Özetle ifade etmek gerekirse, İbn Hacer ile İbn Hazm, Hz. Ali’nin sözü olarak bu haberi sahih sayarken, Ahmed bin Hanbel
2465] İbn Hacer, A.g.e, 2/442
2466] İbn Hacer, Telhîs'ül-Habir, 4/494
2467] Abdürrezzâk, Masannef, I. Baskı, 1987, Mektebetü'l-İslâmi, Beyrut, 3/167 vd; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I. Baskı, 1989, Darulfikr, Beyrut, 2/10 vd.
CUM’A NAMAZI
- 547 -
ve daha birçok hadisçi zayıf kabul etmişlerdir.2468
Neticede bir sahâbî sözü olduğu ve bir önceki delilleri hakkında söylediklerimiz bunun için de aynen geçerli olacağından, burada bu sözün Hz. Ali’ye aidiyyetinin sahih olup olmadığı hususundaki ulemânın kanaatlerinin ayrı ayrı tafsilatına girmeyi lüzumsuz sayıyoruz. Diğer taraftan devlet başkanı şartını incelerken ayrıntılı biçimde îzah edeceğimiz gibi, üzerinde ittifak edilmeyen ve hakkında ihtilâf bulunan bir tek sahâbî sözü dinde hüccet sayılmamıştır.2469 Ancak Kur’ân ve sünnetin, hakkında hüküm beyan etmediği herhangi bir konuda, herhangi bir sahâbî bir görüş beyan eder, diğer sahâbîler de kendisine muhâlefet etmeksizin onun bu görüşüne iştirak ederlerse, bu müstesna. Zira bu durumda sahâbe icmâ’ı meydana gelmiş olacağından böyle bir sahâbî kavli dinde kesin olarak hüccet sayılır. Şüphesiz burada böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü bu konuda kesin olarak hem Kur’ân’m mutlak ve umûmî hükmü, hem de Peygamber’in (s.a.s.) kavlî, fiilî ve takrîrî sünneti bulunmaktadır. Bu durumda Hz. Ali’nin, sahih olup olmadığı tartışma konusu olan bu sözü, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmüne aykırı olup onu iptal ettiği gibi, yukarıdan beri nakledegeldiğimiz Peygamber’in (s.a.s.) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerine de aykırıdır. Böyle bir konumda Hz. Ali’nin bu sözüyle amel etmek, başkaları bir yana, Hanefîlerin kendi usûlüne göre de mümkün değildir. Ayrıca, Ahmed bin Hanbel’in de belirttiği gibi, başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Osman ve daha başka sahâbîlerin kendisine muhâlefet ettikleri sahih rivâyetlerle sâbittir. Bu itibarla bu haberin sıhhatine ilişkin uzun münakaşalarla meşgul olmak, hiçbir anlamı yokken boş yere meseleyi uzatmak olur. Ancak burada yapılması gereken bir şey varsa, o bu söze muhâlif olarak gelen sahâbî kavillerinin ortaya konmasıdır. Bunu ortaya koyduğumuz zaman, Hz. Ali’ye nisbet edilen bu sözün hiçbir dayanağının olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Hz. Ali’nin bu sözüne muhâlif olarak sahih yollarla gelen sahâbî kavillerinden bazıları şunlardır:
a- Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivâyete göre şöyle demiştir. Biz Bahreyn’de iken kendisine burada Cuma kılıp kılamayacağımızı sormak üzere Hz. Ömer’e (r.a.) mektup yazmıştık. Bunun üzerine Ömer bize cevaben “Nerede olursanız olun, Cuma namazını kılın” diye yazdı.2470
b- Nâfî’den rivâyete göre şöyle demiştir: “Abdullah İbn Ömer (r.a.) Mekke ile Medine arasındaki suların kenarında oturan ahâlînin Cuma namazı kıldıklarını görürdü de onların bu hareketini yadırgamazdı.2471
İbnu’l Münzîr bu haberi el-Evsat’ında bu şekilde naklettikten sonra onu, Peygamber’e (s.a.s.) kadar uzanan bir senedle mevsul olarak da rivâyet etmiş ve bu bilgileri bize aktaran Hâfız İbn Hacer de herhangi bir itirazda bulunmayarak
2468] İbn Hazm, Muhallâ, Darulfikr, Beyrut, B. Sy. Yok, Tarihsiz, 553; İbn Hacer, ed-Dirûye, Darulma'rife, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, s. 131; Tahânevî, Îlâu's-Sünen, İdaretü'I-Kur'an ve'l-Ulûmi’l-İslâmiyye, Pakistan, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 8/1; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 2/195; Nâsırudin el-Albânî, Silsiletü'l-Ehâdis'id-Daîfe, 2/317
2469] Vehbe Zühaylî, et-Tefsîr'ul-Münîr, 28/203
2470] İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/11; Dârakutnî, A.g.e. 2/8; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/441; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Âliyye bi Zevaiti Mesânidi's-Semâniyye, Tah: Habibürrahman el-A'zami, Tarihsiz, B. Yeri ve Sy. Yok, 1/162
2471] Abdurrezzak, A.g.e. 3/170; İbn Hacer, A.g.e, 2/441-442
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisini desteklemiştir.2472
c- Buhârî’nin kâtibi Leys b. Sa’d’dan rivâyete göre şöyle demiştir: “İçerisinde cemaat bulunan her şehir ve köy Cuma ile me’mur olurlar. Zira Mısır ve sahillerinde oturan ahâli, Ömer ve Osman (r.a.) zamanlarında, aralarında sahâbeden bir grup da olduğu halde Hz. Ömer ve Osman’ın emri ile buralarda Cuma namazı kılıyorlardı.2473
d- İbn Ebî Şeybe, sahih senedlerle Mâlik bin Enes’den (r.a.) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Muhammed’in ashâbı, Mekke ile Medine arasındaki şu suların başında Cuma namazını kılıyorlardı.”2474
Bu rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere, Hz. Ali’nin bu sözü, sadece Kur’an ve sünnetin mutlak olan hükmüne muhâlif olmakla kalmıyor, aynı zamanda sahih yollarla gelen sahâbî söz ve uygulamalarına da muhâlif bulunuyor. Bu da onun, Kur’an ve sünnetten hakkında kesin nas bulunmasa bile, böyle bir konuda kesin delil olamayacağını gösterir.
Meseleye bu çerçeveden baktığımız zaman Hz. Ali’den (r.a.) gelen bu sözün sahih olabileceği ihtimal dâhilinde değildir. Bu birçok hadisci tarafından da açıkça ifade edilmiştir. Ancak her şeye rağmen, Hz. Ali’den böyle bir söz sâdır olmuşsa, bunu, tamamen siyâsî hâkimiyeti sağlamak ve fitneye vâsıta olan yolu kapatmak için İslâm’ın ve müslümanların maslahatını gözeterek şahsî ictihadıyla söylemiş olabilir. Kur’an, sünnet ve sahâbî uygulamalarından müteşekkil şer’î naslar karşısında bu sözün başka îzâhını göremiyoruz. Çünkü Hz. Ali dönemi, iç savaşlar ve kardeş kavgaları sebebiyle siyâsî otoritenin ve merkezî idarenin tamamen zayıf düştüğü bir dönemdir. Hattâ o gün için tam bir otorite boşluğundan bile söz edilebilir. Daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi, her zaman ve her asırda; özellikle basın ve yayın organlarının olmadığı o dönemde en mühim kamuoyu oluşturma merkezleri câmî’ler ve minberleriydi. Çünkü câmiler insanların rahatça bir araya geldikleri yerler olması münasebetiyle, tabiî olarak dinî, ilmî, siyâsî, sosyal, ahlâkî, askerî, kültürel ve kısaca müslümanları ilgilendiren bütün meselelerin dile getirildiği, diğer bir ifadeyle müslümanların gündemlerinin ele alındığı merkezler niteliği taşıyor; hatta bir tür medya görevini icrâ ediyordu. Özellikle Muâviye, câmîleri, minberleri ve hutbeleri siyâsî emellerine âlet ederek bu konuma getirmişti.
Mâlum olduğu üzere Muâviye Hz. Ali’ye karşı başkaldırdığı zaman, mücâdelesini ilk defa câmide ilân etmiş ve minbere çıkarak Hz. Osman’ın kanlı gömleği ile hanımı Nâile hatunun kesik parmaklarını câmideki halka teşhir ederek geniş bir halk kitlesini, Hz. Ali aleyhine burada iknâ etmişti. Daha açık bir ifadeyle, hilâfet makamını ele geçirebilmek için, minberleri ve hutbeleri siyâsi emellerine âlet etmiş, neticede zaferini bu makamı kullanarak kazanmış denilse mübâlağa sayılmaz. Ne yazık ki bu siyâset kendinden sonra da Emevi sülalesince aynen devam ettirilmiştir. Hatta Muâviye döneminden başlayarak Ömer b. Abdilazîz’in hilâfet makamına gelişine kadar minberler sırf Hz. Ali soyuna
2472] İbn Hacer, Telhîs'ul-Habir fî Tahrîc-i Rafî'il-Kebir, Darulfikr, Beyrut, tarihsiz, 4/494; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Dar'ul-Kitabil Arabi, Beyrut, 1971, 1. Baskı, 1/315
2473] İbn Hacer, A.g.e, 2/441-442; Ali Nâsıf, Câmiu'1-Usûl fî Ahâdîs'ir Rasûl, Mektebetü Pamuk, 3. baskı, 1962, İstanbul, 1/275
2474] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/11 H. No: 1-2-3-4
CUM’A NAMAZI
- 549 -
küfredilen birer intikam kürsüleri haline getirilmiştir. Abbâsîler işbaşına gelince bu defa da minberler Emevîler aleyhine çalışacaktır. İşte hutbe siyâsî bir konuşmadır diyenler onun bu tezâhürlerine bakarak böyle düşünmüşlerdir.
Muhtemelen Hz. Ali câmîlerin ve minberlerin kamuoyu oluşturmadaki bu gücünü bizzat içinde yer alarak müşâhede etmiş ve muhâliflerinin buraları daha fazla kullanmalarına engel olmak için de bu yola başvurmuştur. Çünkü devletin valisinin minberleri kullanarak halifeye karşı ayaklandığı böyle bir vasatta merkezin kontrolünden uzak bulunan taşralarda kılınacak Cuma namazlarında halîfenin muhâlifleri, minberleri ele geçirerek onun aleyhinde kamuoyu oluşturmak için daha ziyade faâliyet imkânı bulabilirlerdi. Buna müsaade etmek ise İslâm birliğinin parçalanmasına seyirci kalmak demekti.
Şehir merkezlerine gelince, buralarda genellikle kendisine bağlı valiler bulunduğundan, oralarda böyle bir tehlike söz konusu değildi. Olsa bile kısa zamanda farkedilerek gerekli tedbirler alınabilirdi. Ama köyler öyle değildi. Günümüzde olduğu gibi hızlı bir telekomünikasyonun bulunmadığı bir devirde buraları kontrol etmek ve ânında haberdar olmak kolay olmazdı. Şâyet Hz. Ali’den böyle bir görüş sahih olarak sâdır olmuşsa bunun sebebini bu noktada aramak ve maslahata yönelik özel bir uygulama olarak görmek gerekir. Aksi halde Kur’an ve sünnetin bu husustaki apaçık naslarını herkesten daha iyi bilen Hz Ali’nin, onlara muhâlefet ederek böyle bir şeyi genel bir kaide olmak üzere söylemiş olması mümkün değildir. Sükûnetin ve siyâsî otoritenin temininde İslâm’ın ve müslümanların büyük bir maslahatı söz konusu olduğundan, fitneye vâsıta olan yolu kapatmak amacıyla, maslahat prensibinden hareket ederek böyle bir çareye başvurmuş olabilir. Ancak onun bu sözü ağızdan ağza nakledildikçe daha sonraki insanlar tarafından genel bir kaide gibi telakkî edilmiştir. Hâlbuki bu tamamen yanlıştır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, Allah ve Rasûlünden başka hiçbir kimsenin dinî bir kural koyma ya da mevcut olan bir hükmü tamamen ilğâ etme yetkisi yoktur.
Hz. Ali’nin yaşadığı ve kendisini böyle bir karar almaya zorlayan bu siyasî sıkıntılar gösteriyor ki, câmiler ve minberler kimin elindeyse, siyâsî iktidar da onun elindedir! Nitekim her zaman da öyle olmuştur. İslâm beldelerini işgal eden “tâğûtî” güçler bunu çok iyi bildiklerinden, inançları açısından kapatmaları gerektiği halde aksine buraları açık, ama her zaman kendi ellerinde tutmayı; ezanları ninni, câmileri beşik olarak kullanmayı tercih etmişlerdir. Ne yazık ki hâlen de aynı maksatlarla kullanabilmektedirler. Câmileri ve cemaatleri İslâmî şuurluluk adına terkeden müslümanlar ellerine kına yaksınlar!
Bizim bu düşüncemizden Hz. Ali’ye nisbet edilen bu sözün sıhhatini kabul ettiğimiz gibi bir mânâ çıkarılmamalıdır. Zira biz böyle düşünmekle onun sıhhatini kabul etmiyor, sadece bir varsayımdan hareket ederek ihtimaller üzerinde duruyoruz. Yoksa bizim kanatimiz bu sözün asılsız olduğu noktasındadır. Zira İslâm dini evrensel bir dindir ve onun emirleri de bütün insanları kuşatacak şekilde cihanşümuldür. Böyle evrensel bir dinin ise, köylülere öğle namazı, şehirlilere Cuma namazı olmak üzere aynı vakitte iki ayrı namaz emretmesi düşünülemez. Sonra Hz. Ali’nin bu ifadesinde sadece Cuma namazından bahsedilmekle kalmıyor, aynı zamanda Bayram namazları ve teşrik tekbirlerinden de bahsediliyor. Bayramlar, oruç tutarak, kurban keserek kulluk görevini yerine
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getiren müslümanların Rableri katındaki mükâfata ulaşma arzusuyla, senede iki kez neşe ile kaynaşmaları, kardeşlik, sevgi, yardımlaşma, ziyaretleşme ve sayamayacağımız kadar nice faydaları temine vesile olmak üzere tesis edilen önemli günlerdir. Şimdi köylüler bu mutlu günlerden mahrum mu edilmiştir İslâm’da? Farzedelim ki, bayramlar ve Cuma namazları topluca ifa edileceği için şehirlere tahsis edildi. Peki ya teşrik tekbirleri ve kurban kesme? Köylüler bundan niye muaf olacaklar? Bunların köyle, şehirle ne alâkası var? Köylüler kurban kesecek, ama bayram namazı kılamayacak! Kurban kesecek ama teşrik tekbirlerini getirmeyecek! Olur mu böyle bir şey? Böyle bir şeyi anlamak mümkün değildir. Ne Peygamber’in (s.a.s.) böyle bir şeyi emretmiş olması, ne de Hz. Ali’nin ondan duyarak bunu ilan etmesi mümkün değildir. Burada iki ihtimal akla geliyor: Ya bu söz asılsızdır, ya da Hz. Ali tarafından yukarıda izah ettiğimiz gibi belli maksatlarla köylerde Cuma ve bayram namazlarının kılınmasına sınır konmuştur. Son tahlilde bizim kanaatimizce birinci ihtimal doğrudur. Zira bu konuda sadece mücerred bir iddia var. Gerek Hz. Ali dönemi, gerekse diğer zamanlar için köylerde Cuma ve bayram namazları kılınmazdı diye ne zayıf, ne de kuvvetli bir rivâyete rastlamak mümkün değildir. Bu da bu iddianın mesnetsiz olduğunun diğer bir boyutudur.
3- Hanefîlerin üçüncü delilleri; “Peygamber (s.a.s.) Cuma namazını sadece Medine’de kılardı. Medine çevresinde Cuma kıldığına dâir bir rivâyet yoktur” şeklindeki iddiadır. Bu iddianın fıkıh usûlü açısından tutarlı bir tarafı yoktur. Zira Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir işi yapmamasından o işin câiz olmadığı anlamının çıkarılamayacağı herkesçe bilinen bir şeydir. Bir amelin câiz olup olmadığını tesbit ederken “Rasûlullah (s.a.s.) bu işi yaptı mı, yapmadı mı?” diye sorulmaz. Aksine “bunu yasakladı mı, yasaklamadı mı?” diye sorulur. Çünkü Rasûlullah’ın (s.a.s.) yaptığı her şey farz olmadığı gibi, yapmadığı herşey de haram değildir. Rasûlullah (s.a.s.) şâyet bir şeyi yapmamışsa, mutlaka haram olduğu için değil, belki o işi gerektirecek bir durum vâki olmamıştır. Ancak bir işi yapmayıp yapılmamasını da emretmişse, o zaman başka. Bu durumda o işi yapmak haram olur. Meselâ, Rasûlullah (s.a.s.) ömründe karpuz yememiş olabilir. Bu durumda karpuz yemek müslümanlara haram mı olacak? Asla! Ama kendisi karpuz yemez ve müslümanlara da yemelerini yasaklarsa, bu müstesnâ. Cuma namazı da böyledir. Şâyet kendisi köylerde kılmayıp müslümanlara da kılmalarını yasaklamış olsaydı, o zaman Hanefî’lerin bu görüşüne katılabilirdik. Hâlbuki yukarıda naklettiğimiz gibi Rasûlullah’ın (s.a.s.) köyde Cuma kıldığı ve Mekke ile Medine arasındaki suların başında Cuma kılanları gördüğü halde men etmediği, Esad b. Zürâre’nin Hezmünnebît’te Cuma kıldırmasına ve Cuvâsâ’da Cuma kılanlara herhangi bir ikazda bulunmadığı sahih rivâyetlerle sâbittir. Her ne kadar hanefîler Cuvâsâ’yı -kabulü mümkün olamayacak şekilde- şehir diye te’vîl etseler de, Peygamber’in (s.a.s.) Cuma namazı kıldığı Rânûna vadisindeki Sâlim b. Avf oğulları köyünü sanırız te’vîl edemezler. Zaten edememişler de. Bütün bunlar gösteriyor ki, iddia edilenin aksine Rasûlullah (s.a.s.), Sâlim b. Avf oğulları köyünde hicret esnasında Cuma kılmış ve köylerde kılanları da gördüğü halde bundan men etmemiştir. Hatta Abdürrezzak’ın İbn Cüreyc’ten rivâyetine göre; Rasûlullah (s.a.s.) sefer halinde iken dahi ashâbına Cuma namazı kıldırmış ve yayına dayanarak onlara hutbe irad etmiştir.2475 O halde Hanefîlerin bu iddiaları da öncekiler gibi asılsız çıkıyor.
2475] Abdürrezzak, Musannef, 3/169 Hadis no: 5182
CUM’A NAMAZI
- 551 -
4- Hanefîlerin dördüncü delilleri şudur: “Sahâbe fethettikleri ülkelerde şehir merkezlerinden başka yerde câmî ve minberler inşâ etmezlerdi. Bu husus, onların Cuma namazı için şehrin şart olduğuna dâir icmâ ettiklerini gösterir.” Bu iddiayı hemen hemen bütün Hanefî âlimlerinin eserlerinde görmek insanı gerçekten hayrete düşürüyor. Ve “taassub insanı bu hâle mi getirir, icmâ denilen şey, bu kadar basit, bu kadar ucuz mu?” demeden edemiyor insan!
Zira bir konuda icmâ’dan söz edebilmek için aynı asırda yaşayan âlimlerin o konuda hiç bir muhâlefetinin bulunmaması gerekiyor. Bu ise son derece zor bir şeydir. Hâlbuki köylerde kılınacağına dâir hem sözlü hem de fiilî olarak birçok sahâbînin muhâlefeti (görüşü) vardır. O halde bu nasıl sahâbe icmâ’ı, anlamak mümkün değil. Sahâbenin, fethettikleri ülkelerde nüfûsun yoğunluğunu dikkate alarak câmîleri bu ülkelerin belli başlı merkezlerinde inşâ etmelerinden ve bu işi zamanın akışı içinde normal seyrine bırakmalarından daha tabiî ne olabilirdi? Ülkenin bütün köylerine câmî inşa etmekle uğraşacak değillerdi ya! Sonra şehre câmî yapmakla köylerde Cuma kılınamayacağına dâir icmâ etmek arasında nasıl bir münasebet kurulabiliyor? Câmîler sadece Cuma kılmak için yapılmadığına ve beş vakit namaz için de buna ihtiyaç olduğuna göre, o zaman sahâbenin köylerde beş vakit namaz kılınamayacağına icmâ ettikleri sonucu mu çıkarılacaktır? Bu mantıkla hareket edilecek olursa, cevap tabiî olarak “evet” olacaktır! Hâlbuki akıl ve şeriat buna hayır diyor. Şu halde böyle bir icmâ iddiası son derece komik değil midir? Kaldı ki Hz. Ömer, Hz. Osman, Abdullah İbn Ömer, Enes b. Mâlik (r.a.) ve hepsinden önce Rasûlullah (s.a.s.) buna muhâlif amellerde bulunmuşlardır. Hakkında, aynı asırda yaşayan âlimlerin muhâlefet ettiği bilinen bir konuda icmâ’dan asla söz edilemez. Hattâ hakkında herhangi bir âlimin muhâlefetinin bulunup bulunmadığı bilinmeyen hususlarda bile icmâdan söz edilmesi tartışılan bir konudur.
Nitekim icmâ’ın dinde delil oluşunu en ziyade savunan İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel bu gibi durumlarda icmâ’dan söz edilmesine şiddetle karşı çıkmışlar ve bu nevî icmâ’ iddiasında bulunanları yalancı saymışlardır. İmam Şâfii bu hususla ilgili olarak: “Hakkında herhangi bir ihtilâfın bulunup bulunmadığı bilinmeyen bir şey icmâ’ değildir” demiştir. Ahmed bin Hanbel ise: “Bir kimsenin hakkında icmâ’ edildiğini söylediği şey yalandan ibarettir. Ve her kim de böyle bir icmâ’ iddiasında bulunursa o kimse yalancıdır. Ne biliyor, belki insanlar ihtilâf etmişlerdir de bu ihtilâf kendisine ulaşmamıştır? Dolayısıyla bu kimse, insanların bu konuda ihtilâf edip etmediklerini bilmiyoruz, desin” demiştir.2476 Hakkında muhâlefet bulunup bulunmadığı bilinmeyen konular böyle olunca hakkında açıkça muhâlif ameller ve görüşler bulunan böyle bir konuda icmâ’dan nasıl söz edilebilir? Sonra bütün bu hususlar bir yana, hakkında kat’î nas olan konuların dışında icmâ’ın vukuu bile tartışılan bir konudur. Bu da gösteriyor ki, Hanefîlerin bu iddiaları da ötekiler kadar tutarsız görünüyor.
5- Beşinci delilleri şudur: “Cuma namazı İslâm’ın en büyük şiârındandır. Bu ise ancak şehirlerde izhar edilebilir.” Bu da üzerinde fazla durmayı gerektirmeyen mesnetsiz bir iddiadır. Zira bunu haklı çıkaracak herhangi bir şer’î nas mevcut değildir. Aksine yukarıda aktardığımız naklî deliller, bu şiarın pekâlâ köylerde de
2476] İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, II. Baskı, Beyrut, 1977, Tah: M. M. Abdulhamid, 1/30
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
izhar edilebileceğini, daha doğrusu izhar edildiğini isbat ediyor. Eğer bu İslâmî şiar köylerde izhar edilemeyecek olsaydı, hem Rasûlullah (s.a.s.) köyde (Sâlim oğulları arasında) Cuma namazı kıldırmaz, hem de kendi zamanında Cuvâsâ ve daha başka köylerde kılan sahâbîlerine müsaade etmezdi.
Sonuç olarak: Hanefîler bu hususta hem Kur’an ve sünnet naslarını hem de kendi usûl kaidelerini çiğnemek gibi büyük bir çelişki içine düşmüşlerdir. Zira tekrar tekrar ifade ettiğimiz gibi Kur’an’ın Cuma namazı konusundaki emri mutlak ve umûmîdir. Kur’an’ın bu emrini sadece şehirlere tahsis etmek için kuvvetli bir delil ve mâkul bir sebep gerekir. Hanefîlerin usûlüne göre ise Kur’an’ın böyle bir hükmünü tahsis etmek için ya Kur’an’dan bir âyet ya da mütevâtir veya meşhur sünnet gibi, aynı kuvvette bir delil gerekir. Zannî olan bir şeyle kat’î olan bir şey tahsis edilemez. Hâlbuki burada ne kuvvetli bir delil, ne mâkul bir sebep ve ne de hanefîlerin kendi usûllerinin ağırlığına tahammül edecek güçte meşhur veya mütevâtir bir hadis mevcuttur. İleri sürdükleri delillerin meşhur veya mütevâtir olmaması bir yana, hiçbirisi tartışmasız olarak sahih bile değildir. Dolayısıyla böyle delilden hareketle Cuma namazının ancak şehirlerde kılınabileceğini savunmak apaçık bir çelişkidir. Bu sebeple olsa gerekki, bu görüş Hanefîler tarafından bile hiç bir asırda uygulanma imkânı bulamamıştır.
Cumhûr-ı Fukahânın Bu Husustaki Görüşleri
Diğer mezhep imamlarına gelince, başta da ifade ettiğimiz gibi İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel’e göre hür, âkıl, baliğ, yaz-kış göç etmeyen ve binaları toplu halde bulunan mukîm insanların meskûn olduğu bütün yerleşim birimlerinde Cuma namazı kılınabilir. Buraların köy veya şehir olması arasında fark yoktur. Ancak dayandığı delilleri ve tutarlı olup olmadıklarını daha önce cemaat meselesinde izah ettiğimiz gibi, İmam Mâlik, Cuma namazının köy veya şehirde kılınabilmesi için kendisinden bu hususta gelen farklı rivâyetlerle beraber en az on iki kişi bulunması şartını arar. Ona göre bu şart bulunduğu takdirde köyde de şehirde de Cuma namazı kılınabilir.
İmam Şâfiî ile İmam Ahmed bin Hanbel ise, İmam Mâlik’ten farklı olarak mükellef olan kırk erkeğin bulunması şartını koşmuşlardır. Bu iki imama göre yukarıdaki şartları hâiz bulunan 40 kişinin bulunduğu her mekânda -burası köy olsun şehir olsun farketmez- Cuma namazı kılmak zorunludur. Kezâ bu iki imamın delillerini ve tutarlı olup olmadıklarını da cemaat meselesinde ele alıdığımız için ayrıca burada tartışmasına girmiyoruz. Şu halde adet meselesinde aralarında farklılık olmasına rağmen bu üç imam, köylerde mezkûr şartlarla Cuma kılınacağı konusunda aynı görüşte birleşiyorlar.
Şâmil İslâm Ansiklopedisinin şehirle ilgili maddesinde görüldüğü gibi, bazı kaynaklar İmam Kasânî’nin “Bedâyîu’s-Sanâyî” adlı eserinden nakilde bulunarak İmam Şâfiî “bu konuda nüfus kriterini esas almıştır” demek sûretiyle onun da Hanefîler gibi şehir şartını aradığı imajını verirlerse de bu tamamen yanlıştır. Zira bu kaynakların referans gösterdikleri İmam Kâsânî, İmam Şâfiî’nin şehir şartını aradığı ve bu konuda nüfus kriterini esas aldığını söylemiyor; iddia edilenin tam tersine şöyle diyor: “İmam Şâfiî, şehir, Cumanın vucûbu ve edâsının sıhhati için şart değildir. Dolayısıyla içerisinde hür ve yaz-kış göç etmeksizin mukîm olan kırk kişinin meskûn olduğu her bir köy halkına Cuma namazı vâciptir ve bu nevî köylerin hepsinde Cuma namazı kılınır” demekte ve bu hususta İbn Abbas (r.a.)’tan
CUM’A NAMAZI
- 553 -
rivâyet edilen şu hadisi delil getirmektedir: İbn Abbas demiştir ki; “Rasûlullah (s.a.s.)’in Medine’deki mescidinde kılınan Cumadan sonra (Medine hâricinde) kılınan ilk Cuma namazı Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ’da kılanan Cuma namazıdır.2477
Köylerde Cuma kılınacağı görüşünü müdafaa eden cumhurun dayandığı deliller aşağı yukarı baştan beri bizim sunduğumuz delillerden ibarettir. Bununla beraber hepsini bir arada sunmak gerekirse bu delilleri şöyle sıralamak mümkündür:
1- Hanefîlerin de kabul etlikleri şekilde Cuma namazının farz olduğunu ifade eden âyet-i kerîmedeki “Allah’ı zikre gidin” emri mutlak ve umûmîdir. (Cumhura göre) Kur’ân’m mutlak ve umûmî bir hükmü ancak Kur’an veya sahih bir hadisle tahsis edilebilir. Hâlbuki şehirden başkasında Cuma kılınamayacağına dâir herhangi bir sahih hadis mevcut değildir. Sadece zayıf sayılan tek bir sahâbî sözüyle tahsis edilmesi mümkün değildir.
2- İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’in Medinedeki mescidinde kılınan Cumadan sonra (Medine hâricinde) kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ’da kılanan Cuma namazıdır.”
Hanefîler bu hadisi te’vîl ederek “Cuvâsâ şehirdir. Râvînin ona köy adını vererek rivâyet etmesi, şehir olmasına engel değildir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da Mekke’den Ümü’1-Kurâ diye bahsediyor2478 demişlerdir. Hanefîlerin bu te’vili de maalesef diğerleri kadar tutarsız görünüyor. Zira bu köye şehir adını onlardan başkası vermemekte ve böyle bir te’vile başvurmamaktadır. Burası, bütün hadis kaynaklarında köy olarak geçmekte ve bütün hadis otoriteleri tarafından böyle kabul edilmektedir. Bunu te’vîl yoluyla şehir yapmaya çalışmak son derece garip bir zorlamadır. Bu hususta ellerinde herhangi bir delil mevut değildir. Allahu Teâlâ’nın Mekke’den Ümmü’l-Kurâ diye bahsetmesi Mekke’den köy olarak bahsettiği anlamına gelmez. Aksine köylerin kendisine bağlı olması mânâsına Ümmü’l-Kurâ denilmiştir. Zira köyler tabiî olarak şehire bağlıdır Bilhassa eskiden beri Kâbe bulunduğu için köylerin Mekke’ye bağlılığı başka bir özellik arzeder. Elbette şehirler mecazî anlamda her zaman köylerin anası sayılır. Dolayısıyla bu âyette Cuvâsâ’nın şehir olduğuna dâir delil söz konusu olamaz.
3- Kâ’b b. Mâlik’ten rivâyete göre Esad b. Zürâre Medine’ye iki mil mesafede bulunan Benî Beyâda köyünde, Hezmün nebît denilen semtte Cuma namazı kıldırmış ve buna devam etmiştir. Ne Peygamber (s.a.s.) ve ne de Sahâbeden buna karşı çıkan kimse olmamıştır.
4- Beyhâkî, Vahidî, İbn Sa’d ve daha pek çok kimselerin rivâyet ettikleri gibi, Peygamber (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiği esnada Küba ile Medine arasında bir köy olan Sâlim oğulları yurdunda Cuma namazı kıldırmıştır. Burası şehir merkezi olmayıp küçük bir köydür. Şâyet Cuma namazı şehirlere mahsus olsaydı Rasûlullah’ın (s.a.s.) burada kılmaması, başka yerlerde kılanlara engel olması ve bunu açıklaması gerekirdi. Hâlbuki böyle bir şey sahih olarak gelmemiştir.
2477] Kâsânî, Bedâyî'us-Sanâyî fî Tertîb'iş-Şerâyî', 1/259
2478] Serahsî, el-Mebsut, 2/23
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Hz. Ömer (r.a.) kendisine Cuma namazını nerede kılacaklarını soran Ebû Hüreyre ve beraberindekilere “Her nerede olursanız olun, Cuma namazını kılın” diye yazmıştır. “Her nerede olursanız olun” ifadesi köyleri de şehirleri de içine alan umûmî bir ifadedir. Şâyet köylerde Cuma câiz olmasaydı Hz. Ömer bu hususu ayırarak cevap verirdi.
6- Sahih olarak gelen haberlerde Hz. Ömer ve Osman zamanlarında bu ikisinin emirleriyle Mısır sahillerinde oturan köylüler Cuma namazlarını kılıyorlardı.
7- Abdürrezzak’ın sahih bir senetle rivâyet ettiğine göre Abdulah b. Ömer (r.a.) Mekke ile Medine arasındaki suların kenarında oturan köylülerin Cuma kıldıklarını görürdü de onları bundan dolayı ayıplamazdi. Şâyet bu câiz olmasaydı Hz. Ömer ile Osman bunu emretmez, kezâ Abdullah b. Ömer de buna mânî olurdu.
8- Hanefî’ler, Cuma namazı için hem şehir merkezi olma şartını ileri sürüyorlar, hem de Cumanın en az iki veya üç kişiyle kılınabileceğini söylüyorlar. Bu ise apaçık bir çelişkidir. Hem şehir olacak hem de iki üç kişilik bir cemaat! Bu olacak şey mi? Ya şehir şartı olmamalı ya da cemaatin asgarî miktarı şehrin büyüklüğü ile orantılı olmalı değil mi? Zira iki cemaati olan değil bir şehir merkezi, bir mezra bile düşünülemez. Bu iki şart birbirini açıkça nakzediyor.
Netice olarak Hanefîlerin ortaya koydukları şehir şartının ne aklî, ne de naklî olarak tutarlı bir delili vardır. Kur’an, sünnet ve sahâbî uygulamaları ile cumhûr-ı ulemânın görüşleri bu ibâdetin kayıtsız şartsız imkân bulunan her yerde edâ edilebileceğini göstermektedir. Zâten bütün İslâm dünyasındaki uygulamalar da hanefîlerin aksine böyle söyler. İbn Hacer: “Sahâbe ihtilâfa düştüğü zaman Peygamberden gelen merfû hadise müracaat edilmesi vâciptir”2479 derken mutlak bir hakikati ifade etmiştir.
5- Bir Beldede Birden Fazla Yerde Cuma Namazı
Cuma namazı ile ilgili olarak mezhep imamları tarafından üzerinde ihtilâf edilen konulardan biri de bir belde içerisinde birden fazla yerde Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı meselesidir. Kimi mezheb imamı bir beldede birden fazla yerde Cuma namazının kayıtsız şartsız kılınabileceği görüşünü savunurken, kimisi de bunun hiç bir halde mümkün olamayacağı görüşünü ileri sürmüştür. Bazıları da bir şehirde Cuma ile mükellef olan insanların hepsini bir câmîde istihdam etmenin pratikte her zaman mümkün olamayacağı için zarûret halini dikkate alarak zarûret halinde câiz, zarûret hali dışında câiz olamayacağı görüşünü kabul ederek iki zıt kutup arasında orta yolu bulmaya çalışmıştır. Şimdi sırasıyla mezheplerin bu husustaki görüşlerini, dayandıkları delilleri ve görüşlerinde ne kadar isâbetli olduklarını görmeye çalışalım:
a) Hanefî Müctehidleri ve Görüşleri
Bir şehirde birden fazla yerde Cuma kılınıp kılınamayacağı hususunda en isâbetli görüş hanefî müctehidlerine aittir. Bununla beraber hanefî müctehidleri bu hususta kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Ebû Hanîfe’den bu hususta iki ayrı görüş rivâyet edilmektedir. Bir rivâyete
2479] İbn Hacer, A.g.e. 2/442
CUM’A NAMAZI
- 555 -
göre İmam Ebû Hanîfe bir şehirde yalnız bir yerde Cuma kılınır demiştir.2480 Ancak bu görüşün İmam Ebû Hanîfe’ye nisbeti zayıftır. İmam Muhammed’den gelen sahih bir rivâyete göre ise, Ebû Hanîfe “İki veya üç yerde veyahut bundan daha fazla yerde Cuma kılınması câizdir.” demiştir.2481
Aynı şekilde İmam Ebû Yusuf’tan da bu hususta birbirine muhâlif iki ayrı görüş nakledilmiştir. Bir rivâyete göre o: “Bir şehirde birden fazla câmide Cuma kılınması câiz değildir. Ancak Cuma namazının kılındığı iki yer arasında Dicle ve benzeri gibi büyük bir nehir bulunursa, o müstesnâ. Bu durumda söz konusu yerler iki ayrı belde mesabesinde olmuş olur.” demiştir. Diğer bir rivâyete göre ise: “Şehir büyük olursa, iki ayrı yerde Cuma kılınması câiz, fakat üç yerde kılınması câiz değildir”2482 demiştir. Bugün bir şehrin nüfusunun Ebû Yusuf’un yaşadığı dönemdeki İslâm devletinin nüfusuna yaklaştığını, hatta daha fazla olabildiğini düşünürsek onun bu görüşlerinin ne derece çağlar üstü ve ne derece sahih bir görüş olduğu ortaya çıkar. On milyonluk yahut daha fazla nüfusa sahip olan bir şehrin halkını bir yerde toplamak pratik olarak ne derece mümkün olabilir? Bu mümkün olsa bile kendisini destekleyen ne Kur’ân ne sünnet ne icmâ ne kıyas ve ne de bir sahâbî kavlinden ibaret, herhangi bir delil mevcuttur. Sonra iki yerde mümkün olan şey, üçüncü bir yerde neden mümkün olmuyor? Bilhassa bunu anlamak mümkün değildir. “Kur’an’ın mutlak olarak farz kıldığı bir namaz mutlak olarak kayıtsız ve şartsız kılınır” diyen de kendi mezhebi değil midir?
İmam Muhammed’e gelince, ona göre kayıtsız şartsız bir beldede birden fazla yerde Cuma kılınması câizdir. Hanefîlerin önde gelen imamlarından el-Kerhî “İmam Muhammed’e göre insanların iki veya daha fazla yerde Cuma kılmalarında bir sakınca yoktur. O bu şekilde söylerdi2483 demiştir.
Hanefîler arasında mesele ihtilâflı gibi görünse de müftâ bih olan görüş İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in görüşüdür. Nitekim Hanefî müctehidlerinden İbn Hümam, Mezhebinin bu husustaki görüşünü naklettikten sonra özetle şöyle der: “Ebû Hanîfe mezhebinde mûteber olan ictihad, Cuma namazının bir şehirde birden fazla yerde kılınabileceğidir. Biz de bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Cuma namazı ancak şehirde kılınır sözü, şehirde bir yerde diye kayıtlanmamıştır. Câmi şehirde olunca, her câmi şehirde olur. Bilhassa şehir büyük olunca, bütün cemaati bir câmide toplamakta büyük bir meşakkat ve güçlük vardır”.2484
Hanefîler, şehir ve devlet başkanı gibi şartlarda hakka isâbet edememelerine rağmen, burada en isâbetli karar alan mezheb durumundadır. Zira Kur’an ve sünnette Cuma namazının bir şehirde sadece bir câmide kılınıp başka câmilerde kılınamayacağına dâir hiç bir delil söz konusu değildir. Aksine kıyas da bunun câiz olacağını gösterir. Zira başka namazlar cemaat halinde birden fazla yerde kılınınca cemaat ve hutbe dışında onlardan bir farkı olmayan bu namazın da kılınması için hiç bir mâni olmaması gerekir. Günümüzde nüfusu on milyonu aşan ve gelecekte daha da aratacak olan bir şehrin nüfusunu bir câmide toplamak pratik
2480] Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri 1/28
2481] Kâsânî, Bedâyî'us-Sanâyî fî Tertîb'iş-Şerâyî', 1/261
2482] Kâsânî, A.g.e., 1/260-261
2483] Kâsânî, A.g.e., 1/260
2484] İbn Hümam, Fethu'l-Kadîr, 1/411; İbn Âbidin, Haşiyetü Redd'il Muhtar, Kahraman Yay. İstanbul, 1984, 2/144-145
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak mümkün değildir. Mümkün olsa bile, bunun meşakkatten hâli kalmayacağı âşikârdır. Meşakkat ise kolaylaştırmayı gerekli kılar. Nitekim bütün ulemânın kabul ettiği fıkıh kaidesi de bunu âmirdir. “Meşakkat teysîri celbeder”.2485 Yani meşakkat, kolaylaştırma sebebi olur. “Bir iş dîk oldukça müttesî’ olur”.2486 Yani bir iş daraldıkça genişlik göstermek, bir şeyde meşakkat görüldüğünde ruhsat ve vüs’at (genişlik) göstermek gerekir.
Şu halde Hanefîlerin, Cumanın neden bir yerleşim merkezinde, bir imam arkasında bir tek cemaat oluşturmaları gerektiğine dâir ictihadlarının isâbeti daha iyi anlaşılmaktadır2487 diyenlerin, bu konuda ne kadar isâbetsiz oldukları anlaşılmış oluyor.
b- Şâfiîler ve Mâlikîler
Bir şehirde birden fazla mescidde Cuma kılınamayacağı görüşünün en rijid savunucuları İmam Mâlik ve İmam Şâfiî olmuştur. İmam Mâlik’e nisbet edilen ve aslında talebesinin rivâyeti olan el-Müdevvene’de İmam Mâlik’ten bu hususta herhangi bir rivâyete rastlayamadık. Ancak çeşitli kaynaklar İmam Mâlik’in bir şehirde ayrı ayrı yerlerde Cuma kılınması görüşünü kesin olarak reddettiğini ifade etmektedirler. İbn Hazm “el-Muhallâ” adlı eserinde bu husustan bahsederek şu nefis açıklamayı kaydediyor: “İmam Mâlik bir şehirde iki ayrı yerde Cuma kılınması görüşünü kesin olarak reddetmiştir. İmam Mâlik’e mensup olan kimselerin iki câmi arasındaki mesafenin üç milden az olmaması kaydını getirdiklerini gördük. Bu, tuhafın da tuhafıdır. Böyle bir kaydın nereden geldiğini bilemiyoruz. Aynı şekilde bunun, akıl sahibinin aklına, onu din edecek şekilde nasıl girdiğini de bilmiyoruz. Tefrikadan Allah’a sığınırız. Allah Teâlâ: “Ey İman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidiniz” buyuruyor. Bir yerde, iki yerde yahut daha azında veya daha çoğunda, buyurmuyor Hâlbuki Rabb’in unutmuş değildir.”2488
Bununla beraber İmam Mâlik bir beldede, belde halkının tamamının bir câmide toplanmasından bir fitne ve fesadın çıkmasından korkulacak şekilde iki taraf arasında düşmanlık bulunursa, bu durumda, iki ayrı câmide Cuma kılınabileceğini iddia etmiştir. Görünen o ki, İmam, bu hususta zarûretlere itibar etmiş oluyor.
İmam Şâfiî ise, Peygamber ve ondan sonra gelen râşid halifeler bir şehirde birden fazla yerde Cuma kılmadıkları için, ne kadar büyük ve mescidleri ne kadar çok olursa olsun, bir şehirde birden fazla mescidde Cuma kılınamayacağı görüşüne sahip olmuştur.2489 Nitekim Şâfiî, “el-Ümm” adlı eserinde bu konuda şöyle der: “Ahâlîsi ne kadar büyük ve mescidleri ne kadar çok olursa olsun, bir şehirde, en büyük mescidinden başka yerde Cuma kılınamaz. Birden fazla mescidde Cuma kılınacak olursa, zeval vakti girdikten itibaren bu mescidlerin hangisinde önce kılınmışsa, orada kılınan Cuma namazı geçerlidir. Başka câmîlerde bundan sonra kılınan Cuma namazı geçersiz olup onlara dört rekât olarak öğleyi iâde
2485] A. Ahmed en-Nedvî, Kavaidü'l-Fıkhıyye, Darulkalem, Dımeşk. II. Baskı, 1991. s. 265; Mecelle, s. 20
2486] A. Ahmed en-Nedvî, A.g.e. s. 356; Mecelle, s. 20
2487] Bk. E. Özkan, İslâm ve Tasavvuf, s. 369
2488] İbn Hazm, el-Muhallâ, 553-54
2489] Ebu'l-Kasım er-Râfiî, Fethu'l-Karîn Şerhu'l-Vecîz, 4/498
CUM’A NAMAZI
- 557 -
etmeleri vâcip olur. Şâyet Cuma namazının, hangi câmîde önce kılındığı tesbit edilemezse, bütün halk öğle namazını da kılmalıdır, ilk Cuma namazını kılmış olmada, Cuma namazını kıldıran vali ile onun görevlendirdiği kişi yahut diğer ahâlî arasında fark yoktur. Eğer Cumayı kıldırmada valinin sona kalmış olduğu tesbit edilirse, onun ve cemaatinin öğle namazlarını da kılmaları gerekir. Cumaları sahih olmaz”.2490
Fakat daha sonraki Şâfiî ulemâsı, imamlarının aksine; “bir beldede, Cuma mahallinin belde halkına dar gelmesi gibi, bir ihtiyaçtan dolayı Cuma namazı birden fazla yerlerde kılınacak olursa, bunların tamamında kılınan Cuma namazı sahih olur. Ancak Cuma namazından sonra öğle namazlarını kılmaları da mendub olur”2491 demişlerdir. Ne İmam Şâfiî’nin ne de ondan sonra gelen ashâbının bu hususta dayandıkları geçerli bir delilleri mevcuttur. Bunlar sadece Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve râşid halîfelerin tek câmîde Cuma kılmalarını esas almışlardır. Gerek Rasûlullah’ın (s.a.s.) tek câmîde kıldırması ve gerekse râşid halîfelerin yalnızca bir yerde kıldırmaları gibi mücerred fiilin dinde delil teşkil etmeyeceğini daha önce belirtmiştik. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir işi sadece yapmış olmasından fiilin farz, sadece terk etmiş olmasından da haram olduğu sonucu asla çıkarılamaz. Esasen Şâfiî’nin görüşü de budur. Peygamber’in (s.a.s.) fiilinin farz ya da haram olması için emir ya da nehiy içeren sözleriyle teyit edilmiş olması gerekir. Hâlbuki burada böyle bir durum sâbit değildir. Bu, tamamen o günkü şartlar ve ihtiyaçlarla alâkalı bir olaydır.
c) Hanbelîler
Cuma namazının birden fazla yerde kılınıp kılınamayacağı hususunda en ihtiyatlı yaklaşımı ortaya koyanlar Hanbelîler olmuştur. Hanbelîler bu husustaki görüşlerinin merkezine insanların ihtiyacı ile ihtiyatı koymuşlardır. Zira onlara göre belde büyük olup insanlar birden fazla yerde Cuma kılmaya muhtaç olurlarsa, bu yerlerin tamamında kılınan Cuma namazı sahih ve câiz, ihtiyaç yoksa câiz değildir. İbn Kudâme, “el-Muğnî”sinde ve Makdîsî, “Şerhul-Kebir”inde mezheplerinin bu husustaki görüşünü açıklayarak şöyle derler: “Bir belde, Bağdat, Isfahan ve benzeri büyük şehirler gibi, ahâlîsine bir tek mescidde toplanmaları meşakkat verecek şekilde büyük olup, semtlerinin birbirine uzaklığı yahut mescidinin halkını alamayacak kadar dar olması sebebiyle bir tek câmîde Cuma kılınması imkânsız olduğu zaman, insanların ihtiyaç duydukları ölçüde birden daha fazla yerde Cuma namazı kılmaları câizdir.” 2492
“Ama birden fazla yerde Cuma kılmalarına ihtiyaç yoksa, bu durumda birden fazla yerde Cuma kılınması câiz değildir. Şâyet iki yerde Cuma kılmakla yetinilmesi mümkün ise üçüncüsü câiz olmaz. Daha fazlası da böyledir. İmam Mâlik ve İmam Şâfiî, Rasûlullah (s.a.s.) ve aynı şekilde ondan sonraki halîfeler ancak bir tek mescidde Cuma kıldıkları için bir beldede birden daha fazla yerde Cuma kılınması câiz değildir, demişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Cuma namazı, (tıpkı bayram namazında olduğu gibi) sadece, kendisi için hutbe ve cemaat meşrû kılınmış bir namazdır. Bu sebeple Bayram namazında olduğu gibi, ihtiyaç duyulan her yerde kılınması câiz olur. Zira Hz. Ali’nin, insanların zayıf ve güçsüz olanlarına namaz
2490] İmam Şâfiî, el-Ümm, 1/192
2491] Cezerî, Mezâhibü'l-Erbaa, 2/385
2492] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/184-185; İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'I Kebir, 2/190
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıldırması için Ebû Mes’ûd el-Ensârî’yi yerine halef tayin ederek bayram günü sahradaki Mûsâllaya çıktığı sâbittir. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’de iki ayrı yerde Cuma kıldırmamış olmasına gelince; bunun sebebi, ashâbın böyle bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Zira onlar, her ne kadar evleri uzak olsa bile, Allah’tan tebliğ eden mübelliğ ve şer’î hükümleri meşrû kılan bir şârî olduğu için Peygamber’in (s.a.s.) hutbesini dinlemeyi ve onun kıldırdığı Cumada hazır bulunmayı tercih ediyorlardı. Fakat sonradan başka şehirlerde buna ihtiyaç duyulunca çeşitli yerlerde Cuma kılınmaya başladı, ama buna karşı çıkan kimse olmadı. Dolayısıyla bu hususta icmâ’ hâsıl oldu”.2493
Bu hususta sınırlama getiren herhangi bir nas olmadığı için “bir şehirde kayıtsız şartsız birden fazla yerde Cuma kılınır” diyen Hanefîler en isâbetli düşünceye sahip olurken, merkeze insanların ihtiyaçlarını koydukları ve açıyı buna göre daraltıp genişlettikleri için de en ihtiyatlı görüşü Hanbelîler benimsemişlerdir. Diğer İki mezhebin görüşlerine gelince, onları bu konuda tasvip etmemize imkân yoktur. Zira ileri sürdükleri mazeret bu hususta delil olacak nitelikte değildir.
6- Cuma Namazını Devlet Başkanı veya Nâibinin Kıldırması Meselesi
Daha önce de belirtildiği gibi edâ edilen Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için, bu namazın devlet başkanı veya nâibi tarafından kıldırılmasının şart olduğu görüşü sadece hanefîler tarafından ileri sürülmüştür. Diğer mezheb imamları Cuma âyetinin devlet başkanının şart olduğuna değil, şart olmadığına delil teşkil ettiği görüşünden hareket ederek bu konuda devlet başkanını şart saymamışlardır. Dolayısıyla yalnızca hanefîler tarafından ileri sürülen bu görüş hem başka âlimlerin desteğine mazhar olamayışı, hem de dayandığı deliller itibariyle fıkıh usûlü açısından son derece garip ve netâmeli bir konudur. Bu yüzdendir ki, İslâm hukuk ekollerinin teşekkül etmeye başladığı dönemden günümüze kadar uzun bir tarih boyunca bu mesele, diğer hukuk (Fıkıh) ekolleri ile Hanefîler arasında ciddi tartışmalara konu olduğu gibi, delillerinin ne olduğuna ve fıkıh usûlünün kurallarına bakmadan bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne Kur’an’ın mutlak nassıymış gibi sarılan avam tabakası arasında da çeşitli spekülasyonlara malzeme olmuş ve İslâm’ın yeniden bir dünya devleti oluşuna kadar da böyle olmaya devam edeceğe benzer.
Nitekim asrımızda Cuma namazını kılmayan çevrelerin hareket noktaları da, her ne kadar bazıları gizlemeye çalışsa bile, aslında hanefîlerin bu görüşleri etrafında odaklaşmaktadır. Öyle ki, başlangıçta hanefîlerin mezkûr görüşlerinden yola çıkan bu çevreler, zamanla hanefîlerin bu husustaki ifadelerini onların maksatlarını aşacak biçimde yorumlayarak meseleyi tamamen mecrasından kaydırmış ve sonunda Cuma namazının bir devlet ve siyâset namazı olduğunu iddia etmeye başlamışlardır. Hatta bir kısmı meseleyi büsbütün çığırından çıkararak, Cuma namazının, normal bir namaz, hatta normal bir ibâdet olmaktan daha ziyade devletin tertip ettiği ve kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!) olduğunu iddia etme komikliğine kadar vardırarak günümüzde bu vasıfları taşımadığı gerekçesiyle böylesine mühim bir ibâdeti terketme noktasında diğerleriyle birleşmişlerdir.
2493] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/190; İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'l Kebir, 2/190
CUM’A NAMAZI
- 559 -
Cuma namazının aslında iddia edildiği gibi başlı başına bir devlet ve siyâset namazı olmadığını, aksine hutbe sebebiyle kısaltılmış nâkıs bir öğle namazı olduğunu her ne kadar başından beri çeşitli münasebetlerle belgeleriyle ortaya koymuş olsak da, hanefîlerin ileri sürdükleri devlet başkanı şartının mâhiyeti ve onların bununla ne demek istedikleri eskilerin deyimiyle “efradını câmî ağyarını manî” olacak biçimde ortaya konulmadığı müddetçe, delillerinin ne olduğuna ve fıkıh usûlünün kurallarına bakmadan bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne gökten indirilmiş mutlak bir nasmış gibi sarılma eğiliminde olan insanların bu hususta mutmain olacaklarını ve Cuma namazının İslâm devletinden başka yerlerde de kılınması gerektiğine inanacaklarını beklemiyoruz. Hatta taassubu din haline getiren insanların bu konunun aydınlatılmasından sonra da taassuplarından vaz geçeceklerini sanmıyoruz. Bizim gayretimiz bir hakikati delilleriyle ortaya koymak ve taassubu olmayan, ama mutaassıplar tarafından yanlış yola sürüklenen insanları bu hakikate çağırmak içindir.
Şunu hemen ifade edelim ki, kim tarafından ortaya atılırsa atılsın, sahibi ne kadar büyük olursa olsun, herhangi bir görüşün sahih olup olmadığı ve müslümanları bağlayıp bağlamayacağı, dayandığı delilin sıhhatine ve kat’îliğine bağlıdır. Zira Peygamberler gibi ma’sum olmadıkları için âlimler de pekâlâ hata edebilirler. Nitekim İmam Mâlik gibi büyük bir âlim, “Ma’sum olan şu kabrin sahibi (Hz. Muhammed) müstesnâ, her insanın görüşlerinden bir kısmı alınabilir de atılabilir de” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Kezâ İmam Ebû Hanîfe ile talebesi İmam Ebû Yusuf da “Nereden aldığımızı bilmedikçe âlim olsun câhil olsun, hiç kimsenin bizim görüşümüzle amel etmesi helâl değildir”2494 demek sûretiyle insanların görüşlerine din gibi yapışmanın yanlışlığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla âlimler tarafından ileri sürülen bir görüş sahih ve kat’î bir delile dayanıyorsa, bu görüş müslümanı mutlak sûrette bağlar. Şâyet sağlam ve kat’î bir delile dayanmıyorsa, din gibi bir kurum zayıf temeller üzerine bina edilemeyeceği için, ona din olarak itibar edilip bağlanılması doğru değildir.
Şüphesiz İslâm hukukunda tartışmasız ve kat’î delil olarak kabul edilen yegâne kaynak Kur’ân-ı Kerîm ve mütevâtir sünnetle sınırlıdır. Ancak Hanefîler buna meşhur hadisi de dâhil ederler. Onlara göre meşhur hadis de, kesin bilgi ifade eder; fakat bu bilgi, derece bakımından tevâtürle hâsıl olan bilgiden aşağıdır. Kur’an’da mevcut olmayan hükümler, bu tür hadislerle sâbit olabilir.2495
Bunların dışında diğer bir delil daha var ki o da âhad hadislerdir; Bu hadisler, bir, iki veya daha fazla sahabînin, Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet ettiği ve meşhur hadisin şartını hâiz olmayan hadislerdir.2496 Bu türe dâhil olan hadisler sahih bile olsalar, âhad haber tarikiyle geldikleri için, Hanefîlere göre zan ifade ederler. Katiyyet ve kesin bilgi ifade etmezler. Çünkü bunların Peygamber’e (s.a.s.) ulaşıp ulaşmadığında şüphe vardır. Nitekim Abdul’azîz el-Buhârî, “Keşfu’l-Esrâr” adlı eserinde bu hususa işaret ederek şöyle der: “Bu hadislerin Peygamber’e (s.a.s.) ittisalinde şekil ve mânâ yönünden şüphe vardır. Şekil bakımından şüphe, Peygambere ittisalinin kesin olarak sâbit olmamasındandır. Mânâ bakımından şüpheli oluşu ise, tâbiîleri tâkibeden tabakada ümmet bu hadisleri kabul ile
2494] İbn Kayyim İ’lâmu'l-Muvakkiîn, 2/309
2495] M. Ebû Zehra, Usûlü'1-Fikh, Daru'l-Fikr'ii-Arabi, Tarihsiz. B. Sy. Yok. s. 108
2496] M. Ebû Zehra, A. g. e., s. 108; Abdülkerim Zeydan, el-Veciz Fi Usul'il-Fıkh, Dersaadet Kitabevi, İstanbul, Ofset Baskı, Tarihsiz, s. 140 vd.
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşılamamıştır”.2497 Âhad hadisin isnadındaki bu şüpheden ötürü âlimler şöyle derler: “Şüphesiz kendisine aykırı bir hüküm bulunmazsa, âhad hadisle amel edilmesi gerekir. Fakat itikâdî konularda onunla amel edilemez. Çünkü itikâdî meseleler kesinlik ve yakîn ifade eden bilgiye dayanır. Tercih yönü bulunsa bile zanna bina edilemez. Zira itikad konusunda zan haktan bir şey ifade etmez”.2498
İmam Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel’in âhad hadisle ilgili görüşleri de budur. Zira bu üç imam, sahih hadislerin rivâyet şartlarını ihtivâ ettiği zaman haber-i âhadı, amelî konularda delil olarak kabul ederler. Şu farkla ki, İmam Ebû Hanîfe, râvîlerinin sika (güvenilir) ve adâletli olmasının yanında rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmamasını da şart koşar.2499 Hanefî mezhebinde mûteber olan usûl budur.
Şehir şartından bahsederken de ifade edildiği gibi bu husus âhad haberin, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü herhangi bir kayıtla takyit ve tahsis etmediği zaman böyledir. Şâyet âhad haber Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü tahsis ediyorsa, Hanefîlere göre bu durumda onunla hiçbir şekilde amel edilmesi câiz olamaz. Çünkü onlar, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü sübut ve delâlet yönünden kat’î, haber-i âhad’ı ise sübut bakımından zannî kabul ederler. Bu itibarla da, cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek böyle zannî olan bir şeyle, kat’î olan bir şeyin tahsis edilemeyeceği görüşünde şiddetle ısrar ederler. Onların usûlüne göre, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmü, ancak Kur’ân’dan bir âyet yahut mütevâtir sünnet veyahut da meşhur bir haber gibi, aynı kuvvette başka bir delille tahsis edilebilir. Çünkü onlara göre tahsis beyan değil; âmm’ın ifade ettiği hükmün bir kısmıyla ameli ibtâl etmektir. Daha açık bir ifadeyle Kur’an’ın hükmünü neshetmektir.2500
Tekrar ifade etmek gerekirse, Hanefî imamlarının usûl kitapları bu kaide ile doludur. Meselâ, Hanefî âlimlerden İmam Serahsî, “Usûlü’s-Serahsî” adlı meşhur eserinde bu hususla ilgili geniş açıklamalardan sonra şunları kaydeder: “Başlangıçta herhangi bir delille hususîliği sâbit olmayan âmm’ı (Kur’an’ın umûmî hükmünü), haber-i vâhid ve kıyas ile tahsis etmek câiz değildir.2501
Hanefîlere ait “et-Telvîh ale’t-Tavzîh” adlı eserde bu hususla ilgili olarak şöyle denilir: “Haber-i âhad ile Kur’ân nassı tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Haber-i âhad Kur’ân ile çeliştiği zaman, reddedilir. Zira Kur’an ondan önce gelir. Çünkü Kur’an sübut bakımından kat’îdir ve nazmı mütevâtirdir. Metin ve senedinde şüphe yoktur. Haberi âhad ise zannî olduğu için Kur’ân’ın dûn’unda (aşağısında)dır. Bu sebeple onunla Kur’ân’ın tahsis edilmesi câiz değildir. Zira tahsis tefsirdir. Bir şeyin tefsiri ise ancak kendisine denk veya daha üstün olan bir şeyle mümkün olur”.2502
2497] Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-Esrâr, 3/990; M. Ebû Zehra'nın Usûlü'İ Fıkh adlı eserinden nakil, s. 109
2498] M. Ebû Zehrâ, A. g. e, s. 109
2499] M. Ebû Zehrâ, A.g.e., s. 109
2500] Bu konuda Bk. Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, I. Baskı, 1992, Beyrut, Tah. Ebû Mus'ab Muhammed Said el-Bedri, s. 267-268; M. Ebû Zehrâ, A. g. e, s. 159; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fî Usûl'il-Fıkh, s. 318; Molla Hüsrev, Mir'âtül-Usûl fî Şerh-i Mirkâti'l-Vusûl, 1/353; Amidî, el-İhkâm fî UsûIi'I-Ahkâm, 2/103
2501] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, Kahraman Yay. Ofset Baskı, 1984, İstanbul, 1/133-142
2502] Şemsüddin et-Taftazânî, et-Telvîh ale't-Tavzîh, 1/41 vd.
CUM’A NAMAZI
- 561 -
Azımâbâdî’nin beyanına göre Hanefîler’e ait “Nûr’ul-Envâr” adlı kaynakta ise, bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Nesih, umumîliğini ve mutlaklığını iptal edip aslını bırakmak sûretiyle hükümde meydana getirilen bir vasıftır. Bu ise, nassa ziyade yapmak gibidir. Çünkü nassa ziyade yapmak bizce bir nesihden ibarettir. Ve bize göre mütevâtir ve meşhur haberden başkasıyla nesih yapılması câiz değildir.2503
Hanefîlerin bu husustaki sert tavırlarına fürû’ ile ilgili kitaplarında da bol bol rastlamak mümkündür. Nitekim İmam Kâsânî, “Bedâî” adlı eserinin Cuma namazı bahsinde, sahih sünnete dayanarak iki hutbe arasındaki oturuşu ve hutbede kıraati (Kur’an’dan bir âyet okumayı) şart sayan İmam Şâfiî’yi eleştirirken mezhebinin bu husustaki tavrını şöyle açıklar: “Allah Teâlâ Cuma namazını, Kur’ân okumak ve iki hutbe arasında oturmaktan bağımsız ve mutlak olarak emretmiştir. Dolayısıyla bunlar âhad haberle şart sayılamaz. Zira bu durumda âhad haber, Kur’an’ın hükmünü neshetmiş olur. Hâlbuki âhad haber’in Kur’ân’ı neshetmesi mümkün değildir. O, ancak Kur’an’ı ikmal eder?”2504
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki Kur’an’ın mutlak ve umûmî olarak emrettiği hükümleri herhangi bir şeyle tahsis ve takyid ederek gelen hadisler sahih bile olsalar, Hanefîlere göre bu konuda delil olamazlar. O halde hanefîlerin bu şartı da cuma namazı ile ilgili Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü devlet başkanı ile sınırlandırdığına göre, bu şartın müslümanları ne derece bağlayıp bağlayamayacağı ve hatta hanefîlerin bizzat kendi usûllerine göre tutarlı bir şart olup olmadığı bu hususta dayandıkları delillerin mâhiyetine bağlı kalıyor. Zira bütün hanefî kaynakları devlet başkanı şartını ileri sürerken yalnızca Peygamber’e (s.a.s.) isnat edilen bazı haberlere ve Tâbiûndan bir kişinin sözüyle seddü zerîa (Fitneye vâsıta olan yolu kapatma) prensibine dayandırmışlar ve bunları aşağıdaki şekilde sıralamışlardır:
1- Birinci delilleri İbn Mâce’nin Câbir b. Abdillah’dan (r.a.) rivâyet ettiği şu hadisdir:
Câbir demiş ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu: ‘Ey insanlar! Ölmeden önce Allah’a tevbe ediniz. Meşgul olmadan önce sâlih amellere koşunuz. Rabbinizi çok anmakla, gizli ve açık sadaka vermekle O’nun sizin üzerinizdeki hakkını yerine getiriniz ki rızıklanasınız, yardım olunasınız ve ıslah edilesiniz. Bilmiş olunuz ki, içinde bulunduğum bu yılın bu ayının bu gününde ve burada kıyâmet gününe kadar Allah size Cuma namazını farz kıldı. Ben hayatta iken veya öldükten sonra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken, kim Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin. İşlerinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki, tevbe edinceye kadar böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayrı kabul edilir. Her kim de tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Bilmiş olun ki, hiçbir kadın hiçbir erkeğe namaz kıldıramaz. Hiçbir bedevî hiçbir muhâcire İmam olamaz. Hiçbir fâsık, hiçbir mü’mine namaz kıldıramaz. Ancak fâsıkın, kendisine zor kullanmak sûretiyle hâkim olması, onun da kılıcından ve sopasından korkması hâli müstesna!”2505
2503] Şemsü'1-Hak Azımâbâdî, et-Tahkîkâtü'1-ulâ fî Farziyyeti Salâti’l-Cuma fî'1-Gurâ, s. 35
2504] Kâsânî, Bedâiü's-Sanâyî Fî tertibi'ş-Şerâyî, 1/263
2505] İbn Mâce, Sünen-i İbn Mâce, 1/343, Hadis no: 1081
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu hadisi Câbir b. Abdillah’tan (r.a.) Saîd b. Müseyyeb, ondan Ali b. Zeyd b. Cüd’an, ondan Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ), ondan Velid b. Bükeyr Ebû Cennab, ondan Muhammed b. Abdillah b. Nümeyr ondan da İbn Mâce Süneninde rivâyet etmiştir.
2- İkinci delilleri: Hanefî kaynaklarına göre Hasan-ı Basrî’nin, hakîkatte ise İbn Muhayriz’in “Dört şey sultana aittir: Cuma, hadler, zekât ve ganimet.” şeklindeki sözüdür. Bu sözü de İbn Ebî Şeybe, “el-Mûsânnef ‘inde rivâyet etmiştir.2506
3- Üçüncü delilleri ise: “Devlet başkanı şart koşulmazsa bu fitneye yol açar. Devlet başkanı olursa böyle bir fitne ortadan kalkar.” şeklinde ifade ettikleri ve “Seddü’z-Zerîa ; fitneye vâsıta olan yolu kapatma” prensibine dayanan maslahat delilidir.
Nitekim bütün Hanefî kaynakları gibi İmam Serahsî,2507 el-Mebsût adlı eserinde mezhebinin bu konudaki görüşü ve dayandığı delillerle ilgili olarak şunları kaydeder: Devlet başkanı bize göre Cuma namazının şartlarındandır. İmam Şâfiî, Cuma namazının edâsını diğer namazların edâsına kıyas ederek bize muhâlefet etmekte ve bu hususta devlet başkanıyla tebeayı eşit görmektedir.
(Ayrıca; Hanefî âlimlerinin başucu kitabı olan İbn Âbidin adlı kitabın konuyla ilgili bazı ifadeleri şöyledir: “et-Tatarhâniye adlı fetva kitabında, “Cuma namazını kıldıracak imamı görevlendiren sultanın müslüman olması şart değildir.” şeklinde bir fetvâ yer almaktadır. “Kâfir valilerin yönetimi altında olan beldelerde müslümanların Cuma ve bayram namazlarını kılmaları câizdir.”2508
Sultanın (Cuma namazı Devlet Başkanı veya nâibinin kıldırmasının) şart koşulmasının sebebi, bir fitne çıkmadan Cumanın huzur içinde kılınması olduğuna göre, Cuma imamını tâyin eden makamın müslüman olmasının şart koşulmaması normaldir. Çünkü böyle bir sultanın tayin ettiği imamın görevine de kimse mâni olamaz. Böylece Cuma namazı huzur içinde kılınır. Hanefîlere göre “Cuma namazını kıldıracak devlet başkanının Müslüman olması şart olmadığına” göre, böyle kâfir bir kimsenin Cumayı kıldırma şartı nasıl aranabilmektedir?)
Hanefî Mezhebinin Bu Hususla ilgili Görüşleri
Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunları bulunmamaktadır. Hanefîler’e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve “Dâru’l-Harp Fıkhı“nın gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir.
Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin birçoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle demektedir: “Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi
2506] İbn Ebî Şeybe, Musannef 6/507
2507] ö. 490
2508] İbn Abidin, Haşiyetü Redd'il-Muhtar ale'd-Dürr'il-Muhtar, K. Kaza, Matbaa-i Âmire, c. 4, s. 427
CUM’A NAMAZI
- 563 -
ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.2509
Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, “el-Bedâî” adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başkanı, ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te’vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der: “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başkanı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişinin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim “El-Uyûn”da İmam Muhammed’den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edildiği zaman insanlar Hz. Ali’yi öne geçirmişler, o da onlara Cuma namazını kıldırmıştır.2510
Kâsânî’nin “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı (İslâm devleti ve halife) devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır.” ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru’l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.
Bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanların halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki “Dâru’l-Harp”te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, sonuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart saymayan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastlamak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da anlamak istedikleri şekilde Cuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle “kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!)” olarak görmediklerini isbâta kâfidir.
Tahânevî’nin de ifade ettiği gibi, “Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazından bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir.”2511
Müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, daha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının “olmazsa olmaz”ı gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına
2509] Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu's-Sağîr, s. 111
2510] Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî, 1/261
2511] Tahânevî, İ'lâü's-Sünen, 7/8
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ait bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıldırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idârecilere ait bir vazifedir.
Peygamberimiz’in buyurduğu gibi,2512 sadece Cuma namazı değil, bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendisine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazının farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.
Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah’ın mutlak olarak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyeceği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu namazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyledir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şâyet Hanefî mezhebine göre devlet başkanı bu namazın meşrûiyyetinin bir sebebi ve “olmazsa olmaz”ı sayılmış olsaydı, bu âlimler “Dâru’l-Harb” olsun “Dâru’l-İslâm” olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak “kâfirlerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir” diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır2513 derler miydi?!
Gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terk etmek gibi bir yaklaşım, hiçbir ibâdet için hiçbir âlimin öngörmediği her yönüyle yanlış bir değerlendirmedir. İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah’ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde “helâl ve haram” kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî’i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber’in hiçbir şekilde Allah’ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber’in (s.a.s.) yetki ve nüfuz alanı Allah’ın rızâsıyla sınırlıdır.
2512] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Müslim, 12/486; Ebû Dâvud, Sünen, 1/159; İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I. Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Müsnedu’l-Humeydi, 1/217
2513] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr 'il-Ebsâr, 2/l
CUM’A NAMAZI
- 565 -
Müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edemeyecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Nitekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade yoktur2514 kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlü’nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olmadan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklıktan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”2515
Hükümlerin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re’yimizle naslar ve şer’î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.2516
O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur’an’ın “zikir” tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle “bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir” diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslüman her türlü hareket fıkhını Kur’an ve sünnetten almak zorundadır. Kur’an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir müctehide, hiçbir âlime rastlanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi kayıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.
Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlığından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine’de Müslümanlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine’de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine’de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey’atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikti. Bu sebeple o gün Medine’de bir değil, birden fazla lider
2514] Mecelle, Md. No 14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidü'1-Fıkhiyye, s. 148
2515] 33/Ahzâb, 36
2516] 10/Yûnus, 36
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayılıyordu. Mus’ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur’an öğreten bir muallim konumundaydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah’ın (s.a.s.) kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiydi. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şâyet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût’u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şâyet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah’ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsıtası olan bu ibâdeti lâyık-ı veçhiyle (hangi mekânda daha uygunsa orada) yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve bu yüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebilecek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir yana İslâm’da “siyâsî tavırla herhangi bir namazı terketmek” diye bir ibâdet şekli yoktur.
Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunların bu tavrı, başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadır. Daha önce bu anlayışta olan nice Müslüman, bu konuda hataya düştüklerini de kabul etmektedir.
Bizim delilimiz: “...âdil veya zâlim bir imamı olduğu halde…” şeklinde rivâyet olunan Câbir b. Abdillah hadisidir. Zira Rasûlullah (s.a.s.), Cuma namazını terk eden kimse hakkındaki tehdide ilhak ettiğinden sultanı şart saymıştır. Eserde ise, ‘dört şey idarecilere aittir,’ denilmiş ve Cuma namazı da bunlardan sayılmıştır. Çünkü insanlar Cuma namazını kılmak için cemaatleri terkederler. Şâyet Cuma namazında devlet başkanı şart koşulmamış olsaydı, bu fitneye yol açardı. Zira birkısım insanlar bazı maksatlarla câmîye önce gider ve (halkın tamamı gelmeden) Cuma namazını kılarlar ve diğerleri namazı kaçırırlar. Bunda ise inkâr edilemeyecek bir fitne vardır. Bu sebeble Cuma namazının edâsı, halkın dirlik ve düzenini, aralarındaki adâletin teminini, havâle ettikleri imâma tevdi edilir. Zira bu, fitneyi teskine daha elverişlidir.”2517
Görüldüğü üzere Hanefîlerin, devlet başkanı şartını ileri sürerken direkt ve veya dolaylı olarak Kur’an’dan herhangi bir delilleri mevcut değildir. Bunun
2517] Serahsî, A.g.e, 2/25; Ayrıca Bk. Kâsânî, Bedâyî'us-Sanâyî fi Tertîb'iş Şerâyî, 1/261; İbn Hümam, Fethu’l-Kadir, 2/27
CUM’A NAMAZI
- 567 -
sebebi de Kur’an’da bu şartı teyid eden herhangibir ifadeye rastlanmamasıdır. Zira Kur’an’da böyle bir delil bulunsaydı, hem onu Hanefîlerin ileri sürmeleri, hem de bu şartı sadece Hanefîler değil bütün ulemânın savunması gerekirdi. Hâlbuki onların tamamı bu şarta karşı çıkmışlardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hanefîler de dâhil bütün ulemânın ifade ettiği ve ilimden nasibi olan herkesin kabul edeceği üzere Cuma namazını mutlak ve umûmî bir ifade ile farz kılmış ve onun edâsını herhangi bir şarta bağlamamıştır. Şu halde burada yapılması gereken işlem, Hanefîlerin bu delillerinin mütevâtir veya meşhur olup olmadığını araştırmak olacaktır. Şâyet bu haberler meşhur veya mütevâtir iseler, Hanefîler bu hususta son derece haklı olup görüşlerine uyulması gerekir. Şâyet bu haberler kendilerinin koyduğu şartlara uymuyorsa, bu durumda takdir okuyucuya aittir.
Biz bu haberlerin meşhur veya mütevâtir olup olmadığını bir kenara bırakarak önce sahih olup olmadıklarını araştırmakla işe başlamak istiyoruz. Şâyet bu haberlerin sahih olduklarını tesbit edebilirsek ondan sonra meşhur mu, mütevâtir mi olduklarını araştırabiliriz. Mâlum olduğu üzere bir hadisin sahih olup olmadığı her şeyden önce onu rivâyet eden râvîlerin hallerine, yani senette geçen şahısların güvenilir olup olmadıklarına ve aynı zamanda da haberin muhtevâsına bağlıdır. Şâyet haberi rivâyet eden râvîler, yalancılık ve hadis uydurmak gibi vasıflardan uzak, adâlet ve zapt şartlarını hâiz, sika (güvenilir) kimseler olup rivâyet ettikleri haberlerin muhtevâları Kur’ân’a, akla, ilmî tecrübeye, tarihî gerçeklere ve diğer sika râvîlerin itimada şâyan olmuş rivâyetine aykırı değilse, sahih kabul edilir ve dinde delil olarak kullanılır. Aksi halde sahih sayılmaz ve reddedilirler. Bu husus hem muhaddislere göre, hem de fukahâya göre böyledir. Nitekim biraz önce ifade edildiği gibi Ebû Hanîfe’nin hadis kabulündeki kriteri de budur. Bu durumda devlet başkanı şartı için delil olarak ileri sürülen yukarıdaki haberlerin dinde delil olup olamayacağını anlayabilmemiz için bizzat Ebû Hanîfenin kendi şartlarına göre râvîlerinin hallerini ayrı ayrı incelememiz yeterli olacaktır. Şimdi birinci delilleri olan Câbir hadisinden başlayarak hadis otoritelerinin açıklamalarına göre sırasıyla bu delillerin aslını görmeye çalışalım.
Câbir Hadisinin Râvîleri ve Hadis İmamlarının Onlar Hakkındaki
Tesbitleri
Daha Önce ifade edildiği gibi bu hadisi Câbir b. Abdillah (r.a.)’dan Saîd b. Müseyyeb tarîkıyla Ali b. Zeyd b. Cüd’ân, ondan da Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ ) rivâyet etmiştir.
Biz bu hadisin senedinde geçen sadece bu iki râvî’yi tanıtmakla yetineceğiz. Zira bir hadisin sahih olabilmesi için bütün râvîlerinin güvenilir olması gerekirken, asılsız veya zayıf olduğunu isbat için bir tek râvîsinin çürük olması kâfidir. Çünkü senedin herhangi bir yerinde bulunan bu çürük râvî, hadisi uydurmuş ve uydurduğu bu hadise sağlam ve güvenilir râvîlerin isimlerini asılsız olarak sıralamış olabilir. Bu yüzden hadislerin çürüğe çıkarılması için bir tek râvînin zayıf veya uydurmacı olması kâfi görülmüştür. Bu hususta hiçbir ihtilâf söz konusu değildir.
Bu sebeple Câbir hadisinin, aslının bulunup bulunmadığını ve sahih olup olmadığını anlamamız için hadisi Saîd b. Müseyyeb kanalıyla Câbir’den rivâyet eden ve senette peşpeşe yer alan Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el-Adevî’yi tanımamız yeter de artar bile.
Biz buradan itibaren kendi yorum ve düşüncelerimizi bir kenara bırakarak, hadis otoritelerinin bu iki râvî hakkındaki tesbitlerini kronolojik sıraya göre kendi eserlerinden ayrı ayrı nakletmeye çalışacağız. Bunu yaparken de önce, bize göre senedin sonunda; hadisin ilk râvîsi olan Saîd b. Müseyyeb’e göre başında bulunan Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ı arkasından da hadisi kendisinden rivâyet eden Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ)’yi tanıtmaya çalışacağız.
A- Ali b. Zeyd b. Cü’dân (ö. 129/131)
Bu zât; Ali b. Zeyd b. Abdillah Ebî Müleyke Züheyr b. Abdillah b. Cüd’ân b. Amr b. Kâ’b b. Şa’d b. Teym b. Mürre et-Teymî’dir. Lakabı Ebû’l-Hasan el-Basrî’dir. Kendisi aslen Mekke’lidir. Enes b. Mâlik, Saîd b. Müseyyeb, Ebû Osman en-Nehdî ve bir topluluktan hadis rivâyet etmiştir.
Kendisinden de Katâde, Hammad b. Seleme, Hammad b. Zeyd, Zaide, Züheyr b. Merzûk, Süfyan, Süfyan b. Hüseyn ve daha başkaları rivâyet etmiştir. İbn Sa’d (ö. 230) onun, a’mâ olarak dünyaya geldiğini ve bu hususta ihtilâf edilmediğini söyler. Hadramî, onun 129 senesinde, Hacı Halîfe ise, 131 senesinde vefat ettiğini söylemiştir.2518
Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’in bu kısa hal tercümesinden sonra şimdi de hadis ulemâsının, cerh ve ta’dil imamlarının onun hakkındaki tesbit ve tenkidlerine göz atalım:
1- İmam Buhârî (ö. 256)
İmam Buhârî, “et-Târîhü’l-Kebir” adlı eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’ân için: “Ahmak ve aklı kıt bir kimse idi. Hadisiyle ihticac olunmaz2519 demiş, hakkında başka bir şey serdetmemiştir.
2- Ebû İshak İbrâhîm b. Ya’kûb el- Cevzcânî (ö. 259)
Cevzcânî, “Ahvâl’ür-Ricâl” adlı eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında şu bilgilere yer verir:
“Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ‘Vâhiyü’l-hadis’dir.2520 Zayıf bir râvîdir. Kendisinde adâletten ve orta yoldan sapma vardır. Rivâyet ettiği hadis delil olarak kullanılmaz.2521
Bu eseri tahkîk ve üzerine talik (açıklama) yazan Samarrâî ise buna şu ilâveleri yapar: “(Ali b. Zeyd’in lakabı) Ebû’l-Hasan el-Basrî et-Teymî’dir. Hâfız İbn Hacer (ö. 852 onun için ‘zayıf bir râvîdir,’ demiştir. Ahmed bin Hanbel (ö.
2518] İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, I. Baskı, 1991, Beyrut, 4/203-204
2519] Muhammed b. İsmail el- Buhârî, et-Târîhü'l-Kebîr, Dâr'ul-Kütüb'il-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 2/275
2520] Vâhiyü’l-hadis: Hadis râvîlerinin cerhinde (çürük sayılmasında) kullanılan tâbirlerden biri olup "metrûkü’l-hadîs" (hadîsi terkedilen) ve kezzâb (hadis rivâyetinde yalancılığı meslek haline getiren, çok yalancı) gibi tâbirlerle aynı mertebede kullanılan bir terimdir. Hakkında bu tâbir kullanılan bir râvînin hadîsi yazılmaz, ona îtibar edilmez, şâhid olarak da kullanılmaz. Bk. Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvî, s. 223; Prof. Talat koçyiğit, Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 501
2521] Cevzcânî, Ahvâlü’r-Ricâl, Tah: S. Subhi el-Bedri es-Samarrai, I. Baskı, 1985, Beyrut, s. 114
CUM’A NAMAZI
- 569 -
241) bir defasında: ‘Ali b. Zeyd bir şey etmez’ derken, bir defasında da ‘o, daîfu’l-hadisdir’2522 demiştir. Şu’be İbn Haccac (ö. 160) ise, bir defasında: ‘Ali b. Zeyd Ahmak ve aklı kıt bir kimse idi’ derken bir keresinde de: ‘o, ihtilâta mâruz kalmadan önce bize hadis rivâyet ederdi,’ demiştir. İbn Uyeyne, (d. lO7-ö. l96) onu zayıf kabul ederdi. Fellâs: ‘Yahya b. Saîd el-Kattân, (ö. 198) Ali b. Zeyd’den hadis rivâyet etmekten sakınırdı’ demiştir. Yahya İbn Maîn’ (ö. 233)’den de: ‘Ali b. Zeyd kuvvetli bir râvî değildir’ dediği nakledilir. Diğer bir rivâyete göre Yahya: ‘Ali b. Zeyd bir şey etmez, hüccet olamaz’ demiştir. İbn Ebî Hâtim: (ö. 327) ‘Hadisi denemek için yazılır’ demiştir. Fesevî: (ö. 277) ‘Ali b. Zeyd ihtiyarlığında ihtilâta mâruz kaldı’ demiştir. İbn Huzeyme (ö. 331) ise: ‘Hıfzının kötülüğü sebebiyle ben Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’(ın rivâyetiy)le amel etmem’ der. Tirmîzî: (ö. 275) ‘Ali b. Zeyd, Sadûkdur’2523 der. Dârakutnî (ö. 385) ve Ebû Zur’â (d. 200 - ö. 264) onu zayıf saymıştır. El-Mizzî, (ö. 742) Ali b. Zeyd hakkında Cevzcanî’nin (en başta nakledilen) ifadelerini aynen serdetmiştir. Iclî (d. l81 - ö. 261) ise: ‘hadisi denemek maksadıyla yazılabilir. Fakat kendisi kuvvetli değildir, zayıftır. Şîa mezhebine meylederdi. Ama bunda bir sakınca yoktur, demiştir.2524
3- Ebû Ca’fer Mûsâ b. Muhammed el-Ukaylî (ö. 323)
Ukaylî, Ali b. Zeyd b. Cüd’an’la ilgili olarak “Kitâbü’d-Duafâi’l-Kebir” adlı eserinde özetle şunları kaydeder: “Bize Muhammed b. Eyyub b. Yahya b. Darîs haber vererek şöyle dedi: Ben Ebû’l-Velîd et-Tayâlîsî’ye: ‘Şu’be İbnu’l-Haccâc’ı: Bize Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hadis naklederdi. Hâlbuki o, aklı kıt ve ahmak bir kişi idi’ derken nasıl işitin?’ diye sordum, o, bana cevap vererek: ‘Bu bir gıybettir’ dedi, fakat bu sözü inkâr etmedi.”
Bize, Ebû’l-Velîd, Şu’be İbnu’l-Haccac’dan şöyle dediğini haber verdi: “Bize Ali b. Zeyd hadis rivâyet ederdi. Fakat o, aklı kıt ve ahmak bir kimse idi.” Müslim’den rivâyete göre şöyle demiştir: “Ben Şu’be’yi, ‘bize Ali b. Zeyd hadis rivâyet ederdi. Ama o, aklı kıt ve ahmak bir adamdı’ derken işittim.” Ukaylî aynı haberi iki ayrı senetle daha rivâyet ettikten sonra şu bilgileri verir: Ebû Ma’mer; “İbn Uyeyne, Akîl, Asım b. Ubeydillah ve Ali b. Zeyd b. Cüd’an’ı zayıf sayardı” demiştir.
Hammad b. Zeyd: “Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi. Fakat hadislerin sened ve metinlerinde değişiklik yapardı.” demiştir. Ubeydullah b. Muaz ise: “Bana babam Şu’be’den o da ihtilâta mâruz kalmadan önce Ali b. Zeyd’den hadis rivâyet ederdi.” demektedir. Ukaylî devamla şöyle der: “Bana Ali b. Abdissamed haber vererek dedi ki; bize Ebû Ma’mer haber vererek şöyle dedi; Süfyan İbn Uyeyne: “Ben Ali b. Zeyd’den büyük bir (hadis) mecmuası yazmıştım. Sonra ona itibar etmediğim için onu terkettim” dedi.
Bize Muhammed b. İsa haber verip şöyle dedi: “Bize Ömer b. Ali haber vererek; ‘Yahya b. Said el-Kattân Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis almaktan sakınırdı” dedi. Bir defasında ben ona Hammad b. Seleme’nin Ali b. Zeyd’den, onun da
2522] Daîfu’l-hadîs: Bu da râvîlerin cerhinde kullanılan tâbirlerden biri olup, hadisleri zayıf olan, ancak tamamıyla reddedilmeyip îtibar maksadıyla (yâni araştırılmak üzere) yazılmasında bir mahzur görülmeyen kimselere delâlet eder. Bk. T. Koçyiğit, A. g. e., s. 514
2523] Sadûk: Hakkında bu tâbir kullanılan bir kimsenin hadisleri, ancak denemek ve araştırılmak maksadıyla yazılır. Çünkü bu ifade, râvînin zapt (hâfıza) vasfına sahip olduğuna kesinlikle delâlet etmez. Bk. İbn Salah, Ulûmu’l-Hadîs, s. 110
2524] Cevzcânî, Ahvâlü’r-Ricâl, s. 114
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ukbe b. Sa’ban’dan, onun da Ebû Bekre’den, onun da Nebi (s.a.s.)’den rivâyet ettiği (önceki ümmetlerle) ilgili hadisi sordum. Bunun üzerine o şöyle dedi: “(onu), Hammad b. Seleme bize Ali b. Zeyd’den, o da Ukbe b. Sa’ban’dan, o da Ebû Bekre’den, o da Nebi (s.a.s.)’den rivâyet ederdi. Daha sonra onu terketti. Ancak Abdurrahman Ali b. Zeyd’den (onu) rivâyete devam ediyordu. Yahya b. Said, (ö. 198) bir defasında Ali b. Zeyd için: “O, bana Akîl ve Asım b. Ubeydillah’dan daha sevimlidir.” demiştir.
Muâviye b. Sâlih’den rivâyete göre o da şöyle demiştir: “Ben Yahya b. Saîd’i, ‘Ali b. Zeyd Basra’lı olup zaîf bir râvîdîr’ derken işittim.” Bize Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle dedi: “Babama ‘Hasan (bu hadisi) Sürâkâ’dan işitti mi?’ diye sordum. Babam; sanki bu suali beğenmeyerek ‘hayır, onu rivâyet eden bu şahıs, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dir’ cevabını verdi.”
Süleyman b. Harb, ben Hammad b. Zeyd’i şöyle söylerken işittim demiştir: “Ali b. Zeyd b. Cüd’ân bize bir gün bir hadis rivâyet eder, ertesi gün gelir, aynı hadisi sanki o dünkü rivâyet ettiği hadisden başka bir hadismiş gibi (değişik bir şekilde) rivâyet ederdi.”2525
4- İbn Ebî Hatim Er-Râzî (ö. 327)
İbn Ebî Hatim er-Râzî “Kitâbü’1-Cerh ve’t-Ta’dîI eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında şunları kaydeder: Bize Abdurrahman b. Mehdî (ö. 198) haber vererek şöyle dedi; “Bize babam ve Ebû Zur’â (d. 200 - ö. 264) haber verip dediler ki; Bize Ebû’l-Velîd şöyle haber verdi: Ben Şu’be (ö. 165)’yi şöyle derken işittim: Bize Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hadis rivâyet ederdi. Fakat o aklı kıt ve ahmak bir adamdı. Süleyman b. Harb şöyle der: Ben Hammad b. Zeydi şöyle söylerken işittim: Ali b. Zeyd bize bugün bir hadis rivâyet eder, sonra ertesi gün gelir, aynı hadisi sanki o dünkü rivâyet ettiği hadisden başka bir hadismiş gibi (değişik bir şekilde) rivâyet ederdi.”
Ebû Seleme der ki: “Ben Hammad b. Seleme’ye: ‘Vüheyb, ‘Ali b. Zeyd’in rivâyet ettiği hadisleri ezberlemeden rivâyet ettiğini’ söylüyor’ dedim. Bunun üzerine Hammad: ‘Vüheyb Ali b. Zeyd ile oturup kalkmaya nereden kadir oluyormuş? Ali ile ancak insanların ileri gelenleri oturup kalkardı’ cevâbını verdi.”
Amr b. Ali de şöyle derdi: “Yahya b. Saîd el-Kattân Ali b. Zeyd’den hadis almaktan çekinirdi. Bu sebeple ben bir defasında ona, Ali b. Zeyd’in bir hadisini sordum. Yahya senedi okudu sonra bıraktı. Ve bana o adamdan vazgeç dedi.” Salih b. Ahmed ise şöyle demiştir: “Babam bana: ‘Ali b. Zeyd halkın kendisinden rivâyet ettiği kuvvetli bir râvî değildir,’ dedi.”
Yahya b. Maîn (ö. 233)’den “Ali b. Zeyd b. Cüd’an hüccet değildir” dediği haber verilmiştir. Abdurrahman der ki: “Ben babama Ali b. Zeyd bin Cüd’ân’ı sordum: Babam: ‘O, kuvvetli bir râvî değildir. Denemek ve araştırılmak üzere hadisi yazılabilir, fakat onunla ihticac edilmez (Hadisi delil gösterilmez). Buna rağmen o bana, Yezîd b. Ebû zîyâd’dan daha sevimlidir. Kendisi a’mâ idi ve Şîa mezhebine meyl ederdi.’ dedi.” Yine Abdurrahman devamla der ki; “Ben Ebû Zür’â’ya Ali b. Zeyd’i sordum. Ebû Zür’a: ‘Ali b. Zeyd kuvvetli değildir’ cevabını
2525] Ukaylî, Kitâbü'd-Duafâi’l-Kebîr, I. Baskı, 1984, Beyrut, Tah: Abdulmu'tî Emin Kal'acî, 3/229
CUM’A NAMAZI
- 571 -
verdi.2526
5- İbn Hibbân (ö. 354)
Hâfız Muhammed İbn Hibbân Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında şunları kaydeder:
“O, Ali b. Zeyd b. Abdillah b. Müleyke b. Abdillah b. Cüd’ân b. Ömer b. Kâ’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre el-Kuraşî el-A’mâ’dır. Künyesi Ebû’l-Hasan olup kendisi Basralıdır. Enes ve Ebû Osman en-Nehdî (ö. 100)’den rivâyet eder. Kendisinden de Sevrî, (ö. 161) İbn Uyeyne (ö. 198) ve Basralılar rivâyet etmişlerdir. Kendisi büyük bir şeyh idi. Fakat rivâyet ettiği hadislerde hatâ eder, eserlerde yanılır idi. Hatta bu durum rivâyet ettiği hadislerde çok görülürdü. Bu haberler arasında meşhur şeyhlerden rivâyet ettiği münker haberleri ortaya çıkmıştır. Bu sebeple kendisiyle ihticac edilmekten vazgeçilmeye müstehak olmuştur.” İbn Hibbân devamla şöyle der: “Bize el-Hemdânî şöyle haber verdi: ‘Yahya b. Saîd, Ali b. Zeyd bin Cüd’an’dan hadis almaktan sakınırdı.’ Ben Muhammed b. Münzir’i şöyle derken işittim: ‘Ben Abbas b. Muhammed’i şöyle derken işittim: ‘Ben Yahya b. Maîn’i, ‘Ali bin Zeyd bir şey değildir’ derken işittim.”2527
6- İbnu’l- Cevzî (ö. 597)
İbnu’l-Cevzî ise, “ed-Duâfâu ve’1-Metrûkîn” adlı eserinde şunları kaydeder: “Ali b. Zeyd b. Cüd’an Enes ve Osman en-Nehdî’den hadis rivâyet etmiştir. İbn Uyeyne (ö. 198) onu zayıf kabul ederdi. Hammad b. Zeyd, ‘Ali b. Zeyd hadislerin sened ve metinlerinde değişiklik yapardı,’ der. Şu’be İbnu’l-Haccac, Ali b. Zeyd’in ihtilâta mâruz kaldığını zikretmiştir. Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Saîd “Ali b. Zeyd bir şey değildir” demişlerdir. Bir defasında Yahya; “o, her hususta zayıftır” demiştir. Ebû Hatim er-Râzî, “Ali b. Zeyd’in hadisi delil gösterilmez” derdi. Ebû Zur’â ise, “Ali b. Zeyd kuvvetli değildir. Rivâyetinde yanılır ve hatâ ederdi. Bu durum o kadar çok olurdu ki, bu yüzden terkedilmeye müstehak oldu” demektedir.2528
7- Zehebî (ö. 748)
Zehebî de “Mîzân’ül-Î’tidâl” adlı eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’an hakkında şunları kaydeder:
Ali b. Zeyd Basralı olup Tâbiûn âlimlerinden ilim almıştır. Enes, Ebû Osman en-Nehdî ve Saîd İbnu’l-Müseyyeb’den rivâyette bulunmuş, kendisinden de Şu’be, Abdulvâris ve bir topluluk hadis rivâyet etmiştir. Muhaddisler onun hakkında ihtilâfa düşmüştür. Cerîrî: “Basra fukahâsı, Katâde, Ali b. Zeyd ve Eş’âs el-Huddânî olmak üzere üç a’mâ idi,”demektedir. Mansûr b. Zâzân ise şöyle demiştir: “Hasan Basrî vefat ettiği zaman, biz Ali b. Zeyd’e onun makamına otur,”dedik. Mûsâ b, İsmâîl: “Ben, Hammad b. Seleme’ye; Vüheyb, Ali b. Zeyd’in rivâyet ettiği hadisleri ezberlemediğini iddia ediyor, dedim. Hammad; ‘Vüheyb Ali b. Zeyd’le olurup kalkmaya nereden muktedir oluyor muş? Onunla ancak insanların ileri gelenleri oturup kalkardı’ cevabını verdi.” Şu’be ise şöyle demiştir:
2526] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Kitâbü'1-Cerh ve't-Ta'dîl, 1992, Beyrut, B. Sy. Yok, 6/186-187
2527] Muhammed İbn Hibban, Kitâbü'l-Mecrûhîn, 2/103
2528] İbn'l-Cevzi, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîn, I. Baskı, 1986, Beyrut, Tah: Ebu'1-Fida Abdullah el-Gadi, 2/193
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi. Fakat o, aklı kıt ve ahmak bir kimseydi.” Bir defasında da Şu’be şöyle demiştir: “Ali ihtilâta mâruz kalmadan önce bize hadis rivâyet ederdi. Ama İbn Uyeyne onu zayıf sayardı.”
Hammad b. Zeyd: “Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi, fakat o hadislerin senet ve metinlerini değiştirirdi.” demiştir. Fellâs: “Yahya b. Saîd el-Kattân, (ö. 198) Ali b. Zeyd’den hadis almaktan sakınırdı” demektedir, Yezîd b. Zürey’den de “A1i b. Zeyd, bir râfizî idi” dediği rivâyet edilmiştir. Ahmed bin Hanbel, “Ali zayıf bir râvî’dir” derdi. Osman bin Saîd, Yahya b. Saîd’den: “Bu zât kuvvetli değildir” dediğini rivâyet etmiştir. Abbas ise; Yahya b. Said’den “Ali bir şey değildir” dediğini nakletmiştir. Bir başka yerde de “O bana İbn Akil ve Asım b. Ubeydillah’tan daha sevimlidir” demiştir. Ahmed b. Abdillah b. Salih el-Iclî: (d. 181 - ö. 261) “Ali b. Zeyd, Şîa mezhebine meylederdi. Kuvvetli değildir.” demiştir.
İmam Buhârî ile Ebû Hatim, (ö. 277) “Ali b. Zeyd (in hadisi) delil olarak kullanılmaz,” demişlerdir. Ebû Hatim bir defasında ise: “Hadisi denemek ve araştırılmak maksadıyla yazılabilir. O bana Yezid b. Ebî Ziyad’dan daha sevimlidir” demiştir. Fesevî: (ö. 277 “Ali b. Zeyd, ihtiyarlığında ihtilâta mâruz kalmıştır,” demektedir. İbn Huzeyme ise, “Hâfızasının kötülüğü sebebiyle ben onun hadisiyle amel etmem,” demektedir.
Zehebî bu bilgileri naklettikten sonra Ali b. Zeyd tarîkıyla gelen iki münker hadis aktarır ve böylece onun münker rivâyetlerine örnek sunmuş olur. Ebû Ma’mer’den rivâyete göre Süfyan: “Ben, Ali b. Zeyd’den büyük bir hadis mecmuası (kitap) yazmıştım. Fakat kendisine itibar etmediğim için onu terkettim” demiştir.
Tirmîzî: (209-287) “Ali b. Zeyd sadûkdur” derken, Dârakutnî; (ö . 385) “O benim yanımda hâlâ ‘leyyinü’l-hadis’tir’ demiştir.2529 “Leyyinü’l-hadis” terimi, râvîyi cerhetmek için kullanılır ve mecrûha çıkarmanın birinci mertebesinde yer alır. Hadisinin denenmek ve araştırılmak üzere yazılabileceğini gösterir.2530
Zehebî, el-Kâşif adlı eserinde ise, Ali b. Zeyd hakkındaki kanaatini özetleyerek şöyle der: “Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hadis hâfızlarından biridir. Fakat hüccet (sika) değildir.2531 Saîd b. Müseyyeb ve bir cemaatten hadis işitmiş, kendisinden de Şu’be, İbn Atıyye ve daha bir cemaat hadis işitmiştir.2532
8- Hâfız İbn Hacer El-Askalânî (ö. 852)
Hâfız İbn Hacer,”et-Tehzîbü’t-Tehzîb” adlı eserinde, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ın hadis işittiği şeyhlerin ve kendisinden hadis işiten talebelerin uzun bir listesini verdikten sonra şunları kaydetmektedir: “İbn Sa’d: (ö. 230) ‘Ali b. Zeyd b. Cüd’ân a’mâ olarak dünyaya gelmiştir. Çok hadis rivâyet etmiş fakat zayıf bir râvîdir. Hadisi delil getirilmez’ demektedir.”
2529] Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl, Dârulfikr, Tarihsiz, B. Sy. Yok, Tah: A. M. el-Becavi, 3/127-129
2530] Bk. Talat Koçyiğit, Hadis Terimleri Sözlüğü, Rehber Yay. I. Baskı, 1992, Ankara, s. 248
2531] Hüccet Değildir: Bu ifade râvîlerin mecruh olduğuna delâlet eden tâbirlerden biridir. Bununla tavsif edilen bir râvînin, her ne kadar adâlet yönü sâkıt ve metruk sayılmazsa da herhangi bir şeyle mecruh olduğu kabul edilir. Bu gibi râvîlerin hadisleri ancak araştırılmak amacıyla yazılabilir. Neticede hadisinin güvenilir râvîler tarafından rivâyet edilen şâhidi varsa alınır, aksi halde reddedilir. -T. Koçyiğit, A.g.e., s. 247-
2532] Zehebî, el-Kâşif, 2/285
CUM’A NAMAZI
- 573 -
Salih b. Ahmed babasından naklederek: “Ali kuvvetli değildir.2533 Fakat insanlar kendisinden rivâyette bulunmuştur.” derken Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah da şöyle der: “Babama; ‘Hasan Sürâkâ’dan işitti mi’? diye sorulunca, sanki bu suali beğenmeyerek ‘hayır, bu (hadisi rivâyet eden) zât, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dır,’ cevabını verdi.” Ahmed bin Hanbel; “Ali b. Zeyd bir şey değildir” derdi.2534 Kezâ Ahmed bin Hanbel’in oğlu, babasından naklederek: “Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ‘daîfu’l-hadistir” demiştir.
Muâviye b. Salih, Yahya’dan “Ali b. Zeyd zayıftır” dediğini nakletmiştir. Osman ed-Dârimî, Yahya’dan naklederek; “Bu zât kuvvetli değildir” demiştir. İbn Ebî Heyseme, Yahya’dan; “Her hususta zayıftır” dediğini nakleder. Yahya’ dan, bir rivâyete göre Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında “leyse bi zâk ; Bu konuda zayıftır” demiştir.2535 Devrî’nin rivâyetine göre ise, Yahya: Ali b. Zeyd “hüccet değildir” demiştir. Bir seferinde “o, bir şey değildir” derken, diğer bir seferinde ise “o bana İbn Akil ve Âsım b. Ubeydillah’dan daha sevimlidir” demiştir, el-Iclî: “Ali b. Zeyd, şîa mezhebine meylederdi. Fakat bunda bir sakınca yoktur,” demiştir. Bir seferinde de, “Hadisi i’tibar (denemek) için yazılır, fakat kuvvetli değildir,” açıklamasını yapmıştır. Ya’kub b. Şeybe ise; “Ali b. Zeyd sikadır, ‘sâlihu’l-hadis’dir. Leyn’den uzak değildir” demiştir.
Cevzcânî: “Vâhiyü’l-hadisdir, zayıf bir râvîdir. Kendisinde adâletten ve orta yoldan sapma vardır. Hadisi delil getirilmez” demektedir. Ebû Zür’a: “O kuvvetli değildir” demekle yetinmiştir. Ebû Hatim ise; “Ali b. Zeyd, kuvvetli değildir. Hadisi araştırılmak için yazılır, fakat delil getirilmez. Ancak o, bana Yezîd b. Ziyâd’dan daha sevimlidir. Kendisi a’mâ idi ve Şîa’ya meylederdi,” demiştir. İmam Tirmîzî; (209 – 297) “Ali b. Zeyd ‘sadûk’tur. Ancak başkalarının mevkuf (sahâbî sözü) olarak rivâyet ettiğini çoğu kez merfû (Peygamber’e ait bir hadis) olarak rivâyet ederdi.” demiştir.
İmam Nesâî; “Ali b. Zeyd zayıf bir râvîdir” derken İbn Huzeyme: “Hıfzının fenalığı sebebiyle ben onun hadisini delil getirmem” demiştir. İbn Adiy (277- 365) ise; “Basralılardan olsun, başkalarından olsun, ondan hadis rivâyet etmekten imtinâ eden birini görmedim. Fakat Şîa’ya meyilde aşırı giderdi. Zayıflfl ığına rağmen hadisi araştırılmak üzere yazılır,” demektedir. Hâkim Ebû Ahmed: “Ali b. Zeyd, Muhaddisler nazarında metîn değildir”2536 derken, Dârakutnî: “Ben onun hakkında tevakkuf ederim. Bana göre leyyin olmakta devam ediyor” demektedir.2537
2533] Kuvvetli değildir: Râvîlerin cerhedilmesinde kullanılan tâbirlerdendir. Hüccet değildir ve benzeri tâbirlerin delâlet ettiği mertebenin aşağısında bulunan bir mertebeye delâlet eder. Bu vasfa sahip olan râvî diğerlerinden daha zayıftır. Bununla beraber hadisi denemek için yazılır. -T. Koçyiğit, A g e., s. 247-
2534] Bir şey değildir: Râvîlerin cerhedilmesi için kullanılan bir tâbirdir ve sîka (güvenilir) değildir tâbirine nisbetle bir derece daha hafiftir. -T. Koçyiğit, A. g. e., s. 248-
2535] Râvîlerin cerhinde kullanılan tâbirlerin birinci mertebesinde yer alan bir ifâdedir. Bununla vasfedilen bir râvî, bir şeyle mecruh olmakla beraber adâlet yönü ıskat edilmiş sayılmaz. Bu sebeple hadisleri yalnızca araştırılmak üzere yazılır. İhticac edilmez. Delil olarak kullanılmaz. -T. Koçyiğit, A. g. e., s. 248-
2536] Metîn Değildir: Râvîleri cerhetmek için kullanılan tâbirlerdendir ve huccet değildir tâbiri ile aynı mertebededir. -Bk. T. Koçyiğit, A.g,e., s. 247-
2537] Tevakkuf: Lügatte durmak mânâsına gelen bu kelime, hadis ıstılahında bir kimsenin sika veya mecruh olduğu hususunda kesin kanaate varılamadığını gösterir. Bu tâbir, hadis için kullanıldığında onunla amel edilmemesi ve amelin durması anlamına gelir
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muaz b. Muaz Şu’be’den naklen, “Ali b. Zeyd ihtilâta mâruz kalmadan önce bize hadis naklederdi.” demiştir. Ebû’l-Velîd ve daha başkaları ise, Şu’be’den şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi. Fakat o aklı kıt ve ahmak bir kimse, idi.” Süleyman b. Harb de Hammad b. Zeyd’den şöyle dediğini nakleder: “Bize Ali b. Zeyd hadis rivâyet eder, ancak hadislerin senet ve metinlerinde kalb (değişiklik) yapardı.”2538 Bir rivâyette ise şöyle demiştir: “Ali b. Zeyd bize bugün bir hadis rivâyet eder, ertesi gün gelir, aynı hadisi sanki o dünkü rivâyet ettiği hadisden başka bir hadismiş gibi (değişik bir şekilde) rivâyet ederdi.”
Amr b. Ali ise şöyle der: “Yahya b. Saîd el-Kattân, (ö. 198) Ali b. Zeyd’den hadis almaktan sakınırdı. Bir gün bize ondan hadis rivâyet edecek oldu, sonra vazgeçti ve ‘o adamı bırakın,’ dedi. Fakat Abdurrahman, şeyhleri tarikıyla ondan hadis rivâyet ederdi.”
Ebû Ma’mer el-Katîî, İbn Uyeyne’den şöyle dediğini nakletmiştir: “Ben Ali b. Zeyd’den birçok şey yazmıştım. Fakat ona ihtiyaç duymadığım için bunları terkettim.” Yezîd b. Zürey’ der ki: “Ben Ali b. Zeyd’i gördüm. Fakat ondan bir şey almadım. Zira o bir Râfızî idi.” Ebû Seleme der ki: “Vüheyb, Ali b. Zeyd’i zayıf kabul ederdi. Ben bu hususu Hammad b. Seleme’ye arzettim. Hammad: Vüheyb, Ali b. Zeyd ile düşüp kalkmaya nereden muktedir oluyormuş? Ali ancak insanların ileri gelenleri ile oturup kalkardı,’ dedi.”
İbnu’l-Cüneyd ise: “Ben Yahya İbn Maîn’e: ‘Ali b. Zeyd ihtilâta mâruz kaldı mı?’ diye sordum. İbn Maîn: (ö. 233) ‘Hayır, o, asla ihtilâta mâruz kalmadı,’ cevabını verdi.” demiştir. Mûsâ b. İsmâîl, Hammad’dan naklen Ali b. Zeyd’in şöyle dediğini haber vermiştir: “Ben çoğu zaman Hasan’a hadis rivâyet ederdim. Sonra bu hadisi Hasan’dan işitirdim ve kendisine, ‘Ey Ebû Saîd sana bu hadisi kimin rivâyet ettiğini bîliyor musun?” diye sorardım. Hasan; ‘Hayır, bilmiyorum. Fakat ben onu bir sika’dan işittim,’ derdi. Bunun üzerine ben: ‘Onu sana haber veren ben idim’derdim.”
Hâlid b. Haddâş, Hammad b. Zeyd’den naklederek şöyle demiştir: “Ben Saîd el-Cerîrî’yi şöyle derken işittim: ‘Basra fukahâsı, Katâde, Ali b. Zeyd ve Eş’âs el-Hüddânî olmak üzere üç a’mâ idi.”
Hadramî “Alî b. Zeyd 129 senesinde vefat etmiştir” derken Hacı Halîfe 131 senesinde vefat ettiğini söylemiştir. Müslim, başkalarıyla birlikte rivâyet ettiği hadislerini alırdı. İbn Hacer devamla şöyle der: “Ben derim ki İbn Kânî aynı tarihi vererek: “Ali b. Zeyd hayatının sonlarında ihtilâta mâruz kaldı ve hadisi terkedildi” demektedir.2539 Es-Sâcî ise şöyle demiştir: “Ali b. Zeyd ehli sıdk’dan idi ve ileri gelen bir topluluğun kendisinden rivâyeti muhtemeldir. Ama o, güvenilirliğinde ittifak edilen kimseler makamında değildir.”
2538] Kalb: Sözlükte bir şeyin ahvâlini ve şeklini değiştirmek, altını üst, üstünü alt, içini dış, dışını iç yapmak demektir. Hadis rivayetinde ise, hadis râvîlerinin isimlerinde, sened ve metinlerinde değişiklik, takdim ve tehir yapmaktan ibârettir. Bu, ya râvînin zayıflığından kaynaklanır, ya da kasten yapılır. Kasten yapılırsa, hadise sahih süsü vermek sûretiyle ona rağbeti artırmak gayesi güdülür. Bu durum hadis uydurmadan farksızdır. Umumiyetle kezzâb ve hadis uyduran kimselerin işidir. Bk. Koçyiğit, A g. e., s. 220-222
2539] İhtilât; Hadis ilminde bu tâbir, sîka kimseler olarak bilinen râvîlerin çeşitli sebeplerle akıl ve şuurlarında meydana gelen bir hastalık neticesi, rivâyet ettikleri hadislerde çok hataya düşmeleridir
CUM’A NAMAZI
- 575 -
İbn Hibbân ise, “Ali, rivâyetinde çoğu kez yanılır ve hata ederdi. Bu sebeple terk edilmeye müstehak oldu” demiştir. Diğer muhaddisler ise; “Ondan rivâyet edilen hadislerin en münkeri (kötüsü)2540 Hammad b. Seleme’nin kendisinden Ebû Nadra Ebû Saîd tarikiyle merfû olarak rivâyet ettiği ‘Muâviye’yi şu minberin ağaçları üzerinde görseniz dahi onu öldürünüz’ haberidir.2541
Buraya kadar nakledilen, muhaddis âlimlerin, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkındaki tesbit ve tenkidlerinden de anlaşılacağı gibi bu şahıs metruk, yani hadisleri terkedilmiş bir râvîdir. Her ne kadar bir-iki kişinin, hakkında kullandığı müsbet gibi gözüken ifadeler sebebiyle ihtilâflı bir şahıs olarak karşımıza çıksa da muhaddislerin büyük çoğunluğuna göre mecruh addedilmiş ve hadisinin terkinde ittifak edilmiştir. Hadis ilminin ilkelerine göre bu gruba giren râvîlerin haberiyle amel edilmez. Yukarıda ifade edildiği gibi bu nevî râvîlerin rivâyet ettiği haber, İmam Ebû Hanîfe’nin kendi usûlüne göre de hüccet teşkil etmez. Zira İmam Ebû Hanîfe, bir hadisin hüccet olabilmesi için râvîsinin sika (güvenilir) ve adâlet sahibi olmasını şart koşmuştur. Ali b. Zeyd b. Cüd’an ise büyük çoğunluğa göre sika ve âdil değildir. Hakkında müsbet sayılabilecek ifade kullanan bir-iki hadis imâmı da sika (güvenilir) olduğunu söyleyememiş, aksine onlar da: “sika olduğunda ittifak edilen kimseler makamında değildir” ibâresini koymuşlardır.
Ancak ne var ki, Hanefî âlimlerinden Zafer Ahmed el-Osmânî et-Tahânevî, sadece Hanefî Mezhebinin delillerini müdâfa etmek amacıyla kaleme aldığı ve zayıflığında, hatta hadis olmadığında ittifak edilen bazı hadisleri bile bin dereden bir su getirerek sahih veya hasen gibi göstermeye çalıştığı “Î’lâu’s-Sünen” adlı eserinde,2542 Ali b. Zeyd b. Cüd’an’ın muâsırı olan yüzlerce hadis imamının onun hakkındaki bunca menfî kanaatini gizleyerek ya da görmezlikten gelerek, İbn Hacer’in yukarıda naklettiği görüşlerin içerisinden sadece işine gelen bir-iki tanesini seçerek Ali b. Zeyd b. Cüd’an’ı güvenilir bir râvî, hadisini de “hasen hadismiş gibi gösterme” taassubuna düşebilmiştir.
Hâlbuki bir hadis râvîsinin bir veya iki hadis imamı tarafından mecruh, bir veya iki hadis imamı tarafından da adâletli sayılması halinde birincisine itibar edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cerheden veya onun hadis rivâyetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse, hadis râvîsinde gizli olan ve onun adâlet sahibi olduğunu söyleyen kimse tarafından bilinmeyen bir kusurunu ortaya koymaktadır. Bu bakımdan adâlet sahibi olduğunu söyleyen kimsenin, râvî hakkındaki hükmü, mecruh sayanın hükmünün doğruluğunu ortadan kaldırmaz.2543
Hattâ bir râvî, kalabalık bir hadis imamı tarafından adâletli buna mukabil daha az sayıda hadis imamı tarafından sebepleri beyan edilerek mecruh sayılsa, hüküm yine mecruh sayanların sözlerine göre verilir. Bu hususta ehl-i ilim
2540] Münker Hadis: Zayıf bir râvînin, güvenilir râvîlere muhâlif olarak rivâyet ettiği ve bu rivâyetiyle tek kaldığı hadise münker denilir. Daha başka tanımları için Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 338- 340
2541] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 4/203- 204
2542] 8/37-40
2543] Bu konuda bk. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlm'ir-R4âye, s. 132; İbn Salâh, Ulûm'ül-Hadîs, s. 109-110; Suyûtî, Tedrîb'ür-Râvî, s. 204-205; Talat Koçyiğit, Hadis Usûlü, s. 49
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ittifak halindedir.2544
Bu durumda Ali b. Zeyd b. Cüd’ân mecruh bir râvî olup bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin kendi usûl kaidelerine göre hadisiyle amel edilmesi câiz değildir. Bundan daha kötüsü, ikinci râvîdir. Şimdi de onu tanıyalım:
B) Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ)
Câbir hadisi’nin senedinde bulunan ve söz konusu hadisi daha önce tanıdığımız Ali b. Zeyd’den aktaran ikinci râvî Abdullah b. Muhammed el-Adevî’dir. Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin lakabı Ebû Cennâb (veya Ebû Habbâb)’dır. Ali b. Zeyd b. Cüd’ân, Ömer b. Abdilazîz, Abdullah b. Fîrûz ed-Dânâc, Ebû Sinan el-Mısrî, İbn Akîl ve Zührî’den rivâyette bulunmuştur. Kendisinden de Velîd b. Bükeyr Ebû Cennab hadis rivâyet etmiştir.2545
Nitekim Câbir hadisini Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den bu Velîd b. Bükeyr rivâyet etmiş olup o da son derece zayıf bir râvîdir. Dolayısıyla Câbir hadisi’nin senedinde üç tane problemli râvî vardır. Bu da hadisin ne derece sıhhatli olacağını ortaya koymaya kâfidir.
Şimdi hadis İmamlarının Abdullah b. Muhammed el-Adevî hakkındaki tenkit ve tesbitlerini görmeye çalışalım:
1- İmam Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî (ö. 256)
İmam Buhârî, “et-Târîh’ul-Kebir” ve “ed-Duâfâu’s-Sağîr” adlı eserlerinde Abdullah b. Muhammed el-Adevî hakkında şunları kaydeder: “Abdullah b. Muhammed, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, Velîd b. Bükeyr de kendisinden hadis rivâyet etmiş olup, münkerü’l-hadis’ dir. Hadisinin mütâbii yoktur.2546
Ahmed Şâkir, “el-Bâis’ül-Hasîs Şerhu İhtisâr-ı Ulûmi’l-Hadis” adlı eserinde; “İmam Buhârî ‘Münkerü’l-Hadis’ tâbiriyle kezzâb olan râvîleri kastederdi” demektedir.2547 Nitekim Yahya b. Saîd el-Kattân, Buhârî’nin; “Hakkında münkerü’l-hadisdir, dediğim râvîlerin hiç birisinden hadis rivâyet edilmesi helâl değildir” dediğini rivâyet etmiştir.2548 Şu halde Buhârî’ye göre Abdullah b. Muhammed el-Adevî kezzâb (hadis rivâyetinde yalanı meslek hâline getiren) bir râvîdir.2549 Dolayısıyla onun rivâyetiyle amel edilmesi helâl delildir.
2544] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlm'ir-R4âye, s. 134; İbn Salâh, A.g.e, s. 109-110; Suyûtî, A.g.e, s. 204-205
2545] Buhârî, ed-Duafâu's-Sağîr, s. 70; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, 3/263; Ukaylî, ed-Duafâu'l-Kebîr, 2/298; Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl fî Nakdi’r-Ricâl, 2/485; İbnu'l-Cevzî, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîn, 2/138; Nâsıruddîn el-Albânî, İrvâul-Ğalil, 3/51
2546] Buhârî, et-Târîhu’l-Kehîr, 5190; Buhârî, ed-Duafâu's-Sağîr, s. 70
2547] Münkerü’l-Hadîs: Bu tâbir hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan tâbirlerden olup "hadîsi kabul edilmeyen, rızâ gösterilmeyen kimse" mânâsına gelir. Şiddet bakımından üçüncü mertebede bulunan bu tâbir Daîfu’l-hadîs", "Daîfun", "Hadîsuhû münkerun", Vâhiyü’l-hadîs ve "Vahin" gibi tâbirlerle aynı sırada yer alır. Bk. Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvî, s. 233; T. Koçyiğit, A.g.e., s. 341
2548] Zehebî, Mîzânü’l-İ'tidâl, 1/6; Ahmed Şâkir, A.g.e., s. 101
2549] Kezzâb: Hadis rivâyetinde yalancılığı meslek hâline getiren râvîler için kullanılır. Cerh lafızları arasında en kötü mertebeye delâlet eden tâbirlerden biridir. Mübâlâğa sığasıyla bir işin fâilini gösteren bu kelime ‘çok yalancı’ mânâsına gelir. Böylelerinin rivâyeti asla kabul edilmez. Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 230
CUM’A NAMAZI
- 577 -
2- Şeyhül İslâm İbn Ebî Hatim er-Râzî (ö. 277)
İbn Ebî Hatim, “Kitâb’ül-Cerh ve’t-Tadîl” adlı eserinde Abdullah b. Muhammed el-Adevî hakkında şu bilgileri nakleder: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis rivâyet eder. Kendisinden de Velîd b. Bükeyr hadis rivâyet etmiştir.” Ben babamı şöyle söylerken işittim: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî ‘münkerülhadisdir’ ve meçhul bir şeyhtir.”2550
3- İmam Nesâî (ö. 303)
İmam Nesâî, “ed-Duâfâu ve’1-Metrûkîn” adlı eserinde, el-Adevî hakkındaki görüşünü şu şekilde ifade eder: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin lakabı Ebû’l-Habbâb et-Temîmî’dir. Vekî’ İbnu’l-Cerrah(ö. 196) onun için ‘Adevî hadis uydururdu’2551 derken, İbn Hibban; (ö. 354) ‘Adevî’nin rivâyet ettiği haberin delil gösterilmesi helâl değildir’ demiştir.2552
4- Ebû Ca’fer Mûsâ b. Muhammed el-Ukaylî (ö. 323)
Ukaylî ise, ed-Duâfâu’1-Kebir” adlı eserinde Adevî hakkında şunları kaydeder: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis rivâyet etmiştir. Bana Âdem b. Mûsâ haber vererek şöyle dedi: Ben, Buhârî’nin şöyle dediğini işittim: Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, Velîd b. Bükeyr b. Cünnâb da kendisinden hadis rivâyet etmiştir. Kendisi “Münker’ul-hadis’dir.” Bu hadisi (Câbir hadis’ini kastediyor) bize Muhammed b. İsmâil ve Beşir b. Mûsâ naklederek şöyle dediler: “Bize Abdullah b. Salih el-Iclî haber verdi. Dedi ki: ‘Bize Velîd b. Bükeyr, Abdullah b. Muhammed el Adevî’den, o Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, o Saîd b. Müseyyeb’den, o da Câbir b. Abdillâh (r.a.)’dan şöyle dediğini rivâyet etti’:
“Ben Peygamber’i (s.a.s.) minberinin üzerinde şöyle derken işittim: ‘Bilmiş olunuz ki, içinde bulunduğum bu yılın, bu ayının bu gününde ve burada kıyâmet gününe kadar Allah sizden ona gitmeye gücü yeten kimseye Cuma namazını farz kıldı. Ben hayatta iken veya öldükten sonra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin. İşlerinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki tevbe edinceye kadar böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayrı kabul edilir. Her kim de tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder.”
Bu kelâm, zayıflıkta buna benzer bir senetle başka bir tarîkta daha rivâyet edilmiştir.2553 Ukaylî dikkat edilirse, Câbir hadisinin asılsız olduğunu ifade etmek için hadis terimini kullanmayıp özellikle “bu kelâm” tâbirini kullanmıştır. Haberden anlaşıldığına göre bu Câbir hadisine Buhârî’de vâkıf olmuş, fakat asılsız kabul ettiği için Sahîhine almamıştır.
2550] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Kitâb'ül-Cerh ve't-Tadîl, 5156
2551] Hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan ve bir râvînin hadis uydurduğuna delâlet eden bu tâbir, cerhin en şiddetli şekillerinden biridir. Hz. Peygamber tarafından söylenmemiş, O’nun ağzından çıkmamış bir sözü hadise benzeterek O’na isnad eden ve hadismiş gibi ondan rivâyet eden kimseleri ifâde eder. Böyle bir kimsenin hadîsi asla kabul edilmez.
2552] İmam Nesâî, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîyn, s. 70, (Bu eser, Buhârî'nin, ed-Duafâu's-Sağîr adlı eseriyle bir aradadır
2553] Ukaylî, ed-Duafâu'l-Kebîr, 2/298
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- İbn Hibbân (ö. 354)
Hâfız Muhammed İbn Hibbân, “Kitâb’ül-Mecrûhîyn” adlı eserinde Adevî hakkında şunları kaydeder: “Adevî, rivâyetinin az olmasına rağmen gerçekten ‘münkeru’l-hadis’dir. Onun hadisi, sika râvîlerin hadisine, rivâyeti de sika ravîlerin rivâyetlerine benzemez. Dolayısıyla Adevî’nin hadisiyle ihticac edilmesi (hadisinin delil gösterilmesi) helâl değildir. Kendisi, ‘âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin. İşlerinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki tevbe edinceye kadar böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayrı kabul edilir’ şeklinde gelen Câbir hadisinin râvîsidir.2554
6- Hüseyn b. Ali el-Beyhâkî (ö. 458)
Beyhâkî ise, “es-Sünen’ül-Kübrâ” adlı eserinde Câbir b. Abdillah hadisini naklettikten sonra şöyle der: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî ‘Münkerulhadis’dir. Hadisinin mütâbî’i yoktur.2555 Bunu İmam Muhammed b. İsmail el-Buhârî ifâde etmiştir.2556
7- İbnu’l-Cevzi (ö. 597)
İbnu’l-Cevzi, “ed-Duâfâu ve’1-Metrûkîyn” adh eserinde Adevî hakkında şöyle der: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Zührî ve Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis rivâyet eder. Vekî’ İbnu’l-Cerrah (ö. 197) onun için ‘Adevî hadis uydururdu’ demiştir. Buhârî ile İbn Ebî Hâtim er-Râzî: “Adevî münkeru’l-hadis’dir” derlerken, İbn Hibban, “Adevî’nin hadisiyle ihticac edilmesi helâl değildir” demektedir.2557
8- Zehebî (ö. 748)
Zehebî ise, “Mîzânü’l-İ’tidâl fî Nakd’ir-Ricâl” adlı eserinde Adevî ile ilgili şu bilgileri kaydeder: “Buhârî: ‘Adevî, münkerü’l-hadis’dir’ derken, Vekî’ İbnu’l-Cerrah, ‘Adevî hadis uydururdu’ demiş, İbn Hibban ise, ‘Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin hadisi ile ihticac edilmesi helâl değildir’ hükmünü vermiştir.2558
Zehebî, Kütüb-ü Sitte’de rivâyeti bulunan râvîlerin hallerini ortaya koymak için kaleme aldığı “el-Kâşif” adlı eserinde ise, el-Adevî hakkındaki kanaatini “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, daîfun cidden, yani çok zayıf bir râvîdir2559
2554] Muhammed İbn Hibbân, Kitâb'ül-Mecrûhîyn mine’l-Muhaddisîn ve'd-Duafâu ve'1-Metrûkîn, 219
2555] Mütâbî: Rivâyetiyle tek kaldığı zannedilen bir râvînin hadîsine uygun olarak, o râvînin şeyhinden veya daha yukarıdaki şeyhlerden bir başka râvî vasıtasıyla rivâyet edilen aynı hadîse denir. Yâni Fert zannedilen bir hadîsi fert olmaktan çıkaran ve onu takviye eden diğer rivâyet demektir. Daha geniş bilgi için Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 366-368
2556] Beyhâkî, es-Sünen'ül-Kübrâ, 3/171 (Bu eser İbn Türkmânî'nin el-Cevher'un-Nakıy adlı eseriyle birlikte basılıdır)
2557] İbn'l-Cevzi, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîn, 2/138
2558] Zehebî, Mîzânü'l-İ’tidâl fî Nakd'ir-Ricâl, 2/485
2559] Daîfun cidden: Râvîlerin mecruh addedilmesinde kullanılan "daîfun cidden" tâbiri, zayıf tâbiri ile cerhedilen râvîlere nisbetle zayıflık yönünden bir derece daha aşağı olan kimselere delâlet eder. Bu sebeple, haklarında bu tâbir kullanılan râvîlerin hadîsiyle İstişhâd olunmaz (şâhid gösterilmez) yâni delîl olarak kullanılmaz, denemek için de olsa yazılmaz. -T. Koçyiğit, Hadis terimleri Sözlüğü, s. 515-
CUM’A NAMAZI
- 579 -
şeklinde özetlemektedir.2560
9- Hâfız İbn Hacer (ö. 852)
Hâfız İbn Hacer ise, “Tehzîb’üt-Tehzîb” adlı eserinde Adevî hakkında şunları kaydeder: “Buhârî ile Ebû Hatim: ‘Adevî Münkerü’l-hadisdir,’ demişlerdir. Ebû Hatim buna ‘Adevî mechûl bir şeyhdir’ hükmünü de ilâve etmiştir. Dârakutnî (ö. 358) ise; ‘Adevî metruk bir râvîdir’ kaydını koymuştur.2561 İbn Adiy (ö. 365): ‘Adevî’nin az miktarda hadis (rivâyet)’i vardır. İbn Mâce, ondan Cuma namazı hususunda bir tek hadis rivâyet etmiştir. Fakat İbn Mâce’de onun bundan başka hadisleri de vardır’ demiştir.”
Müellif devamla şöyle demektedir: “Buhârî, ‘(Abdullah b. Muhammed el-Adevî, münkerü’l-hadisdir), hadisinin mütâbî’i yoktur,’ derken Vekî’ İbn’i-Cerrah, ‘Adevî hadis uydururdu’ demiş, İbn Hibbân ise, ‘Adevînin rivâyet ettiği haberle ihticac edilmesi helâl değildir’ hükmünü vermiştir.” Dârakutnî: ‘Münkeru’l-hadisdir,’ demiştir. İbn Abdilber ise: ‘Hadis imamlarının tamâmı, bu hadisin, yani İbn Mâce’nin rivâyet ettiği Câbir hadisinin Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin uydurması olduğunu, kendisinin de muhaddisler arasında yalancılıkla damgalanmış bulunduğunu söylemektedirler’ demiştir.2562 İbn Hacer, Adevî hakkındaki bu kanaatini “Takrîb’üt-Tehzîb” adlı eserinde de tekrar etmiştir.2563
10- Nâsıruddin el-Albânî
Asrımızın büyük hadis âlimlerinden biri olan Nâsıruddin el-Albânî ise “İrvâu’l-Galîl” adlı meşhur eserinde Câbir hadisi ve râvîlerinden bahisle bütün itirazları kökünden halledecek şu açıklamaları kaydeder: “Bu hadisi İbn Mâce, Sünen’inde;2564 Ukaylî, ed-Duafâ’sında;2565 İbn Adiy, el-Kâmil fi’d-Duâfâ’sında;2566 Beyhâkî, es-Sünen’ül-Kübrâ’sında2567 ve Vahidî, Tefsîr’inde2568 Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî tarikiyle Velid b. Bükeyr Ebû Cünnâb’dan rivâyet etmişlerdir.”
Bu sened gerçekten çok zayıf bir seneddir ve kendisinde dört ayrı illet bulunmaktadır:
1- Birinci illet; Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ın zayıf olması,
2- İkinci illet; söz konusu şu Adevî’dir. Hâfız İbn Hacer; “Adevî metruk bir kimse olup Vekî’ İbn’l-Cerrah onu hadis uydurmakla itham etmiştir” der. Aynı
2560] Zehebî, el-Kâşif fî Ma'rifeti men Lehû Rivâyetun fi'1-Kütüb'is-Sitte, 2/I28
2561] Metruk: Yalancılıkla itham olunan kimselerin r4ayeti ile teferrüd ettiği, mâlum kaidelere muhâlif hadis olduğuna göre, râvîlerin cerhinde kullanılan Metrûkü’l-hadîs tâbirinin de hadîsi terkedilen râvîler için kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır. Buna göre mezkür tâbir, Kezzâb ve hadis vaz edici (hadis uydurucu) gibi cerhin en şiddetli mertebelerinden bir derece evvel gelir. ve müttehemün bi’l-kizb mertebesiyle aynı derecede yer alır. Geniş bilgi için Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 272-273
2562] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîb'üt-Tehzîb, 3/263-264
2563] İbn Hacer el-Askalânî, Takrîb'üt-Tehzîb, 1/448
2564] 1/343
2565] 2/298
2566] s. 215-216
2567] 3/171
2568] 4/142
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sebeple senedi, Beyhâkî de illetli saymış ve hadisi naklettikten sonra “Adevî münkeru’l-hadis”tir. Hadisinin mütâbî’i yoktur. Bunu Muhammed b. İsmail el-Buhârî söylemiştir” demektedir. Kezâ, Hâfız İbn Hacer, “et-Telhîs’ül-Habir”2569 adlı eserinde; “Adevî, ‘vâhiyü’l-hadis’tir”2570 gibi tâbirlerle aynı mertebede kullanılan bir terimdir. Hakkında bu tâbir kullanılan bir râvînin hadîsi denemek ve araştırmak için de olsa yazılmaz. Ona îtibar edilmez. Şâhid olarak da kullanılmaz2571 demiştir.
Bu hadisi başka bir tarîkle el-Bezzâr da rivâyet etmiş, fakat bunun senedinde de Ali b. Zeyd b. Cüd’ân bulunmaktadır. Dârakutnî; “Hadisin her iki tarîki de sâbit değildir, hadis olarak aslı yoktur,” demiştir. Hâfız İbn Hacer’in bahsettiği diğer rivâyet tarîkı biraz ileride gelecektir. Fakat Hâfız’ın bu ifadesi hadisin birinci tarîkında Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ın bulunmadığı vehmini vermektedir. Hâlbuki hakîkat böyle değildir. Her iki senette de Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin ikisi de mevcuttur.
3- Üçüncü illet; senette bulunan Velid b. Bükeyr Ebû Cünnab’dır. Nevevî, et-Takrîb adlı eserinde Ebû Cünnâb “Leyyinü’l-hadisdir” demektedir.2572 Gerçekten bu hadisin senedinde de ihtilâf edilmiştir ki, bu da ayrı bir illettir.
4- Dördüncü illet de şudur: Hasan b. Hammad el-Kûfî şöyle demiştir: “Bize Abdullah b. Muhammed el-Adevî haber vererek dedi ki; ‘ben Ömer İbn Abdülazîz’i minber üzerinde şöyle derken işittim: Bize Ubâde b. Abdillah Talha b. Ubeydillah’ın şöyle dediğini haber verdi: Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim “Ben hayatta iken veya öldükten sunra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken, kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin...”2573
Bu hadisi el-Bâğandî (ö. 312) “Müsned-i Ömer İbn Abdilaziz”, Ebû Tâhir el-Enbârî “el-Meşîha” ve Ziyâü’l-Makdîsî de “el Muhtâre” adlı eserlerinde nakletmişlerdir. Bunların hepsi de onu Hasan b. Hammad kanalıyla Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den rivâyet etmişlerdir. Adı geçen bu Hasan b. Hammad sika’dır. Dolayısıyla onun bu rivâyeti muhâlifi olan Ebû Cünnâb’ın rivâyetinden öne geçirilmeye daha evlâdır. Bu hadis de Velid b. Bükeyr Ebû Cünnâb’ın Adevî’den rivâyet ettiği Câbir hadisi gibi iki ayrı senetle daha gelmiştir. Ki bu iki senette Adevî yoktur.
Bu hadisin birinci senedi şöyledir: Ferve, el-Hannât’tan; Hannât, Ebû Fâtıma’dan; Ebû Fâtıma, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan; Ali b. Zeyd b. Cüd’ân, Saîd b. Müseyyeb’den; o da Câbir b. Abdillah’tan mevzû-ı bahis olan hadisi rivâyet etmiştir. Bu haberi bu senetle Ziya el-Makdîsî, “el-Muhtâre” adh eserinde2574 nakletmiştir. İkinci senet ise şöyledir: Bakıyye b. Velîd, Hamzâ b. Hasan’dan; o
2569] 4/482
2570] Vâhiyülhadis: Hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan tâbirlerden biri olup "metrukü’l-hadîs" (hadisi terkedilen) ve kezzâb (hadis r4ayetinde yalancılığı meslek haline getiren
2571] Bk. Suyûtî, Tedrîb, s. 223; T.Koçyiğit, A. g. e, s. 501
2572] Leyyinü’l-hadîs: Râvîlerin çürük sayılmasında kullanılan tâbirlerin birinci mertebesinde yer alır. Hadisi metruk olmayıp denemek ve araştırılmak üzere yazılır, demektir. Bk. A. g. e., 248
2573] Bk. İbnu’l-Bâğandî, Müsned-i Ömer İbni Abdilazîz, s. 12; Ebû Tâhir el-Enbârî, el-Meşîha, 1/164; Ziyâü'l-Makdîsî, el- Muhtâre, 10/102-103; Abdü’bni Humeyd, el-Müntehâb, 2/124
2574] 10/101-7
CUM’A NAMAZI
- 581 -
da, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan söz konusu haberi rivâyet etmiştir. Bu senedi ise Abdü’bnü Humeyd, “el-Müntehâb “adlı eserinde rivâyet etmiş,2575 ondan da İbn Asâkîr2576 nakletmiştir.
Bu iki senedin ikisi de zayıftır. Zira bu iki seneddeki râvîler -İbn Cüd’an ve Bakiyye hâriç- muhadissler arasında tanınmamaktadırlar, yani ikisi de meçhuldür. İbn Cüd’an ve Bakıyye ise zayıftırlar.
Hadisin Câbir b. Abdillah’tan gelen başka bir tarîkına daha rastladım. Ayrıca Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen başka bir senedini buldum. Bu tarîkına gelince, Nasr b. Hammâd vâsıtasıyla rivâyet edilmiştir. Nasr şöyle demiştir; “Bize Muhammed b. Mutarrif el-Gassânî, Zeyd b. Eslem’den; o da Câbir b. Abdillah’tan şöyle dediğini haber vermiştir: ‘Bize Peygamber (s.a.s.) hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu: ‘Ben hayatta iken veya öldükten sonra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin...”
Bu senedi, Ziyaü’l-Makdîsî “el-Müntekâ min Mesmûâti bi-Merv” adlı eserinde nakletmiştir.2577
Bu senet de gerçekten çok zayıftır. Bunun musibeti de Nasr b. Hammad’dır. Zira Yahya b. Maîn: “Nasr Kezzâb’dır (yani hadis rivâyetinde yalancılığı meslek hâline getiren bir kimsedir.)” demiştir.2578
Nesâî: “Nasr, sika değildir”2579 derken İmam Müslim: Nasrr, Zâhibü’l-hadis’tir demiştir.2580 Salih Cezere ise: “Nasr bin Hammâd’ın hadisi yazılmaz” demiştir. Ahmed bin Hanbel de Yahya b. Maîn’den naklen “Kezzâb’dır”2581 hükmünü vermiştir.
Sanıyorum, Ukâylî birinci senedin akabinde, “Bu kelâm zayıflıkta buna benzer bir senedle başka bir yoldan daha rivâyet edilmişti2582 derken bu tarîka işaret etmiştir.
Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edilen şâhidine gelince, onun metni şöyledir: Rivâyete göre Ebû Saîd demiş ki: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bize bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu: “Allah, içinde bulunduğum bu senenin, bu ayının bu saatinde bu makamında kıyâmete kadar size Cuma namazını farz kıldı. Âdil veya zâlim bir İmamı olduğu halde özürsüz olarak her kim onu terkederse, o kimsenin
2575] 2/124
2576] 2/217-229
2577] Ziyaü'l-Makdîsî, el- Müntekâ min Mesmûâti bi-Merv, 1/50
2578] Kezzâb: Hadis rivâyetinde yalancılığı meslek haline getiren râvîler için kullanılır. Cerh lafızları arasında en kötü mertebeye delâlet eden tâbirlerden biridir. Mübâlâğa sığasıyla bir işin fâilini gösteren bu kelime, “çok yalancı” mânâsına gelir. Böylelerinin rivâyeti asla kabul edilmez. Bk. T. Koçyiğit, A. g. e., s. 230
2579] Sika Değildi: Bu tâbir, cerh tâbirlerinin en şiddetlilerinden olup bu vasfa sahip olan râvînin ve hadisinin terkedildiğine delâlet eder. Gerek adâlet gerekse zapt yönünden güvenilir olmayan kimseler hakkında kullanılır. Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 247
2580] Zâhibü'l-hadîs: Hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan zâhibü’l-hadîs tâbiri, sâkıt (berbad) olan, hadisi hiçbir sûrette yazılmayan râvîlere delâlet eder. İbn Salah, İbn Ebi Hatim'e uyarak bu tâbirin dördüncü mertebede metrûkü'l-hadis ve kezzâb tabiriyle aynı mertebede olduğunu belirtmiştir. -Koçyiğit, A. g. e., s. 512-
2581] Bu konuda Bk. Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl, 4/250-251
2582] Taberânî, Mıı'cem'ül-Evsât, 1/41-48; Nûreddîn el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâîd, 2/170-179
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iki yakası bir araya gelmez ve onun işinde bereket yoktur. Bilmiş olun ki, böylesinin ne namazı, ne haccı, ne zekâtı, ne de iyiliği kabul edilir.”
Bu haberi, Taberânî, “Mu’cemu’l-Evsât” adlı eserinde Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî tarîkıyla rivâyet etmiştir. Atiyye el-Bâhilî demiştir ki;” Bize Fudayl b. Merzuk, Atıyye’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bu hadisi haber verdi...” Taberâni şöyle diyor: “Bu haberi, Attıyye’den Fudayl’dan başkası, Fudayl’dan da Mûsâ’dan gayrisi rivâyet etmemiştir.”
Bu haberin senedi ise Atıyye ve Fudayl b. Merzuk sebebiyle zayıflığı müselsel (zincirleme olarak zayıf) bir senettir. Ben bu iki râvînin durumunu “Silsiletü’l-Ahâdîsi’d-Daîfe” adlı eserimde açıkladım.2583 Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî’ye gelince, bu zât meçhul bir râvî olup ben onu tanımıyorum. Bu hadisi el-Heysemî, “Mecmau’z-Zevâîd” adlı eserinde Taberî’den naklederek şöyle demiştir: “Bu haberi Taberânî, el-Evsat’ında rivâyet etmiştir. Senedinde Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî var ki, ben onun “terceme-i hâl”inden bahseden hiçbir kimse bulamadım. Geriye kalan râvîleri ise sika râvîlerdendir.”2584
Bu nasıl olur? Hâlbuki geriye kalan râvîleri arasında Fudayl b. Merzuk ve Atıyye el-Avfî bulunmaktadır. Ki Fudayl b. Merzuk hâl bakımından Atıyye’den daha fenadır.2585 Sonra, bu hadisin “Âdil veya zâlim bir İmamı olduğu halde” ifadesi dışında aynı lafızlarla Said b. Müseyyeb tarikıyla Câbir b. Abdullah’tan gelen başka bir senedini daha buldum. Bunu da Ebû Ya’lâ, Müsned’inde Fudayl b. Merzuk’tan nakletmiştir. Fudayl demiş ki; “Bana Velid b. Bükeyr Ebû Cünnâb, Muhamed b. Ali’den, o da Said İbn Müseyyeb’den bu şekilde haber verdi”.2586 Bu Velid daha önce sözü geçen ve zayıf bir kimse olan Ebû Cünnab değilse, ben onu tanımıyorum. Bu sebeple hadisin senedinde ıztırab vardır, (yani hadis muzdariptir). Zira söz konusu bu hadisi bâzan Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den, o da Ali b. Zeyd b. Cüd’an’dan, o da Said b. Müseyyeb’den rivâyet eder. Bâzan da Muhammed b. Ali’den, o da Said b. Müseyyeb’den rivâyet eder. Fakat râvisi Fudayl b. Merzuk, hâfıza cihetinden zayıftır. İbn Ebû Hatim bunu “el-İlel”inde2587 Velîd b. Bükeyr’den iki ayrı tarîkıyla da rivâyet ederek şöyle demiştir: “Babam, ‘bu, münker bir hadistir’ dedi. Ben babama: ‘Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin hâli nedir?’ diye sordum. Babam, ‘Meçhul bir şeyhdir. Kezzâb (hadis rivâyetinde yalanı meslek hâline getiren bir râvî)dir,’ cevabını verdi.2588
Câbir Hadisi ile İigili Diğer Görüşler
İbn Hacer “et-Telhîsu’l-Habir” adlı eserinde ve ondan naklen Şevkânî “Neylü’l-Evtâr”ında bu konuda şunları kaydeder: “Bu hadisi İbn Mâce rivâyet etmiştir. Senedinde Abdullah b. Muhammed el-Adevî vardır ki, o ‘Vâhiyü’l-hadistir’. Bu hadisi başka bir kanalla el-Bezzâr da Müsnedin’de rivâyet etmiştir. Fakat bunun senedinde de Ali b. Zeyd b. Cüd’ân vardır. Dârakutnî, ‘bu hadisin hiç bir senedi sahîh değildir,’ demektedir. İbn Abdilber ise, “bu haber ‘vâhiyü’l-isnâd’dır’
2583] Bk. Nâsıruddîn el-Albânî, Silsiletü'l-Ahâdîsi’d-Daîfe, 1/35
2584] Nûreddîn el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/170-179
2585] Bk. Nâsıruddin el-Albânî, A.g.e., 1/35-36
2586] Ebû Ya'lâ, Müsned, 2/107
2587] İbn Ebî Hatim, Kitâbü’l-İlel, 2/128-129
2588] Nâsıruddin el-Albânî, İrvâu'l-Ğalîl, 3/50-54
CUM’A NAMAZI
- 583 -
demiştir.2589
İbn Hacer el-Askalânî, “el-Kâfi’ş-Şâfî fî Tahrîc-i Ahâdîsi’-l-Keşşaf” adlı eserinde ise şöyle der: “Bu hadisi İbn Mâce, Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den rivâyet etmiştir. Vekî’ İbn Cerrâh’tan rivâyete göre Adevî hadis uydururdu. Ancak hadisin Ebû Ya’lâ’nın Müsnedinde Fudayl b. Merzuk tarîkıyla gelen başka bir senedi daha var ki bu senet hakkında biraz düşünmek gerekir! Ebû Ya’lâ demiştir ki, ‘bu haberi Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat’ında Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî, Fudayl b. Merzuk tarîkıyla Atıyye el-Avfî’den; o da Ebû Saîd’den rivâyet etmiş, aynı zamanda Yahya b. Habîb onu Mûsâ b. Atıyye’den tek başına nakletmiştir’ açıklamasını getirmiştir.” Bu haberi Es’ad b. Mûsâ ve Abdullah b. Salih el-Iclî, Fudayl b. Mezruk’tan, onlar da Velid b. Bükeyr’den, Velid, Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den, o da Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, o da Said İbn Müseyyeb kanalıyla Câbir b. Abdillah’dan haber vermiştir. Şu halde haberin diğer bütün tarîkları Abdullah b. Muhammed el-Adevî’ye dönmüş oldu.2590
Hanefî ulemâsından Ziy’â’uddin Ebû Hafs el-Mevsılî (ö. 622) ise, mevzû (uydurma) hadisleri bir araya toplamak için kaleme aldığı “el-Muğnî an’il-Hıfz ve’1-Kitab bi-Kavlihim Lem Yesıhha Şey’un fî Hâze’l-Bâb” adlı eserinde2591 konumuz olan Câbir hadisini de zikrederek; “Bu konuda Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet edilen hiçbir hadis sahih değildir” açıklamasını yapmıştır.
Buraya kadar yapılan incelemelerden de anlaşılacağı üzere, Hanefîlerin devlet başkanı şartını ileri sürerken dayandıkları Câbir hadisi, -Zafer Ahmed el-Osmânî et-Tahânevî gibi tarafgir ve mutaassıp âlimlerin yüzeysel inceleme ve iddialarının aksine -netice itibariyle Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî etrafında toplanmakta olup bu râvîlerin her ikisi de hadis imamları tarafından mecruh addedilmişlerdir. Bilhassa Abdullah b. Muhammed el-Adevî hem kendi döneminde hem de müteâkib devirlerde yaşayan hadis otoritelerinin tamamı tarafından münker, metruk ve kezzâb sayılmış, yani mecruha çıkarılmış olup hakkında bir tek imâmın müsbet ifadesine rastlamak mümkün değildir. Nitekim İbn Abdilber: “Hadis imamlarının tamâmı, bu hadisin, yani İbn Mâce’nin rivâyet ettiği Câbir hadisinin Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin uydurması olduğunu, kendisinin de muhaddisler nazarında yalancılıkla damgalanmış bulunduğunu söylemektedirler”2592 diyerek Adevî’nin kimliğini ve hadisinin mâhiyetini itiraza mahal kalmayacak şekilde ortaya koymuştur. Böyle bir hadisle amel etmek başta Ebû Hanîfe’nin kendi usûlüne de aykındır. Zira o, bir hadisin delil olması için râvîsinin sika (güvenilir) ve adâlet sahibi olmasını şart koşmuştur.
Hadisin râvîleri sebebiyle asılsız olması bir yana, metninin muhtevâsı da asılsız olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü hadisde hacc’dan bahsedilmektedir. Hâlbuki hacc ibâdeti, her ne kadar câhiliyye devrinde müşrikler tarafından da biliniyor olsa bile, İslâmîyette Cuma namazının farz kılınışından çok sonraları meşrû kılınmıştır. Bir kavle göre hacc, hicretin altıncı senesinde,
2589] İbn Hacer el-Askalânî, et-Telhîsu’l-Habîr fî Tahrîci’r-Râfî'il-Kebîr, 4/486; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr Şerhu Müntekâ'l-Ahbâr min Ahâdîs-i Seyyidi’l-Ahyâr, 3/222
2590] İbn Hacer el-Askalânî, el-Kâfı'ş-Şâf fî Tahrîc-i Ahâdîs'il-Keşşaf. Adından da anlaşılacağı üzere bu eser, Zemahşerî'nin Keşşaf’ında geçen hadislerin asıllarını ortaya koymak için yazılmış olup Keşşaf ile birlikte basılıdır, 4/171
2591] Bk. varak, 4a
2592] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîb'üt-Tehzîb, 3/263-264
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meşhur olan diğer bir kavle göre de hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştır. Cuma namazının farz olduğunu beyan eden âyet ise, hicretin hemen ilk günlerinde nâzil olmuştur. Cuma namazı Mekke’de iken Rasûlullah (s.a.s.) tarafından farz kılınmasına rağmen onun farziyyetini tasdik eden âyet ise hicretin hemen ilk günlerinde Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı ilk Cuma namazında meydana gelen bir olay üzerine nâzil olmuştur. Söz konusu Câbir hadisi Cuma namazının farz kılındığı târihi tesbit ederek söze başladığına göre, bu hâdisenin, ilgili âyetin inişini müteâkiben veya Rasûlullah (s.a.s.)’in Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Ranûna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları yurdunda kıldırdığı ilk Cuma namazının hutbesi esnasında meydana gelmiş olması gerekir. Her iki durumda da Peygamber’in (s.a.s.) bu açıklamasının(!) hacc ibâdetinin farz kılınmasından en olumlu yaklaşımla en az altı yıl önce vuku bulduğunu görüyoruz. Kezâ oruç ibâdeti de bizden önceki ümmetlere de farz kılınmış bir ibâdet olmakla birlikte, İslâm’da, hicretin ikinci yılında, yani Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye gelişinden bir buçuk yıl sonra Şaban ayının onuncu gününde farz kılınmıştır. Zekât ibâdetinde de durum böyledir. O da oruçtan önce olmak üzere hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır.
Şu halde henüz ortada ne oruç, ne zekât ve ne de hacc ibâdeti yokken 2 ila 9 yıl aradan sonra meşrû kılınacak olan ibâdetlerden bahisle Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bilmiş olun ki böylesinin ne haccı, ne zekâtı ne de orucu kabul edilir...” buyurmuş olması garip değil midir?
Rasûlullah’ın (s.a.s.) henüz farz kılınmayan ve insanlar tarafından farziyyeti ve fazîleti bilinmeyen birtakım ibâdetlerden bahsedip, bunların kabul edilmeyeceği ihtarıyla sahâbeyi ve onların şahsında diğer insanları bu namaza teşvik etmesi mantıkla bağdaşır bir durum değildir. Hem bu husus, kelâmın belâğati ile bağdaşmayan bir şeydir. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s.) insanların en fasih ve en beliğ konuşanıdır. Bunda hiç şüphe yoktur. Bir sözün belâğati ise, fesâhatiyle birlikte muktezâ-yı hâle (ortamın gerektirdiği duruma) uygunluğu ile bilinir.
Diğer bir husus da hadisin değişik yollarla gelen metinleri karşılaştırıldığı zaman, bir birinden farklı lafızlar ihtvâ ediyor olmasıdır. Meselâ, aynı hadisin, Ebû Ya’lâ’nın Müsned’inde2593 geçen metninde, “âdil veya zâlim bir imâmı varken...” ifadesi mevcut değildir. Bu da,- hadisi sahih saysak bile,- bu ifadenin metne ya sonradan sokulmuş olacağı ya da metin üzerinde tahrifat yapılmış olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Bütün bu hususlar, metin tenkidi açısından hadisin uydurma olduğu izlenimini veren veriler olarak değerlendirilir. Haddizatında hadis uydurma değil de sahih olsaydı, Mevsılî’nin onu mevzûatında zikretmesinde, İbn Hacer ve İbn Abdilber gibi büyük hadis hâfızlarının, “bütün hadis imamları onun uydurma olduğunu söylüyorlar” demelerinde ne gibi bir maksatları olabilirdi? Ömrünü hadis ilmine ve Peygamber’in (s.a.s.) hadislerini ezberlemeye vakfeden bu insanları, maksatlı olarak sahih bir hadise uydurma hükmünü vermiş olma ihtimâlinden tenzih ederiz.
Netîce itibariyle Hanefîlerin delil olarak ileri sürdükleri bu haber gerek senet, gerekse metin yönünden sahih değildir. Dolayısıyla böyle bir delile dayanılarak ileri sürülen hükmün de sahih olamayacağı âşikârdır. Zira daha önce de ifade edildiği gibi, ortaya konan hükmün sahihliği Hanefîlerin de kabul ettikleri
2593] 2/107
CUM’A NAMAZI
- 585 -
şekilde dayandığı delilin sahih olmasına bağlıdır. Delil sahih olmayınca ona bağlı olarak ileri sürülen hüküm de sahih olamaz. Bir şeye körü körüne saplanan “ve ben böyle diyorsam, bu böyledir” diyen inatçı câhil ve mutaassıp kimseden başkası bunu inkâr edemez.
Bir an için bütün bu verileri yok farzederek hadisin sahih olduğunu kabul etsek bile onda, Cuma namazını, devlet başkanı veya görevlendireceği nâibi kıldırırsa sahih, aksi halde geçersiz olacağını gösteren herhangi bir delil söz konusu değildir. Zira haberde Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için devlet başkanının şart olduğunu gösteren hiçbir ifâde yoktur. Aksine âdil olsun, zâlim olsun herhangi bir devlet başkanı (İmam) varken Cuma namazını terkeden kimse zemmedilmektedir. Sonra haberdeki İmam lafzıyla mutlak olarak devlet başkanı kastedildiği de tartışma götürür bir şeydir. Bu lafızla devlet başkanı kastedilmiş olabileceği gibi, namaz karînesiyle, bizzat namaz kıldırmakla görevli imam da kastedilmiş olabilir. Devlet başkanı kastedildiğini gösterecek herhangi bir karîne ise mücerret lafzın dışında mevcut değildir.
Burada herşeyden önce ısrarla üzerinde durulması gereken asıl önemli husus, Hanefîlere göre “haber-i âhad” tarikiyle gelen bir hadisle Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünün tahsis edilip edilemeyeceği konusudur. Zira Hanefîler de dâhil yeryüzünde yaşamış ve yaşamakta olan ve de ilimden nasibi olan bütün insanların kabul ettiği gibi Kur’ân-ı Kerîm Cuma namazını kayıtsız şartsız ve mutlak olarak farz kılmaktadır. Hanefîler ise, Câbir hadisine dayanarak devlet başkanı şartını ileri sürmekle Kur’an’ın bu mutlak ve umûmî hükmünü devlet başkanıyla kayıtlamış ve bu namazı devlet başkanına tahsis etmiş oluyorlar.
Âşikârdır ki, Câbir hadisi (mevzû olmayıp sahih bile olsa), haber-i âhad tarikiyle gelmiştir. Meşhur veya mütevâtir değildir. Zâten öyle olsa, hiç bir âlim onu tartışma konusu yapamaz ve uydurma olduğunu söyleyemezdi. Dolayısıyla böyle bir hadisle gelen hüküm hanefî İmamlarına göre şart sayılamaz, onunla Kur’ân’ın hükmü tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Çünkü onlar, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmünü sübut ve delâlet yönünden kat’î, haber-i âhad’ı ise sübut bakımından zannî kabul ederler. Bu itibarla da cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek böyle zannî olan bir şeyle, kat’î olan bir şeyin tahsis edilemeyeceği görüşünde şiddetle ısrar ederler. Onların usûlüne göre, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmü ancak Kur’ân’dan bir âyet yahut mütevâtir sünnet veyahut da meşhur bir haber gibi aynı kuvvette başka bir delille tahsis edilebilir. Çünkü onlara göre tahsis, beyan değil; âmm’ın ifade ettiği hükmün bir kısmıyla ameli iptal etmektir. Daha açık bir ifadeyle Kur’ân’ın hükmünü neshetmektir.2594
Nitekim daha önceleri de belirtildiği gibi hanefî imamlarının usûl kitapları bu kaide ile doludur. Meselâ, hanefî ulemâsından İmam Serahsî, “Usûlü’s-Serahsî” adlı meşhur eserinde bu hususla ilgili geniş açıklamalardan sonra şunları kaydeder: “Başlangıçta herhangi bir delille hususîliği sâbit olmayan âmm’ı (Kur’an’ın umûmî hükmünü), haber-i vâhid ve kıyas ile tahsis etmek câiz değildir”.2595
Şemsüddin et-Taftazanî ise, “et-Telvîh ale’t-Tavzîh” adlı eserinde bu hususla
2594] Bu konuda Bk. Şevkânî, İrşâdül-Fuhûl, S. 267-268; M. Ebû Zehra, Usûlü'1-Fıkh, s. 159; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz Fi Usûl'il-Fıkh, s. 318; Molla Hüsrev, Mir'âtü'1-Usûl fî Şerh-i Mirkâti'i-Vusûl, 1/353 Âmidî, el-İhkâm Fî Usûli'l-Ahkâm, 2/103
2595] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 1/133-142
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilgili olarak şöyle der: “Haber-i âhad ile Kur’ân nassı tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Haberi âhad Kur’an ile çeliştiği zaman, reddedilir. Zira kitap ondan önce gelir. Çünkü Kitap sübut bakımından kat’îdir ve nazmı mütevâtirdir. Metin ve senedinde şüphe yoktur. Haber-i âhad ise zannî olduğu için Kitabın dûn’unda (aşağısında)dır. Bu sebeple onunla Kur’ân’ın tahsis edilmesi câiz değildir. Zira tahsis tefsirdir. Bir şeyin tefsîri ise ancak kendisine denk veya daha üstün olan bir şeyle mümkün olur.2596
Azımâbâdî’nin beyanına göre Hanefîlere ait “Nûr’ul-Envâr” adlı eserde ise, bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Nesih, umumiliğini ve mutlaklığını iptal edip aslını bırakmak sûretiyle hükümde meydana getirilen bir vasıftır. Bu ise, nassa ziyade yapmak gibidir. Çünkü nassa ziyade yapmak bizce bir nesihden ibarettir. Ve bize göre mütevâtir ve meşhur haberden başkasıyla nesih yapılması câiz değildir.2597
Hanefîlerin bu husustaki sert tavırlarına, fürû’ ile ilgili kitaplarında da bol bol rastlamak mümkündür. Nitekim İmam Kâsânî “Bedâî” adlı eserinin Cuma namazı bahsinde, sahih sünnete dayanarak iki hutbe arasındaki oturuşu ve hutbede kıraati2598 şart sayan İmam Şâfiî’yi eleştirirken, mezhebinin bu husustaki tavrını şöyle açıklar: “Allah Teâlâ Cuma namazını, Kur’ân okumak ve iki hutbe arasında oturmaktan bağımsız ve mutlak olarak emretmiştir. Dolayısıyla bunlar âhad haberle şart sayılamaz. Zira bu durumda âhad haber, Kur’ân’ın hükmünü neshetmiş olur. Hâlbuki âhad haber’in Kur’an’ı neshetmesi mümkün değildir. O, ancak Kur’an’ı ikmal eder.2599
Daha önce de değindiğimiz gibi İmam Kâsânî, keşke aynı eleştiriyi kendi mezhebinin koyduğu şartlar için de yapıp “Allah, Cuma namazını devlet başkanı, şehir ya da köy ile kayıtlamaksızın mutlak olarak farz kılmıştır. O halde bu namazın mutlak olarak kayıtsız, şartsız kılınması gerekir” deme cesaretini gösterebilseydi, o zaman, kendisinin çağlar ve mezhepler üstü bu tarafsız kararını alkışlayabilirdik. Ama ne var ki, o bütün mükallid imamların yaptığını yaparak alışılagelen bir tarafgirlikle kendi mezhebini müdâfaa etme yolunu seçmiştir.
Hanefîlerin koyduğu bu kaideyi kendileri için işlettiğimiz zaman İmam Şâfiî kadar, kendilerinin de haksız olduğunu, esas aldıkları kaideyi kendilerinin çiğnediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira kendileri de âhad haberlere dayanarak Cuma namazının sahih olabilmesi için devlet başkanı ve şehir gibi şartları ileri sürerek Kur’an’ın bu husustaki hükmünü neshetmişlerdir. Kaldı ki onlar ne şehir ne de devlet başkanı şartını ileri sürerken İmam Şâfiî’nin dayandığı delil kadar sahih bir habere de dayanmıyorlar. Şâfiî’nin burada dayandığı deliller tevâtür derecesinde sahih iken Hanefîlerin devlet başkanı ve şehir şartını ileri sürerken dayandıkları deliller, ortaya koyduğumuz gerçekler ışığında da görüldüğü üzere tamamen asılsız veya en azından kendi usûl kaidelerine tahammül edebilecek güçte değildir.
Şimdi bir taraftan Peygamber’in (s.a.s.) sahihliği tartışmasız olan fiilî sünnetine dayanarak hutbede Kur’ân okunmasını ve iki hutbe arasında oturulmasını
2596] Şemsüddin et-Taftazânî, et-Telvîh ale't-Tavzîh, 1/41 vd.
2597] Şemsü'1-Hak Azımâbâdî, et-Tahkîkâtü'1-Ulâ, s. 35
2598] Kur’an’dan bir âyet okumayı
2599] Kâsânî, Bedâiu's-Sanâyî Fî Tertibi'ş-Şerâyî, 1/263
CUM’A NAMAZI
- 587 -
şart sayan İmam Şâfiî’ye “haber-i âhad ile sâbit olan bir şey şart sayılamaz, bu, Kur’ân’ın hükmünü neshetmek olur. Haber-i âhad’ın, Kur’ân’ın hükmünü neshetmesi ise, bize göre câiz değildir” diyerek karşı çıkıp onun bu ictihadını Kur’ân’m umûmî hükmünü neshetme sayacak ve bunun câiz olamayacağını söyleyeceksiniz, diğer taraftan siz, hadis olup olmadığı tartışmalı olan ve muhaddis ülemâ’nın uydurma olduğunu söylediği bir haberle Cuma namazının ancak devlet başkanı tarafından kıldırıldığı takdirde sahih ve mûteber olacağını söyleyecek ve bunu şart koşacaksınız! Bundan daha büyük bir çelişki olabilir mi? Fakat asıl çelişki ihtilâfa düştükleri meseleleri Kur’ân’a ve sünnete havâle etmesi gerektiğine inanan mü’minin, bu ihtilâflarını Kur’ân ve sünnete arz etmeden bir mezhebin, kendi usûlleri açısından dahi tutarsız olan böyle bir görüşüyle amel edip kat’î bir farzı terk etmeleridir. Hanefîler’in bu usulü, sahîhliği sâbit olan haber-i âhad ile ilgili olarak ortaya koydukları düşünüldüğü zaman çelişkinin boyutları daha da artmaktadır. Zira Câbir hadisi, şâyet uydurma değilse, asla sahih de değildir.
İzn-i Âmm (Genel İzin)
Genel izin (izn-i âmm) meselesi, “Zâhir’ür-rivâye” tâbir edilen mûteber görüşleri arasında bulunmadığından hanefî mezhebine göre mutlaka riâyet edilmesi gereken bir şart olmadığı gibi, cumhûr-ı ulemâya göre de şart değildir. O halde sadece devlet başkanın eşrâfıyla beraber kendi başına kılacağı namazın sahih olup olamayacağı ve câmi kapısının herkese açık olması ile ilgili olarak ileri sürüldüğünü gösteren ve Haber kaynaklarında geçen bazı zayıf ve münferit rivâyetleri bir kenara bırakacak olursak, iznü âmm meselesi hiçbir mezhebe göre Cuma namazının sıhhati hususunda belirleyici bir özelliğe sahip değildir. Buraya kadar ortaya koyduğumuz bütün belge ve hakikatler üst üste toplanınca, hiç bir kimsenin, Hanefîlerin İslâm devletiyle kayıtlı olarak ileri sürdükleri devlet başkanı ve genel izin gibi şartlardan yola çıkarak Cuma namazının bir devlet namazı, hutbesinin de siyâsî bir konuşma olduğu, bu münâsebetle İslâm devleti dışında kılınamayacağı görüşünden hareketle Curna namazını terketmesinin câiz olmadığı sonucuna varılır.2600
Cuma Namazı Etrafındaki Şüpheler
Dâru’I-Harpte Cuma Namazı
Hanefîler’in Bu Hususla ilgili Görüşleri:
Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunlarının bulunmadığını belgelerle ifade etmiş bulunuyoruz. Hanefîler’e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve “Dâru’l-Harp Fıkhı“nın gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir. Aşağıda sunacağımız Hanefî âlimlerine ait görüşler dikkatle değerlendirildiğinde, tüm Hanefî âlim ve müctehidlerine göre devlet başkanı şartının sadece İslâm devletinin fiilen mevcut olduğu dönemlerle sınırlı bir şart sayıldığı ve “Dâr’ul-Harp”te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının kayıtsız şartsız kılınacağının “gâyet net” bir dille
2600] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ifade edildiği, diğer bir ifadeyle İmam Ebû Hanîfe’nin bu husustaki görüşünün diğer Hanefî âlimleri tarafından kabul görmediği açıkça müşâhede edilecektir.
Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin bir çoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle demektedir: “Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.2601
Kezâ İmam Serahsî’nin, (ö. 490) “el-Mebsût” adlı eserinde kaydettiğine göre, devlet başkanı veya devleti temsil eden vali bulunmadığı zaman, Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı konusuyla ilgili olarak İbn Rüstem, İmam Muhammed’den naklen şöyle demiştir: “Şâyet Afrika valisi ölse, insanlar da herhangi bir kişinin arkasında toplansalar ve o da kendilerine Cuma namazını kıldırsa, onların bu namazı sahih ve mûteberdir. Zira Hz. Osman (r.a.) muhâsara edildiği zaman, insanlar Hz. Ali’nin (r.a.) arkasında toplanır o da onlara Cumayı kıldırırdı.2602
Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, “el-Bedâî” adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başkanı ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te’vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der: “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başkanı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişinin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim “El-Uyûn”da İmam Muhammed’den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edildiği zaman insanlar Hz. Ali’yi öne geçirmişler, o da onlara Cuma namazını kıldırmıştır.2603
Kâsânî’nin “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır.” ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru’l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.
Hanefî ulemâsından devlet başkanı şartına sadece İslâm devletinde riâyet edileceğini söyleyenler yalnızca İmam Muhammed, İbn Rüstem, Kerhî, Serahsî ve Kâsânî ile sınırlı olmayip daha önce de belirttiğimiz gibi eski ve yeni bütün Hanefî ulemâsı bu görüştedirler.
Meselâ, meşhur Hanefî imamlarından İbn Nüceym, “el-Bahru’r-Râik” adlı eserinde bu hususta şunları kaydeder: “Şâyet hiçbir şekilde kadı veya ölmüş olan halîfenin yerine geçen halîfesi de yoksa, halk da bir kişinin Cuma
2601] Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu's-Sağîr, s. 111
2602] Serahsî, el-Mebsut, 2/34
2603] Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî, 1/261
CUM’A NAMAZI
- 589 -
namazını kıldırmak üzere öne geçirilmesi üzerinde birleşecek olsalar, zarurî olarak câizdir.2604
Hanefîlerin son mûteber kaynağı olan İbn Âbidin’in “Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr” adlı eserinde ise konu ile ilgili olarak bütün tartışmaları kökünden halledecek şu nefis açıklamaya yer verilir: “Cuma namazı insanların en zâlimi olan Haccac zamanında bile kılınmaya devam etmiştir. Hâlbuki o, İslâmî hükümlerin tamamını tatbîk etmiyordu... Bu sebeple bir beldede vali vefat etse yahut herhangi bir fitne sebebiyle Cuma namazına gelemese ve Cuma namazını kıldırma yetkisine sahip olanlardan hiç birisi de bulunmasa, cemaat zaruri olarak aralarından kendilerine bir hatîp seçerler ve Cuma namazını kılarlar... Bu sûretle -kâfirlerin istila ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen- fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir, diyenlerin cahilliği ortaya çıkmıştır”.2605
İşte Hanefî ulemâsının ifadelerinden sadece işlerine geleni alıp hakikatleri gizleyerek ya da yeterli araştırmayı yapmadan Hanefîlere ait okuduğu sadece bir iki kitapta onların devlet başkanı şartına ilişkin ifadelerine rastladığında sonunun nasıl biteceğini beklemeden bu ifadelere sarılarak devlet başkanını Cuma namazının “olmazsa olmazı” gibi gösteren ve “kraldan çok kralcı”’ kesilenlere İbn Abidin gereken cevabı burada uygun bir dille vermiş oluyor. Bu cevabın üstüne onlara söylenecek her sözün zâid olduğunu düşünüyoruz.
İbn Abidin’in sözünü ettiği Haccac sadece zâlimliği ile tanınan bir kimse değlidir. Cumhûr-ı ulemâ onun küfrüne bile kail olmuştur. Nitekim İmam Nevevî bu hususta şunları kaydeder: Cumhûr-ı ulemânın deliline gelince şudur: “Sahâbe ve Tâbiûn’dan büyük bir cemaatin Haccac’a karşı kıyam etmeleri sadece fâsık ve zâlim olduğundan ötürü değil, bilakis Haccac’ın şeriatın ahkâmını değiştirmesi ve küfrünün ortaya çıkmış olması sebebiyledir.”2606
Demek oluyor ki Sahâbe ve Tâbiûn’dan büyük bir cemaat, Haccac’ı tekfir ederek ona karşı kıyam etmelerine rağmen Mekke’de onun zamanında, hatta onun arkasında bile diğer insanlar Cuma namazı kılabiliyorlardı. Elbette biz bununla kâfirin arkasında Cuma kılınacağını söylemek maksadını taşımıyor, sadece iki olayı birbirine bağlayarak hayretimizi ifade etmek ve bu arada kâfirlerin hâkimiyyeti altında dahi Cuma kılınacağı görüşümüzü tekrar etmek istiyoruz.
Devlet başkanının bulunup bulunmamasına bakılmaksızın Cuma namazının kılınacağı hususunda çağdaş Hanefî ulemâsından meşhur fakîh ve müfessir Vehbe Zühaylî de şunları kaydeder: “İmam’ın izni ve kendisi olmadan Cuma kılmak sahih ve mûteberdir. Zira Hz. Osman’ın Kûfe Valisi Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt bir gün Cuma namazını kıldırmaya gelmemişti. Bunun üzerine İbn Mes’ûd onun izni olmadan sahabîlerin de hazır bulunduğu cemaate Cuma namazını kıldırmıştır.2607
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. O da, Mekke fethinde müslüman olup serbest bırakılan esirlerden (Tulakâ’dan) biri olan bu vali’nin Hücurât Sûresinin 9. âyetiyle Allah tarafından fâsıklığının tescil edilmiş
2604] İbn Nüceym, Bahru’r-Râîk, 2/155
2605] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'I-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr'il-Ebsâr, 2/138
2606] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 12/471; Ömer Abdurrahman, Esnâfu'l-Hükkâm ve Ahkâmuhum, s. 29
2607] Vehbe Zühaylî, et-Tefsîru'l-Münîr, 28/208 Vehbe Zühaylî, et-Tefsîru'l-Münîr, 28/208
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasıdır. Kezâ Hz. Osman zamanında Mekke valisi olan bu Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt’in bir özelliği de müslüman olduktan sonra bile “Şâribü’1-leyl ve’n-nehâr “ (gece gündüz içki içen) bir kimse olarak meşhur olmasıdır. Nitekim rivâyete göre bu şahıs sarhoş olarak bir sabah namazını kıldırmaya gitmiş ve iki yerine dört rekât kıldırdıktan sonra cemaate dönüp alay edercesine; “daha artırayım mı?” diye sormuştur. Hz. Osman bu suçundan dolayı onu görevinden azledip Hz. Ali’nin emri ile ona hadd-i şürb (içki cezası) uygulamıştır.2608
Sanırız sahâbîlere imam olup Cuma ve diğer namazları kıldıran bu iki validen, iyi-kötü demeden istisnâsız bütün imamların arkasında Cuma ve beş vakit namazı kılmayan mü’minlerin çıkaracağı bir ders vardır herhalde.
Vehbe Zuhaylî, devlet başkanı ve izni olmaksızın Cuma kılınacağı görüşüne delil getirerek devamla şöyle der: “Aynı şekilde Hz. Osman âsîler tarafından muhâsara edilince Cuma namazını sahâbeye Hz. Ali kıldırmış, fakat Hz. Ali’nin Hz. Osman’dan izin aldığı rivâyet edilmemiştir. Kezâ Medine valisi Saîd İbn’l-Âs Medine’den dışarı çıktığı zaman herhangi bir izin isteme söz konusu olmadan insanlara Cuma namazını Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’nin kıldırdığı rivâyet edilmektedir.2609
Nihâyet en mutaassıp Hanefî âlimlerinden biri sayılan ve sırf Hanefî mezhebinin görüşlerini müdafaa etmek için kaleme aldığı söylenilen ve Hanefîlerin delil olarak kullandıkları en zayıf hadisleri dahi bin dereden bir su getirerek sahih göstermeye çalışan et-Tahânevî bile, “İ’lâmü’s-Sünen” adlı eserinde devlet başkanından izin alma imkânı bulunmadığı zaman Cuma namazının kılınacağı görüşünü müdâfaa ederek şöyle der: “Biz deriz ki; devlet başkanının iznine başvurmak mümkün olmadığı zaman, insanların bir araya gelerek kendilerine Cuma kıldıracak bir kimseyi öne geçirmeleri ve Cuma namazını kılmaları câizdir. Bunu Aynî Umdetü’l-Kaarî’de beyan etmiştir.2610
Görüldüğü gibi İmam Muhammed ile beraber burada görüşlerini sunduğumuz ve hatta imkânsız olması sebebiyle görüşlerini sunamadığımız bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanların halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki “Dâru’l-Harp”te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, sonuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart saymayan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. Altını çizerek ifade etmek gerekirse, İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastlamak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da anlamak istedikleri şekilde Cuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle “kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!)” olarak görmediklerini isbâta kâfidir.
Zira bu şart, Hanefîlerce hangi şartlar altında olursa olsun, mutlaka uyulması gereken bir ilke telâkkî edilseydi, bu Hanefî imamları yukarıdaki ifadeleri serdetmezlerdi. Onlar bunu söylerken mezheplerinin görüşlerine muhâlefet ettikleri zannedilmesin. Bilakis bunlar, mezheplerinin bu husustaki görüşlerini şiddetle
2608] İbn'1-Esîr, el-Kâmil fî't-Târîh, 3/107; İbn Kesîr, el-Bidâye Ve'n-Nihâye, 7/208
2609] Vehbe Zühaylî, A. g. e, 28/208
2610] Zafer Ahmed el-Usmânî, et-Tahânevî, İ'lâü’s-Sünen, 8/39; Aynî, Umdetü'l-Kaarî bi Şerhi Sahîh'il-Buhârî, 3/368
CUM’A NAMAZI
- 591 -
müdâfa eden âlimlerdir. O halde Hanefî mezhebinin arkasına sığınarak kraldan çok kralcı olmaya gerek yoktur. Aksi halde Cuma namazını bir devlet namazı gibi gösterip bu konuda bütün kapıları ilâ nihâye kapatarak bu işin sorumluluğunu üzerine alan taklitçi ilim erbabı ve bazı sorumsuz yarı aydın tipler, müslümanlara böylesine büyük bir ibâdeti terk ettirmenin hesabını Allah’a veremezler. Çünkü âyet-i kerîme sultanın gerektiğine değil; gerekmediğine delildir. Tahânevî’nin de ifade ettiği gibi, “Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazından bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir.”2611
Cuma namazının İslâm devlet başkanıyla kaim olmadığını ve devlet başkanı kıldırmadığı veya İslâm devleti olmadığı zaman terkedilemeyeceğini teyit eden hususlardan biri de hacc ve zekât ibâdetinin İslâm’daki konumudur. Bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a.s.) ve Râşit Halîfelerinin tamamı her yıl hacc mevsiminde Müslümanların haccını rahatça îfâ edebilmeleri amacıyla düzen ve disiplini sağlamak için hacc emîri tâyin ederlerdi. Bu vazîfe İslâm tarihi boyunca aksatılmadan yürütülmüş ve ilgili ülkelerce lâyık olduğu şekilde olmasa bile, bugün de aynen yürütülmektedir. Bu uygulamaya bakarak hiçbir âlim ve hiçbir mezhep imamı bunu haccın şartları ve farzları arasında saymamış ve bu şekilde hacc emîri tâyin edilmezse, haccın terk edileceğini ileri sürmemiştir. Dolayısıyla ihram, Arafat (vakfe) ve tavaf şartlarını yerine getiren her müslüman dört mezhebin dördüne göre de hacı olmuş ve bu vazifeleri yerine getirenler hacc sorumluluğundan kurtulmuş olurlar. Hacc emîrinin bulunup bulunmaması hacıların haccının mûteber olup olmamasına tesir etmez. Fakat ilgili devlet hacc emîri tayin etmez ve bundan dolayı anarşi veya izdiham sebebiyle can güvenliği tehlikeye düşerse, hacılar bu görevi yerine getiremeyip geri döndüklerinde ikinci sene yahut ölünceye kadar hacca gitme imkânı bulamazlarsa, bundan dolayı sorumlu tutulmazlar. Çünkü can emniyetinin ortadan kalkıp hayatî tehlikenin devreye girmesi haccın te’hîri için, şâri’ tarafından bir mâzeret sayılmıştır. Fakat devletin hacc emîri tâyin etmesi, haccın farziyyeti için şart sayılmamıştır.
Bundan daha önemlisi zekât ibâdetinin îfâ şeklidir. Allah Teâlâ edâ cihetinden ferdi muhâtap alırken, zekâtın toplanması ve sahiplerine ulaştırılmasından İslâm devletini sorumlu tutmuş ve bunu devletin temel görevleri arasında saymıştır. Nitekim bu hususu beyan etmek üzere Allah Teâlâ: “Zekâtlar Allah tarafından bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara... zekât toplamak için görevli memurlara (âmillere)... verilir.”2612 buyurmuştur. Bu âyet, zekâtları toplama vazifesinin imâm’a (devlet başkanına) tevdî edildiği hususunda kesin bir nastır. Nitekim Hanefî ulemâsından Cassâs Ahkâmü’l-Kur’ân adlı eserinde bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Bu âyet, zekâtları toplamanın İmama ait olduğuna ve mâşiye (koyun, keçi ve sığır gibi hayvan) sahibinin zekâtını kendi başına fukaraya vermesinin kâfî olamayacağına delâlet eder. Şâyet mal sahibi zekâtını kendi başına fukaraya verecek olursa, İmam ikinci kez zekâtını alır ve önceden verdiğini, zekâtına mahsub etmez. Zira mal sahiplerinin mallarının zekâtlarını kendi başlarına fukaraya vermeleri câiz olsaydı, onları almak için âmil’e (zekât memuruna) ihtiyaç olmaz, fakirler ve yoksullar da bundan zarar görürdü. Dolayısıyla bu âyet, zekâtı almanın İmama (devlet başkanına) ait olduğuna ve mal sahibinin onu kendi başına
2611] Tahânevî, İ'lâü's-Sünen, 7/8
2612] 9/Tevbe, 60
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fukaraya vermesinin câiz olmayacağına delildir.2613
Diğer bir âyette ise; “Onların mallarından bir zekât al ki bununla hem onları temizlemiş, hem de mallarına bereket vermiş olasın.”2614 buyurulmuştur. Cassâs bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak da şöyle der: “Bu âyet-i kerîme, sadakaları almanın İmama ait olduğuna ve zekât vermekle mükellef olan kimsenin zekâtını fakir ve miskinlere kendi başına verdiği zaman İmamın zekâtı alma hakkı kaim olduğu için kifâyet etmeyeceğine delâlet eder. Bu sebeple (mal sahibi böyle yaptığı takdirde kendisinden) zekât farizasının sâkıt olmasına imkân yoktur.2615
Nitekim Rasûlullah’ın (s.a.s.) zekâtın farz kılınmasından itibaren tüm hayatı boyunca bu husustaki uygulamaları âyetin hükmünü beyan ve bu görevin İmama ait olduğuna dâir açıklamaların haklılığını teyit etmektedir. Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.s.) gerek emvâl-i zâhire ve gerekse emvâl-i bâtınenin zekâtlarını tahsil için zekât memurları (âmiller) tâyin ederdi. Ve onlara hayvanların zekâtını mer’âlarda ve sular üzerinde, hububat ve meyvelerin zekâtını da bizzat kendi mahallerinde almalarını emrederdi. Hattâ Rasûlullah (s.a.s.) zekât mevsiminde zekâtlarını toplayıp getirmek isteyen Sakîf kabilesinin heyetine, mallarını taplayıp getirmemelerini, zekât memurlarının gelip yerlerinde toplayacağını şart koşmuştur.2616
Bu da gösteriyor ki mükellef, hayvanların, meyve ve hububatın zekâtını İmamın tâyin ettiği âmile bile getirmekle mükellef olmayıp, bilakis âmil suların başlarını ve hayvanların bulunması muhtemel olan yerleri dolaşıp sadakalarını kendilerinden teslim alacaktır. Emvâl-i bâtınenin zekâtı hem Peygamber (s.a.s.), hem de Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.) zamanlarında bunlara götürülüp teslim edilirdi. Hz. Osman’ın hilâfeti zamanında emvâl-i bâtınenin zekâtlarının tahsilinde görülen müşkilâta binâen bunlar mükelleflerin kendilerine bırakılarak yalnız emvâl-i zâhirenin zekâtlarına âmil tayin edilmekle iktifa olunmaya başlandı.2617
İmam Kurtûbî, bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Bu uygulamanın sadece Peygamber’in şahsına münhasır bir uygulama olduğunu söyleyecek zındıkların sözlerine îtibar edilmez. Zira öyle olsaydı, Râşit Halîfeler bu uygulamayı zorunlu görmez, hatta Ebû Bekr (r.a.) kendisine zekâtı vermek istemeyenlere savaş ilan etmezdi. Nihâyet Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatıyla zekât farizası ortadan kalkardı. Hâlbuki bu emir bütün ümmete tevcih edilmiştir.2618
Said Havva da bu hususa temas ederek şöyle demektedir: “Allah’ın buradaki hitabı hem Peygamber (s.a.s.)’e, hem de ondan sonra İslâm devletinin başına geçecek bütün yetkililere yöneliktir. Vermesi gerekenlerden zekâtı alıp verilmesi gereken yerlere dağıtmayan devlet, İslâm devleti olamaz. Başka bir deyimle zekâtla ilgili görevlerini yerine getirmeyen devlete asla “İslâm Devleti” sıfatı yakıştırılamaz. Fakat bunun böyle olması, müslüman devlet bulunmadığı takdirde müslüman zenginlerin zekât vermekle yükümlü olmadıkları anlamına gelmez. Tersine, nisap miktarında malı olan her müslüman, malının zekâtını, onu hak
2613] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 3/123
2614] 9/Tevbe, 103
2615] Cassâs, A. g. e. 3/155
2616] Cassâs, A. g. e., 3/128; E. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 4/2613
2617] Kâsânî, Bedâî, 2/35
2618] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'ân, 8/244
CUM’A NAMAZI
- 593 -
edenlere vermesi gerekir.”2619
Görüldüğü üzere zekâtın İslâm devletine havâle edilmiş bir vazife olduğu Kur’ân, sünnet ve Râşit Halifelerin uygulamaları ile sâbit olan tartışmasız bir şeydir. Hal böyle olmakla birlikte, ne geçmişte, ne zamanımızda hiçbir İslâm âlîmi çıkıp “İslâm devleti toplayıp dağıtmadığı zaman zekât farz olmaktan çıkar, artık zekât vermek gerekmez” diye bir hüküm beyan etmemiştir. Edemez de! Zira İslâm devleti, zekâtın farz olmasının bir illeti değil ki o ortadan kalkınca zekât da ortadan kalkmış olsun. İslâm devleti sadece bu vazifenin ifâsını takip etmek ve onu toplayıp uygun olan yerlere lâyık-ı veçhiyle dağıtmaktan sorumludur. İslâm devleti varsa, bu görevi yerine getirir; şâyet yoksa, fertler bu görevi kendileri îfâ ederler. Şu halde hakkında Kur’ân, sünnet ve ümmetin icmâından ibaret bu kadar açık ve kuvvetli deliller varken zekât farizası sâkıt olmuyor da, hakkında hiçbir delil bulunmamasına rağmen, Cuma namazının devlete ait bir farz; hatta devlet namazı olduğu nasıl ispat edilebiliyor? Kaldı ki Hanefîlerin dışında kalan bütün müçtehidler, Cuma namazının devlet başkanıyla alâkalandırılması hususunda onların karşısında yer almışlardır. Bunu isnat edecek kadar sahih bir delil bulunsaydı, Ebû Hanîfe’nin çağdaşı olan ve ondan sonra gelen müctehid ulemânın bu delili görmezlikten gelerek ona karşı tavır almada hangi maksatları olabilirdi?
Hz. Osman muhâsara edildiği zaman halka Cuma namazını kıldıracak imam arayan şahsa, “Sen öne geç ve insanlara namazı kıldır. Çünkü Cuma namazı farz-ı ayn olan ibâdetlerdendir. Tıpkı öğle namazında olduğu gibi, onun için de imamın izni şart değildir. Zira o da diğer namazlara benzer”2620 diyen İbn Ömer’in, kezâ Hz. Osman evinde mahsur tutulduğu ve kendisinden izin alınmadığı halde müteaddit defalar Cuma kılan sahâbenin bu uygulamaları ne ile izah olunabilir?
Halîfe Hz. Osman’ın isyancılar tarafından muhâsara altına alınması ve kırk gün süreyle evinde mahkûm edilmesi, müslümanların lidersiz ve devletsiz kalması değilse başka nedir? Bütün ulemâ bu devreyi İslâm’da meydana gelen ilk fitne dönemi, hem de “fitnet’ül-kübrâ ; en büyük fitne” olarak adlandırmıyor mu? Hal böyle iken muhâsaranın devam ettiği kırk gün boyunca bütün sahâbîlerin, istisnâsız bütün Cuma namazlarını ve o günlere isâbet eden Kurban bayramı namazını, muhtelif sahâbîlerin arkasında ve kimseden izin almadan kılmaları, onların Cuma namazı için devlet başkanının şart olmadığında ittifak etmiş olmaları anlamına gelmez mi? Kur’ân ve sünnette böyle bir imâ dahi olsaydı, bunu en iyi bilenlerin sahâbîler olması, dolayısıyla da bu fitne ortamında Cuma namazlarını terketmeleri gerekmez miydi? Hâlbuki halîfeye danışılmadığı ve izinine ihtiyaç duyulmadığı halde kılınan bu Cuma namazlarına devletin başkanı olan Hz. Osman dâhil hiç bir kimse itiraz etmemiştir. Bunun tek istisnâsı vardır; o da Ubeydullah b. Adiy’dir. Hz. Osman (r.a.)’ın yakın akrabası olan bu şahıs da Mısırlı “bâğîlerin” reislerinden olan Kinâne’nin arkasında Cuma namazını kıldığı halde sonradan Hz. Osman’a, “namazı fitne imamı kıldırıyor. Bu da bizim zorumuza gidiyor” diyerek serzenişte bulunmuş, fakat Hz. Osman da kendisine; “Namaz insanların edâ ettikleri amellerin en güzelidir. İnsanlar onu güzelce edâ ediyorlarsa, sen de onlarla beraber güzelce edâ et. Kötü yapıyorlarsa
2619] Said Havva, İslâm’ın Rükünleri, 1/71
2620] İbn Kudame, el-Muğnî, 2/174
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülüklerine katılma”2621 diyerek Cuma kılanları tasvîb etmiş, netîcede onun endişesi de ortadan kalkmıştır. Böylece ashâb arasında bu hususta icmâ hasıl olmuştur. Daha önce gördüğümüz gibi “Dâr’ul-harpte” bile olsa Cumanın kılınacağını söyleyen Hanefî âlimleri de sahâbenin bu uygulamasına dayanmışlardı. Dolayısıyla ashâbın bu uygulamasının sıhhati konusunda herhagi bir ihtilâf yahut şüphe sözkonusu değildir. Bu da Hanefî’lerin bu husustaki görüşlerinin ne derece isâbetli olduğunun açık delilidir!
Eğer Allah ve Rasûlü’nden sonra bir insan taklit edilecekse buna en lâyık olanlar Allah Rasûlü’nün ashâbıdır. Ashâb ise görüldüğü gibi böyle bir şart aramamışlardır.
Netice olarak; müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, daha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının “olmazsa olmaz”ı gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına ait bir vazife sayılıyor, ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıldırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idarecilere ait bir vazifedir. Dolayısıyla bir yerde İslâm devlet başkanı veya onu temsil eden vali, emniyet müdürü, kadı ve benzeri gibi diğer yetkililer varken, namazlarda başkasının öne geçmesi doğru değildir. Böyle bir hareket vazife alıp verme konusundaki İslâm’ın edep kaidesine aykırıdır. Zira bir kimseye, hükümranlık sahasına giren yerlerde başkasının imamlık yapması, kendisinin izin vermesi dışında şer’an kerih görülmüştür. Bu, devlet başkanı için geçerli olduğu gibi, idareciler dışında herhangi bir kimse için de aynen geçerlidir. Hatta herhangi bir evde misafir olarak bulunan bir kimsenin, ev sahibinin izni olmadıkça ona imamlık etmesi bile şer’an mekruh sayılmıştır. Zira Rasûlullah (s.a.s.), “Bir kimseye, kendisinin izniyle olmadıkça evinde ve hükümranlık alanına giren yerlerde imam olunmaz ve döşeğine oturulmaz.”2622 buyurmuştur. Görüldüğü üzere bu hadiste hem bir edeb kaidesi belirlenmekte, hem de vazife alıp vermede kimlerin öncelik hakkına sahip olacağına işaret edilmektedir. Buna göre devlet başkanı devlet sınırları içerisinde, ev sahibi de kendi evinde namaz kıldırma hakkına başkalarından daha fazla lâyıktır. Diğer taraftan müslümanlara imam olup namazları kıldırmak devlet başkanının meşrûiyetinin bir sebebidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) ashâbıyla aralarında geçen ve ikinci, şıkkıyla müslümanların bugününü tarif eden bir konuşmasında bu hususun altını çizerek şöyle buyurmuşlardır: “Devlet başkanlarınızın en hayırlıları sizin kendilerini sevdikleriniz ve onların da sizleri sevenleridir; sizin kendilerine duâ ettikleriniz ve onların da sizlere duâ edenleridir. Devlet başkanlarınızın en kötüleri de sizin kendilerine buğzettikleriniz ve onların da size buğzedip düşmanlık besleyenleridir; sizin kendilerine lânet ettikleriniz ve onların da size lânet edenleridir.” ‘Yâ Rasûlallah, onlarla kılıçlarımızla savaşmayalım mı?’ diye sorulunca; Rasûlullah (s.a.s.): “Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe hayır!”
2621] İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'I-Kebir, 2/188; İbn Kudâme,'el-Muğnî, 2/173-174
2622] İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I. Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Müsnedu’l-Humeydi, 1/217; Ebû Dâvud, Sünen, 1/159
CUM’A NAMAZI
- 595 -
buyurmuşlar.2623
Görüldüğü üzere hadiste, sadece Cuma namazı değil, bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendisine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müsîümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazının farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.
Kûfeliler’in Mektubu ve siyâsî Tavırla Cuma Kılmama Meselesi
Cuma namazıyla ilgili olarak burada üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri de bazı müslümanların yarım anlayıp tüm söylemek sûretiyle çarpıttıkları ve dillerine pelesenk ettikleri, Kûfeli bir grup insanın Hz. Hüseyin’e yazdıkları ve içerisindekine kendilerinin de inanmadıkları mektup meselesidir.
İslâm tarihiyle ilgili kaynakların beyanına göre, Kûfe halkı Muâviye’nin ölüm haberini aldıkları zaman, Iraklı’lar Yezid’e bey’at etmekle meşguldüler. Hz. Hüseyin ile Abdullah İbn Zübeyr ise, Yezid’e bey’at etmeyerek Mekke’ye sığınmışlardı. Ekserisi Yemenli olan Kûfeli Hz. Ali taraftarları (Şia’sı) bu olayı öğrenince, Emevî iktidarına karşı olan direnişlerini yeniden canlandırmak arzusuyla Süleyman b. Surad’ın evinde toplanarak aralarında Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye davet etme meselesini müzâkere ettiler ve neticede bir mektup yazarak Hz. Hüseyin’e gönderdiler. Hicrî 10 Ramazan 60 tarihinde Süleyman b. Surad tarafından Hz. Hüseyin’e iletilen bu mektup son derece câzip ve önemli tekliflerle doluydu.
Her zaman değişebilen politikalarıyla meşhur olan Kûfeliler, bundan sonra da birbirini takip eden müteaddit mektuplarla Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırdılar ve geldiği taktirde başlarında bulunan Yezid’in Kûfe Valisi Numan b. Beşir’i Kûfe’den çıkarıp Şam’a süreceklerine dair bol keseden birtakım vaatlerde bulunarak gönlünü fethetmeye çalıştılar. Şüphesiz bu mektupların burada bizi ilgilendiren tarafı Kûfeliler’in Hz. Hüseyin’i iknâ etmek için bütün bu mektuplarda ona neler vaadedip etmedikleri değil, bazılarının içerisinde Cuma namazıyla ilgili birtakım ifadelerin yer alması ve günümüzde bu ifadelerin kimi çevrelerce tamamen yanlış anlaşılıp yanlış değerlendiriliyor olmasıdır.
Üzülerek ifade edelim ki Taberî ve İbn Kuteybe gibi kılasik İslâm tarihcileri tarafından rivâyet edilen bu mektuplar, bazı çağdaş yazarlar tarafından dilimize aktarılırken kasıtlı veya kasıtsız olarak kelime seçiminde gerekli titizlik gösterilmediği için, Kûfeliler’in bu mektuplardaki ifadeleri onların maksatlarını aşacak şekilde eksik veya yanlış aktarılmıştır. Bu hatalı ve yanlış tercümelerin sonucunda ise, dinde neyin delil olup neyin delil olmayacağını bilemeyen, hatta okudukları
2623] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Müslim, 12/486
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tercümelerin doğru mu, yanlış mı olduğunu kontrol dahi edemeyen ya da buna ihtiyaç bile duymayan kimi Müslümanlar, bu mektupta geçen, ama yanlış ya da eksik aktarılan bir kısım ifadeleri tıpkı gökten indirilmiş mutlak naslarmış gibi kendilerine mesnet yaparak büyük yanlışlıklara düşmekte ve şöyle demektedirler: “Her ne kadar sayısız zulüm ve cinâyetlerin işlendiği saltanata dayalı zâlim bir yönetim şekli bile olsa, zâhiren bir İslâm devleti görünümüne sahip olduğu halde Emevîler devrinde Kûfeli müslümanlar Cuma namazını kılmadıklarına göre, tamamen gayr-i İslâmî sistemlerin hâkim olduğu günümüzde Cuma namazı asla kılınamaz.”
Söz konusu mektupları dilimize aktaran bu hususta kaynak gösterilen eserlerin başında hiç şüphesiz “Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Fâciası” adlı eser gelmektedir. Eserin müellifi, mektubu Türkçeye aktarırken muhtevâ üzerinde fazla durmamış olsa gerek ki, kelime seçiminde fazla itinâ göstermemiş, bu sebeple de bazı ifadeleri yanlış anlaşılmaya müsait, bazılarını da tamamen yanlış bir tarzda tercüme etmiştir.
Tercümedeki bu müsâmahakârlığın görülmesi ve konunun bu çevrelerce yeniden değerlendirilmesi için önce söz konusu mektupların asıl metinlerini ve bazı müelliflerin çevirilerini aktarıyor, daha sonra doğru olan çevirilerini sunarak takdiri okuyucuya bırakıyoruz. Mektubun Cuma namazından söz eden kısmı, Taberî Tarihi’nde aynen şu şekilde nakledilmektedir:2624
(…)
“Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Fâciası” adlı eserde bu cümleler şu şekilde aktarılmıştır:
“Bizim İmamımız, önderimiz yoktur. Hemen gel! Umulur ki Allah, bizi, senin sâyende hak üzerinde toplar. Numan b. Beşir, vali köşkünde oturmaktadır. Biz onunla ne Cumada toplanıyoruz, ne de Bayram namazına çıkıyoruz. Yanımıza geleceğini haber alacak olursak, seni karşılamaya çıkar, sana Şam’da kavuşuruz İnşaallah! Allah’ın selâm ve rahmeti üzerine olsun.2625
Çevirideki: “Biz onunla ne Cumada toplanıyoruz, ne de Bayram namazına çıkıyoruz.” kısmı metinde anlatılmak isteneni tam olarak verememektedir. Zira bu kısımdaki Arapça cümlelerin Türkçe karşılığı: “Yezîd’in Kûfe Valisi Nûman b. Beşir emirlik sarayında oturu(p keyif çatı)yor. Biz, onunla ne bir Cuma namazında buluşabiliyor, ne de bir Bayram namazına çikabiliyoruz.” şeklinde verilseydi, sanırız anlatılmak istenen daha iyi anlaşılırdı. Üzülerek ifade edelim ki çevirinin; “seni karşılamaya çıkar, sana Şam’da kavuşuruz” kısmı ise tamamen yanlıştır. Çünkü mektupta bu mânâya gelecek bir ifade yoktur. Aksine mektubun bu kısmında yer alan Arapça cümlelerin Türkçedeki karşılığı şu şekildedir: “Kesin olarak yanımıza geleceğin haberi bize ulaşırsa -inşaallah- onu buradan çıkarır tâ Şam’a süreriz. Allah’ın selâm ve rahmeti üzerine olsun.”
O halde bu mektupta anlatılmak istenen mefhumun Türkçemizdeki en yakın karşılığı şöyledir: “Doğrusu şu ki, başımızda İmam yoktur. Hemen gel. Umulur ki
2624] İbn Cerir et-Taberi, Tarih'ut-Taberî -Tarihu'l-Ümem ve'1-Mülûk-, Dâr'ul-Kütüb'il -İlmiyye Neşri, 3. Baskı, 1991, Beyrut, 3/274-277
2625] Asım Köksal, Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, s. 29
CUM’A NAMAZI
- 597 -
Allah, senin sâyende bizleri hak üzerinde birleştirir. Zira Nûman b. Beşîr emirlik sarayında oturu(p keyif çatı)yor. Biz, onunla ne bir Cuma namazında buluşabiliyor, ne de bir Bayram namazına çıkabiliyoruz. Kesin olarak yanımıza geleceğin haberi bize ulaşırsa -inşaallah- onu buradan çıkarır tâ Şam’a süreriz. Allah’ın selâm ve rahmeti üzerine olsun.”
Nitekim aynı mektubun Cuma namazıyla ilgili kısmı “Emevîler Döneminde Kıyamlar” adlı eserinde Ahmet Ağırakça tarafından bizim yaptığımız çeviriye yakın ifadelerle aynen şu şekilde aktarılmıştır: “Bizler ne cuma ne de Bayram namazlarında onu göremiyoruz.2626
Görüldüğü gibi bu metinlerde, “Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası” adlı eserdeki çeviriden anlaşıldığı şekliyle, mektubu yazan kimselerin Cuma ve Bayram namazlarında toplanmadıkları, Cumada ve cemaatte bulunmadıkları mânâsına gelebilecek bir ifade mevcut değildir. Aksine metinden anlaşılan, mektubu yazan Kûfelilerin Cuma ve Bayram namazlarına geldikleri halde, emirlik sarayından dışarı çıkmadığı için, adı geçen vali’yi bu namazlarda göremedikleri ve onunla Cuma ve Bayram namazlarında bir araya gelemedikleridir. Mektubun ifadeleri üzerinde dikkatle düşünüldüğü zaman bu mânâ kendiliğinden ortaya çıkar. Zira mektubun ilk cümlesinde yukarıdaki eserde görülen şekliyle “Başımızda imamımız, önderimiz yoktur. (Yezid’in Kûfe Valisi) Numan b. Beşir, vali köşkünde oturmaktadır” deniliyor, ardından da Ağırakça’nın isâbetli çevirisiyle “Bizler ne cuma ne de Bayram namazlarında onu göremiyoruz…” deniliyor.
Şu halde mektubun ilk cümlesi ile sonu birlikte ve sağlıklı biçimde düşünüldüğü zaman, burada Kûfeliler’in, vali veya Yezid’in imâmetini meşrû görmedikleri için onun arkasında Cuma ve Bayram namazlarını kılmadıkları gibi bir mânâ çıkarılması mümkün değildir. Tam tersine onların Cuma namazına geldikleri halde, vilâyet sarayından dışarı çıkmadığı için, valiyi bu namazlarda göremedikleri, bunun için de onların velâyetini tanımak istemedikleri ve Hz. Hüseyin’e mektup yazarak kendisine bu sebeple bey’at etmek istedikleri sonucu ortaya çıkar.
Yine Taberî’nin rivâyet ettiğine göre Kûfeliler ve elçileri bizzat Mekke’de bulunan Hz. Hüseyin’e gelerek bu hususta onunla görüşmüşler ve kendisine şunları söylemişlerdir:
(…)
Kûfeliler tarafından Hz. Hüseyin’e bizzat söylenen bu cümle ise, Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası” adlı eserde şu şekilde aktarılmıştır: “Biz canımızı sana adadık, Senin yüzünden Cumada, cemaatte bulunamamaktayız. Hemen yanımıza gel.”2627 Aslında son derece muğlak ve tartışmaya açık olan bu ifadenin doğru olan şekli ise şöyledir: “Gerçekten biz canımızı sana adadık. Biz, vali ile Cuma namazında hazır bulunamamaktayız. Hemen yanımıza gel”.2628
Kezâ bir başka eserde aynı kaynağa (Taberî Tarihine) dayanılarak “Kûfeliler Hz. Hüseyin’e gelerek, Yezid’in valisinin ardında Cuma kılmadıklarını... bildirdiler”2629 denilmektedir. Taberî Tarihini tekrar tekrar gözden geçirmemize
2626] Bk. Ahmet Ağırakça, Emevîler Döneminde Kıyamlar, s. 103
2627] İbn Cerir et-Taberî, A .g. e., 3/274
2628] Asım Köksal, A. g. e., s. 30
2629] M. İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar, s. 87
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rağmen bulamadığımız benzeri bir ifadeyi aktarmıyorlarsa, bu iki eserin, yukarıdaki ifadeyi, üzerinde düşünmeye gerek görmeden tamamen farklı şekilde algılamış olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü bu ifade muğlâk ve tartışmaya açık olmakla birlikte, onda bu iki müellifin ifade ettiği şekilde valinin arkasında Cuma kılmadıkları gibi sarih bir mânâ mevcut değildir.
Kûfeliler’in Hz. Hüseyin’e yazdıkları bir önceki mektubu, muhtevâ bakımından aynı, metin yönünden az çok farklı lafızlarla İbn Kuteybe2630 de “el-İmâme ve’s-Siyâse” adlı eserinde rivâyet etmiş, ondan da Hasan İbrahim Hasan Târîhu’l-İslâm adlı eserinde nakletmiştir İbn Kuteybe’nin “el-İmâme ve’s-Siyâse” adlı eserinde rivâyet ettiği mektubun metni ise şöyledir:
(…)
“Gerçek şu ki, başımızda imam yoktur. Hemen yanımıza gel. Umulur ki Allah, senin sâyende bizleri hidâyet üzerinde birleştirir. Zira, (Yezîd’in Kûfe valisi) Nûman b. Beşîr, emirlik sarayında oturmaktadır. Biz, onunla ne bir Cuma namazında buluşabiliyor, ne de bir Bayram namazına çıkabiliyoruz. Kesin olarak senin yola çıktığın haberi bize ulaşırsa, onu Kûfe’den çıkarır Şam’a süreriz.2631
Kendilerinin dahi inanmadıkları bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Kûfeliler, mektupta Hz. Hüseyin’e valinin arkasında Cuma kılmadıklarını değil, bilakis valinin Cuma ve Bayram namazlarını dahi kıldırmaya gelmediğini bu sebeple de müslümanların meşrû lideri olma vasfını kaybettiğini anlatmak istiyorlar. Zira daha önce geçtiği üzere beş vakit namaz dâhil Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak imam’ın meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Bu vazifeyi ihmal eden bir imam (devlet başkanı), müslümanların meşrû lideri olma vasıflarından birini, hatta en önemlisini kaybeder ve isyan edilmeye müstehak olur. Kûfe valisi de vilâyet sarayında zevk ve sefa sürmekle meşgul olduğu için isyana müstehak olmuştur. İşte Kûfeliler Hz. Hüseyin’e, meşrû bir yöneticiye karşı kıyam etme niyetinde olmayıp aksine kendilerine Cuma, Bayram ve sair namazları kıldırmayan bu sebeple de meşrûluğu ortadan kalkan bir imama karşı kıyam ettiklerini anlatmaya ve onu bu husustaki haklılıklarına iknâ etmeye çalışıyorlardı. Yoksa bazılarının iddia ettikleri gibi “Biz, Yezid’in valisinin arkasında Cuma namazını kılmıyoruz.” demek gibi bir mânâ kasdetmiyorlar. Tam tersine kendileri, valileri Cumayı kıldırmak şöyle dursun, câmiye bile gelmeyerek vilâyet sarayında keyif çatarken Cuma namazını da Bayram namazlarını da kılmaya devam ettiklerini ifade ediyorlar. Mektupta anlatılmak istenen budur. Nitekim hiç bir kaynakta, ne Kûfeliler’in ne de başkalarının o devirlerde topluca Cuma namazı kılmadıklarını gösteren herhangi bir haber mevcut değildir.
Bu genellemeden istisnâ edebileceğimiz bir şey varsa, o da İbrahim, İbrahim b. Muhacir ve Said b. Cübeyr hakkında gelen haberlerdir. Rivâyete göre bu üç zat, Haccac zamanında, bizzat Haccac’ın arkasında Cuma kılınmasını tasvip etmedikleri için Cuma günleri mescide gelmeden önce namazı evlerinde kılıyor, fakat ya Haccac’ın zulmünden korktukları için, ya da müslümanlar arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için mescide gelerek Cuma namazında hazır bulunuyorlardı.
2630] 213-276
2631] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, Tah: Tâhâ Muhammed ez-Zeyn, Halebî Baskısı, Kahire, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 2/4; H. İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, Dâru İhyâi't-Türâs'ii-Arabî, Beyrut, 1964, VII. Baskı, 1/398
CUM’A NAMAZI
- 599 -
Nitekim İbn Ebi Şeybe’nin Hasan b. Ubeydillah’tan rivâyetine göre o bu hususta şöyle demiştir: “Ben, İbrahim ve İbrahim b. Muhacir’i Cuma günü imam hutbe okurken birbirleriyle konuşurlarken gördüm. Nihâyet bu olaydan sonra İbrahim b. Muhacir’le buluşup kendisine bu konuyu hatırlattım, Bunun üzerine o: ‘Namazı kıldıran imam Haccac olduğu için biz (mescide gelmeden önce) namazı kılmıştık’ cevabını verdi.2632 İbrahim b. İsmail’in babasından rivâyetine göre o da şöyle demiştir: “Ben, Haccac hutbe irad ederken, İbrahim ile Said b. Cübeyr’in birbirleriyle konuştuklarını gördüm.2633
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Tâbiûn neslinden olan bu zatlar, Haccac’ın arkasında Cuma kılınmasını tasvip etmedikleri için Cuma günü namazlarını evlerinde kılmışlar, fakat mescide gelerek cemaate iştirak etmekten de geri durmamışlardır. Bunların namazı evde kılarak gelmelerinin sebebi, Cuma namazını kıldıran Haccac’ın kâfir olduğu kanaatini taşımalarıdır. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi sahâbe ve tâbiundan büyük bir topluluk, Haccac’ın, sadece zâlim olmayıp aynı zamanda şeriatın hükümlerinin tamamını uygulamadığı ve bir kısım hükümlerini değiştirdiği için kâfir olduğu görüşüne sahiptiler. Nitekim yukarıda geçtiği üzere İmam Nevevî bu hususu net bir dille ifade etmişti.2634
İbn Ebî Şeybe’nin naklettiği bu iki haber dışındaki iddialar, kendilerine tarihî haberlerden destek bulmaya çalışanların asılsız iddialarından ibarettir.
Sonra, döneklikleri ile nâm salan, peşpeşe yapılan ihanetleri sonucunda Hz. Hüseyin ve ehl-i beytinin başını Yezîd’in askerlerine kurban etme alçaklığını sergileyen, maymun iştahlı, başı bozuk cühelâ takımı Kûfeliler’in ne yaptıkları müslümanları ne kadar bağlar?! Bu nevi yanlış tercüme edilmiş haberlere dayanılarak Cuma namazını siyâsî bir namaz kabul edip terketmek nasıl câiz olabilir? Üzerinde ittifak sağlanamayan sahâbi kavli bile dinde delil olamazken maksatlarının ne olduğu tam olarak tesbit edilemeyen sıradan birkaç kişinin sözü ne zamandan beri dinde delil sayılıyor?
Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah’ın mutlak olarak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyeceği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Ama yine de bu vesile ile bir yanlışa işaret etmek için bu noktaya değinmiş olduk. Yoksa bu hareketimiz, Kûfeliler’in ne yaptıklarına itibar ettiğimiz için değildir. Nitekim Kûfeliler böyle bir şey yapmış olsalar ve onların bu hareketlerinde bir delil söz konusu olsaydı, bizden önce devlet başkanı şartını savunan Hanefî ulemâsı muhakkak bu konuyu da diğerleri yanında delil olarak göstermezler miydi? Demek ki böyle bir iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur.
Netice olarak, biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu namazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyledir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şâyet Hanefî mezhebine
2632] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/36-44
2633] İbn Ebi Şeybe, A.g.e., 2/35
2634] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 12/471; Ömer Abdurrahman, Esnâfu’l-Hükkâm ve Ahkâmuhum, s. 29
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göre devlet başkanı bu namazın meşrûiyyetinin bir sebebi ve “olmazsa olmaz”ı sayılmış olsaydı, bu âlimler “Dâru’l-Harb” olsun “Dâru’l-İslâm” olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak “kâfirlerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir” diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır2635 derler miydi?!
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta daha var ki, o da gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terketmenin câiz olup olamayacağı meselesidir. Zira Cuma kılınmasına sıcak bakmayan bir kısım müslümanların kendilerini müdâfa etmek için ileri sürdükleri en önemli gerekçelerden biri de budur. Nitekim görüşlerine başvurduğumuz Cuma kılmayan müslümanların hemen hepsi bu noktada birleşmekte ve: “Biz Cuma namazını, sadece fıkıh kitaplarında nakledilen ve Hanefîlere ait olan ‘Cuma namazını devlet başkanı veya nâibinin kıldırması gerekir’ şeklindeki görüşlerden dolayı terketmiyoruz. Zira Hanefîler’in bu konudaki görüşlerinin sağlam ve tutarlı bir delilinin olmadığını biz de biliyoruz. Aksine biz Cuma namazını tamamen siyâsî bir tavırla kılmıyoruz. Zira Cuma namazını kıldığımız zaman reddettiğimiz gayri meşrû bir sistemi halkın gözünde meşrû hale getirmiş ve onunla entegre olmuş oluruz. Ayrıca Cuma namazını kıldıran imamı Diyanet İşleri Başkanı, onu Başbakan, Başbakanı ise laik bir düzenin Cumhurbaşkanı tayin ediyor. Bu durumda imamlar, laik bir sistemin otoritelerinden görev almakla Tâğût’u velî edinmiş oluyor. Bu imamların arkasında Cuma namazı kılacak olursak, sistemin meşrû olmadığını halka nasıl anlatacağız? Sonra sistem imamlara da câmilere de hâkim olduğu için, bütün câmiler mescid-i dırar hükmündedir. Mescid-i Dırar hükmünde olan yerlerde ise namaz kılınamayacağı Kur’an’ın emriyle sâbittir. İşte biz, Cuma namazını bunun için kılmıyoruz.” demektedirler.
Şunu hemen belirtelim ki; İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah’ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde “helâl ve haram” kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî’i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber’in hiçbir şekilde Allah’ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber’in (s.a.s.) yetki ve nüfuz alanı Allah’ın rızâsıyla sınırlıdır.
Allah’ın maksat ve muradını, hükümlerin sebep ve illetlerini herkesten daha ziyade bilen Peygamber’in (s.a.s.) dinî konular karşısındaki konumu bu olunca, Peygamber (s.a.s.) vefat edip semâ ile arz arasındaki haberleşme bir anlamda nihâyete erdikten sonra müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edemeyecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Nitekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade
2635] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr 'il-Ebsâr, 2/l
CUM’A NAMAZI
- 601 -
yoktur2636 kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlü’nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olmadan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklıktan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”2637
Kur’ân-ı Kerîm’in sarih ve muhkem âyetlerle farz olduğunu beyan ettiği bir hükmü iptal veya terkettirmek şöyle dursun, sağlam bir delili bulunmayan bir kimsenin kendi kafasına göre Kur’an âyetleri hakkında görüş beyan etmesi bile helâl değildir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) bir hadislerinde bu hususu beyan ederek: “Her kim delilsiz olarak Kur’an hakkında kendi re’yi (mücerret aklı) ile görüş beyan ederse, isâbet etmiş olsa bile, hatadadır.”2638 buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise,: “Her kim Kur’an hakkında (delilsiz olarak) kendi re’yi ile söz söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”2639 buyurmuştur.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu nehyine binâen sahâbe ve tâbiûndan birçokları Kur’an hakkında kendilerine herhangi bir şey sorulduğunda sanki suali işitmemiş gibi susar ve hiç konuşmazlardı. Meselâ, bir defasında Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Kur’an’dan bir âyetin mânâsı sorulduğunda: “Allah’ın kitabı Kur’an hakkında kendi re’yime göre fikir beyan edersem, acaba beni hangi semâ altında barındırır ve hangi yer üzerinde taşır, ben nereye giderim ve ne yaparım?”2640 cevabını vermiştir. Tâbiûn’dan Said b. Müseyyeb (ö. 94)’e helâl ve haramla alâkalı bir şey sorulduğunda cevap verir ve izah ederdi. Fakat kendisine Kur’an’dan bir âyetin tefsiri sorulduğunda, sanki suâli işitmemiş gibi susar ve hiç konuşmazdı.2641 Şa’bî, (ö. 103) “Üç şey hakkında ölünceye kadar konuşmam. Bunlar; Kur’an, ruh ve re’y’dir2642 derdi.
Şüphesiz bu haberlerden hiçbir kimsenin hiçbir zaman Kur’an’ı tefsir edemeyeceği gibi bir sonuç çıkarılamaz. Ancak ehil olmayan ve elinde kesin delili bulunmayan kimselerin Kur’an hakkında görüş serdetmesinin ve herhangi bir âyet hakkında; “Allah’ın, bu âyetteki maksat ve muradı kesin olarak şudur” demesinin helâl olamayacağına delil teşkil edecekleri de inkâr edilemez. Nitekim delilsiz olarak böyle bir şeyin câiz olamayacağı konusunda ihtilâf söz konusu değildir. Zira hükümlerin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re’yimizle naslar ve şer’î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.2643
2636] Mecelle, Md. No: 14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidü'1-Fıkhiyye, s. 148
2637] 33/Ahzâb, 36
2638] Tirmîzî, Sünen, 5183; Ebû Dâvud, Sünen, 3/320
2639] Tirmîzî, A.g.e., 5183
2640] Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve'I-Müfessirûn, 1/260; Rağıb el-lsfehanî, Mukaddimetü't-Tefsir, s. 422 vd.; Şâtıbî, Muvâfekat, 3/403
2641] Hüseyin ez-Zehebî, A. g. e, 1/260
2642] H. ez-Zehebî, A. g. e., 1/260
2643] 10/Yûnus, 36
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur’an’ın “zikir” tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle “bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir” diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslüman her türlü hareket felsefesini Kur’an ve sünnetten almak zorundadır. Kur’an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar -Neo- mu’tezilî hareketin yeni temsilcileri sayabileceğimiz bu insanların dışında “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir kimseye rastlanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi kayıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.
Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlığından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine’de Müslümanlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine’de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine’de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey’atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikti. Bu sebeple o gün Medine’de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayılıyordu. Mus’ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur’an öğreten bir muallim konumundaydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah’ın (s.a.s.) kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiydi. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şâyet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût’u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah (s.a.s.)’in İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şâyet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah’ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Siyâsî tavırla Cuma kılıyorum denilse, insan bunu anlamakda fazla zorlanmayabilir; zira Cuma namazı neredeyse İslâm’ın ve müslümanların gövde gösterisi ve varlığını kabul ettirmesi gibi bir şeydir. Bu bağlamda kâfirlerin hâkim olduğu bir yerde Cuma kılınması onlara karşı gövde gösterisi yapmak anlamına geleceği için, Cuma kılmakla hem onları tahkir, hem de varlığını isbat etmiş olur. Ama Allah’ın kayıtsız şartsız farz kıldığı ve Peygamber’in yakaladığı ilk fısatta kıldığı bir ameli
CUM’A NAMAZI
- 603 -
“siyâsî tavırla kılmıyoruz” cümlesini anlamak oldukça zordur. Zira kâfirlerin, müslümanların boy gösterisi yapmasından rahatsız olmaları tabiî bir şey olmakla birlikte, bunun tersinin yapılmasından rahatsız olmaları pek mâkul olmasa gerekir. Şu halde tarih boyunca bütün İslâm âlimlerinin, İslâm’ın en büyük şiarı ve gövde gösterisi saydığı bir ibâdeti edâ etmenin o sistemle entegre olmak, bu ibâdeti terketmeyi ise, tavır koymak şeklinde değerlendirmek abesle iştigal etmektir. Zira bütün ibâdetleri terketseniz kâfirlerin kılı bile kıpırdamaz. Üstelik kına bile yakarlar. Şu halde bu tavır, olsa olsa, tavşanın dağa küsmesi gibi basit ve mânâsız bir tavır olur. Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsıtası olan bu ibâdeti layık-ı veçhiyle yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve buyüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebilecek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir yana İslâm’da “siyâsî tavırla herhangi bir namazı terketmek” diye bir ibâdet şekli yoktur.
Ayrıca böyle bir davranış, gerçek İslâm’ı daha geniş kitlelere ulaştırmak için İslâm’ın ihdas ettiği imkânlardan yararlanmak yerine onu reddetmektir. Zira Cuma namazı kılmak için gönüllü ve masrafsız olarak her hafta bir araya gelen bunca insanı devletlerin ve büyük kuruluşların büyük masraf ve çabalar sarfederek bir araya getiremedikleri dikkate alınırsa, değerlendirmesini bilemediğimiz için nasıl bir fırsatı kaçırdığımız kendiliğinden anlaşılmış olur.
Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunlar daha ortaya çıktıkları ilk günden itibaren başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadırlar. Bu konuda hataya düştüklerini bugün kendileri de kabul etmektedirler. Ancak nefis ve “ene”leri geri adım atmalarına engel oluyor o başka.
Netice itibariyle hiç bir ibâdet bu arada da Cuma namazı ne siyâsî tavırla ne de başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icma, ne de bir kıyas bulmak mümkündür. Bu konuda delil olarak önümüze koyabilecekleri yegâne delil “Hz. Hüseyin ve kerbela Faciası” adlı eser ve benzerleri tarafından yanlış tercümelerle aktarılan Kûfelilerin Hz. Hüseyin’e yazdıkları mektuptan ibarettir. Doğrusu bile dinde delil olamayacak bir mektubun yanlış çevirisini delil saymak ve buna dayanarak siyâsî tavırla Cuma kılmamak da sadece asrımızdaki “Neo-Mûtezilî” düşüncenin temsilcileri sayılan bu insanlara ait bir ilim örneği olsa gerektir.2644
2644] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, s. 350-364
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mescid-i Dırar İddiası
İyi niyetlerinden asla şüphe etmediğimiz bazı müslümanlar, tıpkı “et-Tekfir ve’l-Hicre” cemaati gibi hareket ederek bugünkü mescidlerin mecid-i dırar hükmünde olduğunu, dolayısıyla buralarda hiçbir namazın kılınamayacağını iddia etmektedirler. Gerek daha önceki asırlarda, gerekse asrımızda, müslüman halkın samimi duygularla inşâ ettikleri mescidlerin gerçekte mescid-i dırar hükmüne girip giremeyeceğini sağlıklı bir şekilde tesbit edebilmemiz için önce “Mescid-i Dırar” kavramının tarihî arka planını ve Kur’ân-ı Kerim’in, bu ismi hangi tür mescidler için kullandığını kaynaklar ışığında görmemiz gerekmektedir:
Rivâyete göre Medine’de Hazrec kabilesinin ileri gelen isimlerinden biri olan Ebû Âmir, câhiliyye döneminde Hıristiyanlık dinine girmiş ve ilim tahsil ederek rahip olmuştu. Ancak Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicreti ile riyaseti elinden gitmiş oldu. Bu münasebetle rahip Ebû Âmir, İslâm’ı sadece inkâr etmekle kalmayıp aynı zamanda Hz. Peygamber ve onun dâvetinin amansız bir düşmanı kesildi. Başlangıçta Kureyş’in gücünün Hz. Peygamber ve dâvetini ezip geçeceği ümidi ile Peygamber’i fazla önemsemedi. Fakat Kureyş’in Bedir’de tam bir hezimete uğradığını görünce, artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemeyeceğini anladı. Bunun üzerine de İslâmî harakete karşı amansız bir fitne kampanyası başlattı. Bunun için Medine’den ayrılarak İslâm’a karşı tahrik ve teşviklerde bulunmak üzere çeşitli kabileleri ziyarete gitti. Uhud savaşının meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi olan bu şahıs, daha sonra Hendek savaşında Medine’yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştı. Ayrıca Huneyn harbine kadar meydana gelen bütün savaşlarda İslâm’a karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faâliyette bulundu. Nihâyet Huneyn savaşında Hevazin kabilesinin hezimete uğradığını görünce Arabistan yarımadasında İslâm’ın hamlesini durduracak bir güç kalmadığını anlayarak Arabistan’ı terketti ve Medine’de ortaya çıkan tehlike hususunda Roma Kayser’ini uyarmak üzere Romaya (Şam’a) gitti.
Ebû Amir, Arabistan’a saldırması konusunda Kayser’i iknâya giderken Medine’de bulunan münâfıklara haber göndererek rahatça örgütlenebilmeleri, müslümanlar aleyhine planlar hazırlayabilmeleri ve emin bir buluşma yeri olarak işlev görmesi için bir mescid inşâ etmelerini istedi. Güya bu mescid sayesinde din maskesi altında yürütecekleri şeytanca faâliyetleri kimse farketmeyecekti. Ayrıca burası, Ebû Âmir’in adamlarının yolcu ve dilenci sûretinde hiçbir şüphe uyandırmadan kalabilecekleri bir karargâh olarak da hizmet görecekti.
Binaenaleyh bu fitne ve fesat odağı münâfıklar, görünürde temiz niyetlerinden kaynaklanan, ama aslında Peygamber (s.a.s.)’e ve onun dâvâsına suikast planları yapmak için bir hücre evi ve bir münâfık yatağı olmak üzere Kubâ mescidi civarında yeni bir mescid inşâ ettiler. Fakat biri Kubâ mescidi, diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere hâli hazırda Medine’de iki tane mescid bulunduğundan şehirde üçüncü bir mescide ihtiyaç olmadığını onlar da biliyorlardı. Dolayısıyla üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğuna Peygamber’i iknâ etmeleri gerekiyordu. Bu maksatla birtakım nedenler uydurduktan sonra Peygamber’e gelerek: “Bu bölgenin halkı için -bilhassa yaşlı, hasta ve sakat olanlarımız için- kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescidden birisine günde beş kez gidip gelmek çok zor olduğundan bir başka mescide ihtiyacımız vardı. Bundan dolayı Kubâ Mescidi ve
CUM’A NAMAZI
- 605 -
Mescid-i Nebevî’den uzak bir mahallede oturan ve namazları cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescid bina ettik. Yeni mescidimize gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz” dediler ve maksatlarını gizlemeye çalıştılar. Rasûlullah, “Şu an Tebük’e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm, inşaallah seferden döndüğümüzde kılarız” diyerek tekliflerine icâbeti bir süre erteledi.
Peygamber (s.a.s.) Tebük’e sefere çıkınca onlar da hâince serî faâliyetlerine başladılar. Bu yeni mescidde teşkilatlanmaya ve İslâm’a karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Bu münâfıklar ordusu hararetle müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettiği haberini bekliyorlardı. Böyle bir haberi alır almaz Abdullah b. Übey’i kendilerine kral yapacaklardı. Fakat Tebük’te olanlar, bütün ümitlerini boşa çıkardı. Nihâyet Rasûlullah (s.a.s.) Tebük seferi dönüşü Zi-Evan denilen mevkiye gelip orada konakladığı sırada huzuruna gelerek yine kendisinden mescidlerine gelmesini ve orada namaz kıldırmasını istediler.2645 Bunun üzerine Allah Teâlâ onların niyetini ve yaptıkları mescidin gayesini Rasûlüne haber vererek şöyle buyurdu: “Kubâ mescidine ve mü’mine zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, mü’mini tefrikaya düşürmek, evvelce Allah ve Peygamberine harp ilân eden (adam)ı beklemek maksadıyla bir mescid inşa edenler; ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edecekler. Oysa Allah o münâfıkların yalan söylediklerine şâhittir. Orada asla namaza durma, tâ ilk günden takvâ üzere kurulan mescid elbette içinde namaza durmana daha uygundur.”2646
İşte bu âyette geçen “mesciden dırâran” kavramına binâen bu mescide “mescid-i dırar” tâbir edilmesi İslâmî bir gelenek olmuştur. Dikkat edilecek olursa, Allah Teâlâ bu mescidde namazın niçin yasaklandığını zihinlere yerleştirmek ve burayı, “mescid-i dırar” hükmüne sokan sebeplere işaret etmek üzere dört ayrı noktaya dikkatleri çekmektedir. Âyetin nüzul ortamını oluşturan bu sebepler âyetteki sırasıyla şunlardır:
1- Kubâ mescidine ve Mü’mine zarar vermek için bina edilmiş olması,
2- İçerisinde Peygamber’i ve onun Allah katından getirdiği şeyleri inkâr etmek ve küfrü kuvvetlendirmek için yapılmış olması,
3- Mü’minlerin cemaatini tefrikaya düşürüp parçalamak amacıyla inşa edilmesi.
Nitekim münâfıklar kendi aralarında müzâkerede bulunarak şöyle demişlerdi: “Biz bir mescid yapalım ve Muhammed yanımıza gelip bu mescidde bizimle namaz kılacak olursa, biz de onunla namaz kılarız. Böylece onunla, Mescid-i Nebevî’de namaz kılanların arasını açmış oluruz. Bu da onların birliklerinin parçalanmasına ve aralarındaki ülfetin yok olmasına sebep olur.”
4- Peygamber’e ve onun dâvetine düşman olan Rahip Ebû Amir’in Roma Kayser’inden getireceği orduyla birlikte dönüşünü beklemek için yine onun isteği üzerine bina edilmiş olması.
Zira bu şahıs, Kayser’in yanına giderken münâfıklardan ibaret taraftarlarına;
2645] Bk. İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyan, 6/469-473; Kurtubî, El-Câmi li Ahkâm, 8/161; Fahruddin er-Râzî, Mefâtih'ul-Gayb, 16/198-200; Vâhidî, Esbâb'ün-Nüzul, s. 264-265
2646] 9/Tevbe, 107-110
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayın ve benim için bir mescid inşa edin. Zira ben Kayser’e gidiyorum. Onun yanından bir ordu getirip Muhammed’i ve ashâbını Medine’den çıkaracağım”2647 diye haber göndermişti. Bu haber üzerine onlar da söz konusu mescidi bina ederek Rahip Ebû Amir’in ordusuyla birlikte gelişini beklemeye başlamışlardı.
İşte Allah Teâlâ, âyet-i kerime’de Mescidin yapılışındaki bu maksatları da beyan ederek Nebîsine orada namaz kılmasını ebediyyen yasakladı. Münâfıkların gayesini ve mescidlerinin mâhiyetini haber veren yukarıdaki âyetler nâzil olunca da Rasûlullah (s.a.s) derhal Mâlik b. Dühşum, Ma’n İbn Adiyy, Amir b. Seken ve Vahşi’yi çağırdı ve; “gidin, şu ahâlisi zâlim olan mescidi yıkıp yakın!” buyurdu, onlar da gidip emrolundukları gibi orayı yerle bir ettiler.2648
“Mescid-i Dırâr”ın mâhiyeti, tarihî arka planı ve içerisinde namaz kılınmasının neden yasaklandığı ile ilgili bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bir mescidin “mescid-i dırar” hükmüne girebilmesi için daha ilk kuruluşunda müslümanlara zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, Peygamberi ve getirdiği şeyleri inkâr etmek, mü’minlerin arasına tefrika sokup onları parçalamak ve içerisinde İslâm düşmanlarıyla birlikte İslâm aleyhine faâliyetler yürütmek vb. amaçlarla bina edilmiş olması ve hâlihazırda bu nevi faâliyetlerin içerisinde yürütülüyor olması gerekir. Zira münâfıkların yaptıkları mescidin, Mescid-i Dırar ilan edilip yıktırılmış olması sırf bu vasıflarından ötürüdür.
Ehlince mâlum olduğu üzere bir şeyin diğeriyle kıyaslanması ve hüküm bakımından aralarında ayniyet ilişkisinin kurulabilmesi için asıl ile onun fer’i arasında ortak illet ve münasebet bağının bulunması gerekir. Bu illet ve münasebet de ya bizzat şârî tarafından sarâhaten (açık bir şekilde) veya îmâ yoluyla beyan edilir yahut da icma veya ictihad yoluyla bilinir. Buradaki illet yukarıda dört madde halinde sıraladığımız gibi, bizzat şârî tarafından açıkça beyan edilmiştir. Dolayısıyla bu konuda ictihad yoluyla başkaca bir illet ve münasebet bağı aranıp ona göre de hüküm çıkarılamaz. Zira nassın bulunduğu yerde ictihada kalkışmak akıl kârı değildir.
Şu halde geçmişte ve günümüzde yapılan mescidlerin hiçbiri bu amaçlarla inşa edilmediğine ve hâlen de bu tür faâliyetlere hizmet etmediğine göre akl-ı selim sahibi hiçbir müslümanın, münferit bir hâdise üzerine inen mücerret bir âyeti ele alarak nüzul ortamını dahi dikkate almadan bu âyeti umûma teşmil etmesi ve müslüman halk tarafından yaptırılan mescidleri İslâm düşmanı münâfıkların yaptıkları mescidlere benzeterek mescid-i dırar diye nitelemesi asla doğru değildir. Bu, sadece hislerle hareket etmekten ibaret basit bir yaklaşım tarzıdır. Zira sırf Peygamber’e tuzak kurmak ve İslâm dâvâsına zarar vermek için teşkilatlanmak ve rahatça örgütlenebilmek amacıyla kurulan bir mescidle, müslümanların Allah için yaptıkları mescidler arasında hiçbir illet ve münasebet bağı söz konusu değildir. Dolayısıyla da münâfıkların yaptırdığı Dırar Mescidi ile kıyaslanarak mescid-i dırar diye adlandırılamazlar. Bu mescidleri mescid-i dırar saymak için dinî ilimlerden habersiz ve son derece câhil olmak gerekir. Nitekim Mısır’da “et-Tekfir ve’l-Hicre” cemaatı da benzeri iddialarla ortaya çıkmasına
2647] Bk. İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e, 6/469-473; Kurtubî, A.g.e, 8/161; Fahruddin er-Râzî, A.g.e, 16/198-200; Vahidî, A.g.e, s. 264-265
2648] Kurtubi, A.g.e, 8/161
CUM’A NAMAZI
- 607 -
rağmen hiç bir İslâm âlimi onların bu düşüncesini tasvip etmemiştir.
Şâyet halkı müslüman olan ülkelerde sırf müslüman halk tarafından kendi çabaları ile yaptırılan bu mescidleri mescid-i dırar sayacak olursak, onları yaptıranları da münâfık, kâfir veya İslâm düşmanı saymamız gerekir. Bundan Allah’a sığınırız. Biz kimsenin iç dünyasını ve niyetinin ne olduğunu bilemeyiz. Kalplerde olanı ve insanların niyetini ancak hakkıyla Allah bilir. Biz ancak zâhire bakarız. Bir kimsenin açıkça küfrüne delâlet eden bir karîne yoksa ve müslüman olduğunu söyleyip namaz kılıyor ve müslümanca davranışlarda bulunuyorsa, bize göre o insan müslümandır. Asıl niyet ve durumu Allah’a aittir. Kezâ mescid inşa eden ya da ettiren insanlar için de durum böyledir. Şâyet bu insanlar, açıkça küfürlerini gerektiren veya İslâm düşmanı sayılmalarını icâbettiren davranışlar içerisinde değillerse, amelleri noksan bile olsa, biz bu insanların görünürde Allah’ın rızâsını kazanmak isteğiyle yaptırdıkları mescidleri katiyyen mescid-i dırar sayarak içerisinde namaz kılınmasına engel olamayız.
Müslümanların çabalarıyla bina edilen mescidlerde namaz kılmanın câiz olmaması şöyle dursun, Yahûdi ve Hıristiyanların kendi inanışlarına göre ibâdet için yaptırdığı kilise ve havralar’ın resim ve heykelden arındırılmış temiz yerlerinde kılınan namaz dahi geçerli ve câizdir. Zira kilise ve havralar, Yahûdi ve Hıristiyanların kendi itikatlarına göre içerisinde ibâdet yapılmak üzere bina edilmişlerdir. Ulemâ buralarda kılınan namazın câiz olacağı konusunda ittifak etmiştir. Buhârî, İbn Abbas’ın (r.a.), içerisinde heykeller bulunmadığı zaman havrada namaz kıldığını rivâyet etmektedir.2649
Ancak Müslümanlara zarar vermek, riya ve süm’a yapmak gayesiyle inşa edildiği kesin olarak bilinen mescidler bu açıklamalarımızın dışında mütâlaa edilebilir. Zira fakîhler, kesin olarak bu maksatlarla yapıldığı bilinen mescidlerin de mescid-i dırar hükmüne girebileceğini belirtmişlerdir. Nitekim Taberi’nin Şakik’ten rivâyetine göre o şöyle demiştir: “Âlimlerimiz müslümanlara ve takvâ esası üzerine bina edilen diğer mescidlere zarar vermek, riya ve süm’a yapmak üzere kurulan bütün mescidler mescid-i dırar hükmünde olup içerisinde namaz kılınması câiz değildir.” demişlerdir.2650 Kezâ bu kanaate varabilmek için de mescidin bu gayelerle bina edildiğini kesin olarak bilmek şarttır. Aksi halde zanla hüküm verilmiş olur. Hâlbuki zan haktan bir şey ifade etmez.
Şunu da ifade edelim ki halkı müslüman olan hemen hemen bütün ülkelerde mescidlerin beşerî sistemlerin vesâyeti altında olduğu veya İslâm’ı kendileri için tehlike sayan güçlerin buraları kontrol altında tutmak, uzaktan kumanda ile etkisiz hale getirmek ve İslâm’daki aslî fonksiyonunu icrâ ettirmemek için yoğun bir çaba sarfettikleri, müslümanların da buralara gereği gibi sahip çıkamadıkları ya da bu şuurdan mahrum bırakıldıkları kesin olarak doğrudur. Ancak bunun suçlusu mescidlerimiz ve onları yaptıranlar değil, onlara sahip çıkamayan Müslümanlardır. O halde ne geçmişte, ne günümüzde, ne de gelecekteki müslümanların Allah için yaptırdıkları mescidleri hissî yaklaşımlarla mescid-i dırar saymaya hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Aksi halde bu mantık bizi, Allah’ın kitabında zikredip Beytullah adını verdiği ve çoğumuzun gidip hacc maksadıyla tavaf ettiği Kâbe’yi de mescid-i dırar saymaya götürecek kadar
2649] Bk. Kurtubi, el-Câmi’ li Ahkâm'il-Kur'an, 8/162
2650] Kurtubî, A.g.e., 8/162
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sakat bir mantıktır. Zira oraya da Amerikan uşağı Suud kralları hâkim. Hatta İslâm’dan önce yangın ve sel baskınları sonucu birkaç kez yıkıldığı için Kâbe’yi de müşrik Arablar yeniden inşa ettiler. Sadece beşerî ve gayr-i İslâmî sistemlerin vesâyet ve kontrolü altında bulunmaktan başka bir talihsizliği bulunmayan herhangi bir mescidi, mescid-i dırar sayıp içerisinde namaz kılınmasını engellemenin yanlışlığını isbat eden bir başka delil de şudur: Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.s.) gördüğü bir rüya üzerine Hicretin altıncı yılında ashâbıyla birlikte Umre yapmak niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Bunu haber alan müşrikler, Peygamber ve ashâbının savaşmak üzere geldiğini zannederek derhal savaş hazırlıklarına başlamışlardı. Ancak elçiler vâsıtasıyla iki taraf arasında yapılan uzun müzâkerelerden sonra Peygamber’in savaşmak niyetiyle yola çıkmayıp sadece Kâbe’yi tavaf maksadıyla geldiği anlaşılınca Mekkeli müşrikler savaşmaktan vazgeçtilerse de Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâbının o sene Mekke’ye girmesinin kendileri açısından prestij kaybına sebep olacağını düşünerek buna engel olmak istediler. Sonuçta her iki taraf da aralarında anlaşarak meseleyi halletmeye râzı oldular. Hudeybiye Müsâlahası olarak tarihe geçen ve İslâmî harekette bir dönüm noktası teşkil eden bu anlaşma maddelerine göre müslümanlar bu sene Mekke’yi ziyaret etmeksizin Medine’ye dönecekler, gelecek sene umre için Mekke’yi ziyaret edebilecekler, ancak orada üç günden fazla kalamayacaklardı.2651
Hudeybiye’de yapılan bu anlaşma maddelerine binâen Rasûlullah (s.a.s.) Hicretin yedinci yılında beraberinde yüzü atlı olmak üzere iki bin müslüman olduğu halde Mekke’ye gelerek umretü’l-kaza niyetiyle Kâbe’yi tavaf etmiş ve cemaatle beraber burada öğle namazı kılmıştır. Hâlbuki Kâbe o sırada Mekke müşriklerinin hâkimiyeti altında bulunuyor ve içerisinde tam üç yüz altmış tane put yer alıyordu.
İşte Rasûlülluh’ın (s.a.s.) bu hareketi her zaman ve zeminde bizim için benzer konularda delil teşkil edecek en önemli bir harekettir. Şâyet müşriklerin ve gayri müslimlerin vesâyet veya hâkimiyyeti altında bulunan mescidler, mescid-i dırar sayılıp buralarda ibâdet yapılması câiz olmasaydı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) tamamen müşriklerin hâkimiyeti altında bulunan ve içerisinde üç yüz altmış putu barındıran bu mescidde müşrik bir topluluktan izin isteyerek namaz kılmaması ve orayı tavaf etmemesi gerekirdi. Bu hâdise, düşünenler için bütün tartışmaları kökünden kesecek kadar açık ve nettir. Dolayısıyla bu konuda daha fazla izaha gerek yok sanırız.2652
Cuma Günü ve Hafta Tatili Meselesi
Cuma namazı çerçevesinde tetkik edilmesi gereken hususlardan biri de Cuma gününün şer’î bakımdan tatil sayılıp sayılmadığı meselesidir. Zira birkısım müslümanlar hatta (tercüme veya baskı hatası değilse, Tefhimü’l-Kur’an gibi) bazı İslâmî kaynaklar Cuma gününün Kur’an tarafından müslümanlar için tatil günü olarak tayin edildiği kanaatini savunmaktadırlar.2653
Şunu hemen belirtelim ki, sosyal hayatın en tabiî ihtiyaçlarından biri de
2651] Abdurrezzak, Musannef, 5338; Belâzurî, Ensâb, 1/350-352; Taberî, Câmiu'l-Beyan fî Te'vili'l-Kur'an, 1/358-360; Taberî, Tarihu't-Taberî, 2/123; Münir Muhammed Gadban, Nebevî Hareket Metodu, 2/50
2652] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 365-372
2653] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur'an, 6/277
CUM’A NAMAZI
- 609 -
çeşitli meşguliyetlerle yorulan insan bünyesinin, rûhen ve bedenen dinlendirilmesidir. Zira yaşamak ve üretebilmek için çalışmak ne kadar tabiî ise, çalışmak ve üretebilmek için dinlenmek de o kadar tabiî ve gereklidir. Özellikle insanların âmir-memur, işçi-işveren şeklinde sosyal ve ekonomik yönden kesin çizgilerle birbirinden ayrı olarak bütün bir haftayı emir-komuta düzeninde muayyen bir işte çalışarak geçirmek zorunda olduğu, bunun sonucunda stres ve yorgunluktan son derece yorgun ve bîtap düşeceği düşünülecek olursa, bu konumda bulunan insanların rûhen ve bedenen dinlenmek, evlerine ve özel işlerine zaman ayırmak için haftanın belirli gün ya da günlerini tatil yaparak geçirmeleri kadar tabiî bir haklarının olamayacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu münasebetle asrımızda sanayileşmiş ya da sanayileşmekte olan bütün ülkelerde âmir olsun, memur olsun, işçi olsun, işveren olsun, bütün insanlar bu tabiî haklarını kullanarak haftanın muayyen günlerini dinlenme ve tatil günü olarak kullanmak durumunda kalmışlardır. (Aslında, müslüman açısından gerekli olan; boş kalma anlamında “tatil” değil, iş değişikliğidir)
Ancak bu tatil ve dinlenme günlerinin seçimi, sırf bu maksada dayanan rastgele bir seçim olmayıp tam aksine bu günlerin seçiminde birinci derecede dinî inanış ve âdetlerin rol aldığını görüyoruz. Zira İlâhî kökenli dinlere mensup olan milletlerden, yahûdî ve hıristiyanlar bu günleri tayin ederlerken haftanın herhangi bir gününü seçmek yerine kendi dinî inanç ve geleneklerine göre kutsal sayılan ve özel ibâdet günleri olan Cumartesi ve Pazar gününü seçmişlerdir.
Bilindiği gibi, yahûdilerce Cumartesi, hıristiyanlarca da Pazar günü hem mukaddes bir gün, hem de husûsî olarak ibâdet günü kabul edilmektedir. Hafta boyu her türlü ahlâksızlık ve hayâsızlığı mubah sayan, Allah’ın Tevrat ve İncil’de kendilerine meşrû kıldığı ibâdetleri terkedip yasakladığı haramları fütursuzca icrâ eden bu milletler, özel ibâdet günü kabul ettikleri bu iki günde kendi bâtıl inanışlarına göre dinî merasim ve âyinleri yerine getirmekle meşgul olurlar. İşte bu milletlerin bu iki günü tatil ve dinlenme günü olarak seçmeleri bir rastlantı sonucu olmayıp özellikle kendi inanışlarına göre bu günlere mahsus olan dinî ibâdet ve merasimlerinin yerine getirilmesi için yaptıkları bilinçli bir tercihin sonucudur.
Ne gariptir ki yahûdî ve hıristiyanlar kendi bâtıl dinlerine mahsus dinî merasim ve törenlerinin aksatılmadan yerine getirilmesi için bu derece hassâsiyet gösterirlerken müslümanlar devlet ve millet olarak aynı hassâsiyeti kendi hak dinlerine ait özel gün ve ibâdetler için gösterememişlerdir. Aksine onlar da yahûdi ve hıristiyanların birçok âdet ve gelenekleri yanında Cumartesi ve Pazar gününü tatil ve dinlenme günü olarak seçtiren ideolojilerine âlet edilmişlerdir. Ancak, altını çizerek ifade edelim ki halkı müslüman olan ülkelerde Cumartesi ve Pazarın tatil günü olarak benimsenmiş olması, asla müslüman halkın kendi arzusundan kaynaklanan bir şey olmayıp yönetimi ele geçiren siyasî otoritelerin halka rağmen yaptıkları bir tercihle olmuştur. Dolayısıyla bu cinâyetin faturası her şeyden önce, başlangıçta bu âdetleri kendilerine dayatan yöneticilere aittir.
Her hususta Batı ile, Batılı düşünce ve değerlerle entegre olma düşüncesinin bir parçası olmak üzere müslümanlara dayatılan bu uygulamanın bir sonucu olarak, ekmek parasını kazanmak için başkasına ait herhangi bir iş yerinde ya da resmî bir işte çalışmak zorunda kalan yüzbinlerce müslüman, bugün,
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’ın en mühim ibâdetlerinden biri olan bu ibâdeti (Cuma namazını) yerine getirme imkânından mahrum olmaktadır. Bu da müslüman halkı, ya ekmeğini ya da dinî vecîbesini yerine getirmek şeklinde iki şıktan birini tercih etmek gibi bir durumla karşı karşıya getirdiğinden tedirgin etmekte ve her geçen gün toplumsal gerilimi tırmandırmaya vesile olabilmektedir. Bu tedirginliklerin ve toplumsal gerilimin topluma fayda sağlamayacağı ise âşikârdır. Bu münasebetle insan haklarına saygıyı dillerinden düşürmemeye gayret edenlerin müslüman kitlelerin bu ibâdeti huzur içinde yapmaları için üzerlerine düşen tedbirleri almaları gerekir. Mademki yahûdî ve hıristiyanlar kendi dinî inanç ve âdetlerine göre kutsal saydıkları günlerini ta’zim etme hakkına sahiptir, o halde müslümanların da kendi ülkelerinde dinî açıdan önemli sayılan gün ve ibâdetlere riâyet etmelerine imkân verilmelidir. Zira Allah Teâlâ bu güne mahsus olarak farz kıldığı Cuma namazını müslümanların topluca îfâ etmelerini emretmiştir. Günümüz şartlarında bu toplu ibâdet, ancak bu günün tatil edilmesi ya da Cuma namazı için gerekli hazırlıkları yapabilecek kadar uzun bir öğle tatili ile mümkündür. Toplumsal gerilimin ve müslüman halkın içine düştüğü mânevî rahatsızlığın giderilebilmesi için bu şarttır. Aksini düşünmek ne insan hakları ve ne de ibâdet hürriyyetiyle telifi mümkün olmayan bir şeydir.
Bu hususun altını bu şekilde çizdikten sonra Cuma gününün İslâm’da tatil günü sayılıp sayılmadığı meselesine geçebiliriz. Mâlum olduğu üzere İslâm’ın ilk günlerinde hayatın sade ve basit olması münasebetiyle ilk müslümanların haftanın muayyen bir gününde tatil yapmaya ihtiyaçları yoktu. Bu sebeple sahâbe, tâbiun ve daha sonraki nesillerin hayatında haftanın herhangi bir gününü veya özellikle Cuma gününü tatil olarak seçtiklerine dâir hiç bir kayda rastlamıyoruz. Zira yukarıda işaret edildiği gibi bu husus, sosyal hayatın tabiî yapısından kaynaklanan bir ihtiyaçtır. Bu münasebetle İslâm bu hususu hayatın tabiî akışı içerisinde insanlığın insiyatifine terkederek herhangi bir kayıt getirmemiş ve bu sahayı mubah olarak bırakmıştır. Bu münasebetle müslüman toplumun dirlik ve düzenini sağlamakla mükellef olan yönetici kadro, ihtiyaç halinde istişare ile bu konuda karar alarak haftanın muayyen gün ya da günlerini tatil olarak belirleyebileceği gibi, hassaten Cuma gününü de tatil günü olarak seçebilir.
Şu halde yahûdî ve Hıristiyan milletlerin kendi tatil günlerini İslâm ülkelerine kabul ettirmiş olmalarından müslümanların rahatsızlık duymaları son derece yerinde olmakla birlikte, Cuma gününün İslâm dinince tatil ilan edilmiş olduğu anlayışına kapılmaları hiç bir zaman gerçeği yansıtmaz. Müslüman halkın bu meyandaki söylemleri sadece tepkisel bir anlayışın ürünü olup Kur’an ve sünnette bu anlayışı teyid eden herhangi bir işarete rastlamak mümkün değildir. Hatta Kur’an Cuma günü tatil yapılmasını değil, tam tersine Cuma namazını edâdan sonra mesâi yapılmasını tavsiye eder. Nitekim Yüce Allah bu hususa işaratle şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman, hemen Allah’ı zikre gidin, alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Alah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın.” 2654
Âyet-i kerimeden açıkça anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ, Cuma namazını edâdan sonra mü’minlere yeryüzüne dağılıp hem dinleri, hem de dünyaları
2654] 62/Cuma, 10
CUM’A NAMAZI
- 611 -
hususunda Allah’ın lütfundan nasip aramalarını, yani o günü tatil yapmalarını değil, tam tersine mesâi yapmalarını emretmektedir. Ancak buradaki emir, vücup ifade etmeyip ibâhe (mübahlık mânâsı) içindir. Bu sebeple Cuma günü işi gücü bir kenara bırakıp mescidde veya evde çeşitli ibâdetlerle meşgul olmak mubah olduğu gibi, Cuma namazını edâ ettikten sonra her türlü ihtiyaçları temin etmek üzere ticaret ve tasarruf için yeryüzüne dağılmak ve Allah’ın lütfundan rızık talep etmek de mubahtır.2655 Nitekim İbn Abbas (r.a.) âyetin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Cuma günü namaza nidâ edilirken alım satımla meşgul olmak câiz değildir. Dolayısıyla namazı edâ ettiğin zaman alışveriş yap!”.2656 İbn Mürdeveyh, bu haberi İbn Abbas’tan başka bir yolla merfû (yani Peygamber’in sözü) olarak da rivâyet etmiştir.2657 Tâbiûn ulemasından Dahhâk da bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle der: “Bu ifade Allah tarafından bir ruhsattır. Kişi namazı kıldığı vakit dilerse dışarı çıkar, dilerse mescidde oturur”.2658 Rivâyete göre Irak b. Mâlik (r.a.), Cuma namazını kıldığı zaman mescidin kapısında durur ve şöyle derdi. “Allahım! Dâvetine icâbet ettim. Farzını kıldım. Emrettiğin şekilde dağıldım. O halde beni lütfundan rızıklandır. Çünkü Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.2659
Bu rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere gerek sahâbe ve tâbiûn âlimleri, gerekse daha sonra gelen âlimler Cuma gününün müslümanlar için şer’an tatil günü sayıldığı şeklinde herhangi bir kanaate sahip olmamışlardır. Aksine onlar âyetin muhtevâsına uygun olarak Cuma namazını edâdan sonra yeryüzüne dağılıp o gün mesâi yapılması gerektiği görüşüne sahip olmuşlardır. Hatta bazı selef âlimleri şöyle demişlerdir: “Bir kimse Cuma günü namazı kıldıktan sonra alış-veriş yaparsa, Allah onun kazancını yetmiş defa bereketlendirir.”2660 Şu halde hiç kimsenin delilsiz olarak Cuma gününün şer’an müslümanların tatil günü olduğu vehmine kapılması doğru değildir. Ancak, Cuma gününün şer’an tatil günü kabul edilmemiş olmasından müslümanların bu günü tatil günü ilan edemeyecekleri anlamı da çıkarılamaz. Daha önce belirtildiği gibi bu saha Müslümanların insiyatifine bırakılmıştır. Zira mubahın anlamı budur. Günümüz şartlarında haftanın en az bir veya iki gününü tatil yapmak zarurî bir ihtiyaç halini aldığına göre yahûdî ve hıristiyanları memnun etmek için onların özel ibâdet ve dinlenme günlerini tatil günü olarak benimsemek yerine, müslümanların Cuma gününü tatil günü ilan etmelerinden daha tabiî bir şey olamaz. Bizim burada altını çizmeye çalıştığımız husus Cuma gününün müslümanlarca tatil günü olarak kullanılmasının yanlış olduğu değil, bu günün Kur’an ve sünnet tarafından müslümanlar için tatil günü olarak belirlenmiş olduğuna inanmanın yanlış olduğudur. Bu iki nokta arasındaki fark bilindikten sonra müslümanların haftanın herhangi bir gününü ya da Cuma gününü tatil ilan etmelerinde şer’an bir mahzur yoktur. Ancak bu, müslümanların siyâsî hâkimiyeti ellerine almalarından sonra şûra kararı ile mümkün olacak bir şeydir.2661
2655] Vehbe Zühaylî, Et-Tefsîr'uI-Münîr, 28/207; İbn Cerir et-Taberî, Câmiul-Beyan fî Te'vîli’l-Kur'ân, 12/97
2656] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 2/454
2657] Bk. İbn Hacer, A.g.e, 2/454
2658] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/64; İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyan fî Te'vîli’l-Kur'ân, 12/97
2659] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân'il-Azîm, 8/149; İbn Ebî Hatim, Kitâb'ül-Cerh ve't-Ta'dîl, 3/2-38
2660] İbn Kesîr, A.g.e, 8/149
2661] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 373-378
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zuhr-i Âhir Adıyla Kılınan Namazın Dindeki Yeri ve Hükmü
Birçok kez vurgulamaya çalıştığımız gibi, Kur’an ve sünnet Cuma namazını kayıtsız şartsız mutlak olarak farz kılmış ve edâsını birkısım şartlara bağlamamıştır. Ayrıca müctehidlerin yaşadıkları asra gelinceye kadar sahâbe ve tâbiun nesli arasında bu namazın ikamesi için herhangi bir kayıt ve şarttan söz edildiğine rastlayamıyoruz. Ancak hicrî ikinci asırdan itibaren bazı müctehidler ellerine geçen deliller ölçeğinde Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için birkısım şartlar ileri sürmeye başlamışlar ve bu şartların mevcut olması halinde kılınan Cuma namazının sahih, eksik olması halinde sahih olmayacağını ve müslümanların artık onun yerine öğle namazını kılmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
İşte bazı müslümanlar, gerek müctehid imamlar tarafından ileri sürülen bu şartların eksik olduğu gerekçesiyle, gerekse buraya kadar açıklamaya çalıştığımız daha başka gerekçelerle Cuma namazını hiç kılmayarak piramidin tepesinde yer alırken; birkısım müslümanlar da Cuma namazını edâ ettikten sonra “zuhr-i âhir” niyetiyle dört rekât daha namaz kılarak tabanında yer almaktadırlar. Diğer bir ifadeyle birinci grup bu hususta ifrâta, ikinci grup da tefrîte düşmektedir.
Biz bundan önceki bölümlerde müctehidler tarafından ileri sürülen bu şartların ne derece isâbetli olup olmadıklarını efrâdını câmi ağyârını mâni olacak biçimde izah etmiş ve neticede ne bu şartların bulunmaması gerekçesiyle, ne de ortaya atılan öteki gerekçelerle, Cuma namazının asla terk edilemeyeceğini ve de terk edilmemesi gerektiğini ifade etmiştik. Bu başlık altında ise ikinci grubun şüphelerine ve Cuma namazı edâ edildikten sonra zuhr-i âhir niyetiyle kılınan bu namazın İslâm’a nasıl ve nereden girdiğini, başka bir ifadeyle dindeki yerini ortaya koymaya çalışalım:
Şunu hemen ifade edelim ki Kur’an ve sünnette zuhr-i âhir adıyla bir namazdan söz edilmediği gibi; sahâbe, tâbiun ve tebeu’t-tâbiîn devirlerinde de böyle bir namazı bilen ya da kılan hiçbir kimse yoktu. Kezâ müctehid imamlar da böyle bir namazın kılınmasını emir ya da tavsiye etmiş değildirler. Onlardan her biri yukarıda temas edildiği gibi ellerine geçen deliller muvâcehesinde Cuma namazının farz olabilmesi için belli şartlar ileri sürmüş ve bu şartların bir kısmı veya tamamı ortadan kalktığı zaman bütün halkın Cuma namazını terkederek günün öğle namazını kılacaklarını ifade etmişlerdir. Fakat hiç birisi bu şartların bulunmaması veya eksik olması halinde hem Cuma namazını, hem de “kılınan Cuma namazı sahih olmamışsa” endişesiyle ihtiyaten “zuhr-i âhir” kılınmasını istememişlerdir.
Meselâ İmam Ebû Hanîfe -bu mevzûdakî görüşü isâbetli, delilleri tutarlı olsun veya olmasın- Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için, Cuma kılınacak yerin şehir olmasını şart koşmuş ve köylerde yaşayan halka Cuma namazının farz olmadığını söylemiştir. Dolayısıyla Hanefî mezhebine mensup olan ve köyde ikamet eden mükelleflerin Cuma namazını kılmaları câiz değildir. Aynı şekilde Ebû Hanîfe Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için bu namazı bizzat devlet başkanı veya görevlendireceği bir kimsenin kıldırması şartını ileri sürmüş ve bu şarta riâyet edilmediği zaman kılınan Cuma namazının sahih olmayacağını söylemiştir. Bu durumda onun mezhebine mensup olan kimselerin bu şartların bulunmadığını bile bile hem Cuma namazını kılıp, hem de arkasından
CUM’A NAMAZI
- 613 -
-şâyet sahih olmamışsa endişesiyle- ihtiyaten zuhr-i âhir kılmaları câiz değildir. Zira İmam Ebû Hanîfe bu şartların bulunmaması veya eksik olması halinde hem Cuma namazı, hem de zuhr-i âhir adıyla bir namaz kılınmasını istememiştir.
Öte yandan Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kendisinden sonra gelen bütün Hanefî imamları -dâru’l-harpte ve İslâm devletinin fiilen mevcut olmaması halinde- geçersiz saymışlardır. Daha önce tutarlı olup olmadıklarını tartıştığımız bu iki şartın bir an için tutarlı olduğunu farzetsek bile, ne Ebû Hanîfe’nin kendisi, ne de ondan sonra gelen diğer Hanefî müctehidleri bu şartlar tahakkuk etmediği zaman, halkın hem Cuma namazını, hem de ihtiyat olarak “Zuhr-i âhir” kılmasını emir ya da tavsiye etmemişlerdir. Bilakis Ebû Hanîfe’nin kendisi kayıtsız şartsız, diğer Hanefî müctehidleri ise, İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla böyle bir durumda kesin olarak Cumanın bâtıl olacağını savunmuş ve bütün halkın ilk baştan öğle namazını kılmalarını istemişlerdir. Dolayısıyla -zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namaz, sonradan gelen bazı mukallit âlimlerin bir beldede birden fazla yerde Cuma namazının câiz olup olmayacağı şeklindeki Şâfiî ve Mâlikî mezhebindeki- şüpheden yola çıkarak ortaya attıkları zayıf bir iddiadan ibarettir. Hâlbuki Hanefî mezhebinde böyle bir görüş kabul görmüş değildir. İlgili mevzûda değinildiği üzere bu mezhepte mûteber olan görüşe göre, bir beldede birden fazla yerde Cuma namazının kılınması kayıtsız şartsız câizdir. Nitekim insaf sahibi Hanefî âlimleri, her mukallidin bir şey yamaması ile tanınmaz hale getirilen Cuma namazını bu yamalardan kurtarmak isteyerek zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namazı şiddetle reddetmişlerdir.
Meselâ, son devir Hanefî âlimlerinden Mehmed Zihni Efendi kendi zamanından önceki Hanefî âlimlerinin bu konudaki görüşlerini özetleyerek şunları kaydeder: “...Bu açıklamaya göre daha önce davranarak kılmış olanların bulunabileceğini hesaba katarak ve ihtiyat olmak üzere ‘zuhr-i âhir’ kılmaya gerek de kalmaz. Çünkü böyle bir itibar ve ihtiyat olarak zuhr-i âhir kılmak Cumanın birden fazla yerde kılınamayacağı hususundaki zayıf bir görüşe oturtulur. Şürünbilâlî der ki: ‘İhtiyatlı olan onu (zuhr-i âhir’i) kılmak değildir. Çünkü ihtiyat iki delilden en kuvvetli olanıyla amel etmektir. Bu konuda iki delilin en kuvvetlisi ise, birden fazla yerde Cuma kılmanın mutlak olarak câiz olmasıdır. Ayrıca bunu -zuhr-i âhiri- kılmakta; câhillerin Cumanın farz olmadığını zannetmeleri ya da Cuma vaktinde farz olan namazın birkaç tane olduğunu sanmaları sakıncası vardır...’ İbn Nüceym de, “Bahru’r-Râik” adlı eserinde: “Zuhr-i âhir namazı, Cuma namazının bir şehirde birden fazla yerde kılınmasının câiz olamayacağı rivâyeti sebebiyle sahih olup olmayacağı konusunda düşülen şüphe üzerine bazı son devir âlimlerinin çıkardıkları bir şeydir. Söz konusu rivâyet ise, kabul görmüş değildir ve Cumadan sonra zuhr-i âhir namazı ne İmam A’zamdan, ne de iki imam arkadaşı -İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed- tarafından rivâyet edilmiştir. ‘Cuma gününün farzı zuhr-i âhir’dir, Cuma farz değildir’ diye bir kanaate saplanılacağı korkusundan ötürü ben o namazın câiz olmadığına defalarca fetvâ verdim’ demiştir. Bu konuda ‘el-Minhâ ve Reddü’l-Muhtâr’ adlı kitaplarda İbn Âbidin de bir şeyler söylemiştir. Ancak bu ileri gelen seçkin zâtların söylediklerinden sonra onlar bizi bağlayıcı değildir”.2662
Şemsülhak Âzımâbâdî ise, bu konuda şunları kaydeder: “Cuma namazı
2662] Mehmet Zihni Efendi, Nimetü'l-İslâm, s. 499-500
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisiyle öğle namazının farzının sâkıt olduğu farz-ı ayn bir namazdır. Zira Cuma namazı öğle namazı yerine kaimdir. Dolayısıyla Cuma namazından sonra ihtiyaten öğle namazını edâ eden kimse, Allah ve Rasûlü’nün izni olmadığı halde bir günde ve bir tek vakitte bir namazı iki defa edâ etmiş olur. Bu ise haramdır. Nitekim İbn Ömer’den (r.a.) rivâyete göre o şöyle demiştir: ‘Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim: “Bir namazı bir günde iki defa kılmayınız.”2663 Bu hadisi Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, Ebû Dâvud ile Nesâî Sünen’lerinde rivâyet etmişlerdir. Hadisin isnâdı hasendir. Şu halde Cuma namazı öğle namazının yerine farz kılındığına göre Cumadan sonra tekrar öğlenin edâsı câiz değildir. Ne sahâbe, ne tâbiûn, ne tebeu’t-tâbiîn, ne müctehid imamlar ve ne de muhaddislerin herhangi birisinden Cumadan sonra öğle namazını kıldıkları veyahut da bunun kılınmasını emrettikleri rivâyet edilmiştir. Bu münâsebetle Cuma namazından sonra ihtiyat olarak zuhr-i âhirin kılınması, dinde sonradan ihdas edilmiş bir bid’attir. Bunu yapan da günahkâr olur. İbn Nüceym’in Bahru’r-Râik’te beyan ettiği gibi bu bid’atı bazı Hanefîler uydurmuşlardır”.2664
Şevkânî, Cemâlüddin el-Kasımî, Mustafa el-Galâyînî, Ali eş-Şebremallîsî, el-Hüseynî vb. gibi zevâtın içinde bulunduğu birçok âlim de bu görüştedirler. Bu gruba dâhil olan âlimler Cuma namazını kıldıktan sonra “şâyet sahih olmamışsa” endişesiyle zuhr-i âhir kılmanın gereksizliğini savunmakta ve Hayrettin Karaman’ın ifâdesine göre özetle şöyle demektedirler: “Bâtıl olduğunu bilerek Cuma namazı kılmak haramdır. Cumanın sahih olduğuna inanılıyorsa öğle namazını kılmaya ihtiyaç yoktur. Böyle bir namaz (zuhr-i âhir) sahâbe, tâbiûn ve müctehid imamlar devrinde kılınmamıştır. Dinde olmayan bir ibâdeti adet hâline getirip dine yamamak bid’attir. Bunu yapan da günahkâr olur.”2665
Çağdaş İslâm Hukukçularından Prof. Dr. Hayreddin Karaman, bu grubun görüşlerini bu şekilde aktardıktan sonra aynı görüşlere katıldığını belirterek “İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri” adlı eserinde şöyle der: “Bize göre de zuhr-i âhir kılınmamalıdır. Şüphe ve ihtiyat sebebiyle kılınmasını müdâfaa eden zevata karşı şunları hatırlatmakta fayda vardır:
1- Fıkhın ibâdât, muamelât ve ukubâta ait her bölümünde müctehidlerin sayısız ihtilâfı, ictihad ve görüş farkları vardır. Müslümanlar -şâyet bizzat ictihad edecek kadar âlim değilseler-, bu ictihadlardan birine uymakla mükelleftirler. İctihadlarına veya tâbî oldukları müctehide (mezhebe) göre ibâdetleri sahihse, artık başka bir mezhebe göre sahih olmaması onları ilgilendirmez ve ibâdetlerine zarar vermez. Üzerinde ihtilâf edilmiş binlerce meselede bir müctehide tâbî olarak ibâdet ederken, sadece Cuma namazında ihtilâfı göze alıp ihtiyata riâyet etmeye kalkışmak lüzumsuz bir davranıştır.
2- Her bid’at bir sünneti öldürür. Bu zuhr-i âhir sebebiyle Cumanın farzından sonra kılınacak namaz artırıldığı için halk Cumanın son sünnetini de terketmeye başlamıştır. Hâlbuki farzdan sonra sadece iki veya dört rekât namazın sünnet olduğu anlatılsa ve tatbikat da buna göre olsa, bu sünneti kılanların sayısı çoğalacaktır.
2663] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/19, 41; Ebû Davud, Sünen, 1/158; Nesai, Sünen, 2/114
2664] Şemsü'l-Hak Azımabadi, Tahkikât'ül-Ûlâ fî Farziyyeti Salâti’l-Cum’a fi'1-Kurâ, s. 46; Ayrıca bu konuda Bk. Sünen-i Dârakutni Şerhi, 2/10
2665] Hayrettin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, 1/39-41
CUM’A NAMAZI
- 615 -
3- İhtiyata ancak faydalı olduğu zaman riâyet edilir. Yola çıkacak adam belki yolda bulamam diye bir oturuşta üç öğünlük yemek yerse, ihtiyaten doktorun tavsiyesinden fazla ilaç alırsa, zararlı olur. Allah ve Rasûlü müslümanları ne ile mükellef kılmışsa, onları yerine getirmek, buna bir şey ilâve etmekten kaçınmak ihtiyatın tâ kendisidir.
4- Biz, bu kanaati serdederken Allah’ın bizden istediği bir ibâdeti kaldırmak veya azaltmak değil, müslümanları sünnet hudûdu içinde tutmak, cemaati artırmak ve mânevî değeri çok yüksek olan Cuma ibâdetini korumak istiyoruz”.2666
Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere birtakım zan ve şüphelerden hareketle Cuma namazından sonra tekrar zuhr-i âhir kılınması bâtıl bir ameldir. Zira şek ile yakîn hâsıl olamayacağı gibi, şüphe ile de ibâdet sahih olmaz. Sonra “bir zamanda sâbit olan şeyin hilâfına delil olmadıkça bekasıyla hükmolunur” küllî kaidesine göre de bu namaz bâtıldır. Zira zikredilen şartlar bulunmadığı zaman Cuma namazının bâtıl olacağına dâir hiç bir yeterli delil mevcut değildir. Kat’î delille farz olan bir ibâdet, zannî delilden dolayı bâtıl olamayacağına göre, Cuma namazının hükmü kıyâmete kadar bâki demektir.
Sonra bir beldede birden fazla yerde Cuma kılınamayacağı görüşünü en şiddetli bir şekilde savunan İmam Şâfiî ile İmam Mâlik de, birden fazla yerde Cuma kılınırsa, buna ilâveten peşinden zuhr-i âhir diye bir namaz kılınmasını istememiştir. Tam tersine onlar, böyle bir durumda kesin olarak Cumanın bâtıl olacağı görüşünü savunmuş ve bütün halkın artık öğle namazını iâde etmesini istemişlerdir. Cumanın bâtıl olduğuna inanarak günün öğle namazını iâde etmek ayrı, hem Cuma namazını, hem de Cumanın sahih olmama ihtimaliyle ihtiyat olmak üzere öğle namazını kılmak tamamen ayrı şeylerdir. İmam Şâfiî’nin mezhebinde böyle bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Bu, tıpkı Hanefîlerde olduğu gibi sonradan gelen Şâfiî âlimlerinin yakıştırmalarından ibaret bir şeydir.
Netice itibariyle İslâm devletinden başka yerde kılınamayacağı iddiasıyla Cuma namazını terk edenlerin görüşleri ne kadar mesnedsiz ise, müctehid imamların ileri sürdüğü şartlardan herhangi birinin eksik olması sebebiyle kılınan Cuma namazının sahih olmayacağı endişesiyle “üzerime farz olup da henüz edâ edemediğim son öğle namazını edâ etmeye niyet ettim” diyerek ısmarlama bir niyetle o günün öğle namazını kılanların bu hareketi de o nisbette anlamsızdır.
Cuma Namazını Terketmenin Günahı
Buraya kadar geçen bölümlerde Cuma namazının Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılındığını ve yine kayıtsız şartsız her türlü vasatta kılınabileceğini Kur’an ve sünnete dayalı olarak ortaya koymuş bulunuyoruz. Bu başlık altında ise, herhangi bir yoruma tâbi tutmadan Cuma namazını terkeden kimseler hakkında Rasûlullah (s.a.s.)’den rivâyet edilen hadislerden bazılarını sunarak yorumunu okuyucuya bırakıyoruz.
İbn Ömer, İbn Abbas ve Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre onlar Rasûlullah’ı minberinin basamakları üzerinde şöyle söylerken işitmişlerdir: “Bazı kimseler ya Cuma namazını terk etmekten kesin olarak vazgeçerler yahut da Allah
2666] Hayreddin Karaman, A.g.e., 1/40-41
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.”2667
İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazını kılmayan kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: “İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimselerin evlerini üzerlerine yakıvereyim.”2668
Ebû’l-Ca’d ed-Damîrî’den (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim (zarurî bir mâzereti olmadığı halde ) hafife alarak üç Cuma namazını terkederse, Allah o kimsenin kalbinin üzerine mühür vurur.”2669
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmış olur.”2670
Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyete göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse, artık o kimse münâfıktır.”2671
Câbir’den (r.a.) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demiştir: “Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnâdır. Ve her kim bir oyun yahut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.”2672
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Cuma ezanını işitir de icâbet etmezse, artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesnâ.”2673
Bu hadislerden sonra herhangi bir açıklamaya gerek görmüyoruz. Ancak bu hadislerin, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında birtakım mâzeretler uydurarak Cuma namazına gelmeyen münâfıklar hakkında serdedildiklerini hatırlatmakla yetiniyoruz.2674
Cuma Konusu Gibi İhtilâflı Konular Hakkında Mezheplere ve İmamlarına Bakış İçin; İmamlardan Daha Fazla İmamcılık veya Mezheplilik Yerine Mezhepçilik Yapanları Red İçin Okuma Parçası:
Müctehid İmamların Sünnete Uyulması ve Sünnete Muhâlif olan Görüşlerinin Terkedilmesi Hususundaki Vasiyetleri
Müctehid İmamların tamamı, Hz. Peygamber’in sünnetine sarılmanın ve ihtilâf hâlinde sünnete yönelmenin, söyleyeni ne kadar büyük olursa olsun, sünnete aykırı olan bütün sözlerin terkedilmesinin gerekliliği hususunda ittifak etmişlerdir. Zira Rasûlullah (s.a.s.)’in dışında hiçbir insan mâsum olmadığından
2667] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/61; Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/401-402; Nesâî, Sünen-i Nesâî, 3/88 Beyhakî, Sünenu'l-Kübrâ, 3/171
2668] Abdurrazzak b. Hemmam, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/62; Hâkim Ebû Abdillah, el-Müstedrek, 1/430; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/172
2669] Tirmizî, Sünen-i Tirmizî, 2/373; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/277; Nesâî, Sünen-i Nesâî, 3/88; Beyhakî, A.g.e., 3/172; İmam Mâlik, Muvatta, 1/111; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/192
2670] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165-166
2671] Mevârid'iz-Zeman ilâ Zevaid-i İbn Hibbân, s. 146
2672] Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/184
2673] Abdürrazzak, el-Musannef, 3/165; Beyhakî, Sünen, 3/185
2674] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları
CUM’A NAMAZI
- 617 -
müctehid dahi olsa, her zaman yanılması ve hatâ etmesi mümkündür. Bunun nedeni ictihad ettikleri bir mesele hakkında kendilerine sahih bir sünnet nassının ulaşmaması olabileceği gibi, ellerine geçen nassın sıhhatindeki kusur ve zayıflık veya istinbat hatası da olabilir. İşte o büyük imamlar, bu gibi noktalarda, görüşlerinin sahih bir sünnete aykırı olduğu tesbit edildiği zaman, o konuda ısrar etmeyip derhal sünnete dönülmesini tavsiye etmişlerdir. Zira mü’minler, insanlardan herhangi birinin görüşüne değil, sadece Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetine uymakla mükelleftirler. Aksi halde hesap günü Allah’a karşı bir mâzeretleri olamaz.
1- İmam Ebû Hanîfe (H. 80-150)
Yeryüzündeki müslümanların büyük bir kısmının görüşlerine Tâbî olduğu mezhep imamlarının ilki Ebû Hanîfe künyesiyle meşhur Nûman b. Sâbit b. Zûtâ’dır. Aslen Fârisî olan İmam Ebû Hanîfe, Hicri 80 yılında Kûfe’de doğmuştur. Gençliğinde Hammad b. Ebî Süleyman’dan fıkıh almış, tâbiûn’dan Atâ b. Ebî Rabah ve Abdullah İbn Ömer’in azadlısı Nâfî gibi zatları dinleme imkânı bulmuştur. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, kalan on sekiz yılını da Abbasîler devrinde geçirmiştir. Böylece Emevî devletinin güçlü devrini, gerileme ve yıkılış devirlerini gördükten sonra Abbâsîler’in ilk dönemlerini de idrâk etmiştir.
Bilindiği gibi Muâviye ile başlayan Emevî hanedanlığı başından sonuna kadar Hz. Ali soyuna ve Ehl-i beyt’e karşı tam bir kıyma makinesi gibi çalışıp durdu. Emevîler’in daha ilk baştan hilâfet makamını gasb yoluyla ele giçirdiklerine kaanî olan İmam Ebû Hanîfe, onların bu cinâyetlerine hiçbir zaman rızâ göstermemiş, bu yüzden bizzat kendisi Emevîler aleyhine harekete geçmemişse de Hz. Ali evlatları tarafından onlara karşı başlatılan meşrû kıyam (ay aklanma)ları gizli olarak desteklemeye çalışmıştır. Bunun için de Emevî’ler, İmamı takip etmeye başlamışlar, bilhassa Abbasî propagandasının gizli gizli yayılışını ve intizamlı isyan hareketlerini görünce bu takiplerini daha da arttırmışlardır. Himâr (Merkeb) lakabıyla anılan Mervan b. Muhammed zamanında Irak vali’si olan Yezîd b. Hübeyre tehlikenin arttığını görünce fakîh ve muhaddislerden korkmaya ve özellikle ilimde büyük bir yeri olan İmam Zeyd’le teması bulunan âlimlerden endişelenmeye başlamıştı. Adı geçen vali, devleti tasvip edip etmediklerini anlamak maksadıyla devlet idaresinde birer vazife almalarını istediği diğer fakîhler gibi, İmam Ebû Hanîfe’ye de kadılık teklifinde bulunmuş, fakat İmam bu teklifi kesin bir dille reddetmiştir.
Vali, mührün Ebû Hanîfe’nin elinde olmasını ve Emevîlerin işledikleri zulüm ve cinâyetlerin onun eliyle onaylanmasını, diğer bir ifâdeyle halkın beyni ve lokomotifi olan ulemâyı midelerinden düzene bağlayarak susturmak, iğdiş etmek, daha doğrusu “Bel’amlaştırmak”, böylece Emevîler’e karşı yapılan haklı kıyamların yanında olan halkın direncini kırmak istiyordu. Tarih boyunca halkının özünden çıkmayan ve onların inandığı değerleri temsil etmeyen bütün zâlim düzenlerin her zaman başvurdukları metod bu olmuştur. İlim adamlarını düzenlerine sacayağı yaparak Firavunlar’ın, ‘Bel’amlar’ı kullandığı gibi kullanmak ve sistemlerini, onlara tamamen yabancı olan halklarının gözünde meşrû bir statüye kavuşturmak!
Büyük bir ferâset ve takvâ sahibi olan İmam Ebû Hanife (r.a.), bu hakikati çok iyi bildiği için Emevîler adına kadılık teklifinde bulunan Vali İbn Hübeyre’nin bu
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oyununa gelmemiş ve bunun için aracılık edenlere şu cevabı vermiştir: “Eğer o, benden, Vâsıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da o, bir müslümanı îdam etmek için benim hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurur?! Ben böyle bir hükmü ihtivâ eden kararın altını nasıl mühürlerim? Vallahi ben, böyle bir işe ölünceye kadar giremem.” Bu cevap üzerine perişan olan Emevî iktidarı İmam Ebû Hanîfe’yi hapsederek işkence yöntemine sığındı. Fakat gerçek bir iman ve ihlâsla yoğrulan bir şahsiyeti işkenceyle değiştirmek mümkün müydü? Nitekim günlerce devam eden bu işkecede İmam’a kırbaç vuran kimse usanacak ve bu işkenceden dolayı ölür de kıyâmete kadar Emevî sülâlesine sövülmeye sebep olur diye korkacak, sonunda İbn Hübeyre de İmamı serbest bırakmak zorunda kalacaktır. Ebû Hanîfe bu olaydan sonra Emevîlerin zulmünden emîn olmak maksadıyla Hicrî 130 senesinde Mekke’ye gelerek Harem’e (Beytullah’a) sığınmış ve Abbasîler devrine kadar orada ikamete mecbur kalmıştır.
Emevî hanedanlığı yıkılıp Abbasîler işbaşına gelince tekrar Kûfe’ye dönmüş ve bîat işi için kendisini temsilci seçen diğer âlimlerle beraber yeni halîfe’ye bîat ettiğini açıklamak üzere şu hitabeyi yapmıştır: “Bu iş (hilâfet), Peygamberimizin yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lütuf ve keremidir. Ey âlimler! Bunlara yardım etmeye en lâyık olanlar sizlersiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halîfenize bîat ediniz. Bîat âhirette sizin için emniyete kavuşmaya bir vesîledir. Allah’ın huzuruna bîatsız ve İmamsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız” Ne garip bir tecellidir ki hitâbeden de anlaşılacağı üzere, müslümanlara yapılan zulmün artık sona ereceğini ümid ederek sevinen ve o güne kadar Emevî saltanatı uğruna kesilen başların bu defa da Abbasî saltanatının bekası için kesileceğini hatırından bile geçirmeyen Ebû Hanîfe; çok geçmeden Şam’a giren Abbâsî ordusunun elli bin insanı öldürdüğünü, Ümeyye Câmii’nin yetmiş gün ahır olarak kullanıldığını, Muâviye dâhil tüm Emevî hanedanının kabirlerinin açılıp cesedlerinin yakılarak küllerinin havaya savrulduğunu, Emevîlerin muhâliflerine yaptığını Abbâsîler’in de onlara tattırdığını ve bu sülâleye mensup bebeklerin dahi siyâseten katledildiğini görecektir. Dahası öncekilerin iktidarına dil uzatıp zulümlere dur diyen ulemânın bir bir katledildiğine ve işkencelere tâbî tutulduğuna şâhid olacaktır.
Nihâyet hicrî 136 senesinde Ebû Ca’fer Mansur halîfe olunca, o da tıpkı öncekiler gibi ilim ve nüfuzunu çok iyi bildiği İmam Ebû Hanîfe’yi saltanata bakış açısından nötürleştirmek ve icraatlarını ona onaylatmak için kendisine Kadıyyül-Kudât (Başkadılık) makamını teklif edecek; böylesine tefessüh etmiş bir yönetim şeklini onaylamadığı ve zulümlerine ortak olmak istemediği için, İmam, sultanın makamından sonra devlet hiyerarşisinde en yüksek mevkî olan bu görevi de daha önce olduğu gibi reddedecek, Mansur da kendisine karşı ayaklanan Hz. Ali’nin torunlarını gizliden gizliye destelediğini bildiği için bu durumu bahane ederek İmamın zindana kapatılmasını ve her gün on kırbaç vurulmasını emredecektir. Günden güne katlanarak devam eden bu “mihne” (işkence) hâdisesinde kırbaç sayısı gündelik olarak yüz on’a ulaşınca şiddetli acılar içererisinde şehid olarak ruhunu teslim edecektir (h. 150). İmam Ebû Hanîfe’nin zindanda iken Mansur’un adamlarınca zehirlendiği de gelen rivâyetler arasındadır.2675
2675] Geniş bilgi için Bk. M. Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, çev: H. Karakaya-K. Aytekin, Hisar Y. 1983, İstanbul, 2/229 vd.
CUM’A NAMAZI
- 619 -
Hayatı boyunca inandığı değerlerden zerre kadar tâviz vermeyen, ilmî, ahlâkî ve siyâsî tavırlarıyla örnek bir şahsiyet olan İmam Ebû Hanîfe, şer’î hükümleri çıkarma hususundaki metodunu, Kur’an ve sünnete bağlılığını şu sözleri ile açıklamıştır. “Ben Kur’an’da bir hüküm bulduğum zaman onu alırım. Kur’an’da bulamadığım zaman sünneti ve emin ellerde meşhur olan sahih hadisleri alırım.”2676 Diğer bir ifâdesinde ise sünnet konusundaki hassâsiyetini şöyle dile getirir: “Peygamber’den gelirse başımızla gözümüz üzerinedir (alır kabul ederiz). Peygamberin ashâbından gelirse, onların görüşleri arasında tercih yaparız. Tâbiûndan gelirse onlar da insan biz de insanız.”2677
Sehl İbn Muzâhim onun hüküm çıkarmadaki prensibini şöyle anlatır: “İmam Ebû Hanîfe’nin prensibi sika (güvenilir) râvîlerin rivâyetini almak, uygun olmayan sözden kaçınmak, halkın teâmülünü ve maslahatlarını dikkate almak idi. Birçok meseleyi kıyasla hallederdi. Yürüttüğü kıyas, arkadaşları ile yaptığı fikir teâtîsi sonucunda uygun görülmediği zaman istihsan ile hükmeder. İstihsan ile hükmetmek uygun görülmediği zaman müslümanların teâmüllerine göre hükmederdi. Halkın ittifak ettiği sahih hadisleri asıl alarak ona kıyas yapıp neticeye varırdı. Bazan da bunun aksine istihsânı daha emîn bulurdu.2678
Görüldüğü gibi İmam Ebû Hanîfe (r.a.) gücünün yettiği ve imkânlarının müsaade ettiği ölçüde Kur’an ve sünnete göre hareket etmeye çalışmış, Kur’an ve sünnette nas bulamadığı zaman kıyas, rey, istihsan ve benzeri vâsıtalara başvurmuştur.
Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.s.) zamanından başlayarak bilhassa Hulafâ-i Râşidin devrinde sahâbe, çeşitli sebeplerle İslâm ülkesinin çeşitli beldelerine dağılmış vaziyette idi. Bu, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnet ve hadislerinin onlarla birlikte gittikleri yörelere gitmesi anlamına geliyordu. Bu sebeple her belde ahâlîsi aralarında bulunan sahâbî ya da sahâbîlerin bildiği kadar sünnet ve hadis bilgisine sahib bulunuyor çoğu zaman diğer sahâbîlerin ellerinde bulunan malzemeden haberdar olamıyordu. Daha sonraları hadis toplamak için seyahatler başlayacak ve bu malzemeler tedvin edilecektir.
İşte İmam Ebû Hanîfe hadislerin henüz tedvîn edilmeyip çeşitli beldelerde dağınık vaziyette bulunduğu böyle bir devirde yaşamış ve sahâbenin büyük bir çoğunluğunun meskûn bulunduğu Mekke ve Medine gibi sünnetin hazînesi durumunda olan ilim merkezlerinden uzak bir muhîtte (Kûfede) yetişmiştir. Bu iki önemli sebebe binâen birçok konuda sünnete vâkıf olamamış, dolayısıyla ya zayıf delillere ya da rey veya kıyasa başvurmak zorunda kalmıştır. Bu sebeple diğer fıkıh ekolleri hadis ekolü olarak bilinirken onun temsil ettiği Kûfe ekolü, rey ekolü olarak onlardan ayrılmıştır. Bu ekolün asıl üstadı ise Abdullah İbn Mes’ûd (r.a.)’dır.
İmam Ebû Hanîfe, sünnete herkesten daha ziyâde bağlı olmasına rağmen yukarıda belirtilen iki sebepten ötürü bazı konularda sünnete isâbet edememiştir. Tabiî bu husus, hiç kimseye ona karşı tân etme hakkını doğurmaz. Zira onun
2676] Muhammed el-Hudari, İslâm Hukuku Tarihi, çev: H. Hatiboğlu, Kahraman Y., 1974, İstanbul, s. 238
2677] Abdülgani Abdülhâlık, Hucciyyetü's-Sünne, I. Baskı, 1987, Stuttgart/Almanya, s. 351; H. Ez- Zehebî, et-Tefsir ve'1-Müfessirun, 1/128
2678] M. El-Hudarî, A.g.e., s. 238
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu şekilde sünnete isâbet edememesi kasdî bir hareketten dolayı değil, ya sünnete ulaşamamaktan, ya da ictihâdî bir hatadan kaynaklanmıştır. İctihad eden müctehid ise ictihadındaki hatasından mes’ul değildir. Çünkü müctehid ictihad yaparken ictihadında hata da etse, isâbet de etse ecirdedir. Ve ictihadına göre amel etmesi gerekir. Zira Rasûlullah (s.a.s.) “Hâkim bir hüküm verip ictihad eder ve ictihadında doğruya isâbet ederse ona iki sevâp, hataya düşerse bir sevap vardır.”2679 buyurmuştur.
İmam Ebû Hanîfe, kendisi de re’y veya kıyasa başvurduğu veya daha başka hususlarda sünnete isâbet edememiş olacağı veya sünnete muhâlif bir beyanda bulunabileceği endişesini elden bırakmayarak kendinden sonra gelen âlimlere bu görüşlerinin sünnete ircâ edilmesini vasiyet etmiştir. Nitekim kendisinin yetiştirmiş olduğu İmam Ebû Yusuf ve Muhammed gibi talebeleri ve talebelerinin talebeleri de mezhebinin üçte birine yakın konularda hocaları İmam Ebû Hanîfe’nin görüşünü sünnete aykırı bularak terk etmişlerdir.2680
İmam Ebû Hanîfe, hadis ve sünnetin tedvin edildiği döneme kadar yaşamış olsaydı re’y veya kıyasa başvurarak hallettiği meselelerdeki sünnete ve sahih hadise ters düşen görüşlerinde mukallidleri gibi ısrar etmeyip onlardan mutlaka vazgeçer ve görüşüne muhâlif düşen sünnetin hükmüyle amel ederdi.
Belki bu müctehidleri, hattâ onlardan daha aşağı seviyede olan kimseleri delillerinin sıhhatini ve ne olduğunu bilmeden körü körüne taklit ederek mezheb ve görüşlerine gökten indirilmiş bir nasmış gibi bağlanan ve bu sebeple bazan Kur’an ve sünnetin sahih emirlerine aykırı hareket eden müslümanlara bir uyarı olur ümidiyle o büyük İmamın bu husustaki sözlerinden bir kısmını burada naklediyoruz. İmam Ebû Hanîfenin bu konuda gelen pek çok emir ve vasiyyetlerinden bazıları şunlardır:
1- “Allah’ın Kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine ters düşen bir-şey söylemişsem benim görüşümü terkedin!”2681
2- “Nereden aldığımızı bilmedikçe hiç kimseye bizim görüşümüzle amel etmesi helâl değildir. “2682
İbnu’l-Kayyım bu sözü aynı şekilde İmam Ebû Yusuf’tan da rivâyet etmiştir. Ebû Yusuf: “Bizim nereden alıp söylediğimizi bilmedikçe hiçbir kimsenin bizim görüşümüzü benimseyip onunla görüş beyân etmesi helâl değildir”demiştir.2683
3- İmam Ebû Hanîfe, talebesi Ebû Yusuf’a hitap ederek şöyle demiştir: “Ey Ebû Ya’kub! Benden duyduğun her sözü yazma. Çünkü ben bugün bir görüşü benimseyip yarın onu terk edebilirim. Yarın bir görüş sahibi olur, öbürgün ise ondan da vazgeçebilirim.”2684
Nâsıruddin el-Albânî bu hususta şöyle diyor: “İmam Ebû Hanîfe’nin bu sözü
2679] Buhârî, İ'tisâm 30; Müslim, Akdıye 15; Ebû Dâvud, Akdıye 3; Nesâî, Ahkâm 3 ; İbn Mâce, Ahkâm 3; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/198
2680] İbn Âbidin, Haşiyetü Reddi’llMuhtar, 1/62
2681] Nâsırüddin el-Elbani, Sıfatu Salâti'n-Nebi, çev: Selman Başaran - Y. Vehbi Yavuz, Aksa Y. I. Baskı, 1992, Bursa, s. 21
2682] İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmü'l-Muvakkıiyn, 2/309; İbn Âbidin, A.g.e., 6/293
2683] İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 2/182, 240
2684] Nâsıruddîn el-Albânî, A.g.e., s. 20
CUM’A NAMAZI
- 621 -
söylemesinin nedeni genellikle görüşlerinin re’y veya kıyasa dayalı olmasıdır. Görüşleri re’y veya kıyasa dayalı olunca daha kuvvetli bir görüş veya kıyas ortaya çıktığında yahut sahih bir hadise ulaşınca bunu alıyor ve önceki görüşünü terk ediyordu.” Nitekim Şârânî el-Mîzan’ında bu hususta özetle şöyle demektedir: “İmam Ebû Hanîfe (r.a.) hakkında bizim ve insaf sahibi herkesin inancı şudur: Eğer o İslâm fıkhı tedvin edildikten sonra ve hadis hâfızları çeşitli bölgelere dağıldıktan sonra yaşamış olsaydı, hadise ve sünnete muhâlif olan kıyaslarını bırakıp hadis ve sünnetle amel ederdi. Mezhebinde diğer mezheplerde olduğu gibi daha az kıyas bulunurdu. Ama ne var ki onun zamanında hadisler çeşitli bölge ve şehirlerde dağınık vaziyette bulunduğundan zarûrî olarak diğer İmamlara nisbetle onun mezhebindeki kıyas sayısı çok olmuştur. Zira kıyas yaptığı meselelerde elinde Kur’an ve sünnetten nas bulunmuyordu. Çünkü nas bulunan yerde kıyas mümkün değildir. Hadis hâfızları çeşitli beldelerdeki hadisleri daha sonraları bir araya topladılar. Böylece toplanan hadisler sorulara cevap vermiş oldu. İşte bu husus diğer mezheplere göre İmam Ebû Hanîfe’nin mezhebindeki kıyasların daha çok olmasına sebep teşkil etmiştir.2685
4- “Hadis sahîh olduğu zaman benim mezhebim odur.”2686 İbn Âbidin bu hususla ilgili olarak şöyle demektedir: “Hadis sahih olduğu zaman mezhebin görüşüne ters düşse bile, hadisle amel edilir. Bu durumda kişinin mezhebi hadisin hükmü olur. Bu şekilde hadisle amel etmek Ebû Hanîfe’yi taklit eden kimseyi Hanefî olmaktan çıkarmaz. Zira İmam Ebû Hanîfe’den: “hadis sahih olduğu zaman benim mezhebim odur” dediği sahih olarak rivâyet edilmiştir. Bu sözü İbn Abdilber, İmam A’zam Ebû Hanîfe ve daha başka İmamlardan da nakletmiştir. Aynı şekilde onu dört İmamdan İmam Şârânî de nakletmektedir”2687
Bu sözleri söyleyen büyük bir hanefî fakîhi ve âlimidir. İbn Âbidin’in bu sözleri tamamen doğrudur. Çünkü kişi böyle yapmakla yine İmamının sözüne uygun hareket etmiş olmaktadır. Ancak İmamın bu sözünün, nass’ları, onların muhkemini ve mensûhunu inceleyip birbirinden ayırdetmeye ehil olan kimseler için geçerli olacağı unutulmamalıdır.
5- Diğer bir rivâyete göre İmam Ebû Hanîfe şöyle demiştir. “Aralarında hadis tahsil eden kimseler bulunduğu sürece insanlar devamlı hayır üzeredirler. Hadis olmaksızın ilim taleb ettikleri takdirde ise fesâda uğrarlar.”2688
6- Bir defasında; “İnsanlar hadisle amel etmeyi terkettiler ve hadis dinlemeye yöneldiler.” denilince İmam Ebû Hanîfe: “Onların hadisleri dinlemeleri, hadisle amel etmelerinin ta kendisidir” karşılığını vermiştir.2689
7- Bir rivâyete göre de şöyle demiştir: “Allah’ın dini hakkında re’y ile görüş beyân etmekten sakının. Size gereken, sünnete ittibâ etmektir. Zira her kim sünnetten dışarı çıkarsa sapıtmış olur.”2690
Bir defasında; Kûfe halkından bir adam İmam Ebû Hanîfe’nin yanına gelmişti.
2685] Albânî, A.g.e., s. 20-21
2686] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtar, 1/67-68
2687] İbn Âbidin, A.g.e., 1/67-68
2688] Kasimî, Kavâidü't-Tahdîs, 1987, Beyrut, B. Sy. yok, s. 51
2689] Kasımî, A.g.e., s. 51
2690] Kasımî, A.g.e., s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'l-Kur'an ve'1-Hadis, 4. Baskı, 1984, Kuveyt, s. 202
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O esnâda İmamın huzurunda hadis okunuyordu. Adam: “Bize bu hadisleri okumayı bırakın” dedi. Bunun üzerine İmam, bu adamı şiddetle azarlayarak: “Eğer sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’an’ı anlayamazdık” cevabını verdi.2691
Bu ifâdeler İmam Ebû Hanîfe’nin sünnet’e ne kadar bağlı olduğunu göstermek için kâfidir sanırız. Sünnet karşısındaki bu hassâsiyetine rağmen, mâsum olmaması sebebiyle şâyet sünnete muhâlif bir görüş beyân etmiş olsa bile o, Allah katında ma’zur sayılır. Zira şeriat sahibi ictihaddaki hataları affedip mükâfat vaadetmiştir. Ancak İmama saygı gösteren ve onun mezhebine bağlanan kimselerin, onun, sünnete ve sahih hadislere aykırı olan görüşleri ortaya konduğu zaman onlarla amelde ısrar etmeleri câiz değildir. Zira onun koyduğu usûl ve prensiplere göre bu görüşler onun mezhebinden değildir. Müslümana yakışan taassubu bırakıp ondan sonra sahihliği isbât edilen hadis ve sünnete ittibâ etmektir. Zira görüldüğü şekilde O, bize böyle yapmamızı vasiyet etmiştir. Eğer İmam Ebû Hanîfe bugün yaşasaydı onun da yapacağı bu idi.
Tabiî bu durum yukarıda da işaret edildiği gibi, naslar hakkında görüş beyân etme ehliyetine sahip olan, ilim, amel ve takvâsına îtimad edilen âlimler nezâretinde olmalıdır. Yoksa her önüne gelenin hadisle amel etmesi söz konusu değildir.2692
2- İmam Mâlik b. Enes2693
Mezheb sahibi müctehid İmamların ikincisi, İmam Ebû Hanîfenin çağdaşı Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Amir el-Asbâhî’dir. Her ne kadar doğumu hakkında 91 ila 97 arasında değişen muhtelif tarihler verilse de o, muhtemelen hicrî 93 senesinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Büyük babası Mâlik, tâbiûn’dan, büyük dedesi Ebû Amir de Ashâb-ı Kiram’dandır. Ailesi, aslen Yemenli olup Rasûlullah (s.a.s.) devrinde Medine’ye gelip oraya yerleşmiştir.
Medine’de doğup büyüyen İmam Mâlik, ilk önce Medine âlimlerinden Abdurrahman İbn Hürmüz’ün halkasına katılarak ondan feyz almaya başladı. Bilâhere İbn Ömer’in âzadlısı Nâfi, İbn Şihâb ez-Zührî, Ebû’z-Zinâd ve Yahya b. Saîd el-Ensârî’den ilim aldı. Fıkıh ilminde esas hocası Râbiatü’r-Rey diye meşhur olan Râbia b. Abdirrahmandır. “70 üstad benim yetkili olduğuma şehâdet etmedikçe ben bu işe başlamadım.” diyen İmam Mâlik, üstadları hadis rivâyeti ve fetvâ verme ehliyetine sahip olduğuna şehâdet edince hadis rivâyetine ve fetvâ vermeye başladı. Bütün hocaları onun hadis sahasında İmam, rivâyetinin sağlam ve güvenilir olduğu hususunda ittifak halindeydiler. Daha sonra gelen âlimler de bu hususu itiraf etmişlerdir.
Mezhebinde re’y ile hadisi cem eden İmam Mâlik, çok büyük miktarda hadis toplamış, fakat bunların içinden sadece bir kısmını seçerek Sahâbe, Tâbiûn ve Tebeü’t-Tâbiî’nin fetvâlarıyla birlikte sahasında ilk eser olan ‘Muvattâ’ adlı eserinde bir araya toplamıştır.
Fitnelerden uzak durmasına ve onları desteklemekten kaçınmasına rağmen Ebû Ca’fer el-Mansur devrinde Abbasî iktidarının zulmünden İmam Ebû Hanîfe
2691] Kasımî, A.g.e., s. 51; Zefzaf, A.g.e., s. 202
2692] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y., 92-101
2693] 93-179
CUM’A NAMAZI
- 623 -
gibi, nasibine düşeni almaktan o da kurtulamamıştır. Mansur tarafından, rivâyet etmekten menedildiği “ikrah karşısında kalan kimsenin yemini mûteber değildir” hadisini, yine Mansur’un provakatörleri tarafından planlı olarak sorulan bir soru üzerine tekrar etmesi iktidar aleyhine halkı tahrik sayılmış ve bu yüzden Medine Valisi Cafer b. Süleyman’ın emriyle kırbaçlanmış, hattâ bu işkence (mihne)de bir kolu çekilerek omuzundan çıkarılmıştır. İmam Mâlik 85 yaşının üzerinde olduğu halde 179 senesinde Medine’de vefat ederek Bakî’ Mezarlığına defnedilmiştir. 2694
Taklit edilen diğer müctehidler gibi İmam Mâlik de mezhebine uyanları, delilini bilmeden insanları taklidden menetmiş, onları Kur’an ve sünnet’e yönelmeye çağırmıştır. O, bilhassa sünnete aykırı olan görüşleri alarak başkalarını taklid etmeyi bâtıl saymış ve şöyle demiştir: “Üzerinde icmâ’ etmiş olmadıkları müddetçe insanların görüşlerinden (re’y’den) sakının. Rabbinizden size indirilen Kur’an’a ve Peygamberinizden gelen sünnete uyun. Mânâsını anlayamazsanız âlimlerinize sorun. Fakat onlarla mücâdele etmeyin. Şüphesiz dinde münâkaşa (cidal) münâfıklık kalıntılarındandır.”2695
İmam Mâlik, Peygamberden bir hadis geldiği zaman kılı kırk yaran, âlimlerden nakledilen her sözü tereddütsüz kabul eden kör taklitçilere de şöyle demiştir: “Ben bir beşerim. Doğruyu da bulurum, hata da ederim. Siz benim görüşlerime bakın. Allah’ın Kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine uyanı alın; Uymayanı terkedin.”2696
İmam Mâlik (r.a.) insanların mâsum olmadığını, her insanın hatâ edebileceğini ve ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, insanların görüşünü terketmenin haram olmadığını ifâde ederek şu tarihî sözü kaydetmiştir: “Mâsum olan şu kabrin sahibinden başka, her insanın sözlerinden bir kısmı alınabilir de terkedilebilir de.”2697 ‘Mâsum olan kabrin sahibi’ sözünden maksat, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ve sadece sahihliği sâbit olduktan sonra onun sözü terkedilemez. Kur’an ve Sünnet’e muhâlif olduğu zaman kim olursa olsun insanların sözünü alıp amel etmek câiz değildir.
Bu sözü, Takıyyüddin es-Sübkî “el-Fetâvâ” adlı eserinde İbn Abbas’a nisbet ederek şöyle demiştir: “Bu sözü İbn Abbas’dan mücâhid, o ikisinden de İmam Mâlik (r.a.) almış ve onun sözü olarak şöhret kazanmıştır.2698
İbn Vehb şöyle demiştir: “İmam Mâlik’e ‘abdestte ayak parmaklarını hilâllemekten’ sordum. İmam Mâlik: “Bu, insanlar için bir mecburiyet değildir” dedi. Ve kendisinin de insanlara kolaylık olsun diye bunu terkettiğini söyledi. Bunun üzerine ben kendisine ‘Bu konuda bizde bir sünnet vardır’ dedim. ‘O sünnet nedir?’ dedi. Dedim ki Leys b. Sa’d, İbn Lehîa ve Amr b. Hâris’in haber verdiğine göre Müstevrid b. Şeddâd el-Kuraşî “Hz. Peygamberi elinin küçük parmağı ile ayak parmaklarının arasını ovarken gördüm” demiştir. İbn Vehb daha sonra şöyle devam eder: “Bu hadis hasendir. İmam Mâlik (r.a.)’den bu sözü sadece bir
2694] Bk. M. M. A'zâmî, Studies in Hadith Methodology, s. 82; M. Ebû Zehra, Mezhebler Tarihi, 2/282-286; M. Hudârî, İslâm Hukuku Târihi, s. 244 vd.
2695] Kasımî, A.g.e., s. 51
2696] İbn Abdilberr, Câmiu Beyân'il-İlm ve Fadlih, 2/32; İbn Hazm, El-İhkâm, 6/149
2697] İbn Abdilberr, A.g.e., 2/91; İbn Hazm, el-İhkâm, 6/145
2698] Takıyyüddîn es-Sübkî, el-Fetâvâ, 1/148
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kere işitmiştim. Bundan sonra kendisine bu soru her sorulduğunda parmakları hilâllemeyi emrettiğini gördüm.”2699
İmam Mâlik sadece Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine değil, ashâbının sünnetine dahi muhâlefeti tecviz etmiyordu. İbnu’l -Kayyım el-Cevzî, “İ’lâmü’l-Muvakkıîn” adlı eserinde bu hususta şöyle der: “İmam Mâlik (r.a.) açıkça, İbrahim en-Nehâî’nin görüşüne dayanarak Ömer İbnu’l-Hattâb’ın görüşünü terkedenin tevbeye dâvet edileceğini beyân etmiştir. O halde İbrahim en-Nehâî veya benzerlerinden daha aşağı olan kimselerin görüşü sebebiyle Allah ve Rasûlünün kavlini terkedene nasıl muâmele edilir?”2700
Peygamber’den duymuş olmaları ihtimâliyle sahâbenin görüşüne muhâlefet ederek, insanlardan herhangi birisinin görüşüne uyan tevbeye dâvet edilince, Peygamberin sözüne ya da sâbit bir sünnetine muhâlefet edene ne gerekir acaba?! Allah Teâlâ “Peygamberin emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden yahut çok elemli bir azapdan sakınsınlar” buyurmuştur.2701
3-İmam Şâfiî2702
İnsanların büyük bir kısmının peşinden gittiği büyük mezheb İmamlarının üçüncüsü Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk defa tedvin etme ve esaslarını açıklama şerefine nâil olan İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiî el-Kuraşî’dir (r.a.) Bütün rivâyetler, İmam Şâfiî’nin, Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebû Hanîfe’nin vefat tarihi olan hicrî 150 senesinde Askalân’a bağlı Gazze şehrinde doğduğunda birleşirler. İttifakla rivâyet edildiğine göre Şâfiî’nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber’in (s.a.s.) dedesi olan Hâşim’in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Babası İdris bir iş münâsebetiyle Gazze’ye geldiğinden Şâfiî de burada dünyaya gelmiş, daha sonra annesi tarafından asıl vatanı olan Mekke’ye getirilmiştir. Çok küçük yaşlarda Kur’an’ı hıfzeden İmam Şâfiî, Harem şeyhi Müslim b. Hâlid ez-Zencânî’nin halkasına katılarak ilmî çalışmalarına başladı. Bu arada Müslim b. Hâlid’in fıkhını ve Hicaz ehlinin hadis kaynağı olan iki muazzam âlimin bildiği hadisleri öğrendi. Bunlar, Mekke hadisçisi Süfyan İbn Uyeyne ve Medine hadisçisi Mâlik b. Enes’tir. İmam Mâlik’e gelmeden önce Muvatta’ını hıfzetmiş ve onu Malik’in huzurunda ezberden okumuş, o da Şâfiî’nin zekâ ve hıfzına hayran kalmıştır. İmam Şâfiî, bunlardan başka diğer zatlardan da hadis almıştır. İmam, ilmini, fıkhını ve görüşlerini daha çok Mısır’da yayma imkânı bulmuş ve 204 senesi Recep ayının son gecesi 54 yaşında iken Kahire’de vefat ederek el-Mukattam dağının eteğindeki Benû Abdilhakem türbesine defnedilmiştir.2703
Sünneti, İmam Şâfiî’den (r.a.) daha şiddetli savunan hiçbir kimse yoktur dense mübâlâğa edilmiş olmaz. O, tartışmasız Ehl-i sünnet’in imamı ve Peygamber’in sünnetinin meftûnu idi. Bu yüzden bu konuda en güzel söz ve tavsiyeler İmam Şâfiî etrafında toplanmaktadır. İbn Hazm şöyle diyor: “Taklit edilen müctehidlerin bizzat kendileri, taklitçiliği bâtıl saymışlardır. Onlar arkadaşlarını taklitten men etmişlerdir. Bu konuda en ileri giden zât İmam Şâfiî’dir. Zira o sahih hadislere uyma ve onların gereği ile amel etmede başkalarının ulaşamadığı yüksek
2699] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Kitâbü'1-Cerh ve't-Ta'dîl, Beyrut, 1992, B. Sy. yok, 1/32-33
2700] İbn'l-Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 2/182
2701] 24/Nûr, 51
2702] 150-204
2703] M. Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, 2/309 vd; M. Hudârî, İslâm Hukuku Tarihi, s. 254 vd.
CUM’A NAMAZI
- 625 -
bir mertebeye ulaşmış ve bütünü ile taklitçilikten uzak kalmış ve bunu da açıkça îlân etmiştir.2704
Delilini bilmeden veya sünnete muhâlif olduğunu öğrendikten sonra insanlardan herhangi birini taklit etmenin haram olduğuna dâir İmam Şâfiî’den gelen sözlerden bazıları şunlardır:
1- Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen herhangi bir sünnet kendisine açıkça belirlenen kimseye, insanlardan herhangi birisinin görüşü sebebiyle onu terketmesinin helâl olmadığı hususunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir.2705
2- İmam Şâfiî’den şu söz mütevâtiren nakledilmiştir: “Hadis sahih olduğu zaman, benim (ona aykırı düşen) görüşümü duvara çarpınız.”2706
3- Kezâ sahih bir kanalla onun şöyle dediği rivâyet edilir: “Ben Rasûlullah’dan (s.a.s.) bir hadis rivâyet edip de onu almadığım zaman, aklımın gitmiş olduğunu anlayınız.”2707
4- Hz. Peygamber’in bir sünneti kendisine gizli kalmamış ve ulaşmamış hiç kimse yoktur (Yani bir kimse Peygamber’in bütün sünnetlerini bilemez). Ben bâzan bir söz söylemiş, bir prensip tesbit etmişimdir de, o konuda benim görüşüm hilâfına Peygamber (s.a.s.)’den nakledilen bir hadis bulunmuştur. Bu durumlarda benim mezhebim Hz. Peygamber’in sözüdür.2708
5- Benim kitabımda Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı bir şey bulursanız Peygamber’in sünnetini alınız. Ben ne söylemişsem onu terk ediniz.”2709
6- “Hakkında görüş serdettiğim herhangi bir meselede hadis âlimleri tarafından benim görüşlerime aykırı bir hadis rivâyet edilirse, ben hayatta iken de ölümümden sonra da ben görüşümden dönerim.”2710
7- “Herhangi bir konuda ben bir şey söylemişsem ve Peygamber’den (s.a.s.) de buna aykırı olarak sahih bir hadis gelmişse, Peygamber’in (s.a.s.) hadisi amel edilmeye daha lâyıktır. Beni taklit etmeyiniz.”2711
8- “Hadis sahih olduğu zaman benim görüşüm odur.”2712 İbn Hazm, İmam Şâfiî’nin bu sözünü izah ederek: “İmam Şâfiî’nin ‘hadis sahih olduğu zaman’ demekten kastı; hadis kendisine veya kendisinden başka hadis imamlarına göre sahih olduğu zaman demektir.” demiştir.2713
Bu ifâdeler, aynı zamanda en samimi bir üslûpla İmamların sünnetin
2704] İbn Hazm, el-İhkâm, 6/118
2705] İbn Kayyım, A.g.e., 2/263
2706] İbn Kayyım, A.g.e., 2/263; Kasımî, Kavâidü't-Tahdis, s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'1-Kur'an ve'1-Hadis, s. 202
2707] İbn Kayyım, A.g.e., 2/263; Abdülgani Abdülhâlık, Hucciyyetü's-Sünne, s. 352-353
2708] İbn Kayyım, A.g.e., 2/267; Hakim bu sözü, Şâfiî’ye kadar ulaşan sahih bir senedle rivâyet etmiştir. Bk. İbn Asâkir, Tarih-i Dımeşk, 153; Fullani, İkazü'l-Himem, s. 100
2709] İbn Kayyım, A.g.e., 2/266; İmam Nevevi, el-Mecmu Şerhu'l-Mühezzeb, Daru’l-fikr, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 1/163; Abdülgani Abdülhâlık, Hucciyyetü's-Sünne, s. 361
2710] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 2/266
2711] İbn Kayyım, A.g.e., 2/266; Abdülgani Abdülhâlık, A.g.e., s. 361
2712] İmam Nevevî, A.g.e., 1/163; Kasımî, Kavaidü't-Tahdîs, s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'l-Kur'an ve'1-Hadis, s. 202
2713] Kasımî, A.g. e., s. 51
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tamamını bilmediklerini itiraf sayılabilir. Nitekim bir insanın, sünnetin tamamını tek başına bilmesine imkân da yoktur.
9- “Benim görüşümün, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözlerine muhâlif olduğunu gördüğünüz zaman, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözüyle amel edin. Benim görüşümü duvara çarpın.”2714
10-”Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir Sünetini gördüğünüz zaman ona ittibâ edin; herhangi bir kimsenin görüşüne iltifat etmeyin.”2715
İbnu’l Kayyım el-Cevziyye, “İ’lâmü’l-Muvakkıîn” adlı eserinde bu hususta şöyle der: “Dört büyük İmam, kendilerinin taklit edilmesini ve delilsiz olarak görüşlerini alıp amel eden kimseleri zemmetmişlerdir.” Bu sebeple İmam Şâfiî şöyle demiştir: “Delilsiz olarak ilim taleb eden kimsenin durumu geceleyin odun toplayan kimsenin durumuna benzer. O adam içerisinde zehirli bir yılan olduğu halde bir odun demetini yüklenir, yılan da onu ısırır ama o bunun farkında bile olmaz.”2716
İmam Şâfiî “er-Risâle” adlı eserinde de şöyle der: “Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlü’ne itaat etmeyi, yasaklarından da sakınmayı emretmiştir. Rasûlullah’ın emirlerini kabul etmek aynı zamanda Allah’ın bir farzını tasdik etmek demektir.”2717
11- Beyhâkî’nin Rebî’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: “Bir gün İmam Şâfiî bir hadis nakletti. Ve “bu hadis sahihtir” dedi. Toplulukta bulunan bir adam: ‘Ey Ebû Abdillâh! Sen de bu görüşte misin?’ dedi. Bunun üzerine İmam Şâfiî, adamın sözüne sinirlendi ve; “be hey adam! Sen beni Hıristiyan mı sanıyorsun veya sen beni Kiliseden çıkarken yahut belime zünnâr takarken mi gördün ki, ben Rasûlullah’tan (s.a.s.) bir hadis nakledeyim de onun beyan ettiği hükümle aynı görüşte olmayayım?” cevabını verdi.2718
12- İmam Şâfiî, adı geçen eserinde insanların görüşlerine ne zaman itibar edileceğini “sünnetten başka şeyler, sünnetten herhangi bir şey bulunmadığı zaman delil olabilir”2719 diyerek özetlemektedir.
4- Ahmed bin Hanbel (164-241)
İmam Ahmed, İslâm tarihinde hadis ile fıkhı birleştiren ve hayatında bir milyon hadisi ezbere bilen örnek şahsiyetlerden biridir. Haşim ve Süfyan b. Uyeyne tabakasına mensup olan hadiscilerin en büyüklerinden hadis aldı. Buhârî, Müslim ve onların tabakasına mensup olan hadisçiler de ondan hadis tahsil etmiştir. Çok hadis bildiği için muâsırı olan hadis ehlinin imâmı sayılır. Haddizatında onu hadis ricâlinden saymak, fıkıhcılar arasında saymaktan daha doğru olur. İbnu’l-Kayyım onun sünnete vukûfıyyet ve bağlığını dile getirirken şöyle demektedir: “İmam Ahmed, yeryüzünü ilim, hadis ve sünnetle doldurmuş, hatta kendisinden sonra gelen hadis ve sünnet İmamları kıyâmete kadar onu tâkip eden talebeleri
2714] Kasımî, A.g.e., s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'1-Kur'an ve'1-Hadis, s. 202
2715] Abdülgani Abdülhâlık, A.g.e., s. 361; Bunu Ebu Nuaym el-Hilye’sinde r4ayet etmiştir.
2716] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 2/181
2717] İmam Şâfiî, er-Risâle, s. 16, md. no: 58
2718] Abdülgani Abdulhâlık, A.g.e., s. 353; Suyûtî, Miftahu'l-Cenneh, s. 6
2719] İmam Şâfiî, er-Risâle, Tah: A. M. Şâkir, s. 262, md. no: 1818
CUM’A NAMAZI
- 627 -
olmuştur. O, fürû ve ictihad meselelerini kapsayan kitaplar yazılmasından hiç hoşlanmazdı. Hadislerin her şeyden tecrid edilmesini ister, sözlerinin yazılmasını beğenmez ve bu hususta çok katı davranırdı.” 2720 Hiçbir ameli, hiçbir re’yi, hiçbir kıyâsı, hiçbir sahâbî kavlini ve insanlardan birçoğunun icmâ adını vererek sahih hadise takdim ettikleri, muhâlifini bilmediği bir görüşü sahih hadise takdim etmezdi. O, bu nevî icmâ iddiasında bulunanları tekzib etmiş ve böyle bir icmâ’nın sahih bir hadisten öne geçirilmesini câiz görmemiştir. Nitekim oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babamı şöyle derken işittim: “Bir kimsenin hakkında icmâ bulunduğunu iddia ettiği her görüş yalandan ibarettir. Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır. Ne biliyor, belki insanlar ihtilâf etmişlerdir de bu ihtilâf kendisine ulaşmamıştır. Dolayısıyla o kimse bu konuda insanların ihtilâf edip etmediklerini bilmiyorum desin.”2721
İmam Ahmed sünnete muhâlif görüşlere ve kim olursa olsun sünnete muhâlefet eden kimselere iltifat etmezdi. Bu sebeple Fâtıma bintü Kays hadisine dayanarak Hz. Ömer’in üç talâkla kesin olarak boşanan kadınlar hakkındaki muhâlefetine iltifat etmediği gibi, Hz. Âişe’nin: “Ben ve Rasûlullah böyle yaptık ve ikimizde yıkandık”2722 şeklindeki haberinin sahihliğine binâen, inzal vâki olmayan birleşmeden dolayı gusül yapma hususundaki Hz. Ali, Osman, Talha, Ebû Eyyûb ve Übey b. Kâ’b’ın muhâlefetlerine de iltifat etmemiştir. Aynı şekilde Sübey’atü’l-Eslemiyye hadisinin sahihliği sebebiyle “Kocası vefat eden hâmile kadının iddet süresi, iki müddetin en uzunudur.” tarzındaki İbn Abbas ve Ali İbn Ebî Tâlib’in görüşüne aldırış etmemiştir. İmam Ahmed’in, sünnete aykırı olduğu için bu şekilde iltifat etmediği sahabî görüşleri pek çoktur.2723
Sünnete aykırı olduğu için sahâbî görüşü terkedilince sahâbeden başkalarının sünnete aykırı görüşlerinin terkedilmesi evleviyyette kalır. Aynı zamanda sahâbenin dahi bazı konularda sünnete vâkıf olamadığı ortaya çıkınca sahâbeden sonrakilerin sünnetin tamamını bildiğini ve hiçbir görüşünün sünnete aykırı olamayacağını düşünmek tezat olur.
İmam, ekseriyetle insanların re’yinden uzak durmuş ve bu hususta şöyle demiştir: Kalbinde bozukluk olan kimse müstesnâ, genellikle re’y kitaplarına itibar eden hiçbir kimse göremezsin.2724 Beyhâkî’nin rivâyetine göre İmam Ahmed’e herhangi bir mesele hakkında re’yi sorulduğu zaman o, “Yoksa Rasûlullah’la (s.a.s.) beraber herhangi bir kimsenin söz söyleme hakkı mı vardır?” derdi.2725
Oğlu Abdullah şöyle demiştir: “İmam Ahmed’e bir beldede bulunan ve orada, hadisin sahihini sakîminden ayıramayan bir hadisci ile bir rey ehlinden başka fetvâ soracak kimse bulamayan bir adam, dinini bunların hangisinden sorar?” dedim. Ahmed bin Hanbel: ‘Hadisciden sorar, re’y ile fetvâ verenden değil” cevabını verdi.2726
Zamanındaki âlimlerden herhangi birini taklit etme hususunda kendisiyle
2720] İbnu'l-Kayyım, İ’lâmü'l-Muvakkıîn, 1/28
2721] İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 1/30
2722] Tirmizî, Sünen, 1/181
2723] Bu Konuda geniş mâlumat için Bk. İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 1/29 vd.
2724] Kasımî, Kavaidü't-Tahdis, s. 51-52; Zefzaf, et-Ta'rif bi’l-Kur'an ve'l-Hadis, s. 202
2725] Kasımî, A.g.e., s. 51-52; Zefzaf, A.g.e., s. 202
2726] İbnu'l-Kayyım, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 1/33; Kasımî, A.g.e., s. 52
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istişâre eden bir şahsa İmam Ahmed: “Ne beni, ne Mâlik’i, Ne Sevrî’yi, ne Evzâî’yi ne Nehâî’yi ve ne de onlardan başkasını taklid et. Şer’î hükümleri onların aldıkları yerden al.” demiştir.2727 İmam Şârânî, “el-Uhûd” adlı eserinde “O’nun bu sözü kitap ve sünnetten hüküm çıkarmaya gücü yeten ilim sahiplerine hamledilir”2728 demektedir ki, doğru olan da budur.
Diğer bir rivâyette ise İmam Ahmed şöyle demiştir: “Dinî konularda bunlardan, yani âlimlerden herhangi birini taklid etme. Peygamber’den ve onun ashâbından ne gelmişse onu al. Ashâbdan sonra Tâbiûn nesli gelir ki, bir kimse bunların görüşünü alıp almamakta muhayyerdir.”2729
İbn Abdilber, İmam Ahmed’in Kur’an ve sünnetin direkt naslarından alınmayan ictihâdî görüşlerle ilgili olarak şöyle dediğini de nakleder: “Evzâî’nin, Mâlik’in ve Ebû Hanîfe’nin sözlerinin hepsi birer şahsî görüşten ibârettir. Bence hepsi de eşittir. Delîl, ancak hadislerdir.”2730 Bir başka sözünde ise: “Kim Peygamber’in hadisini reddederse, o kimse helâkin eşiğindedir”2731 demiştir.
Ebû Dâvud’un Mesâilü İmam Ahmed adlı eserinde rivâyetine göre İmam Ahmed insanların sünnete muvâfık olmayan görüşlerine katî bir nasmış gibi sarılan ve bir daha vazgeçemeyenleri ikaz ederek şöyle demiştir: “Hz, Peygamber’in (s.a.s.) dışında her insanın görüşlerinden bir kısmı alınabilir de, atılabilir de...!”2732
İşte bunlar, yeryüzündeki müslümanların büyük çoğunluğunun peşinden gidip görüşlerine tâbî olduğu müctehid İmamların sünnete sarılmaya ve sünnete aykırı görüşleri, kimden gelmiş olursa olsun terketmeye çağıran ve delilsiz olarak başkalarının kendilerini taklit etmesini meneden sözlerinden bazılarıdır. Bu sözler münâkaşa ve te’vîle ihtimâli olmayacak kadar açıktır. O halde İmamlarından gelen, sünnete aykırı görüşlere tâbî olan kimseler, Allah ve Rasûlüne isyan ettikleri gibi, mezheb İmamlarının emir ve tavsiyelerine de aykırı davranmış olurlar. Diğer taraftan sünnetle sâbit olan hükümlere tâbi olan kimse, İmamının görüşüne muhâlefet etse bile, mezhebinden dışarı çıkmış olmayıp, bilakis İmamının vasiyetine en güzel şekilde uymuş olur. Çünkü İmamı kendisinden bunu istemiştir.
Buraya kadar sunduğumuz Kur’an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur’an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı onların emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman tâbî olunabileceğini te’vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur’an ve sünnetin kat’î bir emrini terk etmesi hâlinde Allah’a karşı hiç bir mâzereti olamaz.
2727] İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 2/182; Kasımî, A.g.e., s. 52
2728] İmam Şârânî, el-Uhûd, s. 17
2729] Ebû Dâvûd, Mesâilü İmam Ahmed bin Hanbel, E.Ü. İlâhiyat Fak. Küt. 1284 numarada kayıtlı, s. 276
2730] İbn Abdilberr, El-Câmiu Beyân'il-İlm, 2/149
2731] İbnu'l-Kayyım, el-Menâkib, s. 182
2732] Ebû Dâvûd, A.g.e., s. 276
CUM’A NAMAZI
- 629 -
“Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.”2733
Netice itibarıyla hiç bir ibâdet, bu arada da Cuma namazı ister siyâsî tavırla isterse başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icmâ, ne de bir kıyas bulmak mümkündür.2734
Özetleyecek olursak;
Kur’an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur’an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı Kur’an ve Sünnetin emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman Tâbî olunabileceğini te’vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur’an ve sünnetin kat’î bir emrini terk etmesi hâlinde Allah’a karşı hiç bir mâzereti olamaz.
“Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.”2735
Kur’an’ın her tavsiyesi gibi, şu tavsiyesi de çok önemlidir: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”2736 Peygamberimiz’in de Cuma konusundaki birçok uyarısı gibi, şu uyarısı da dikkate alınmalıdır: “Bazı insanlar ya Cum’a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.”2737 Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler (bahâneler) aramak yerine; bu Kur’ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.
İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma imamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir. Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu
2733] 24/Nûr, 63; Recep Çetintaş, a.g.e. s. 108-114
2734] Hanefi fakihlerinin dâru’l-harpte, istilâ edilen ülkede, İslâm devlet başkanı yokken Cuma kılmaları gerektiği hakkında, geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, s. 350-364. Son birkaç sayfada küçük tasarruflarla alıntılar yaptığımız piyasada mevcudu kalmayan bu eserin yeni baskısının yapılmasının gerekli olduğu kanaatini taşıyor, (son bölümlerindeki bazı ifadelerine yüzde yüz katılmasak da) okuyuculara bu kitabı okumalarını ısrarla tavsiye ediyoruz. Edindiğimiz bilgiye göre, adı geçen kitabın gözden geçirilmiş yeni baskısı, kısa zaman içinde Beka Yayınlarından çıkacaktır.
2735] 24/Nûr, 63
2736] 3/Âl-i İmrân, 105
2737] Müslim, Cumua, 12, hadis no 865
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur: Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler. Radikal (denilen muvahhid ve mücâhid) gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler. Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye. Onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar. Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir. Düzenin Cuma ve ibâdet düşmanlığının açığa çıkmasına sebep olacak, ılımlı Müslümanlığın gerçek Müslümanlığa nasıl tavır aldığını halkın da görmesi sağlanacaktır.
Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir. Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıtsız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.
CUM’A NAMAZI
- 631 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y.
2. İslâm’ın Şiarı Cuma Namazı ve Hükümleri, Ekrem Doğanay
3. Cuma Namazını Kılmanın Fazileti Terk etmenin Cezası, M. Turan, Gonca Y.
4. Başlangıcından Günümüze Cuma Namazı, Yunus Vehbi Yavuz, Emin Y.
5. Cuma Namazı Kadınlara da Farzdır, Sabri Hizmetli, Yeni Çizgi Yayınları
6. Cuma Etrafındaki Tartışmalar veya Cumanın Durumu Hakkında Bir Etüd veya Cuma Sahih mi? Sadreddin Yüksel, Özel Not
7. Ekrem Doğanay’ın Cuma Namazı Adlı Kitabına Sadreddin Yüksel’in Reddiyesi
8. İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Hayreddin Karaman, Nesil Y. c. 1 (Kalem Y., 2. baskı, İst. 1980, c. 1, s. 14-63)
9. Cuma Konuşmaları, Ebû’l Ala Mevdûdî, İnkılab Y.
10. Atatürk’ün Cuma Hutbeleri, Emine Ş. Usta, İleri Y.
11. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 323-332
12. TDV İslâm Ansiklopedisi (H. Karaman), c. 8, s. 85-89
13. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.
14. Emanet ve Ehliyet, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. C. 1,
15. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale/Zaman Y.
16. Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı
17. Fıkıh Kitapları ve İlmihaller
18. www.misak1.com/cumanamazi

 
Okunma 1579 kez
Bu kategorideki diğerleri: « CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK